2 Kasım 2012 Cuma
20 Ekim 2012 Cumartesi
İSTANBUL'DA BİR GÜN
Çocukluğumun yalnız gecelerinde kitaplarım uyandırırdı beni… Pazar günü Çınaraltı’ndaki
sahaflardan toplamış olduğum , daha önce
yaşadığı kişinin metresi olmayı red ettiği evden kaçmış olan , yaprakları mutlaka ama
mutlaka hayat kokan bir kitap, ne yapar ne eder başucumu bulur, beni dürterek
uyandırırdı…
Klasiklerin büyük bölümünü 17 yaşına kadar okudum… Hem
yalnız sabahlarda, hem de sonunculukla bitirdiğim Robert Lisesi’nin Fizik,
Kimya, Biyoloji ve karnemde ısrarla 0 olarak yer eden Matematik derslerinde…
Orta yaşımın yalnız gecelerinde ise kitapların yerine, köpek sesleri uyandırıyor beni… Sokakta havlayan sahipsiz köpekler kent ile ilgili nasıl bir alarm
veriyorlar kimbilir… Ben bu kenti sokaklarıyla, sokaktaki köpekleri, kedileri, insanları, , sahafları, vapurları, poğaça
arabalarıyla sevdim… Ve ben bu kenti otoparkçıları, mütaahitleri, Boğaz
Köprüleri, plazalarıyla filan sevemedim…
Sabahın dördünde bir
sokak köpeğinin sesiyle uyanır, birkaç saati kitaplarımla geçirmeyi severim…
Bir daha dünyaya gelirsem, annemle babamın bana hangi yaşta hangi kitabı
okumalarını beşiğime iliştirmelerini isteyeceğim.. Okunması gereken binlerce kitap,
izlenilmesi gereken yüzlerce film, bir de beğenilmemek niyetiyle şöyle bir
bakılan onlarca dizi filmle beraber dağılır giderim. Bir şeyler yazmaya
çalışırım. Sabahın ilk 3 saati, diğer 21 saatin kalkanıdır… Bu 3 saatteki
yalnızlığım, diğer saatlerde kalabalıklar arasındaki yalnızlığımı besler…
Bu arada kahvaltı faslı var… Yıllarca kilo almamak için az
yemek lazım korkusuyla, en güzel öğünleri kaçırmışım meğer… Şeytan,
Teşvikiye’de halen çağa direnen poğaça arabasında bol yağlı bir börekle
başlamamı emreder güne… Ancak onun yerine yalnız kalmış bir armut, dağılmış bir
yulaf ezmesi ya da yoğurda talim ederim… Sabahın ilk saatlerinde İzmir’in
gevreği, Gaziantep’in katmeri, Trabzon’un ekmeği, Ayvalığın zeytinini
düşleyecek kadar zengindir hayallerim. Hayallerimin bittiği dakikada, saat kaç
olursa olsun, yatağa atarım kendimi. Beni ısrarla arayanlar tuhaf saatlerde uyuduğumu
kanıksamışlardır.
Her sabah yedide, 11 yıllık hayat arkadaşım Çiço ile
beraber, şehrin sesini dinlemeye çıkarız… Okul servislerini bekleyen çocuklara
uzaktan uzaktan bakar, acırım onlara… Acımasız minibüslerle bilgiyi çok uzakta
arayan çocukların ana babalarına kıl olurum.
Ben bilgiyi yıkık bir evde, alışveriş merkezleri yerine
ıhlamur ağaçlarıyla ünlü bir sokakta ararım ısrarla…İyi okul, kantininde
rengareng lokum, kapısında çağla satılan köşe başındaki okuldur benim için!
Sokağın tehlikeli bir yer olduğunu, artık kedi görünce
kaldırım değiştiren köpeğimden öğrendim…Çiço, her ağacın dibine “ben
buradaydım” diye iz bırakma çabasındadır… Biz sanatçılar da, böyle bir telaş
içinde, her günün ertesi gününde ölecekmişiz gibi üretiriz… Oysa,artık sahafların
yerini korsanların aldığı bu çağda, yazdığımız kitabın kokusu, rengi filan
kalmamıştır . Böyle bir dünyaya rağmen, böyle bir dünya için üretiriz..
Çiço, mahallenin şarkütericisini haraca keser… Teşvikiye’de Çerkezo’dan bir parça salam kapmadan , ne yukarı, ne aşağı iner..Ben
de Çerkezo’nun yıllardır özenini yitirmeyen vitriniyle dalarım düşlere…Kentte
böyle vitrinler kalmadı, şimdi dev markaların %50’lik indirim panoları hakim…Bu
vitrinin öyküsünü anlatmaktır telaşım bir sanatçı olarak. Bu güzelliği
paylaşamadan ölürsem, dünyaya teşekkür edemeyeceğimi sanırım. Oysa, böyle bir
teşekkür bekleyen yoktur.
Sabah yürüyüşünden eve döndükten sonra, kaos başlamıştır… İnsanların öteki yaşamları
filan varsa, eski yaşamımda kesin katip filan olduğumu düşündürecek kadar
sistemli bir yazışma, dosyalama, arşivleme merakım vardır… Tuhaf ama gerçek,
cep telefonunda konuşmayı beceremem, kaldı ki arkadaşlarımın çoğu ben kalktığım
saatlerde yattıkları için konuşacak saati denk getirmekte zorlanırım..
Amerika’da eğitim aldığım yıllarda shopping mall’lardan ne
kadar uzak durduysam, şimdi o kadar düştüm AVM’lere… Emek Sineması’nda, Yeni
Melek, Atlas’ta film izlemek isterken, 17 numaralı AVM’nin 34 no’lu
salonlarında genellikle tek başıma film
izlemek zorunda kalırım. Cumartesi, Pazar sabahlarım bir AVM sinemasının
makinistiyle, reklamları göstermeden filme başlama konusundaki pazarlığımla
başlar. Reklamlardan yırtamam, ancak film arasında patlamış mısırı çabuk almayı
başarabilirsem, antrakların uzamasını önlerim.
En sevmediğim saatler öğleden sonralarıdır…Geceye yorgun
başlamamak için bir iki saat öğle uykusuna yatarım. Gecelerim tiyatroya giderek
geçer… Keşke tiyatrolarda da sabah seansı olsa da, mesleğimin heyecanlarını
karanlıkta yaşamak zorunda kalmasam diye düşünürüm…
Sanatçı dostlarla buluştuğumuz Papirüs, Çiçek Arif, Kör Agop
yok artık. Cihangir’de Journey, , White Mill,21 filan var ama şimdilerde pek moda olan blush
şarabını içerken, karnıyarık filan yemek tuhaf oluyor. Üstü kapatılmış Çiçek Pasajı’nın uğultusuna dayanamıyorum.
İstanbul mezeleri yerine brokoli yenilen meyhaneleri kafadan red ediyorum.
Beşiktaş Çarşı’da, gençliğimin sohbetlerini bulamasam da, hiç değilse
mezelerini buluyorum. Asmalımescit’te kenti turiste endeksleyen meyhaneleri
çoktan terk ettim, bazen salaş Karaköy Balıkçısı’na takılıyorum.
Bol bol yürürüm. Yürüyerek mesafe aldığımı sanarım… Her
geçen günde daha çok yaşadığımı düşünmek isteyerek sarılırım yaşama.
Yaşanılanın peşinde koşarak, anı biriktiririm. Oysa her anıyla beraber kentin
havlayan köpekleriyle beraber, ben de ölüme daha çok yaklaşıyorum. Nedense bu
gerçeği bir türlü kabul edemem.
Etiketler:
atlas,
çerkezo,
çiçek arif,
çiço,
emek sineması,
papirüs,
robert lisesi,
yeni melek
YOKUŞ AŞAĞI BİR DÖNÜŞÜM PROJESİ
Fazıl Say Davası’nı gözlemlemek için Türkiye’ye gelen Der Spiegel Muhabiri ile
söyleşimizin sonunda, konu paranın el değiştirmesi ve güzelim İstanbul’un rantiyelere teslim edilmesine
geldi…
Atatürk Kültür Merkezi’nde oynanmak isteyen, ancak duyarlı
bir sanatçı kitlesi tarafından bozulan Taksim’i dönüştürme oyunu, kentin pek çok mahallesinin savunmasız
insanlarını ve “ötekilerini” vurdu.Şimdi kanayan başka bir yara, Tarlabaşı gerçeği var…
Tarlabaşı’nın kentsel dönüşümü, yeni
bir kirli temizlik
çabası … Alman Gazeteci arkadaşım, Fazıl
Say ile birlikte bu projeyi de izliyor.
Tarlabaşı’nın son yıllarda sırf rant
uğruna , araya nifak tohumları eken
rantiyeler tarafından özellikle kirletilerek, temizlenme bahanesinin
yaratıldığına inanıyor … Bu özel yerin de TOKİ estetiğiyle dönüştürüleceğinden
ürken biri olarak, bırakın da her kentte olduğu gibi, İstanbul’un da bir arka
yüzü olsun diyorum… Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Haydarpaşa Garı’nı filan
“temizlemek”, Ataşehir’i, Beylikdüzü’nü , Bahçeşehir’i ünyanın en çirkin
yapılarıyla donatmak, aynı dar görüş ve zeka seviyesinin ürünü… Bir alışveriş
merkezi, birkaç kafe ve ibadethane armağan ederek, insanoğlunu zeka seviyesi
düşük evlerin içine kilitleyip, haftada 60 televizyon dizisi ile belleğimizi silmek,
George Orwell’in bile hayal edemeyeceği kuru bir faşizm uygulaması …
İstanbullular olarak bu berbat dönüşüme sessiz kalıyor,
belleğimizin silinmesini kabullenebiliyoruz. Standart insan haline çevrilen bizler,
bizim dışımızdakilere tahammül edemeyen bir ezici çoğunluğa dönüştürülürken,
kendimizin bile farklı yüzlerinin silinerek, tek tipleştirilmesini kanıksamış
durumdayız.
Bugüne kadar pek çok başarılı çalışmasını alkışladığım Altıdan
Sonra Tiyatro’nun kentsel dönüşüm
projesini bu yüzden çok önemsemiştim.Almanya’daki Lokstoff Tiyatro ile ortak
olarak gerçekleştirilen “Yokuş Aşağı Emanetler”, 40 katılımcının Asmalımescit’ten Tophane’ye
kadar yürüyerek, farklı İstanbul kişilerinin öykülerini dinemesinden oluşuyor.
