29 Mayıs 2010 Cumartesi

MADENCİLERİN KADERİ

Thebai şehrinin kralı Laios’un çocuğu olmuyormuş. Kral, tanrı Apollon’a danışmaya gittiğinde, Apollon’un yanıtı ile sarsılmış: Bir oğlun olacak, ama bu çocuk ileride seni öldürecek, annesi kraliçe hanımefendi ile evlenecek!

Kadere bakınız ki, o zaman da bu zaman gibi, bazı krallar direkt yoldan Allah’la konuşabiliyorlar, aynen bugünün kudretli kralları gibi Allahın huzuruna çıkıp her işlerini görebiliyorlar.

Kraliçe hanımefendi bir süre sonra hamile kalarak, nurtopu gibi Oidipus’u dünyaya getirmiş. Kadere bakınız ki, o zaman doğum kontrol hapları yokmuş ya da varsa bile Laios, dini inançları gereği, bunları kullanmıyormuş. Kral, doğan çocuğunu öldürtmek istemiş. Kraliçe ise, celladı, çocuğu uzak ve tenha bir yere bırakması yönünde ikna etmiş.

Kadere bakınız ki, o zamanlar Kurtlar Vadisi, Ezel filan gibi diziler yok. Yoksa modern cellatlar o çocuğu çok daha iyi biçimde haledip, ileride annesini haletmesine neden olmazdı.
Gel zaman git zaman, kader, bir dört yol ağzında, Oidipus ile babasını karşılaştırmış.

Oidipus, o zaman yakışıklı bir genç. Neyle uğraşıyor dersiniz? Günlükçü dediğimiz inşaat işçilerinden. Sosyal hakları yok. O zamanlar o bölgeler (Antik Yunan) yeni yeni gelişiyor, bizim Oidipus’u inşaatlarda kaçak işçi olarak çalıştırıyorlar. Arkadaşlarının kaderlerinde onaltıncı onyedinci kattan düşüp ölmek var. Bizimkinin kaderi ise biraz farklı: Bir Dörtyol ağzında babasını öldürüyor Katil olmayıp ne yapsın? O zamanki gençler, ya ölüyor, ya öldürüyor!

Ölen gençlerin adı bile anılmazken, öldürenler zekalarıyla ön plana çıkıyorlar, kraliçelerin filan bile dikkatini çekiyorlar. Bazıları cinayeti işledikten sonra karakolda polislerle hatıra fotoğrafı çektiriyor, bazıları kirli sakal, kaytan bıyık bırakıyor, bazıları hapishanede ağalar koğuşunda muamele görüyor, semiriyor . Bizim Oidipus da Kraliçe ile evleniyor. Ona en az dört çocuk peydahlamak yakışır tabi. Zaten o zamanki krallık politikası doğurgaçlık üzerine kurulu.

Fakat, bir gün Oidipus kahvede otururken, arkadaşları buna “ananı …..” diye küfür ediyorlar. Bizimki, aşırı tepki gösteriyor, celalleniyor, anasına laf ettirmiyor. Bu “aşırı hassas” kompleks kusma üzerine o zamanın Nilüfer Göle’leri, Şerif Mardin’leri, bir toplumsal araştırma yapıyorlar ki, “anna!” Oidipus, mahalle baskısı kurbanı filan değil, düpedüz ana baskısı kurbanı. Kaderinde anasına basmak varmış!

Çocukları kralın bu tiksinç durumu protesto ederek , hemen evi terk ediyor, bir tek zavallı Antigone yüzleşiyor gerçekle. Oidipus’un kaderinde, dilenci olarak ölmek ve gerçekleri görmemek için kendi gözlerini oymak var.

Kral Oidipus! Yunan tragedyasında kader ve yazgının değişemeyeceğinin, değiştirilemeyeceğinin simgesi olan kahraman.

Kral Oidipus! Oyunun daha çok başlarında kralken, izleyici yazgısını bilmekte ve acımaktadır bu zavallıya.

Kral Oidipus! Trajedinin kör kahramanını komşu Türk filmlerinin melodramatik kör şarkıcı kadınına, kızıyla birlikte dilenen düşkün kralı Shakespeare’in Kral Lear’ine taşımış güçlü dramatik figür.

Kral Oidipus! 21. Yüzyılda senin dramatik dünyaya kazandırdığın güçlü karakterler hala gündemde , dilenci krallar devrik biçimde servetlerinin tadını farklı ülkelerde saklanarak çıkartıyorlar ama sevgili Kral Oidipus, kaderin tanımı çoktan değişti.

