4 Kasım 2007 Pazar

PERİHAN ORAY'I NEDEN KISKANIYOR

Hayrünissa Gül'e hayran olduğu için 29 Ekim resepsiyonuna katılan Perihan Mağden, Çankaya'nın tuvaletine kustuğunu iddia eden Oray Eğin'e tazminat davası açacağını ve kazandığı tazminatı sokak köpeklerine bağışlayacağını yazmış.

"Nedim Saban'a ne bundan?" diye soranlar olabilir.

Zamanında parklarda sokak köpekleri beslemiş biri olarak, 5 yıllık hayat arkadaşım Çiço adlı cocker spaniel'in Maçka semtine girmesi ve boyuna posuna bakmadan sokak köpeklerine dayılanması nedeniyle, eski dostlarımla ilişkimi askıya almak zorunda kaldım. Çiço'yu mümkün olduğunca sokak köpekleriyle buluşturmuyoruz. Oysa eski dostlarım benden ilgi, sadakat ve yemek bekliyorlar. Şimdi ben onları ihmal ederken, Perihan Mağden'in elinden yemek yerlerse, kızarım doğrusu. Benim sevgili sokak köpeklerimi, Perihan'ın eline bırakamam. Benim sokak köpeklerim Perihan'ın elinden yemek yerlerse, onların artık sokak köpeği olma özellikleri biter. Tehlikenin peşinden gidemezler artık çünkü bir yazarın merhametine endekslidirler. Yemek için dövüşemezler çünkü onların yemeği önlerine düzenli bir biçimde getirelecektir. Ne özelliği kalır benim sokak köpeklerimin?
Düzenli beslenen köpekler, düzene köpeklik edince, sokakta olmanın ruhunu yitirirler.
Onlar artık medyanın köpekleri olur, sokak köpeği olarak auraları biter.
Yemek bulma, av peşinde koşma maceralarını unuttuktan sonra, Perihan Mağden'in elinden yemek yeme ritüelleri bir kokteyle dönüşür. Hırs biledikleri ciğercinin kedileriyle selamlaşma mecburiyetleri doğmuştur artık. Mideleri bozulursa park bekçilerinin kulübelerinden uzak bir yere çıkartmak zorundadırlar, rahat rahat işeyemezler, çevreye duyarlı olmak zorundadırlar. Sokağın gizemini kaybetmeye, rahat rahat geğirememeye, gaz çıkartamamaya, kusmuk üretememeye başlarlar. Benim cockerımla arkadaş olmak fikri bile onları bozarken, zaman zaman Çiço'yla selamlaşmak zorunda kalırlar.

Sokağın diliyle havlayamamak, sokağın özgün ve özgür davranışlarını uygulayamamak onları üzer. Farklı olmaya çalışırlar, ama artık vücutsal fonksiyonlarını yerine getirirken n bile liberal bir köşe yazarına bağımlılık halleri vardır. Gel gör ki, sokak köpeği olmaktan o kadar uzaklaşınca, onların gezdiği yerlere artık sokak diyenlerin de sayısı azalır. O köpek, kendini değiştirirken, sokağı da değiştirmiş, sokakta takılsa bile takıldığı yerlerin adı artık en yakınlarındaki mağazanın, markanın adıyla anılır olmuştur.Maçka'nın sokak köpeği değildirler çünkü Maçka'da sokak bırakmamışlardır. Sokak köpeği olamamak, önünde durduğu vitrinin köpeği olmak ne acı birşey! Veterinerler girer devreye, eski hayatını yaşayan köpeciklere bir yuva bulurlar. Ama o yuvaya da sığamaz köpoğlu! Onun tasmalanmamış ruhu eski taşkınlıkları özletir kendisine. O ise, eskisi gibi taşkınlık yapmak yerine, taşkınlıklarının hesabını vermekle meşguldur.
Farklı değildir artık, köpektir işte!

Ve işte Perihan Mağden'in tazminatını sokak köpeklerine bağışlamasının tek nedeni halen sokakta olabilen Oray Eğin'i apaçık biçimde kıskanmasıdır.