Kumbaracı 50’nin tiyatro salonunda sonlana oyun boyunca, sadece oyuncuları
değil, İstanbul’un yoldan geçen farklı
insanlarını da izliyorsunuz. Benim oyuna dahil olduğum gece gitarıyla
Beyoğlu’nda bir yere yetişen Murat Evgin’den, Kumbaracı yokuşuna paralı bir
turist bırakan taksiciye, Yeşilçam’ın sarhoş bir figüranından, yokuşun
dibindeki evine gitme çalışan muhtemel bir Rum teyzeye kadar pek çok insanın da
isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek oyuna dahil olduğunu
gördüm.
İstanbul demek, bu insanların coğrafyası demek… Ancak “Yokuş
Aşağı Emanetler” projesi, bu zenginliklerle kucaklaşamamış, fikirde iyi ama
yüzeyde kalmış bir proje… Kentsel dönüşüm gibi son derece siyasi bir meseleyi ,
politikadan arındırılmış, hijyenik ve Beyaz Türklerin dar çerçevesinden anlatmanın alkışı hak eden hiçbir yanı yok. Projede yer
verilen öyküler yüzeysel, sembollerin içine sıkıştırılmış hayatlar ilginç
olmadığı gibi, insan kıyımını anlatmaktan son derece uzak… Oyunda sadece bir
kolsuz anahtarcı tipi ilginç… İstikjlal Caddesi’nin ortasında, Türkiye’ye reva görülen üçüncü
sınıf Cirque de Soleil soytarılarını aratmayan soytarı, çöpleri son derece temiz
ve hijyenik bir el arabasıyla toplayan orta sınıf homeless tiplemeleri son
derece itici…
Bir kentin ve bir toplumun belleğine bu kadar acımasızca
kıyılan bir dönemde, orta sınıfın ahlak değerlerine hapsedilmiş bir gözle ve
baskıcı bir çoğunluğun klişelerle bezeli diliyle alelacele ve özensizce
kotarılmış bu proje bırakın kentsel dönüşüme karşı durabilmeyi, bizi
dönüşüm konusuna yabancılaştırıyor adeta…
Bu şehrin insanları Sulukule’de ve pek çok yerde, evleri ve
kültürleri uğruna örnek bir mücadele veriyorlar. Avrupa Birliği’nin gözüne hoş
görünmek için kotarıldığı besbelli olan oyuna ilham kaynağı vermeliydi bu
mücadeleler…Ancak ne yazık ki, görmezden gelinmiş.
İyiniyetli bir çalışma için bir arsaya gelindiği kesin, ama bu kadar çok sayıda ve bu kadar
önemli kurumlar tarafından desteklenen projenin iyiniyetten öteye geçmesini
beklemek, hele hele projeye imzasını atan Altıdan Sonra Tiyatro’nun geçmiş
çalışmalarındaki başarıyı bilenler için son derece haklı bir beklenti, değil
mi?
İyi ki İstanbul sokaklarında yürüyen ve hala bir öyküsü
olanlar var da, Yokuş Aşağı Emanetler’in anlatamadıklarını her gün, her saniye
yaşatıyor, kentin belleğini yaşatabiliyorlar.
EROL GÜNAYDIN: GALATA KÖPRÜSÜNÜ BİLE TAKLİT EDEBİLİRDİ!
Sadece insanlar değil, yaşamda her şey taklit edilebilir…
Son meddahlardan Erol Günaydın kertenkeleyi , masadaki rakı bardağını, hem
de içi boş ve dolu halde, hem de sek ya da sulu içildiği halde, hem de yanında
peynir ya da leblebi mezesi olduğu halde ayrı ayrı taklit ederdi. Taklitin sadece sesini
duyurmayı beceren insanlar için değil, evrenin
tüm sessiz çoğunluğu için de geçerli
olduğunu kanıtlamıştı Erol Günaydın usta…
Herşeyin sesi var, sadece son nefesin sesi yok…
Herşey taklit edilir, sadece ölüm taklit edilemez…
Sonsuzluğa uğurladığımız Erol Günaydın’ı 1979 yılında
tanımıştım. O zaman 6 haneli telefonlar vardı, bir Perşembe gecesi 47 ile
başlayan bir Nişantaşı telefonundan aramıştım ustayı. 12 yaşında bir çocuğun
korkusu azdır , o yüzden korkusuz biçimde sarılmıştım telefona. Yazdığım bir oyundan söz ettim,
oyunun ödül aldığından ve arkadaşlarımla oluşturduğum Beş Kafadarlar Kumpanyası
tarafından sahnelenmeye çalıştığını anlattım.
Bugünün meşhur sanatçılarının menejerlerine filan anlatamayacağınız
şeyler bunlar… Erol Günaydın’a korkusuzca telefon eden çocuğun, tek korkusu
büyümek, çocuk kalamamak! Telefonda
nazikçe ” red edilse ” , değişik taktiklerle oyalansa, o çocuğun
hiçbir hayali kalmaz çünkü… Oysa, çocuk olarak doğan ve çocuk olarak
ölen usta, bir çocuğu terslemeyecek kadar büyüktü. Eee kertenkele taklidi yapan bir ustadan 12
yaşında bir çocuğun hayallerini söndürmesi beklenemezdi değil mi yav?.
Telefon konuşmasını takip eden o Cumartesi sabahı, Erol Günaydın’ın kurduğu
Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun birbirinden önemli sanatçıları, Zeynep Tedü, Ayla
Arslancan, Bülent Kayabaş, Göksel Kortay, Kerem Yılmazer, Yüksel Gözen ve daha
niceleri Beş Kafadarlar Tiyatrosu’nun
“Vay Akıl Fakiri Vay” adlı 7 dakikalık
çocuk oyunu izliyorlardı. “Kostümleriniz nerede?” dedi Erol usta. Şu anda
City’s Alışveriş Merkezi’ne dönüştürülmüş olan Şişli Terakki Lisesi’ne pek yakın olan
evlerimize dağılıp, babamızın çorapları, dedelerimizin pijamalarını toplayıp, 1
saat içinde döndük tiyatroya. Sahne amiri Nükhet Gök aceleyle son rötuşları
yaptı…Tiyatro sanatının beklemeye tahammülü yoktu çünkü…
Ve sahnedeydik. Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun perde arasında
yeni çocuklara yaşam hakkı tanınmıştı… Erol Günaydın, Perşembe günkü telefonu
menejerine paslamamış, Cumartesi günkü müsamereyi Akbank’ın üst düzey müdürlerine sormamış, yeni
seslere korkusuzca kulak vermiş, yeni
oyuncuların var olmasına olanak tanımıştı.Şimdi anlıyorum ki, Beş Kafadarlar
Tiyatrosu olarak iki perde arasında sahneye
çıktığımız Akbank Çocuk Tiyatrosu, o zamanlar bir liman kadar korunaklı, bir
anne kucağı kadar sevgi doluymuş. O
dönem oyunlarına ara vermiş olan Dormen Tiyatrosu’nun önemli isimleri hem
sahneden, hem hayattan uzak kalmamak için sığınmışlar bu çocuk
tiyatrosuna.…Erol Günaydın’ın yazdığı çocuk oyunlarıyla ruhlarını koruyor, biraz daha rahat soluk almayı başarıyorlardı… Bugünkü dizilerde vahşi
sermaye düzenininin reyting
puanlamalarını cep telefonlarından takip etmiyorlar, çocuklarla beraber
üreterek, içlerindeki çocuğu koruyorlardı. Birkaç yıl sonra Erol Günaydın’ı,
şimdilerde alışveriş merkezi olmak için yıkılan Taksim Tiyatrosu’nun kulisinde ziyaret
ettiğimde, Altan Erbulak ile kurmuş olduğu bu tiyatronun kulisinde, Feydau
farslarının ihtişamlı kostümleri içinde yaşadığı hayal kırıklıklarını
dinlemiştim. Özel tiyatronun ne kadar dertli bir iş olduğundan yakınıyordu. Altan
Erbulak ile kurduğu tiyatroyu kapattıktan sonra,Ferhan Şensoy’un
Ortaoyuncular’ına da katılarak özel tiyatro alanında savaşmayı sürdürmüş, ancak
bence hiçbir zaman çocuk tiyatrosundaki kadar mutlu olamamıştı.
Erol Günaydın, geceleri karanlıkta uyumamak için lambayı
söndüremeyen bir çocuktu. Bildiğimiz
kadar ölüm karanlıktır…Bu çocuk artık yalnız başına ve kim bilir ne kadar çok
korkuyor!
2005 yılında Müşfik Kenter ile aynı zamanda tiyatroda 50.yılını kutlamıştı. O da Müşfik Hoca gibi, 60.yılı kutlayamadan
göçtü gitti ve son yıllarını kulislerden çok, hastane odalarında geçirdi…
Müşfik Kenter yerli oyunları da
ustalıkla oynamış, Erol Günaydın’ın Dormen Cep
Tiyatrosu’nda başlayan kariyerinde de çok fazla yabancı oyun var. Ama bu
iki ustayı yine de, alaturka ve alafranga tiyatro biçemlerinin öncüleri diye
ayırmak gerek… Alaturka, tuvalet başta olmak üzere, küçümsediğimiz tüm
değerlere verilen ad! Alaturka tiyatrocu da bir küçümseme vurgusu.O,
alaturka’yı alla Turka olarak hayata geçirebilen büyük bir isimdi…Meddah
geleneğinden gelirdi bir kere… Meddah, sözlük anlamıyla, meth edenlere yakıştırılan
isim! Oysa, o methetmez, ince ince alay ederdi, zengin zengin taklit ederdi…
Bugünkü kamplaşmış toplum, komedyenlerine ince taklitten
uzak durmayı öğretiyor en önce. Kürt, Arnavut, Yahudi, Ermeni, Laz taklitlerinin azalmasının nedenlerinden
birisi de, üst kimliklere oynayan
komedyenler yüzünden değil mi? Oysa, bir
kertenkele hassasiyetiyle, bir rakı bardağının hacminde yapılan azınlık
taklitleri, hüküm süren çoğunlukların dışında da bir yaşam olduğunu anlatmaz mı
bize? Meddah geleneğimizde Galata köprüsünü taklit etmek var…Martı sesleri,
sarı yağmurluklu balıkçıları, dalga sesleriyle yaşamın ta kendisidir Galata
köprüsü…Bugün sayıları parmakla gösterilecek kadar azalan meddahlar günlük
yaşamlarında pek az yeri olan Galata Köprüsü’nün taklit edilebileceğini
akıllarından bile geçirmiyorlar…Bense Galata Köprüsü’nün üzerine konan kertenkele taklidi yapan ustalara hasretim.