Eğer, komşun Türkiye, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 176 numaralı Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesini imzalayan 24 ülkenin arasına girerse, maden işletme sahipleri ve hükümetler önemli sorumluluklar üstlenecek, işverenler kazaları önlemek için önlem alma, işçileri bilgilendirme ve eğitme yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda kalacak. 2010 yılının ilk 6 ayında 66 emekçi can verdi madenlerde. Son 2,5 yılda ise bu sayı 182. Tersane ölümleri, sigortasız çalıştırılan günlükçüleri hiç sayma. İş kazalarının %98’i bilgilendirme ve uluslararası sosyal güvenlik yasalarına imza atarak önlemler alma sayesinde önlenebiliyormuş ya , Oidipus. Tamam sen kaderini tayin edememiş , yazgını değiştirememiş olabilirsin, ama lütfen psikologuna bir çağrı at , tarihe Oidipus kompleksi olarak geçen şu komplekse bir çizgi çek ve ananı da al git!

Not: Sanatçılar, işçilerden bu kadar kopuk yaşarken, Zonguldak’ta yaşamını yitiren 30 emekçi
için, Dersim’de sokak tiyatrosu yapan Yenikapı Tiyatrosu’nu kutlarım. Haaa, bir de televizyonlar, radyolar o gün hızlı şarkı çalmadılar. Allah razı olsun.

25 Mayıs 2010 Salı

TÜRK OYUN YAZARI VE SOLCUSUNA

“Geçmiş olsun” dedi gülerek İçişleri Bakanı
Suratına baktım pis pis. Hiçbir karşılık vermedim.
Gazetecilere döndü:
“Şu pejmürde kılıklı adam , Halk Kurtuluş Ordusu’nun Kahramanıymış.”
“Beğenemedin mi? Tabi ki kahramanıyım. “
“Nereye gidiyordun?”
“Devrime.”
Haritayı gösteriyor duvarda. Sivası gösteriyor.
“Buradan mı gidiliyor devrime?”
“Senin kafan almaz böyle şeyleri.”
“Türkiye’de tek bir ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusudur.”
“Onun için Demirel ve senin gibiler hemen istifayı bastınız.”
Sinirlendi.
Üzerine bir adım attım. Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini sallayarak ve kekeleyerek:
“Gö-gö_götürün bunu” dedi!

Deniz Gezmiş, kıstırıldığında zamanın İçişleri Bakanı H.M’nin makamına götürülür. Bitkindir. Zor ayakta durmaktadır ama tarih, onun gazeteciler karşısında onurlu biçimde verdiği yanıtı yazar.

Che Guevera, kendisini kıstıran CİA ajanının yüzüne tükürmüştür. Ajan, hayat boyu ajan olarak kalmış, Che içinse nice şiirler, şarkılar bestelenmiş, o nice devrimlere ilham kaynağı olmuştur.

Deniz Gezmiş’in asılma emrini veren hakim A.E, yemeğinin nefes borusuna kaçması sonucunda ölüp gitti. Ne kadar küçük düşürücü bir ölüm şekli değil mi? Oysa, o çocuklara ölümlerden ölüm beğendiği zaman nasıl büyük görmüştür kimbilir kendisini ? Şimdi, 12 Eylül işkencecilerinin , darbecilerin yargı yolu açılmazsa, umarım modern dünyanın sunduğu aşağılayıcı ölümlerden biri çalar kapılarını! Mesela bir alışveriş merkezinde yürüyen merdivenlere takılıp düşerler, Marmaris’te bir teknenin pervanesine bir naylon torbanın kıçına takılırlar filan….

Filistin askısı, diz koparma aleti, parmak sıkıştırma aleti, penise elektrik vermek gibi işkence yöntemleri kimi aydınları korkutup, düşüncelerinden döndürebilir. Güngör Dilmen, Galileo Galile’nin yaşamını sorguladığı son oyununda, çağın acımasız işkencelerine dayanamayıp, insani zaaflarına yenilen aydınların anlayışla karşılanması gerektiği tezini ortaya atmaktadır. Herkesin idam sehpasında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan kadar korkusuz olabileceğini düşünmek hayalcilik olur! İnsani zaafları hoş görmek, ölüm karşısındaki suskunluğu anlayışla karşılamak mümkün. Ben üzerlerinde hiç baskı yokken, salt çıkarları uğruna, devrimci ruha ihanet edenlerin, arkadaşlarını satanların, yüzüne tez elden tükürülmesi gerektiğine inanıyorum sadece.