Çankayaya kusamamıştır,iki kadehten fazla içememiştir, gazetesinin kendisine tahsis ettiği arabaya ünlü bir tarihçiyi davet etmek zorunda kalmıştır. Oysa Oray Eğin sokaktadır. Oray Eğin, kah yarışma programı sunar, kah Amerika gezisinde serserilik yapar, kah bir barda sarhoş olur, kah kibirli bir biçimde dolaşarak insanları sinir edebilmenin keyfini yaşar.

Oray sokakta, Perihan Çankayadadır. Hayrünissa Hanım'a Çankaya'nın dekorasyonunun kötü olduğunu söyler ama bu dekorasyon beni kusturdu diyemez. Hayrünissa Hanım'ın o gece uykusunu kaçırmıştır ama mevzu evin yeşile mi, neftiye mi boyanmasıyla ilgilidir. Oray da muhtemelen birinin keyfini kaçırmıştır o gece. Ama keyfi kaçan kişi evinin tavanıyla değil, muhtemelen bir ara sokağın çukuruyla uğraşıyordur.

Bu iki yazar da, patronlarının parasıyla, ilginç olma deneyleri yapma lüksüne sahiptirler. Ama birisi, "ben çok güzel bir kadınım aslında" ya kadar uzanan magazinsel bir ilgiye muhtaçtır. Diğeri ise sokaktadır ama şemsiyesi Serdar Turgut tarafından tutulduğu için sokakta ıslanma özgürlüğüne sahip değildir.

Okurlarının kendisine sigara kadar bağımlı olduğunu ve sigarayı bırakmak ister gibi kendisinden kurtulmak istediğini beyan eden Perihan Mağden, eski müşterileri dükkandan kaçırmamak için dükkana habire alçıpan yapar.

Rahat gegiğemeyen, bir kusmuğun özgürleştirici etkisini yaşamayan şahıs tüm fonksiyonlarını yeni yuvasına borçludur, ama tekrar çıkmak istediği sokağın kapıları artık kilitlenmiştir. İçeride kalmıştır yazar! Çıkış yolu yoktur. Davetlere icabet eder, ama kusamaz, gegiğeremez.

Keşke kusabilseydi! Keşke kusabilen gazeteci olarak yıllar önce Reha Muhtar bize nasıl Atina'dan bildiriyorsa, o da halen sokaktan bildirebilseydi. Keşke Çankaya'nın dekorasyonu bu kadar meşgul etmeseydi onu da ,bir sokağa, herhangi bir sokağa çıkabilseydi, ilk günlerindeki tapılan kadını bir sokak lambasının altında bulabilseydi.

"Keşke, senin hakkında çok şey biliyorum" tehdidinin altında, "bildiklerimi de büyüklerime gammazlıyorum" sevinci yatmasaydı. Ve keşke Oray Eğin'den kazandığı tazminatı sokak köpeklerine dağıtma tehdidiyle, benim sokaklarımı kirletmeseydi.
Oray Eğin'in küpesini borç alıp, Oray'ın üzerinden düşen lekeli bir sweat shirt'le dolaşabilseydi sokakta!

Biz de sokaktan yazan birine,aklını saraylar için değil sokaklar için harcayan bir kadın yazara saygı duyabilseydik! Sevgi şart değil, çünkü onu Oray'a da duymuyoruz!

8 Eylül 2007 Cumartesi

MUTSUZ PAVAROTTİ

Ünlü tenor Pavarotti, ölümle boğuşurken yaşadığı mutsuzluğu bir tatlı huzura dönüştürdü.
Dünyaysa onun için ağlıyor!

Ama o, herhalde mutlu…

Şarkı söyleyemediği anlarda yaşadığı umutsuzluk, Şili konserinde yaşadığı gibi konseri byarıda bırakmak, onun gibi bir sanatçı için, ölümden bile ürkünçtü kuşkusuz.

Edith Piaf’ın, içki ve uyuşturucu bağımlılığına rağmen vermekte direttiği Olimpia konserinde, seyircinin karşısında yıklıdığı an, “Kaldırım Serçesi” adlı filmin en unutulmaz karelerinden biri değil miydi?