Sizler onu Disko Kralı
programından hatırlayabilirsiniz ama, benim için dalga geçilen ihtiyar
değil, hiç büyümeyen çocuktur.O, takım elbisesinin üzerine taktığı şapkayla Batılı, rakısını içerken anlattığı
fıkrayla dibine kadar Karadenizliydi… Düşünüyorum da, şapkanın bu kadar çok yakıştığı bir başka çocuk adam tanımamışımdır.
6 Ekim 2012 Cumartesi
EZENLERİN MİZAHI
Geçtiğimiz günlerde Hürriyet Gazetesi’nin Keyif ekinde Deniz
İnceoğlu , “Alper Kul” ile bir söyleşi yaptı. Tesadüfen aynı gün
gazetenin ekinde İpek Özbey de pek çok mizahçıyla düzenlenen bir
ankete imza attı..
APOLİTİK MİZAH
Yandaş mizah yapılır mı? Yandaşsa mizah olur mu, mizahsa
yandaş olma lüksü var mıdır?
Mizah, yan tuttuğu anda zekasını kaybeder. Bırakın yandaş
olmayı, apolitik olma lüksü bile yoktur mizahçının!
Ne yazık ki son zamanlarda milyoner komedyen akımı var. Suya
sabuna dokunmadan temiz temiz güldüren tayfa …
Cem Yılmaz, inanılmaz bir yetenek, ancak
politikadan mümkün olduğu kadar uzak duruyor. Bu topraklardan yetişen en
keskin kalemlerden Yılmaz Erdoğan da, sosyal konulara girip,
politik konulardan uzak durma yolunu seçiyor son zamanlarda. Sanki sosyal
konulara değinmek, siyasal bir dokudan bağımsız tutulabilirmiş gibi… Ata
Demirer, daha çok Trakyalı aptala sardı, Şahan’ın çizgisi zaten belli…Oysa
aptalı, şapşalı oynamak da sınıf bilincinden arındırılamaz. Kemal
Sunal bunu son derece iyi başarmıştır.
Sinemamız daha çok ergen seyirciyi geyik esprilerle güldürme
peşinde, stand up’larımızda (stand:duruş) var ama karşı duruş yok! Tiyatromuzun
geleneğindeki politik hicivler yok denecek kadar az… Ferhan Şensoy bu konuda
yıllardır şövalyelik yapıyor. Bildiğim kadarıyla Kandemir Konduk böyle
bir yapılanma hazırlığında, Metin Serezli ustamız da Çevre
Tiyatrosu’ndaki halkçı çizgisini bu kez Yılmaz Özdil’in yazılarından
derlenen bir oyunla yakalamış.
EZİLEN MİZAH
Uykusuz Dergisi yazarı Barış Uygur, Hürriyet
Gazetesi’ndeki analizinde mizahın sadece bu dönemde değil, her dönemde baskı
altında olduğunu, Turgut Özal’ın ağır tazminatları karşısında Leman
Dergisi’nin uzun süre T.Ö lakabını kullandığını söylemiş. Gırgır Ekibi’nden
Rıdvan Bağış, mizahçıların herhangi bir otoriteye yandaş olamayacak kadar zeki
insanlar olduğunu vurguluyor. Bayan Yanı Dergisi çizeri İpek Özsüslü de
güçlüden yana mizah yapılamayacağını, mizahın gücü devirmek için var olduğunu
vurgulamış.
OTOSANSÜR
Penguen Dergisi çizeri Cem Dinlenmiş, bence bir mizahçının
yakalayabileceği en tehlikeli hastalığa, otosansüre değinmiş.
“Yaratılan koyu bir iklim var. Artık otosansür uygularken insanlar farkına
varmıyor bile” demiş. Bilinçaltındaki baskılar, yasaklanmayan ama
zaten yasak olanlar konusunda bir uyarı sistemi oluşturuyor.
Bu ankette beni en çok şaşırtan açıklamalardan biri
Barış Uygur’a ait. Başbakanın mizah dergileri konusunda son derece tahammül
sahibi olduğunu söylerken, yandaş mizah diye bir şeyin var olabileceğini
söylemiş. Öncelikle karikatürcülerle mahkemelik olan bir başbakanı tanımlarken,
tahammül sözcüğü kullanılıyorsa bile, ciddi bir sorun var demektir.
Mizaha tahammül etmek ne demek?
EZEN MİZAH
Metin Üstündağ, “yandaş mizah olmaz. Ezen ve ezilen vardır.
Ne güzel ezilyioruz diye mizah yapılmaz” diyerek son noktayı koymuş aslında.
Ezerek, ezmek için, ezenin yanında, ezeni alkışlayarak mizah mı olur? Mizah,
bir güç gösterisi olarak kullanıldığı zaman, gülmece orite yer
değiştirir ve şaka kaka olur! Ezenlerin mizahı diye bir şey düşünmek mümkün mü?
İnsanlar sömürü sisteminin çirkinliklerini mi ortaya serecek
ezen mizahta?
Ancak milyoner komedyenler döneminde, tuhaf olan bir gerçek
var: Mizahçı sadece ezenin yanına olmakla kalmıyor, aynı zamanda sosyal
sınıfında da ezici konuma geçmekte sakınca görmüyor. Evleri, arabaları,
tekneleri olan, suşi yerken beyanat veren, bir yandan çeşit çeşit
mankenlerle sevişirken, öte yandan onları magazin kameralarıyla aldatan
çirkin bir profili var yeni mizahçıların.
Barış Uygur mizahçıların orta sınıf çocuğu olduğunu
söylemiş, Pek çok mizahçı da bunu onaylamış. Ancak sanırım
Türkiye’de pek çok sektörde olduğu gibi, mizahta da bir sınıf atlama derdi var…
Böyle hızlı biçimde tırmanılan merdivenlerde, mizahın ezenin tarafına geçmesi o
kadar kolay ki!
EZİLEN KOMİK
Yıllardır söyleşi okurum. Zekasıyla beni en çok çarpan
soruyu Deniz İnceoğlu sormuş Alper Kul’a.
-
Kel olmasanız da, komik olur muydunuz?
Alper Kul da son derece anlamlı bir yanıt vermiş.
-
Kel olmasam da, komik olmam için mutlaka
bir noksanımın olması gerekirdi.
Hay ağzına sağlık Alper Kul!
Bizim artık gülememizin nedeni, komiklerimizin fazlalıkları…
Fazla araba, fazla kotra, fazla tatil, fazla ciddiyet,
fazla şıklık, fazla yakışıklılık, fazla komiklik filan…
Bende yok diyenleri öyle özlemişiz ki!
Bende yok, olduğu zaman da sizi ezenlerin değil, sizinle
ezilenlerin yanında olacağım diyen komiklerle beraber gülmek istiyoruz
artık.
Etiketler:
alper kul,
barış uygur,
cem dinlenmiş,
cem yılmaz,
deniz inceoğlu,
otosansür,
penguen,
uykusuz dergisi,
yandaş mizah,
yılmaz erdoğan
BENİM DE BABAANNEMİN BAŞI BAĞLIYDI
Son zamanların moda jargonuyla, din, laiklik konularında bir
tartışmaya giren kesimi temsil ediyorsanız, tartışmaya her nedense
“benim de babaannemin başı bağlıydı” diye bir giriş cümlesi ile
başlamanız gerekli. Atesist değilim,
dini değerlere sahibim, münafık değilim ve size yakın olabilirim alt
metinleriyle karşı tarafı okşama taktikleri…
Dizi yayınlama lüksü olmadığı için haberleri dizi tadında
yayınlayan haber kanallarında , bir
münafık ile muhafazakarı kapıştırarak hem rating elde etme, hem her konuyu sözümona tarafsız bir zeminde
masaya yatırarak, aslında baştakileri rahatsız
etmeyecek biçimde her tartışmayı muhafazakarlara kazandırma derdi var.. Ezberden
konuşan Atatürk temsilcileriyle, ezber bozar gibi görünen ve hep kazanan
güçlü bir taraf! Bunun nedeni, sadece fazla sözü olanların dışlanarak evde yatırılıyor olması ya da
hapis yatması değil Aynı zamanda , sağ entelijensiyanın iktidar
olmadan önceki dönemde kendini müthiş biçimde geliştirmiş olması. Muhalefet
hırsı, entelektüel birikimi güçlendirmeyi gerektirir. Ancak solcu
kardeşlerimiz vatanı masa başında
kurtardıkları için, son yıllarda muhalif
bilinç oluşturarak ezber bozmayı
sağcılar kadar geliştiremedi. Sağ, AKP iktidarında vücuda gelene kadar şiir
okudu, felsefe tartıştı. Şimdii rantiyelere dönüşerek, ortalığı yıkan bugünün
güç sahipleri, muhalette oldukları dönemde yeni söylemler geliştirdiler. Tek
şey yapmaya vakitleri olmadı: Sanat!
İSTANBUL BELEDİYESİ KÜLTÜR İHALESİ
Şu anda en büyük kompleksleri sanatçı yetiştirememek.
Basının kalemini bükmek çok kolay oldu, dikte ettikleri yazıları ertesi sabah
gazetede okuyorlar, ancak ıkınsalar da, sıkınsalar da dikte ettikleri oyunların
sahnelenmesini, sahnelenirse de seyirci bulmasını ve alkışlanmasını sağlayamıyorlar. Geçtiğimiz
yıl Şehir Tiyatroları’na sözümona alternatif olması için, Kültür A.Ş ‘yi
paravan yaparak, korkunç bir yolsuzluk
ve ihale fesatlığıyla çıkardıkları, halkın kasasından çalarak ortaya
çıkardıkları oyunların ne büyük bir fiyasko olduğu ortada!
DEVLET VE ŞEHİR
TİYATROSU REPERTUARI
Bu hafta Devlet Tiyatroları’nın repertuarı açıklandı. Türk
Tiyatrosu tarihinde ilk kez bir repertuar, dört ay gecikmeyle, sezon açılmadan birkaç
gün önce açıklanıyor. Bence Kültür
Bakanı, bir yandan devlet tiyatrosunu sahiplenirken, öte yandan başbakanın
gazabından kurtarmaya çalışıyor.