Elbette herkesin sol görüşleri benimsemesini bekleyemezsiniz ama en azından kendi kurulu düzenlerinde haksızlıklara karşı koyacaklarını beklemek doğaldır. İşte bu kişiler, kahramandırlar. Son yıllarda, tiyatromuzdan neden iyi oyunlar çıkmadığını sorarsanız, heyecan verici, yazılası devrimci kahramanların sesine kulak vermediğimiz, onları bulmak için yeterince çaba harcamadığımız için olabilir.

17 Mayıs tarihinde Hürriyet’te Ezgi Başaran, “Devlete 5.2 milyon dolar kazandırdı, işsiz kaldı” başlığıyla çok çarpıcı bir röportaja imza attı. Veysi Mungan, üst düzey yönetici olduğu ilaç firmasının devleti dolandırmasını içine sindiremeyerek devlete ihbar eder ve doğal olarak işini kaybeder. Bu kişi, artık persona non grata ilan edilmiş, sağlık sektöründen dışlanmış, devletin müfettişlerinden ödüllendirilmek yerine “yeter bu kadar” diye yıldırılmış, havaalanlarında eski arkadaşları ile karşılaştığında göz göze gelmemeye dikkat eder olmuştur.

Ey oyun yazarı, işte Veysi Mungan, artık yazılası bir oyun kahramanıdır.

Ey Türk Solcusu, nice köyde, kentte, şirkette belki alışılagelmiş sol jargona hiç uymayan Mungan gibi devrimciler tarih yazmakta, Don Kişot gibi yel değirmenlerine karşı savaşmaka, kimi zaman kazanmakta, kimi zaman soluksuz kalmaktadırlar. Onların günlük politikanın ayak oyunları içinde elenmelerine göz yummayın, onların birer oyun kahramanına, roman kişisine dönüşmesine öncülük edin. Bunu yapın ki, bu topraklarda da güzel şeyler olduğunu, geleceğin yazgısının sadece CHP kongresinde olmadığını anlayalım.

Son sözüm CHP’li gençlere… Deniz Baykal’ı doğal lider olarak benimsemiş olabilirsiniz, saygı duyarım. Ancak Denizler ölmez diye, bir yanı Deniz gezmiş, öte yanı Deniz Baykal tişörtü giyerek Ankaralarda dolaşmak son derece avam bir davranış. Kaldı ki, 7 Mayıs’ta kaset gerginliği nedeniyle İstanbul’da Deniz Gezmiş’i anma konferansını iptal etmenizi çok ayıpladım. Gürsel Tekin gibi kişilikli bir il başkanınız var, kaldı ki Deniz Baykal da gençliğinde böyle bir faaliyetin iptal edilmesini istemezdi kuşkusuz. Gençseniz, solun başkanlar, genel sekreterler, pm meclisleriyle filan zafer kazanamayacağını bilmelisiniz. Solun ileride oyun kahramanları olabilecek kişilere ihtiyacı var. Korkusuz olun. Yaşamınızda bir şey yapmasanız bile, hiç değilse ölümünüz nefes borunuza yemek kaçarak olmasın!

20 Mayıs 2010 Perşembe

İSTANBUL'DAN MALKOVİCH GEÇTİ...ÜSTÜMÜZDEN FENA GEÇTİ!

Geçtiğimiz yıl İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın, Rumelihisarında 2010 İstanbul Kültür Başkenti kapsamında düzenlediği Amos Gitai’nın her anlamda sürünen Jeanne Moreau’lu gösterisini yarıda terk ettiğimde, yazımı yönetmen Amos Gitai, “İstanbul’da bir yerlerde halen şiş kebap filan yiyorsa derhal sınırdışı edilmelidir” diye sonlandırmıştım.

Cuma gecesi, Lütfü Kırdar’da John Malkovich işkencesini izledikten sonra, sınırdışı edin desem mümkün değil, adam çoktan toplamış bavulunu, “ Being John Malkovich” e sığınarak hergün başka bir şehirde zaten ! Ben, bu oyuncuya T.C vizesi vermeyin artık diyorum! Kenter Tiyatrosu Kraliçe Lear’i sergilemek için A.B.D’de vize engeline takılması bende şu çağrışımı yaptı: Malkovich de bir daha böyle kötü oyunlarla Türkiye sınırlarından girmesin, giremesin!