Pavarotti’nin en mutsuz olduğu 3 anı şöyle bir düşünürken,üçüncü mutsuz anı bulmam için Hürriyet Roma muhabiri Reha Erus imdadıma yetişti.
1)Konseri tamamlayamama
2) Konserden sonra makarna yiyememe,
3) Ankara Operasında geçirdiği zamanlar!

Pavarotti, Cüneyt Gökçer tarafından yönetilen Ankara Operasından “sesi gevrek ve şişman bulunduğu” için kovulmuşmuş!
Belki kovulmasaydı, 7 yıl öncesine kadar (yasa sanatçıların 65’inde emekli edilmesi şartı koşar çünkü) Ankara Operası’nın mutlu tenorlarından biri olarak kalırdı.
Cüneyt Gökçer’le arası iyi olduğu için, operada yöneticilik bile yapma fırsatı bulurdu belki ama dünyanın arkasından ağladığı bir opera sanatçısı olamazdı!

Usta tiyatrocu Macide Tanır’dan da, Cüneyt Hocayla arası iyi olmadığı için, Ankara’nın ücra semtindeki bir tiyatroya sürgüne gönderiliş öyküsünü dinlemiştim. Hatta prova başlamadan bir gün önce tiyatroyu ziyaret ettiğinde, bir hademenin hummalı çalışmasını görmüş Macide Tanır.
“ Ne oluyor” diye sorduğunda, kendisini tanımayan hademenin,
“ Macide diye titiz bir oyuncu geliyormuş, ona hazırlık yapıyoruz” dediğini anlatmıştı gülerek.

Büyük sanatçılar, sürgünde de olsalar ışık saçıyorlar! Hiçbir sürgünün gücü, onların ışıklarından daha baskın olamıyor.
Pavarotti’yi Ankara’dan sürgün eden felsefe, aslında memleketine kötülük yaparken, dünyaya bilmeden iyilik yapıyor! Küçük insanlarla mücadeleyi kaybedenler, büyük insanlık için çalışıyorlar, büyük insanlığa yardım ediyorlar.

Kimse, Kenan Evren’in elini öpen Şehir Tiyatrosu sanatçılarını hatırlamıyor ama o dönemin 1402’likleri sahneye koydukları başarılı oyunlarla halen alkışlanıyorlar.

Ödenekli kurumlara hakim olan, “yönetimin adamı” olmayı becerememiş Pavarotti. Yönetimin adamı olamadığı için adam mı olamamış peki? Tarih onu Türkiye’den sürenlerin
hatalarını tuvalet kağıdıyla temizliyor.


Mehmet Yılmaz, Hürriyet Gazetesinde 8 Eylül 2007 tarihinde yayınlanan yazısında Pavarotti’nin asıl günahının, iddia edilen gevrek sesi ve şişmanlığı değil, dönemin cumhurbaşkanı karşısında ezilip büzülmemesi olduğunu anlatıyor. Kendisini ayağına çağıran Cumhurbaşkanı’nı rededen büyük sanatçı, ömür boyu varolmayı becermiş.

Eğer büyük tenor Cevdet Sunay’ın karşısında gocunmadan dikilseydi, bir gün Turgut Özal’a Arım Balım Peteğim’i söylemek zorunda da kalırdı kuşkusuz. Belki de iktidarı ele geçirenler darbelerin gür sesi olarak Hasan Mutlucan’ı değil, kendisini kullanırlardı.

“Cadı Kazanı” piyesi belli ki sadece Amerika’da değil, Türkiye’de de oynanmış. İktidarlara muhbirlik, muhabirlik, yeni deyişle de yalakalık yapanlar Ankara’da el üstünde tutulurken,
sanatçı kimliklerini, onurlarını çiğnetmeyenler, sürgüne gönderilmiş. A.B.D, Mccarthy döneminde muhbirlik yapan Elia Kazan’a hiçbir zaman sanatçı payesini eskisi gibi iade etmedi (Kazan bunu anılarında itiraf ediyor) ama rejim karşısında rejim yapmayanlar Türkiye’de birtakım yerlere getirildiler besbelli.