Repertuarı da, ya şehit haberlerinin yoğun olduğu, ya İçişleri Bakanı’nın
meşhur saçmalarından yumurtladığı, ya da Tayyip Bey’in Tuvalu,Nauru, Marshall Adaları filan
seyahatinde olduğu bir zamanda açıkladılar. Hilmi Zafer Şahin de Şehir
Tiyatroları’nın 1 Ekim’de yeni oyunlarla
perde açma geleneğini, Kadir Topbaş’ın bir metro projesi
için iki üç saatliğine yeraltına inmesine kadar ertelemiş olmalı! Başkan
kurdelayı kestiği an, onlar da yeni oyunların kurdelasını kesecekler kuşkusuz.
Lemi Bilgin, her zamanki gibi sanatsal düzeyi son derece
yüksek ve dünyadaki ödenekli tiyatrolarla boy ölçüşebilecek bir repertuara öncülük
etmiş. Brecht, İbsen, Dürenmatt, Güngör Dilmen, Haldun Taner Gülşen Karakadıoğlu gibi değerli yazarlarımız
ve heyecan verici yeni eserlerin yer aldığı sezon içindeNecip Fazıl
Kısakürek’ten bir oyun da oynanacak…
NAZIM HİKMET/NECİP FAZIL
Bazı gazeteler bu
başarılı repertuarı Nazım yerine Necip gibi bir söyleme indirgediler.. Tartışma
programlarından fazlasıyla alışık
olduğumuz bir vurdurma kırdırma, safları ayırma mantığı. Şimdi Devlet
Tiyatrosu’ndan birinin çıkıp, “benim babaannemin de başı bağlıydı” demesini
bekliyorlardır herhalde. Öncelikle dünyanın en büyük ozanı Nazım Hikmet’in,
şiir dilindeki ustalığını her oyununda
tutturduğunu ve sahnelenmeyen çok fazla iyi oyunu olduğunu söylemek zor. Bu nedenle Devlet Tiyatrosu’nun
her dakika Nazım oynamasını beklemek gereksiz bir hayalcilik. Kaldı ki, Necip
Fazıl’ın da sahnelenmeye değer birkaç yapıtı var kuşkusuz.
Kısakürek ile Hikmet’i karşı karşıya getirmek, Nazım’a yaraşmayacağı gibi,
Necip Fazıl cephesi için de tuhaf!
Ben Devlet Tiyatrosu’na yaraşan bir prodüksiyonla ortaya çıkacak bir Necip Fazı oyunuı alkışlamaktan heyecan
duyarım. Yeter ki, oyuncular “mecburen oynuyoruz” tavrıyla ortaya çıkmasın,
yeter ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin alelacele biçimde,Necip Fazıl’a
büyük ayıp olacak biçimde sahnelediği “Bir Adam Yaratmak” kadar büyük bir
fiyasko olmasın!
Adalet Bakanları’nın mahkeme koridorları yerine, muhafazakar sanat uğruna dizi setlerinde çorbaya talim ettikleri bir
devirde yaşıyoruz. Devlet Tiyatrosu onurlu davranmış, en azından muhafazakar
sanat adına aceleyle ortaya çıkartılan saçmasapan bir işe değil, edebi değeri olan bir yazara yer veriyor. Ya
başrolde eski Devlet Tiyatrosu oyuncusu Güven Hokna’nın oynadığı Huzur Sokağı
mega müzikalini yapsalardı?
Etiketler:
bir adam yaratmak,
devlet tiyatrosu,
güven hokna,
kültür a.ş,
lemi bilgin,
nazım hikmet,
necip fazıl
16 Eylül 2012 Pazar
SANAT DÜNYAMIZIN ÖRDEK TECAVÜZCÜLERİ!
Bu yıl 12 Eylül darbesinin 32.yılı tüm yurtta ve yavru vatanda törenlerle kutlandı, zafer sarhoşu olan bir herif de,
hemen ertesinde, 13 Eylül’de bir ördeğe tecavüz etti…
Her anlamda tecavüze uğrayan nice kurum ve insanımızdan sonra, birtek
ördeklerimiz kalmıştı zaten . Zavallı hayvanlarımız bu kaotik ortamda kim
vurduya gittiler …
Eskiden çocuk tecavüzcülerinin icabına cezaevlerindeki
diğer mahkumlar bakardı, devlet daha çok cezaevinde
tecavüzcüyü koruma görevini üstlenirdi, şimdi tecavüzcülerini mahkeme
koridorlarında alkışlatıyor.… Ördek tecavüzcüsüne sapık diyenler
,yaklaşık her televizyon dizisinde bir fantezi olarak taçlandırılan
tecavüzler karşısında sessiz! Öte yandan, ördeğe tecavüz edenler kadar,
evlerinde ördek besleyerek, akşam yemeği öncesinde ördeğe göz dikenler de suçlu
değil midir diye sorasım geliyor.
Aynı soruyu bazı kıdemli oyuncu arkadaşlarımıza da
sormam gerek. ATV’nin Huzur Sokağı dizisinde uzun süredir işi gücü olmayanların
oynamasına kızmıyorum da, Devlet Tiyatrosu’ndan emekli olduktan sonra Şener
Şen, Türkan Şoray, Halil Ergün gibi starlarla oynama şansını bulan bir kalender
oyuncumuzun burada ne işi var, merak ediyorum doğrusu. Böyle
“kıdemli ” oyuncular, yıllarca Kurtlar Vadisi filan gibi toplumun beynine
derinden tecavüz eden dizilerde dublajlı seslerini konuştururlarken,
muhafazakar kanallarda rol alan gençleri aşağılamamışlar mıydı? Nice genç
meslektaşımız ekmek parası uğruna belki de hiç istemedikleri dizilerde rol
alırken, toplumun bilinçaltına en üst perdeden tecavüz eden bu kişiler nasıl
oldu da birden bire aklandı? Gençler, konservatuarı “Huzur Sokağı”ndaki bedbaht
ve kötücül laikleri oynamak için bitirmediler herhalde, değil mi? Genç
meslektaşları ekmek parası uğruna hiç istemedikleri işlerde boy gösterirken,
onlara zenginlikten kalınlaşmış koca parmaklarıyla höt edenler, ördeklerin
neslini tükettiler. Mahkemelerde tecavüzcüler nasıl alkışlatıldıysa, bizim
ustalar da memleketin en çorak vadilerinde milyon dolarlar ödeyerek sahip
oldular . Nasılsa o evler uğruna kesilen ağaçları onlar
kesmemişti , o yüzden olmayan vicdanları pek rahattı… Ancak doğa
katliamının, başrolündeydiler. Sadece doğa katliamının mı? Darbelerden bu
yana sivil hayata ve özgürlüklere yapılan her türlü katliamın sorumlusuydular.
Suça ortak olmuşlar ya da en basit anlamıyla sessiz kalmışlardı.
Şimdi, 12 Eylül sevinciyle ördeğe tecavüz eden 50 yaşındaki
babaya kızıyorlar… Oysa o günden bu yana nice utanç verici karara sessiz
kalarak, 50 yaşındaki o babanın 4 çocuğuna tecavüz edenler kendileri
değil mi?
Bu ülkenin ustalarına, sadece tiyatroda değil, bilimde,
sanatta, iş ve eğitim dünyasında, her yerde çocukları iyileştirmek
düşerdi. Oysa para uğruna, gelecek kuşaklara tecavüz edilmesine sessiz
kalmaktan utanmadılar.
Utanmadan ördeğe tecavüz edene kızıyorlar. Kendileriyse,her
dakika ördeklerin ırzına geçilen bir dizi çekimine başlamışlar bile!
Etiketler:
12 eylül,
dizi oyuncuları,
halil ergün,
huzur sokağı,
kurtlar vadisi,
ördek tecavüzcüleri,
şener şen,
türkan şoray
13 Eylül 2012 Perşembe
HERŞEYE RAĞMEN TİYATRO
Tiyatrolar yeni sezon
repertuarlarını açıklamaya başlamışken , İstanbul’da mevsim açıldı bile.
Alternatif topluluklar bir bir perde
açmaya başladı, özeller soluk almaya çalışıyorlar, ödenekliler ise kendilerine
ödenek ayıranlara fark ettirmeden, korsan biçimde sezon açma peşindeler. İstanbul’da her gece
irili ufaklı 30’un üzerinde perde açılıyor. Bu sayı New York, Londra, Paris
gibi benzer nüfuslu metropollerde 150 civarında!Ancak birkaç yıl öncesiyle
karşılaştırıldığı zaman, İstanbul’da açılan perde sayısı, oynanan oyunların
niteliği, yeni kurulan toplulukların düzeyi ve tiyatro mevsiminin uzaması
konusunda gözle görülen, hatırı sayılır
gelişme var.Bu arada kentin karanlık yüzünde, önemli sayıda yeraltı kumpanyada çocuklarımızın
gelecek ile ilgili düşlerine zehir saçan yüzlerce çocuk oyunu oynanıyor.
OYUNCULARA SSK
Geçtiğimiz günlerde setlerde sigorta konusu gündeme gelmiş,
götürü usulu makbuz kesen oyuncuların sosyal güvenliği tartışılmıştı. “Uzun
dizi, kısa hayat” filan gibi kulağa hoş gelen sloganlarla Atatürk Kültür Merkezi’nin
önünü fuzuli yere kaplayan meslektaşlarımız, masal endüstrisinin güçlü ve
boyalı hakimiyeti karşısında tırsmış olmalı ki, artık dizilerin süresi
konusunda gıkları bile çıkmıyor.
Sanatçıların sigortalı olması konusundki savaşı da başlamadan kaybedeceklerinden eminim.
Tiyatro Oyuncuları Derneği’nin bir dönemki başkanın bile oradan buradan toplama gençleri hiçbir sosyal güvence olmadan
çalıştırdığı bir diyar burası…Bu konuda
Oyuncular Sendikası’nın mücadelesine inanıyor ve destekliyorum. Umarım çağdaş
örgütsüzlük politikasını, dayanışma ruhuyla kırmayı becerirler.
ŞEHİR TİYATROSU
Amaç belli!Yevmiyeliler yılsın, kadrolular gitsin,
yevmiyelilerle kadrolular bir birine girsin, sonra da merkez medyadan Hadi
Uluengin gibi birilerine “tiyatro öldü” deme görevi verilsin.
OTOSANSÜR
Geçtiğimiz
haftaki yazımda otosansürden söz etmiştim. Ülkenin yüzde doksanyedibuçuğunu ele
geçiren muhafazakar belediyeciler, valiler, kaymakamlar ve en önemlisi bu
kişilerle kira, vergi, rant ilişkisi filan olan karanlık sosyal demokratlardan
tırsan tiyatrolar, içinde çıplaklık
olmayan, karakterlerinin sigara, içki içmedikleri, seks yapmadan üredikleri,
soyunmadan yatağa girdikleri, küfür etmeden bağırdıkları oyunlar sahnelemeyi
seçiyor. Bu ülkenin kültür bakanı, dünyanın en önemli virtüözlerinden
birini överken terbiyeli oyunlarda rol aldığını, sahnede küfür etmeyen bir
beyefendi olduğunu filan söylüyor.
