26 Ocak 2010 Salı

YAŞASIN ÖZGÜR KÜBA

VİVA CUBA LİBRE


Küba’ya tabi ki, Motosiklet Günlüğü filminde olduğu gibi bir motorsiklet sırtında gitmek isterdim ama hayatımda binmedim ki! Eee yolculuk sırasında bol bol puro tüttürmeyi hayal ederdim tabi ama hiç sigaraya dokunmuşluğum yok, ciğerlerim cızlardı. Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu La Cancanchara adlı barda sabah 09.50’de bize sunulan özel romlu kokteylin cazibesine kapılıp, gün boyu sarhoş dolaştım, ama bu da kırk yılın başında olur!
Küba’da insanı sarhoş eden o kadar güzellik var ki, ne roma, ne bir şehir efsanesine göre, bakire kızların sardığı puroya ihtiyaç var!
Hadi motorsiklete binmeden deneyeyim bari bu büyülü dünyanın günlüklerini sizlerle paylaşmayı!
Dünya görüşünüz ne olursa olsun, bağımsızlığını korumayı başarmış bir ulusun çocuklarıyla
sabahın dokuz ellisinde siz de dans etmez misiniz? Zengin müziği dinlemek için ziyaret ettiğimiz salsa barlarda, hayatımda gördüğüm en güzel renkli, en güzel vücutlu kızların kons halinde beklediklerine şahit olduğum zaman, onların bağımsızlıklarını hiç yitirmemeleri için bildiğim tüm duaları ettim!
Küba devrimi, Fidel’in ölmesiyle değil, bu kızların para babalarına pazarlanmasıyla sonlanacak.
Belki de kusursuz güzelliğini mavi renkli lensle bozan o Kübalı bebek , ona bir lensten dolayı niye bu kadar kızdığımı, bu yazıdaki platonik aşkı dillendirdiğim zaman anlar.
Yazının Türkçe olması önemli mi? Nazım Hikmet’in 108.doğumgününü kutladığımız, Nicolas Guillen Vakfında, Türkçe ve İspanyolca şiirler okuyan Genco Erkal ve Claudia Rojas. öyle bir uyum sağladı, Orhan Şallıel “Karlı Kayın Ormanı”nı salsa ritmleriyle öyle bir süsledi ki, sanatın iradesi karşısında, dillerin, dinlerin ve sınırların nasıl yok olabileceğine hepimiz
bir kez daha tanık olduk.
Benim Türkçe haykırışım, kolalı içecekleri ülkesinden uzak tutan, fast food zincirlerine hala kapalı olan, sokaklarında birtek reklamın bulunmadığı onurlu Küba’daki platonik aşkımın batıdan ithal lensleri çıkarmasıdır.
Sovyetler’in çökmesinin ardından ekonomik sıkıntılar yaşayan Küba,geçimini bereketli topraklarından sağlayamıyor sadece, turizmden elde ettiği gelir tabi ki yadsınamaz! Umarım gelirken para getiren turist, giderken memleketin huzurunu kaçırmaz. Turist otobüslerinin önüne biriken birkaç dilenci sırf turist tuzağı gibi geldi bana.
İngilizlerin Kaşımıza yaptıkları gibi, giderken yılan dişi kolyenin yanında, şurdan iki dönüm arazi kapatalım mantığıyla kaş yapiim derken göz çıkartma taktikleri Küba’da sökmez, çünkü hem yabancının mülk alması yasak, hem de Cienfuegos, Havana gibi kentler UNESCO tarafından korunmaya alınmış durumda!
Küba’da zaman 1959 yılında, devrim sabahında dondurulmuş gibi sanki. Kendini rantiyelere kaptırmamış binaların kimileri otel, lokanta gibi mekanların işletimine verilmiş, kimilerinde dışişleri yetkilileri, bilim adamları oturuyorlar. Nazım Hikmet Vakfı’nın, Nazım Heykeli’ni, Havana’ya dikmek için düzenlediği etkinliğe katılan ve daha önce SSCB’yi görmüş olanlar, bu ülkeye son yıllarda hakim olan “herkes özgürdür ama kimileri daha fazla özgürdür” görüşünün Küba’ya yansımadığı için gurur duyuyorlar!