İktidar ilişkilerinde sürekli viraj değiştiren gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, Pavarotti’yi örnek almalılar ara sıra! “Bir devlet adamının ayağına gitmeyi rededen” ve sesinin gevrek, kilosunun fazla olduğu gerekçesiyle rejim karşısında rejim yapmayan kişiyi Türkiye’den sürenler, onu dünyaya kazandırdılar. Yılmaz Güney nasıl yuvadan uçarak dünya sinemasındaki yerini kaybetmediyse, Nazım Hikmet nasıl dünya çapında bir şair olabildiyse,
Lucianno Pavarotti de, yetersiz bulunduğu ülkeden, ayak oyunlarıyla sürgün edildi ama belli ki kimse onun gür sesini kısamadı !

O gün salt Cüneyt Gökçer’e yakınlıkları nedeniyle sesi gevrek, göbeği büyük bulunmayanlar, belki Ankara Operasında hüsrana uğramadılar ama hayatta Pavarotti kadar başaramadılar besbelli.

İktidarlar gelir geçer! Tarih iktidarla birlikte gelip geçenlerin onurunu tuvalet kağıdıyla silmeye çalışırken, iktidara geçirmeyi başaranların ölümsüz aryalarını sonsuzluğa kaydedecektir. Bugün kralın soytarısı olanlara yarın hepimiz ağlayacağız. Bugün sesi kesilenleri ise, büyük tenorlar olarak hatırlayacağız.

( BU YAZI EMİN ÇÖLAŞAN’A ADANMIŞTIR)

12 Ağustos 2007 Pazar

BAYKAL, TUĞBA ÖZAY'I ZİYARET EDECEK Mİ?

Tuğba'yı az tanırım. Ama hırslı, azimlidir. "Mankenler oyuncu olabilir mi" tartışmasını Savaş Ay'a bırakırsak, oyunculuğa düşkün bir mankendir Tuğba.
" Mankenler oyuncu olabilir mi yerine mankenler politikacı olabilir mi" sorusunu soracak olursak ise, politikada toplumun her kesiminden temsilci olması gerektiğinden yola çıkarak, Tuğba'nın da politikaya girmesini saygıyla karşılamak gerekiyor.
Evinde oturabilirdi, jeepiyle gezebilirdi, balığa çıkabilirdi. (Balık yemeğe gitmek anlamında)
Zoru seçti! CHP'nin vitrini olacaktı belki ama kendisini cezaevinde buldu. Bu güzel kadının yüzündeki yorgun çizgiler ise adeta partisinin seçim hüsranının bir dışavurumu!
Medyamızda "meleğin düşüşü" türü bir kampanyayla anlatılıyor onun cezaevi günleri!
Paris Hilton'a benzetiliyor ama Tuğba'nın hali ve ruh durumu ne Paris'te, ne Hilton'da besbelli!
Güzel bir kadının çöküşü, medya için zengin bir malzeme.
" Koğuş arkadaşları kim?" " Ne yedi, ne içti?" "Neler yiyemedi", "Kıyafetlerini niçin değiştiremedi", "Nerede yıkandı?" gibi soruların cevabını buluyoruz gazetede.
Tuğba, sevgilisinden ayrılmak için mahallenin ağır ağabeyilerinden, "bacıları" olarak yardım isteyen sıradan bir kız olsa, kadın/erkek kavgaları ve "bacımızı rahat bırakın" muhabbetleri Akmerkez'de değil, Armutlu'nun arka sokaklarında yaşansa,
konu belki babacan bir komiserin uzlaştırma çabalarıyla mahalle karakolunda biterdi.
Bıyıklı bir türkücü olsa, belki ifade verip, serbest bırakılırdı.
Oysa, o kadın olmanın, güzel olmanın ve şöhretli olmanın bedelini de ödüyor aynı zamanda!
Umarım aklanır ve çabuk çıkar dışarıya.
Ama Allah korusun bu iş uzarsa , Deniz Baykal'ın yapması gereken şey, DTP'lilerin aynen Sebahat Tuncel uygulamaları gibi, ilk seçimde Tuğba'yı ön sıralardan aday göstererek, kurtarmaktır.
Bu aynı zamanda parti vitrinin temizlenmesi anlamına da gelir. Zaten benim tanıdığım
Baykal, eğer birini desteklerse, o kişi kendisiyle ters düşmedikçe, yardımını esirgemez. O kişiyi partide en yüksek yerlere taşır.
Şimdi ilk aklıma gelen soru: Acaba Deniz Baykal, Paşakapısı'nı ziyaret edecek mi?
Onu seçimde yalnız bırakmayan Tuğba'yı, bu zor günlerinde yalnız bırakmayacaktır herhalde.
Tuğba Özay ve Şebnem Schaffer kişilikleri ve güzellikleriyle, politikanın gözünün gönlünün açılmasını simgeliyorlar.
Seçim gecesi Mehmet Ali Birand bile Şebnem Schaffer'a uzun uzun zaman ayırıyor.
O da haklı! Cem Uzan ortada yok, Baykal evinde hapis, kiminle konuşsun?
Bu güzel kızları sadece vitrin malzemesi olarak görmek,onlardan iyi zamanlarında yararlanmak, ratinglerinden medet ummak ama zor zamanlarda kendilerine sahip çıkmamak, ne ağabeyiliğe sığar, ne liderliğe!