İnsan hükümet
kanadındaki bazı açıklamalar karşısında küfür mü etsin, iki şişe rakı mı
devirsin, dört paket sigarayla mı sakinleşsin, kanserojen gıdalar mı tüketsin,
karar veremiyor doğrusu.
RANTİYELER
İstanbul’un siluetinin içine eden , altyapısı, yolu,
yangında kaçacak sokağı bile olmayan gökdelen mezarları diktikten sonra,
Bodrum’un en güzel koylarından biri olan Cennet koyunu cehenneme çeviren rantiyeler
için cennet diyarı burası.. Bu diyarda Başbakanlığa bağlı TOKİ en çirkin
konutları yapar, başbakanlığa bağlı holdingler, başbakanın elinin yetmediği kültür
merkezlerine sponsor olma bahanesiyle,
gizli saklı yapılan protokollerle kentin göbeğine dükkan açarlar.
CUMHURİYET HALK
FIKRASI
Sanat adına alternatif bir söylem gerçekleştirmesi gereken Cumhuriyet Halk Fıkrası’nın yöneticisi Kemal (
Koskoca Müşfik Kenter’i kendi belediyesinin elemanı olmaya kadar düşürdüğü sözünü
geri almadıkça sadece Kemal’dir benim
için) partisinin o dönem kültüre duyarlı
milletvekili Çetin Soysal’ın çekiştirmesi sonucunda, niye gittiğini bile
bilmediği “tiyatroma dokunma” gösterilerinde boy gösteriyor ama mesela geçen
hafta Hatay'daki Apaydın kamplarını eleştirirken, AKP’ye, “ sizin tiyatronuzda oynayacak
figüranlar değiliz “diyebiliyor. Cumhuriyet Halk Fıkrasında Aylin Nazlıaka dışında tiyatroya duyarlı bir
tek eleman olmadığı için, kimse Kemal’in gaflarını sorgulayamıyor..
Kemal’in figüran olduğu kesin … Ama Yeşilçam’ın emektar
figüranlarından biri olmadığı da kesin. O figüranların tek bir takım
elbisesi ama birkaç saniye göründükleri filmlere kattıkları bir şeyler var. Kemal’in
çok takım elbisesi var , televizyonlarda da onbeş yirmi saniye yer alabiliyor bazen, ama
emektar figüranların ruhunu taşımaktan çok uzak.
HERŞEYE RAĞMEN
TİYATRO
Bu ahval ve şeraitte bile tiyatro sezonunun açılımasına sevinebiliyoruz.Tiyatro sezonun daha dolu dolu geçmesi için kötü
insanlara, çıkarcılara, şapşalara gereksinimimiz var, öyle değil mi efendim?
Tiyatro, iyiyle kötünün savaştığı bir er meydanı…Hayatta
kötüler kazanmalı ki, sahnede iyilik olsun.
Etiketler:
akm,
apaydın kampı,
aylin nazlıaka,
cennet koyu,
chp,
kemal kılıçdaroğlu,
müşfik kenter,
oyuncular sendikası,
şehir tiyatrosu,
toder,
vedat aşçı
26 Ağustos 2012 Pazar
İYİ Kİ VARSINIZ
10 dakikada bir internetteki haber sitelerine, gazete portallarına
, sosyal medyaya, “umarım yeni bir ölüm haberi yoktur” diye bakan biri, 2 saat
bilgisayar başında oturarak , ne
yazabilir?
Terör, bir milletin sadece moralini değil, konsantrasyonunu da alt
üst ediyor. Öte yandan abuk sabuk konuşan bir bakan, saçmasapan yorum yapan bir
milletvekili, gündem değiştirmek için acilen muhafazakar söylemde bir slogan patlatan bir müftü, bir vali,
basına höt çeken bir içişleri bakanı filan derken,
hiçbir şeyde uzun süre yoğunlaşamıyor insan.
Bugünkü yazımın dağınık düşüncelerden oluşması bu yüzdendir.,
affola!
Müşfik Kenter:
Arkasından pek çok övgü yazıldı, daha ne kadar yazılsa azdır. Hayatlarında Kenter
Tiyatrosu’ndan adım atmamış olanların bile yadsıyamayacağı bir ustaydı. Benim için sanatı
ve yaşamıyla sadeliğin bir simgesiydi.
Şimdinin büyük ama çapraşık aktörlerinin aksine!
Her kuşaktan öğrencisi uğurladı onu. Ne büyük gurur Türk
Tiyatrosu’nun 50 yıllık bir dönemindeki büyük insanların, hatta hocaların da
hocası olmak…
Vasiyeti: “arkasından fazla konuşulmamasıymış”. O,
çoğunlukla sahnede rolünün içinde susmayı başaran nadir aktörlerdendi çünkü!
Tiyatroyu maymunlukla özdeşleştirme gayretine girilen bu dönemde ,
sahnedeki karakterlere insan olma çağrısı yapacak kadar cesurdu.
Vefalı dostu, eşi Kadriye Kenter, “Ağlamayın. Bu salonda çok Müşfik var!”
dediyse de, sadeliğin erdemsizlikle karıştırıldığı bir çağda, hayatta kaç
Müşfik Kenter kaldı merak ettim doğrusu.
Kemal:
Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı, Kenter’in ölümü ile ilgili
yaptığı açıklamanın bir kısmında hocayı,
belediyesinin memuru olarak tanımlamış.
Sanırım Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na genel sanat yönetmeni olarak emek veren bu
insana kendi çapında vefa göstermeye çalışmış. Memur olmak iyi hoş da,Müşfik Kenter için son
kullanılacak sıfat olmalı!
Bu gafını geri almasını beklerken ,Kenter Ailesi’ni ziyareti
sırasında da taçlandırılmış, hiç kimse kendisine ne büyük bir yanlış yaptığını
hatırlatma gereğini duymamış. Kötü niyetli olmadığı açık ama ödenekli tiyatro
sanatçılarına “benim memurum” derse, o zaman AKP kanadı da, “kendi memurlarını”
istedikleri biçimde gütme ve sanatı kontrol etme hakkına sahip olduğunu düşünür.
Kılıçdaroğlu, bu
sözünü geri alana kadar Kemal’dir benim için artık. Sıradan bir Kemal tabi!
Sanatçının karşısında önünü ilikleyen Mustafa Kemal değil.
Mustafa Sarıgül ve
Ateş Ünal Erzen :
İki politikacı da vefalı dost ve sorumlu insan olarak
davrandı kanımca. Sadece öldükten sonra değil, Müşfik Hoca yaşarken de!
Bakırköy Belediyesi, bir salonuna Müşfik Kenter Tiyatrosu adını vererek, hocayı
daha yaşarken ölümsüzleştirmişti.
Sarıgül de bölgesindeki Kenter Tiyatrosu
binasına destek sağladı Bu mirasa sahip
çıkması sevindirici, umarım desteği artarak sürer.
Ancak, cenazedeki
konuşmasını anlamlandıramadım. “Buraya korkmadan gelen ve son görevlerini
sakınmadan yerine getirenlere teşekkür ederim!” Ne demek? Nasıl yani?
Kartal’da 25 Alevi vatandaşımızın evi işaretlendi bu hafta,
şehitlerimizin sırtından Kürtlere karşı ürkünç bir nefret söylemi yapılmakta .
Sarıgül, Kenter’in cenazesini belki de bir cemevi için hazırladığı konuşmayla karıştırdı? Ya da Kenter
Tiyatrosu’na, dünyanın en büyük aktörlerinden birini uğurlamaya giden bizler, “yasak” bir şey filan mı yapıyorduk? Ne? Nasıl yani?
Sabancı:
Önce Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu,
“ilkokulda türban olabilir” dedi. Seçme hakkı olmayan çocuklar için türbanı
seçen Robert Kolej’li erkeklerden biri olarak tarihe geçti… Basında sadece
Zülfü Livaneli, kendisini “eleştirme ”
cesaretini gösterdi.Sabancı Grubu da konu üzerine hiçbir yorum yapmadığı için,
rektörün görüşlerinin sadece kendisini bağlamayacağını tescillemiş oldu.
Bu hafta da Evrensel’de Üstün Akmen, Sabancı İmparatorluğu’na
dokundurmaktan ürkmeden , Suzan Sabancı
Dinçer’in Ayvalık malikanesini yazdı.
Konu mahkemelik olmuş! Suzan Hanım, tarihi manastırı kendi zevkine göre
dayamış, döşemiş, belki TEKNOSA’dan seçtiği bazı elektronik eşyalarla konforlu,
modern bir yuvaya dönüştürmüş. Eprimiş
kararnameleri bahane ederek Süryanilerin
kutsal mekanı Mor Gabriel Manastırı’nı geri alma telaşına düşen devlet, bakalım Ekim
ayındaki mahkemede Ayışığı Manastırı konusunda nasıl bir karar alacak?
Hazır Sabancı ve
devlet demişken… İyi, hoş, büyük
kahramanlık edip, Bakanlığa sponsor oldular. Atatürk Kültür Merkezi’ni
onarıyorlar. Kendilerine bizim de şükran
borcumuzu sunmamız için, şu aylardır gizlenen AKM protokolünü, biz garibanlara da bir gösterseler be yahu?
Bir yandan ilkokul çocuklarının örtünmesini isteyen grup, öte yandan Atatürk Kültürü’ne bu iyiliği niçin yapıyor? Bir zamanlar
İstanbul Avrupa Başkenti’yken, ajansta buharlaşan paracıklar (milyon dolarlar) yüzünden tamamlanmayan bir restorasyona bir
özel kuruluşun bu denli sahiplenmesi çok göz yaşartıcı gerçekten!
Kutlamak gerekiyor, kültür varlıklarına sahip çıkan sermaye
sahiplerimizi.
Kutlamak gerekiyor, sanatçıya sahip çıkan bakanları,
muhalefet liderlerini.
Kutlamak gerekiyor, eğitime sahip çıkan rektörleri.
Nerden geldiniz, nasıl geldiniz, kimsiniz, nesiniz meçhul
ama iyi ki varsınız yahu!