Özgürlüğün ülkesinde bir hafta boyunca kolluk kuvvetlerine bile rastlamadık, hatta otobüs şoförümüz yanlışlıkla Fidel Castro’nun evinin bahçesine girdiğinde bile hepi topu bir iki askerle muhatap olduk. Küba’yı önceden görenler, sokaktaki devrimci sloganların da günbegün azaldığını fark ettiler. Devrim Meydanı’na şaibeli bir uçak kazasında ölen Cienfuegos’un heykelinin dikilmesi ise, cep telefonlarının serbest olduğu, televizyonların siyah beyazdan renkliye geçtiği, sınırlı da olsa internet bağlantısının bulunduğu ülkenin demokratikleşme yolundaki sağlam adımlarının bir göstergesi!
Heykel demişken, Che Guerva’nın anıt mezarında, Che’nin heykelinin kolunun kırık olarak resmedildiğini gördüm. Kendisini kıstıran CIA ajanının yüzüne tüküren, ölüm öncesinde işkence anında bile konuşturulmayan Che’nin kolu devrim yaptığı sırada kırıkmış! Kahramanlarının insani zaaflarına sahiplenen ülke, Che’nin heykelini kolu kırık olarak dikmekten yüksünmemiş. Oysa bazıları, kısa boylu liderlerinin heykeline üçbuçuk attırırlar.
Granma adlı gemiyle, Küba açıklarında devrim yapmayı bekleyen 82 kişiden sadece 12’si hayatta kalır. Bunlardan biri de astım hastası olan Che’dir.Devrim gerçekleştikten sonra sağlık bakanı olarak hizmet ettiği ülkesinde yaptığı köklü sağlık reformu sayesinde, artık Küba’da doğum sırasında ölüm, A.B.D’den de ileridedir: %0. Herkesin sağlık hizmetlerinden, eğitimden eşitçe yararlanma hakkı vardır. Okuma yazma oranı %98.7’dir.
Che’nin literatüre armağan ettiği, “Gerçekçi olalım, imkansızı isteyelim” düşüncesini tersten yorumlayan kapitalistlerin bankaları onlar daha çok istedikçe battı, ekonomik kriz kapılarını daha çok çaldı.
Tarihin en önemli diktatörlerinden Batista’yı devirerek, bağımsızlık istemek gerçekçiydi ama imkansız değildi! Batista giderayak, din bezirganlığı yapıp, tam devrimden bir hafta önce, kentin ortasına kocaman bir İsa heykeli dikerek, kitleleri peşinden sürükleyeceğini sanmış ama bütün diktatörler gibi yanılmıştı.
Dedemin zamanından kalma Chevrolet’ler ile meydanları gezerken, Amerika’nın Washington’daki Capitol binasının aynını Havana’ya dikecek kadar hırsla sahiplenmek istediği Küba’nın gerçekçi olup, imkansızı başardığı için çok mutluyum.
Küba halkı da mutlu olmasa, Arnavut kaldırımlı sokakların her köşesinden bir salsa grubu fırlamaz, bu şarkılar böyle coskuyla söylenmezdi. Ya da şarkıların içine abuk sabuk Amerikanvari pop ritmleri musallat olur, bizim seyahatin ritminin içine edilmiş olurdu.
Mavi lensli güzel kız, Havana’ya bir daha geldiğimde, gözlerinin doğal renginde, kömür renginde olmasını istiyorum. Gözlerinden ateş fırlasın, vücudun hep özgür kalsın. Bu yazımı okuyup beni facebook’tan ekler ya da twitter’dan takip edersen, sakın ha bana alışveriş merkezinin açıldığı bir Havana’da randevu vermeyesin! Gerçekçi ol, imkansızı başar.

Bu yazı 26 Ocak 2010 tarihinde Milliyet Cadde'de yayınlanmıştır.