Yollayın onu Chicago’da, kariyerine başladığı Steppenwolf Tiyatrosu’na, orada tekrar modern tiyatro hakkında yeterlilik eğitimi alsın, havaalanında audition yaptırtıp, sonra vize verirsiniz! Zaten gözünüzde büyüttüğünüz bu Malkovich’in dünya tiyatrosunda son yıllarda doğru dürüst oynadığı bir tek saygın tiyatro prodüksiyonu yok. Sözgelimi Shakespeare prodüksiyonlarında yer alan Al Pacino, Philippe Seymour Hofman gibi değil yani, almış eline bavulunu, Malkovich adına sığınarak, kent kent dolaşıyor. İstanbul Tiyatro Festivali’nde oynadığı bu oyun ise, Viyana Festivali’nin resmi programında yer almadı.

Malkovich oyununun 40 ila 150 lira arasında değişen biletleri İstanbul Tiyatro Festivali’ni ticari olarak mutlaka ayakta tutmuştur: Bu zamanda koca bir festivali yaşatmak zor tabi. Fakat,” bayi toplantılarındaki star sunumu “kıvamındaki bu gösteriyi (gösterişi) festivalin en iddialı yapımı olarak lanse etmeleri acınılası bir durum!

Bu oyunun gizli görüntüleri önceden internete düşse, sorumlu teatral merciler mutlaka istifa ederdi ! Ama kentimizin tiyatro zevkini belirleyen Prof. Dikmen Gürün, koltuğuna sıkı sıkı yapışmış. Festivalde bu yıl tiyatroseverleri öfkelendiren “Cinecitta Aperta” oyunu gibi bardağı taşıran pek çok felakete rağmen, Dikmen Hoca gitmiyor, gidemiyor. Festivalin danışma kurulundaki saygın tiyatro adamları bu rezaletler Türk halkına reva görülmeden önce, şöyle bir izlemiyorlar mı Allah aşkına? Devlet Tiyatroları’nın Adana, Trabzon, Antalya Festivalleri, TAKSAV’ın Ankara Festivali uluslararası alanda o kadar iddialı ki, bu gidişe dur denmezse, İstanbul Tiyatro Festivali miyadını doldurarak, tarihe gömülecek.


John Malkovich’ler, Jeanne Moreau’lar, Fanny Ardant’lar, Türkiyenin bir üçüncü dünya ülkesi olduğu düşüncesiyle, buraya ezberlemeyi bile gerek duymadıkları oyunlarla şöyle bir uğramaktan vazgeçmeli! İKSV bu duruma müdahale edemiyorsa, bu starlara vize uygulamasında en ağır sanatsal şartlar aranmalı. Bu kişiler İstanbul’a sokulmamalı, kapıdan lokumla uğurlanmalı.

Malkovich, medyayı maymun eden bir seri katilin yaşamını barok müziği eşliğinde anlatmayı seçebilir. Oyun, Avusturya’da, Avusturyalı bir karakteri anlattığı için ilgi de çekmiş olabilir. Şu anda turistik gösteri kıvamında, “Cats” müzikali gibi, tüm dünyayı da dolaşabilir ama İstanbulluları kandıramadığı bilinmeli. Kibar beyler hanımlar oturdukları yerden nazikçe alkışladılar ve düşleri çalınmış olarak, kongre vadisi tabir edilen berbat yerde, bir türlü dikilemeyen kaldırım taşlarından çamurları aşarak evlerine koyuldular.,

Bazıları illa birşey beğenmiş olmak için, Avusturya’lı sopranoları beğendi. Bir de sound check bile yapmaktan aciz olan barok orkestrayı! (oysa orkestra üyeleri oyun sırasında sahneyi devamlı terk ederek sesçiyi fena halde azarladı) Ayrıca bırakın da, Mozart’ın memleketinin insanları azıcık klasik müzik bilsin değil mi? Avusturya’lılareın müzik çalmasına şaşıranlare,i Jeanne Moreau’nun da Fransızcasını beğenmişlerdi. Sanki bir oyuncunun anadilini artiküle etmesi mucizeymişçesine! Bu kez Malkovich’in İngilizcesini beğenemediler, çünkü beceremediği Avusturalya aksanıyla işi berbat etti.

Bir de altyazı tercüme faciası yaşandı: orkestra şefini üstat diye çeviren, temcit pilavı tipi alaturka ifadelere yer veren, going to the market’i pazar yerine gitmek (Beşiktaş mı, Alaçatı mı?) diye dilimize “kazandıran” şeytani komedya faciası!