20 Ağustos 2012 Pazartesi
BUGÜN BAYRAM... KALKIN ÇOCUKLAR
23 Nisan 1920’de dünyanın ilk çocuk bayramını kutlayan ülke olarak,
son 90 yılımızı, 24 Nisan ile 22 Nisan arasında bayram dışı kalan dönemleri
çocuklarımıza nasıl zehredeceğimizi planlayarak k geçirdik.
Gerek tutuklu çocuk sayımız, gerek onlara cezaevinde tecavüz
etmemiz, eğitim haklarını ellerinden alarak, her fırsatta kökenlerini
hatırlatmaya endeksli bir ayrımcı politika gütmemiz; öğrencilerimizi tutsak alarak, onların ışığını
söndürene kadar mücadele etmemizle ne kadar onur duysak azdır.
“Bugün bayram erken kalkın çocuklar!” şarkısını her bayram
dilimize pelesenk eden biz karanlık insanlar, çocuklarımızın büyüdükleri gün,
“erken kalktık da ne oldu?” diye sormalarından hiç mi tırsmaytız?
Erken kalk ki, seni “Bir Şarkısın Sen” programında maymun
edeyim mi diyeceğiz yarının çocuklarına?
LİTTLE MİSS SUNSHİNE
Jonathan Dayton ile Valerie Falis’in yönettikleri 2006 yapımı “Little Miss
Sunshine” filmi (Küçük Gün Işığım), işsiz bir baba, uyuşturucu kullanımı ve
küfürlü dili nedeniyle huzurevinden bile atılmış bir dede, boşanma planları
yapan bir anne, eşcinsel aşkı yüzünden intihara teşebbüs eden bir akademisyen amca,
kimseyle konuşmayacak kadaar ağır
bir depresyon geçiren bir ağabey ve tabi ki bozuk (!) bir arabayla şehirdışında bir yarışmaya
yetişmeye çalışan minik Olive’in dünyasını anlatır. Çocukların, orta sınıf değerlerini
yaşatmak için, düzenin kuklalarını taklit ettikleri bu içler acısı yarışmayı
dedesinden öğrendiği striptiz numaralarıyla alt üst eden Olive, sorunlar yumağı
içinde boğulan ailesinin, orta sınıf değerleriyle kararmış bir aileden çok daha huzurlu olduğunu
keşfederek ayrılır yarışmadan….Düzeni devam ettirmek için büyüklerini taklit
edenlerden çok daha gerçek ve yaşanası bir dünyası vardır bu çocuğun.
BİR ŞARKISIN SEN
Önde gelen kanallarımızdan birinde de Little Miss Sunshine
benzeri bir şov programı var. Çocuklar,
zavallı büyüklere öykünerek, ergenlik zamanlarında pek yadırgayacakları küçük
ama özentili sesleriyle rezil şarkılar seslendiriyorlar. Şarkılar, çoğunlukla arabesk krallarına ait tabi! Kadın döven,
sevgiliye kezzap atan, pavyon basan, kumarbaz , “büyük” ustaların eserleri seçiliyor genellikle…Ya da sanatından fazla
selüliti, estetik ameliyatı, zengin sevgilisi filan konuşulan “örnek”
kadınlarımızın aranjmanları seslendiriliyor.
Uzmanların bal
gibi çocuk istismarı olarak
değerlendirdikleri bu program konusunda hiçbir hassasiyeti yok RTÜK’ün. Çünkü
Behzat Ç’nin sigarasını ve cinsel yaşamını daha çok merak ediyor.
Oysa genç yaşlarında Pınar Altuğ’un Pamuk Prenses
kostümleri, yüzüklerle donatılmış koca parmaklarıyla tanışan evlatlarımız
kendilerini hayat boyu kurtulamayacakları bir karabasanın içinde buluyorlar. Bu
tiksinç gecenin sahipleri çocuklara makyaj yapmadıklarını söyleyerek, istismar
iddialarını red etseler de, çocukların bayramlık kıyafetleri ve büyük büyük tavırlarıyla şarkılar döktürmesi
bile yeter!
Altuğ’nun sözde çocuk
tavırlarıyla yarışmacıları taklit etmesi hiç komik olmadığı gibi, programı
savunurken, çocukların yarıştırılmadığını iddia etmesi de pek gülünç! Günün 23 saatini programa çıkabilmek
için elemelerde geçiren çocukların geleceğini gerçekten merak ediyorum.
Hele hele program konukları
arasında bir anaokul yöneticisi olan Neşe Erberk’in de olduğunu görünce, pes diyor insan!
ÇOCUKLAR…BİZİM ÇOCUKLARIMIZ
Bu çocuklar bize ne yaptı ki, onlara böyle programları layık
görüyoruz?
Bu çocuklar bize ne yaptı ki, oyun oynamaları gereken bir
dönemde onları büyüklerin hiç matah olmayan dünyalarına özendiriyoruz?
Bu çocuklar bize ne yaptı ki, mahallede top oynamaları,
lastik atlamaları gereken bir çağda, , onlara yeni kanunlar çıkartarak, daha 5 yaşında okullarda tutsak ediyoruz?
Nedir bu acelemiz? Allah Sevgisi’ni bir an önce yeryüzüne
taşımak mı, yoksa Allah korkusuyla çocukları daracık korku tünellerini kapatmak
mı derdimiz? Müfredatlara müdahale etmemizin arkasında yatan asıl neden ne?
Bugün bayram, sakın ola ki erken kalkmayın çocuklar.
Erken kalkan büyükleriniz zaten cezaevlerinde çürüyor!Bu
millet erken kalkanları değil, uyuyanları, uyuituranları ve onları taklit edenleri seviyor!
Bu bayram,sakın ola, erken kalkmayın… Sakın ola ki, bayramın
şeker tadında geçeceğini düşünerek, ileride pişman olacağınız hayatları yaşamayın!
12 Ağustos 2012 Pazar
YENİ SEZON
Bu sezon neleri izleyeceğiz?
Çocukluğumun en heyecanlı günleri Milliyet Sanat, Gösteri
Dergisi’nin Eylül sayılarındaki yeni oyun haberlerini beklemekle geçerdi… Bir
de mekanı cennet olsun, Hayat Dergisi ya da Tercüman Gazetesi’nde Kami
Suveren’in sezonla ilgili yazıları olurdu…
Ben mi yaşlandım, dergiler tiyatro ön haberleriyle
ilgilenmez mi oldular bilmem, ama kaybettim bu heyecanımı artık.
Milliyet Sanat kabuk değiştirdiği ilk yıllarda tiyatro
sezonuyla ilgili ön yazıları es geçti,
memlekette kıyamet mi koptu, yoo, gül gibi geçindik gittik.
1 Ekim günlerinde neredeyse bayramlıklarımı giymediğim
kalırdı…Şehir Tiyatroları geleneksel olarak sezonu 1 Ekim’de
açar, sezonun ilk oyununu ilk
günden izleme telaşı sarardı hepimizi… On yıl kadar önce bir 1 Ekim günü, bir Şehir
Tiyatrosu oyununda o kadar sıkıldım ki, hayatımda ilk kez bir oyunu yarıda terk ettim ve o sezon tiyatroya adım
atamadım.
Aman bu cümlemi mahkemede delil olarak kullanıp, tiyatroyu kapatmaya falan
kalkmayın. Şehir Tiyatrosu onlarca başarılı prodüksiyona imza attı daha sonrasında… Tesadüfen
yüzyılda bir yaşanacak bir faciaya denk gelmiştim ben.
Ancak bu yıl Şehir Tiyatrosu’nun yeni sezon için ilan ettiği
3 yetişkin, 1 çocuk oyununa bakıyorum
da, galiba bu repertuar anlayışıyla 1 Ekim’de
bu tiyatrodan uzak durmak, hatta mümkünse tiyatronun açık olduğu
semtlere bile uğramamak daha doğru olacak.
Bu yıl neler
oynanacak, hiç merak ediyor musunuz?
Bilmiyoruz, belki basın bizden o kadar güzel gizleyecek ki,
hiç bilmeyeceğiz.
De Ja Vu deyin, ya da ihtiyarlık ama ben az çok oynanacak oyunları biliyorum.
“Tiyatroma Dokunma” diyerek parklarda sabahlayanlar, yavaş
yavaş, ben de buralardan nasiplenirim diye Şehir Tiyatrosu’nun etli ekmek ve
şalgamlı kokteyllerine musallat olacaklar. .
Bazıları Şehir Tiyatrosu’nun yeni yönetimine göz kırpıp, asılan
oyunlarda boy göstermek için yöneticilere asılacak, o zavallı yöneticiler de
kendilerini önemli mahluklar sanacaklar.
Devlet Tiyatrosu, Başbakan’a haber vermeden gizli gizli
açılacak. Nasılsa AKM de kapalı, ortalıkta
fazla görünmeden sessiz sedasız birkaç
oyun çıkartacak…
Ne olur ne olmaz diyerek, yıllardır yönetimle ters düştükleri, yoğun dizi çalışmaları (ağırlıklı olarak Kurtlar Vadisi)
ya da kişisel zaafları yüzünden tiyatrodan uzak duran zevat göze batmasın diye,
bazı oyunlarda rol alacak, muhtemelen bu oyunların sanat düzeyleri pek de öyle yüksek
olmayacak.
Nasılsa in yer face yapmak kolay, hazır Afife Jürisi 75
kişiden küçük salonlara da teşrif ediyor diyen birkaç arkadaş tiyatro kuracak,
“oyun iyi olmamış” diyenlere de, “utanmıyor musunuz kısıtlı imkanlarla ortaya
çıkan oluşumları desteklememeye” diye çemkirecekler…
Nasılsa fırsat sitelerinden beş kuruşa bilet satılıyor,
hazır bizim Zübeyir de çok meşhur oldu ,
parayı kaldırırız diyen fırsatçılar, fırsat siteleriyle işbirliği
yaparak, “Zübeyir’in Dizisi Kalkınca…” gibi hafif erotik oyunlarla öne
çıkacaklar. Bazen oyun sonrasında hediye külot dağıtacaklar. “Zübeyir’in Kalkan
Dizisi’nin külotları”!
Milli Eğitim Müdürlüğü’ne 500, Kültür Bakanlığı’na 499
tiyatro başvuracak. Kağıt üstünde neredeyse mahallenin noteri kadar kırtasiyeye
sahip olan tiyatrolar “İbiş ile Memiş 2012”
türünde muhteşem seçkilerle ortaya çıkıp, hayatında ilk kez tiyatroya
giden zavallı çocukları, bu satırların yazarının bir 1 Ekim’de izlediği oyun sonrasında buz kesmesi
gibi buz kestirecekler.
Bu arada sağda, solda, görünmeyen ilçelerin belediyelerinde,
başkanın ordusuna bağlı “muhafazakar tiyatrolar” oluşup, malı fena götürecekler.
Bazı oyuncularımız doğru yolu bulup,
merkez medyada türbanlı dizilerde oynayacaklar, ancak “dinci” kanallara
pek kızıp, “memleket elden gidiyor” diyecekler. Kendileri ya Kurtlar Vadisi, ya
türbanlı dizide oynar iken, geçim derdine STV’de boy gösteren gençlere tiyatro
terbiyesi verecekler.
Her gün yeni yeni tiyatro binalarının kapatıldığı, pis pis
alışveriş ve yaşam merkezlerine dönüştürüldüğü haberleri gelecek. Atatürk
Kültür Merkezi açıldığı gün, medyadan fellik fellik kaçırılan sponsorluk protokolü
ortaya çıkacak, AKM’de bankamatik olur mu diyene kadar, AKM belki de holding binası olacak.
Sansür hortlamayacak, hepimizi uykuda vuracak…
Biz tiyatrocular, sanki ortada çok büyük bir pasta varmış
da, tiyatrolarımız Star TV ile Kanal D’ imişçesine bir hava içinde olacağız, dayanışma yerine çağın bize
dayattığı ayrışma kültürünü seçeceğiz…Sadece cenazelerde ortaya çıkıp,
birbirimizin kötü günlerinde bel
altından vuracağız. Yardım edene madalya verilmez, kavga eden manşet olur
hesabıyla,
adımızı
google’layacağız.
Özeleştiri yapanlar tiyatro düşmanı ilan edilecek, eleştirmeksizin
sisteme boyun eğenler, tiyatro dostu…
Sonra Mayıs ayında
filan, hani yaz tatilinde hem vicdanımız, hem cüzdanımız rahat etsin diye,
“tiyatroma dokunma” sloganlarıyla, kentin yıkılmış sokaklarında kültür
elçiliğine soyunacağız.
“Burasını tiyatroya çevirdiniz” diyen profesörler, sosyal
demokrat siyasetçiler, bir de minibüs şoförlerine pek kızardım eskiden.
Biz, tez elden
burasını tiyatroya çeviremezsek,
burasını tiyatroya çevirdikleri zaman “ah yine geççç kaldık, be usta” diye
hayıflanarak, çocuklarımıza hiç yaşamadığımız Muhsin Ertuğrul anılarını anlatıp anlatıp duracağız.
.
15 Temmuz 2012 Pazar
ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA
Anadolu toprağının genlerinde sanat olduğunu,
Anadolu’nun her köşesinin aslında buram buram sanat koktuğunu kanıtlayan çok
güzel bir yazı yazacağım bugün.İdealizmleri konusunda açık çek imzalayacağım
iki önemli dostumu, Eftal Gülbudak ve Ümran İnceoğlu’nu alkışlayacağım için
daha da önem taşıyor bu yazı.
Bugünlerde Eftal’in doğumgünüymüş … Ona bir doğum günü
hediyesi olsun bu yazı, o doğduğu yere çok önemli bir hediye vermiş çünkü!
Cami yaptırmak kutsaldır,
okul yaptırmak da öyle… Hayırsever insanlar ilk havasını soludukları memleketlerde , kendileri için dua edilmesini umarak, genellikle bu tip güzellikler yapıyorlar.
Eftal ise bir kültür şenliği hediye etti Taylıeli’ne… Bence
eşit derecede kutsal bir şey yaptı…
Böylece çocukluğumuzda dilimize pelesenk olan o iğrenç
şarkıyı da nihayet unutturmuş oldu bize:
“Orada bir köy var uzakta, gitmesek de gelmesek de, o köy bizim köyümüzdür!
“
Bir de , “doğruyu söyleyeni, dokuz köyden kovarlar” diye hangi
atanın söylediği belli olmayan bir söz
var ya, Taylıeli sayesinde o da tarihe karışacak bir gün.
Bir kültür festivalinde doğru söylenir ve doğru söyleyenler
kovulmaz, alkışlanır. Anadolu’nun
genlerinde doğru söyleyeni kovmak değil, bir soğuk ayran vererek misafir etmek
vardır çünkü.
Siz bakmayın son zamanlarda yurdun sağından solundan gelen haberlere…
Birkaç yıl önce Afyon’da tiyatro kapatılıyor dediler,
kalktık gittik, hatta laf aramızda bir
süre için kapatılmasının daha faideli olacağını bile düşündük Tiyatro değil cadı kazanıydı çünkü… Tiyatro
kapanıyor diye bağırdılar, sonra bağıran
herkes eteğindeki taşı bir yerlere yamanarak dökmüş olacak ki, tiyatro kapanmamış gibi davrandı Üç yıl
sonra da Afyon’dan sadece yasak
haberleri gelmeye başladı: içki yasağı bunlardan bir tanesiydi! Umarız
Afyon’lular caz festivallerine sahip çıkar bundan sonra.
Kars’ta görülmemiş bir ilkellikte heykel parçaladılar,
Erzurum’da absürd, grotesk ve gerçeküstü
bir çerçeve içinde, dekorundaki “kahrolsun faşizm” yazısından
dolayı Tiyatrokare’nin “Onca Yoksulluk
Varken” oyununun oynanmasını “uygunsuz” buldular. Soranlara da ” salon doluydu.
biz onları Açıkhava tiyatromuza yönlendirdik” dediler. Mart ayında Erzurum’da
açıkhavada oyun oynanmaz ama Temmuz ayında Burhaniye’de sanat şenliği yapılır!
Dikili’deki
geleneksel barış şenliği ile kardeş bile olur bu güzel çalışma.
Köy muhtarı Halil İbrahim Çakır, o köyün gidilmeyen köy
olmaması için olağanüstü bir rmücadele vererek , son zamanlarda sadece yasak haberleriyle
gündeme gelen Anadolu ‘nun makus
talihini değiştiriyor.
Siz bakmayın Mardin’de
Süryani kardeşlerimize ait Mor
Gabriel Manastırı’na konmak isteyerek, orayı muhtemelen bir alışveriş merkezine
çevirmeyi düşleyen devletimize! Siz bakmayın Alevi kardeşinin kapısına ölüm
emri veren birkaç zavallıya! Siz bakmayın Sivas katliamının Sivas’ta
hatırlanmasını bile istemeyen emniyetimize!
Bir katliamı unutturmak için tarihi silmek değil, yeniden
yazmak gerek... Bir vicdanı aklamak için
geçmişe sünger çekmek değil, vicdan muhasebesi yapmayı bilmek gerek!
Taylıeli Festivali, bu topraklarda barış ve huzurun bir düş
olmadığını, kanlı çarpışmalar yerine
çoksesliliğin yaşanabileceğinin kanıtı.
Kültür evriminin önünü tıkayan tıpaçlara değil, önünü açacak
elçilere gerek var. Taylıeli muhtarı gibi önemli adamlara başbakanlardan, parti
başkanlarından, kültür bakanlarından fazla ihtiyaç var.
Gün olur da, bugünün
muhtarı Taylıeli’ne otuz katlı bina dikmediği için yeniden seçilemezse, hatta daha da ileri giderek köyünde bir ilki
gerçekleştirdiği için dokuz köyden kovulup, maazallah cezaevine filan da
girerse (!) ,yeni muhtara rağmen, Taylıeli halkının bu şenliğe hep sahip
çıkacağını umuyorum!
Beklan Algan’ın
düzenlenen şenlik, üçüncü kez yapılıyor.
Düzenleme komitesinde Özdemir Nutku, Hülya Nutku gibi çok önemli tiyatro üstadları var! Taylıeli Şenliği, bu ülkede halen uyuma lüksüne sahip olan yan
ve festival yapmayı şarkıcı getirmek sanan belediye başkanlarına örnek olmalı!
Kapak olmalı! Küçücük bir köyde başarılan büyük
iş, büyük yerde küçük iş beceremeyen zavallıları utandırmalı!
Beklan Algan’ın Türk Tiyatrosu’na en büyük hizmetlerinden
biri Muhsin Ertuğrul’un çocukları olarak
Zeytinburnu, Gültepe gibi tiyatrodan uzak semtlere tiyatroyu taşıyarak,
Muhsin Ertuğrul’un bayrağını hiçbir zaman indirmemiş olmasıdır.
Geçtiğimiz hafta,” Fenerbahçe Savcısı’nın Çocukluğu”
başlıklı yazımda Anadolu’da sadece futbolla büyüdüğünü itiraf eden bir savcının
hezeyanlarına değinmiştim. Taylıeli’nde büyüyen çocuklar önemli yerlere
geldiklerinde bu hezeyanları yaşamayacaklar, çok daha aydınlık bir geleceğin
alt yapısını sağlayacaklar.
Eftal ile Ümran, köye okul yaptıran hayırseverden de önemli
bir şey yapıyor bence.
Sanatın ışığını his edenler, okul olmayan köye üniversite bile dikerler.
Geçenlerde Elazığ’da Yunan fresklerini müstehcen bulan kütüphaneciyi savunan
öğretmenler gibi, sanatın köşesinden geçmemiş olanlar ise, okulları bile
karanlık zindanlara çevireceklerdir.
8 Temmuz 2012 Pazar
FENERBAHÇE SAVCISININ ÇOCUKLUĞU
Bu hafta medyanın gündeminde Aziz Yıldırım’ın tahliye olması
ve tabi ki tahliyesinin ardından Ertuğrul Özkök ile konuşması vardı…
Cemaat/futbol ilişkisini çözebilmiş değilim, çok da merak ettiğim bir konu
değil doğrusu! Türkiye’de güç odakları
para dönen her alanla ilgilendikleri için, şike davasının ardında başka
güçlerin olmasına şaşırmam.
Ertuğrul Özkök’ün Aziz
Başkan ile röportajının ardından,
Balyoz’da olduğu gibi bu davanın da etkin isimlerinden olan Savcı Mehmet
Berk, açıklama yapmak zorunda kalmış. Cemaatçi olmadığını ilginç bir örnekle
anlatmış: Aramızda Aleviler de var!
İnsanların politik eğilimlerini dinleriyle tanımlamak, inanç
ile düşünceyi ayrıştırmak son yıllarda
kimi zaman bilinçli, kimi zaman bilinçsiz biçimde sıkça yapılan bir
hata. Zekeriya Öz’ün Galatasaray’ı
tuttuğu için davayı Fenerbahçeli Mehmet Berk’e paslamış olması bile,
ne yazık ki hukuğa güvenimizi sarsmak için yeterli.