Ağca’ların televizyon starı olmaya aday olduğu bu memlekette, hapisten çıktıktan sonra Nobel ödüllü yazar Gunter Grass’ı bile masum olduğuna inandıran bir katilin öyküsünü paylaşmak hoş bir fikir olabilirdi, ama Malkovich’in tekleye tükleye metinler okuduğu ilkel bir okuma tiyatrosunda sahneye sadece seksist öğelerin taşınması tiksindiriciydi! Kadına şiddeti kınamak için kadına şiddeti böylesine çirkince teşhir etmek mi lazım? Sahne estetiğini bulmuş, sanatsal dilini yaratmış bir oyunda bunu kabullenmek mümkün ama, aktör orada metni okurken, yeri geldiğinde de sırf bizi etkilemek uğruna, dekor ve kostüm gerektirmeyen ucuz, seksist bir ayrımcılığa başvuracak, lütfen buna vize vermeyelim.

Jeanne Moreau’yu izlediğimde çocukluğumun Jules ve Jim’i ölmüştü. İstanbul halkına reva görülen bu işkenceyi izlediğimde ise, düşlerimi sıkı sıkıya koruduğumdan mıdır nedir, artık hiçbirşeyimi öldürmelerine izin vermedim. Sadece yuhalamak bağırmak, isyan etmek, sesimi Nejat Eczacıbaşı’ya duyurmak istedim.

16 Mayıs 2010 Pazar

40 LİRAYA BİLET SATAN ÖDEKLİ TİYATROLARA SORULAR

40 LİRAYA BİLET SATAN ÖDENEKLİ TİYATROLARA SORULAR


NEDİM SABAN

nedimsaban@superonline.com


Efendim, bugünkü yazımda haddimi aşarak, Türk Tiyatrosu’nda güç sahibi olan büyüklerime bazı sorular yöneltmek istiyorum. Birgün Gazetesi bana “ey yazar parçası biz seni soru sorman için değil, halka cevaplar vermen için seçtik” diyerek çıkışabilir, ama inanın okuyucularımız bu soruların yanıtlarını, gerekli mercilerden ve ilk ağızdan öğrenmezlerse, duymuş olduğum karışık malzemeler de keşfettim. Eee, onları da şu yazıma cevapları yayınladıktan sonra paylaşırım artık.
yanıtları yazarak, tiyatromuzu yıpratmaktan korkarım.

Sonra efendim bu büyüklerimizle arayı hoş tutmam lazım. Mesela, her nedense, özel tiyatrolara verilen ödenekleri devlet tiyatroları genel müdürü belirler bu memlekette, özel tiyatrolara salon tahsislerini onlar yapar, sonra efendim çok saygın yazar Vedat Türkali’nin bir oyununu Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na önerdim, bu yazıya kızarlarsa bir yıl daha bekletirler cevap vermeyi, Ataköy Yunus Emre Kültür Merkezi’ni tahsis etmezler, ödenekli kurumlardan konuk oyuncu ya da sanatçı istersek izin vermezler. Şehir Tiyatrosu’na gelince, zaten “Geçmişten Gelen Kadın” adlı oyunumu, kurum içindeki iç çekişmelerinden dolayı, devleti zarara uğratma pahasına birkaç temsilde ortadan yok etmişlerdir , Muhsin Ertuğrul’un Cahide Sonku’nun annesinin öldüğü gece bile sahneye çıkartmasını unutarak, aynı kurumda bir sanatçının eşinin ölümünü bahane edip, oyuna bir hafta perde kapattırmışlardır, bir de şehrimizin tiyatrosunu sorgulayacak yazılar yazarak, vergilerimizle ayakta duran tiyatronun geleceğinden endişe ettiğimi söylediğimde ,bu kurumun kapısından artık giremeyeceğimi söylemişlerdir!

Bu durumda, ben Türk Tiyatrosu’nun güç odaklarına soru sormaktan tırsarım.
O zaman, usulen şunları sorayım bari.

1) Nasılsınız?
2) İyi misiniz?
3) Daha daha nasılsınız?
4) Eee daha daha nasılsınız?