Mesele ortada suç olup olmadığı bile değil,
Galatasaray’lıların, Fenerbahçe’lileri yargılama meselesi sanki.
Cumhuriyet tarihimiz ne yazık ki haklının haksızı alt etmesi
değil, güçlünün mazlumu ezdiği örneklerle dolu. Güçlülerin mazlumlarla yer değiştirdiği
zaman değişen güç dengelerinin kurbanları azımsanmayacak sayıda.
Ergenekon’da Kemalistlerin, Balyoz’da askerlerin hesabı
soruluyor gibi bir imajın üzerine, Fenerbahçe dosyasına Fenerbahçe’li savcı savunması bile, yargının kendini temize çekme
ihtiyacı duyduğunun bir göstergesi değil mi? Suçlu varsa suçunu konuşun,
dinini, vatanını, cinsiyetini, takımını değil!
Anayasa Mahkemesi
eski raportörü Dr. Osman Can, geçenlerde bir röportajında yargının
siyasallaşması konusuda en çarpıcı örneği, bu kurumlardan Kemalistlerin iyice
temizlendiğini söyleyerek verdi. Kısacası Fenerbahçe’liyi adil biçimde
yargılayamayacağını düşünen savcılar, yargıçlar gibi, Kemalistleri daha kolay
yok edeceğini düşünen bir Anti/Kemalist tayfanın da hükümdarlığı sözkonusu.
Savcı Berk, Fenerbahçe davasının bu kadar büyüyeceğini
düşünmemiş, balyozda olduğu gibi birkaç ayda unutulacağını ve tutukluların bir
bakıma içeride unutulacaklarını düşünmüş, ama evdeki hesap çarşıya uymamış.
Berk’in en büyük dertlerinden biri, artık maça gidememek, çocuğuna Fenerbahçe
fuları takamamakmış. “Ben Anadolu çocuğuyum. Bizim hayatımızda futboldan daha
renkli bir şey olmamıştır” diyor.
İşte ben de tam bu noktada devreye giriyor ve “çok yazık”
diyorum.
Anadolu’yu arşınlayan nice tiyatro kumpanyası savcı beyin
memleketine uğramış olsa ve bu savcının hayatında futbol formalarının yanı sıra sanatın renkleri de girmiş olsa,
Aziz Yıldırım dosyası yön değiştirecek miydi acaba? Farklı boyutlarda
aydınlanan kişilerin hayata bakışları, Türkiye’de son yılda 25.000’i aşkın
siyasetçi, gazeteci, sporcu, bilim adamı, aydın, öğrenci ve hatta çocuğu
tutuklayanların vicdanına nasıl bir etki yapacaktı?
Çocukluklarında sadece penaltıyı değil, birlikte yaşama
kültürünü de alanlar, yönetimi ele geçirdikleri zaman daha adil bir düzen
kurarlar mıydı acaba?
Hep merak etmişimdir, mahkemeye çıkmakla ünlenmiş Aziz
Nesin’ler, Çetin Altan’ların eserleriyle büyümüş kuşağın yargıdaki
temsilcilerinin kararlarıyla hayranlıkları çatışmış mıdır? Ya Tarkan’ı, Deniz
Seki’yi filan yargılayanların çocukları bu sanatçıların hayranıysa?
Peki, Balbay hayranı
bir Allahın kulu Ergenekon savcısı yok mudur?
Anadolu’da futbol topunun sesiyle büyüyen çocuklar, madem futbolcuları takımlarına göre
yargılıyorlar, keşke ama keşke Anadolu’da kitap okuyarak aydınlanan bir kuşak
da yetiştirseymişiz…
Belki yargılama sistemleri değişirdi. Önyargı sistemleri
tamamen silinirdi…
Belki de vicdan muhasebesini
takım tutma kültürü değil, birlikte
yaşama kültürü üzerine kurmayı daha rahatça başarabilirdik.
Not: Bu yazı Aziz Yıldırım’ı seven bir Galatasaraylı
tarafından yazılmıştır.
Etiketler:
aziz yıldırım,
fenerbahçe savcısı,
mehmet berk,
şike davası,
zekeriya öz
30 Haziran 2012 Cumartesi
OH OLSUN SANA ARİSTOPHANES!
Haberi
ilk okuduğumda kahkahayı savurdum.
Elazığ İl Halk Kütüphanesi, Mimesis dergisinin son sayısını , çocukların
ahlakını bozacağını düşünerek gerisin geri yollamış.
Korku
imparatorluğunun küçük askerlerinin düzeni koruma iddiasıyla ucundan yakalamaya
çalıştıkları sansür, absürd, komik ve
zavallıca bir şey!
Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi’nin 19 yıldır yayınladığı Mimesis, bir çocuk dergisi
filan değil. Tiyatro alanında çok önemli kuramsal yazılar yayınlayan bir
akademik kaynak.
Gel gör
ki, Kültür Bakanlığı’na bağlı Elazığ
Kütüphanesi’nin bekçisi, dergideki resimlere şööyle bir bakarak, Washington
Üniversitesi öğretim üyelerinden Sarah Stroup’un 2004 yılında Aristophanes hakkında yayınladığı yazının
fotoğraflarını sakıncalı buluyor ve
dergiyi iade ediyor.
Bu
davranışı” hıyarca” bulup, önemsememek de mümkün tabi.”Olur böyle vakalar, kütüphane
müdürü yakalar” diyerek geçiştirdiğimiz bu olay aslında sansürü ne denli
kanıksadığımızı da gösterir.Düzenin korucuları olduğunu sanan kurşun askerler
artık her yerde karşımıza çıkıyor ve kolay kabul görüyor.
Afyon’da
bir vali içkiyi yasaklıyor, Fatih’te bir otobüs şoförü genç bir kızı
kıyafetinden dolayı otobüsten atıyor, filan da falan.
Biz otobüse pantolonla binen bir kızın vücut
hatlarına dikkat etmeyi akıl etmesek de belli ki birilerinin gözünden kaçmıyor bu! Belki de
yasaklarla donatılmış cinsel fantezileri kabarıyor bu kişilerin. Çağdaş
yaşamda son derece doğal olan bir kadın
bedeni, karanlık dünyalarda yasaklı bir seks objesine dönüşüyor, hem fantezileri
okşuyor, hem korkutuyor.
Aristophanes
özelinde, Antik Yunan Tiyatrosu’nda kadın ve cinselliğin irdelendiği bir
makalede, Atina’nın 2500 yıl once vazolarında yer alan, ve açık seçik olduğunu
benim de kabul ettiğim ama hiçbir biçimde dikkatimi çekmeyen bu vazo
figürlerine niye takılınsın yoksa?
Senin komşun
seks yaparken görüntülenip, bir vazo üstü
kahramanı mı oldu, neden korkuyorsun be adam?Senin magazincinin selülitli
bacaklar, denize giren kilolu starları filan
iğrenç biçimde teşhir ettiği
gazeteleri geri yollamak kimsenin aklına gelmiyor da, Mimesis’deki bir akademik
makalenin ucundaki bir vazo fotoğrafı mı rahatsız ediyor?
Senin
kütüphaneni kaç çocuk ziyaret ediyor, bu minik yavruların kaçı, üniversite
dengi Mimesis dergisini okuyor, kaçı bu derginin
sayfalarındaki resimlere takılıyor? Kaldı ki, hangi sapkın ergenin antik
çağdaki bir kabartmadan iştahı kabarır?Kendi coğrafyanın kadınlarına kürtaj,
sezaryen, çiftleşme baskısı yapman yetmedi de, yüzyıllar once farklı bir
coğrafyada yaşamış kadınlara mı geldi sıra?
Ha bu
arada National Geographic’teki kabilelerde de memeleri görünen Afrikalı
kadınlar var, elin değmişken, bu dergileri de çocukları koruma adına geri
gönderiver! Osmanlı minyatürlerinden hiiç söz etmeyelim.
Kültür
Bakanlığı, konuyla ilgili soruşturma başlatmış. Bu iğrenç derecedeki absurd
olayın faillerini belki de cezalandıracak. Ancak aynı Kültür Bakanlığı geçen
yıl heykellerin parçalanmasında suskundu, belki de çok yakında meydanlarda yaşanma
olasılığı olan kitap yakmalara da suskun
kalacak. Başbakan, tuhaf biçimde ve
herhalde tesadüfen Nazi döneminin propaganda bakanı Goebbels’in söylemine paralel bir jargonla,
sanatın burjuvasinin güdümünde olduğunu söyleyerek, tarihteki gibi kitap yakmalarının da önünü
açmış oldu kanımca.
Aristophanes
ile Nazilerin arasının hiç iyi olmadığını,
Lysistriata’nın 1942 yılında Yunanistan’I işgal eden Naziler tarafından
yasaklandığını biliyoruz. Bizimkiler ise
henüz oyun yasaklayacak kadar bilgili bile değiller! Oyun hakkında 10 yıl once kaleme alınan ve tüm dillere
çevrilen bir makaleyi okuyacak kadar ilgili olduklarını da sanmam. Bizimkiler
ancak oyun hakkında makalenin fotoğraflarına takılacak kadar yüzeyseller. İşin
acı yanı bunun kültürü yaygınlaştırma savıyla ortaya çıkan bir bakanlığa ait
bir kütüphanede yapılması. Kütüphaneler bilim ve irfan yuvası olması
gerekirken, fotoğraf bağnazlığının kurbanı olmuşlar.
Elazığlı Öğretmenlerle Yardımlaşma Derneği’nin
de bilimin nesnelliğini savunması beklenirken, kraldan çok kralcı olan
kütüphanecinin yanında olması çok acınılası!
Bu kadar
popüler olmak için 21. Yüzyıl Türkiyesi’ni bekleyen makalenin yazarı Sarah Stroup,
“Eğer Türkiye’deki insanlar bu olayın ülkenin geleceğine dair olumsuz etkileri
olacağından korkuyorlarsa, korkmalılardır” demiş.
Bense oh
olsun size diyorum! Döneminin en önemli komedi yazarı Aristophanes’in
Sokrates’in yargılanmasında büyük bir etkisi olmamış mıydı? Aristophanes, “Bulutlar
“oyununda uzun saçlılarla dalga geçerek, aydın düşmanlığını körüklememiş miydi?
Bakın 2500 yıl sonar da olsa sansür belası onu buldu.
Oysa
Sokrates mahkum edilmese, bizler gibi üşenmez, diyalektik yöntemlerle Elazığlı
kütüphane bekçisini ne kadar abuk birşey yaptığı konusunda ikna etmeye
çalışırdı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)