Ama bir an bir özel tiyatro yöneticisi, bir yönetmen olduğumu, Lemi Bilgin’in repertuar seçimini çok beğenen, ancak Ayşenil Şamlıoğlu’nun ilk yılki sanatsal ağırlığını henüz hisedememiş bir sanatçı olduğumu unutmalı ve bu yazıların ileriki kuşaklara kalacağını bilen basit bir seyirci olarak şunları sormalıyım : Ey İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları, Bakırköy Belediye Tiyatrosu, Devlet Tiyatrosu! İzmir’de Aysa Organizasyon ile Mayıs ve Haziran aylarında fevkaladenin fevkinde bir organizasyon gerçekleştiriyor, İzmirlileri müzikal keyfinin doruğuna tırmandırmaya hazırlanıyorsunuz. “Lüküs Hayat”, “Kabare”, “Fosforlu Cevriye”, “Tersine Dünya” gibi, sanatsal seçimine (Lüküs Hayat’ın şimdiki yılışık versiyonu hariç) itiraz etmediğim bu seçki, Türkiye’nin tüm seyircilerine müzikallerde en fazla 8 lirayken güzel İzmir’de niçin 40 kağıt?

Dünyada eşi benzeri olmayan özel tiyatrolarla haksız rekabeti (Çoğu metropolde ödenekli/ özel tiyatrolar arasında bilet farkı yaklaşık %50 iken, bizde %500) halkçılık olarak savunuyor, bizleri de yer yer inandırıyorsunuz. Koltuk maliyetinizin 50 TL’yı aşkın olduğunu, özel tiyatrolara dağıtılan iane kıvamındaki aşağılayıcı yardımlarının kaldırılarak, devletin koltuk farkı maliyetini sübvanse etmesi koşuluyla, bilet fiyatını 8 TL’ye düşürmeye razı geldiğimizi dillendirdiğimizde küplere biniyorsunuz da, İzmir’de Aysa Organizasyon’un peşine takılarak, biletlerinizi adeta Ajda Pekkan konseri kadar fırlatıyorsunuz.



1) 40 liraya bilet satıyorsunuz, peki devletin kasasına kaç lira giriş yapıyorsunuz?
2) Sözkonusu müzikallerin telif haklarını kaç lira üzerinden ödüyorsunuz (Bildiğim kadarıyla Kabare’nin telif sorunu zaten karman çorman)
3) Ticari bir anlaşma yapmışsınız, bundan devlet bir çıkar sağlıyor mu? Yani etik olarak geçtiğimiz yıl bilet fiyatını 1 liraya kadar düşüren bir ödenekli tiyatronun 40 liraya bilet satmasını çoktan geçtim, madem ortada bir rant var, kamu yararını gütmesi gereken kurumunuz bundan nasıl bir fayda sağlıyor?
4) Aysa Organizasyon ile olan ticari ilişkiniz nedir?

Değerli büyüklerim, bu konuda açıklama bekliyorum. Sakın bana, Aysa, kalabalık kadrolarımızı İzmir’de yediriyor, içiriyor, yol harcırahlarını da ödüyor, daha ne isteyelim demeyin? Benim Çemişkezek’de çok tatlı bir dağ evim var, o zaman ben de, aynı anlaşma çerçevesinde 15 Ocak’ta Çemişkezek Kış Festivali düzenlemek istiyorum. Tüm oyuncularınızın sucuk, ekmek masrafları benden, var mısınız?

Bu arada kafama takılan bir nokta daha var: Bütün yıl 7 liraya izlediğimiz “Dünyanın Ortasında Bir Yer” adlı Şehir Tiyatrosu prodüksiyonu , bu kez dünyanın ortasında da değil, İstanbul’un orta yerinde , Tiyatro Festivali kapsamında, 25 lira! Öncelikle, festivalde İstanbul halkına prömiyerler armağan etmek gibi bir sanatsal ilkesi olduğunu sanıyordum ama bu başka bir yazı konusu. İzmir turnesi için sorduğum soruyu, İstanbul Festivali için de sorarsam, çarpılır mıyım? Festival başı başeleştirmenin eleştiriye tahamülü yok çünkü! Festivalin Kürt politikasıyla ilgili yazı yazdım, bir de geçen seneki Amos Gitai rezaletlerini yüzlerine vurdum ya, hemen protokollerinden atmışlar beni, açılış gecelerine davet etmemişler. İyi de oldu aslında. O gün tatlıcılar kongresi vardı, aşure yapmayı öğrendim. Aşure yaparken 2010 Kültür Başkenti ile ilgili çok önemli şeyler keşfettim.

Not: 28/29 Haziran’da Tiyatrokare yapımı “Leyla’nın Evi” İzmir’de oynanacak. Aysa Organizasyon, bu yazıya kızıp, afişlerimizi kapattırırsa, afiş faturasını Birgün Gazetesi’ne göndereceğim.