YILMAZ ÖZDİL BÜYÜK YAZAR MI Kİ?

YILMAZ ÖZDİL BÜYÜK YAZAR MI Kİ?


Yılmaz Özdil, 12 Ağustos Pazar günü okurlarına Hürriyet’ten merhaba dedi.
Özdil’in müjdesini, sırf medya sitelerinden değil, günlerce “Büyük gazete, büyük yazar” sloganıyla Hürriyet’in baş sayfalarından almıştık.
Yılmaz Özdil ise büyük yazar tanımına hemen kendi üslubunda tepki göstermiş.
İlk yazısını BÜYÜK HARFLE yazarak, adeta kendisiyle ve ona büyük yazar payesi verenlerle dalga geçmiş.
Özdil’in sıkı bir hayranı olduğum için, kendisi hakkındaki büyük yazar tanımını, o nasıl redediyorsa, ben de redediyorum!

Erol Evgin’in şarkısı “Hep böyle kal”ı, “ hep böyle küçük kal” diye seslendiresim geliyor.

Büyük yazar, teorik olarak doğruları yazan yazar, inandığını yazan yazar, büyük harfle yazan yazar, herkese yaranmak için küçük harf ve parantez içi kullanmayan yazar olmalıdır.

Ama pratikte, büyük yazarı, koruması, şoförü, sekreteri, evi, arsası, hanı, hamamı olan yazar olarak yutarız. Büyük yazar plazadan çıkmayan ya da çıktığı zaman Nişantaşı cafelerinde piyasa yapan yazar değildir kuşkusuz. ( Meyhane ya da sahaflarda gezenler ise orta boylu yazarlardır)

Büyük yazar, benim, senin için büyük kalmalı. Gerekirse patronun gözünde küçülmeyi göze alabilmeli! Patronunun ilişkilerini kovalayamadığı zaman kovalanan yazarlar, büyük kalabilmek için küçük oyunlar oynayabilirler. Büyük yazar, Türkiye üzerinde oynanan bir oyunun büyük seyircisi olmaktansa, gerektiğinde köşesine çekilerek sade vatandaş ama büyük insan kalabilmeyi göze alabilmelidir.

O zaman mahalle bakkalı ya da daha modern bir deyişle marketteki kasiyer, minibüs şoförü ya da daha modern bir deyişle deniz otobüsü kaptanı, “Ağabey ne oldu sana? Eskiden, ne kadar büyük bir yazarımızdın! Severek okuyorduk ağabeycim!” geyiği yapacaktır. Yazarımız buna hazırlıklı olmalıdır.

Senden ricam, fazla büyüme Yılmaz Özdil!

22 Temmuz günü Sabah Gazetesi’nde veda eden Özdil, Hürriyet’te “çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” diyerek başlamış işe. Çevreye rahatsızlık genellikle inşaat aşamasında verilir, oysa artık ortada inşaat yok! Hükümet kuruldu, kurulacak. Cumhurbaşkanı seçildi, seçilecek. Kaldı ki,memlekette inşaat yapılacak yer de kalmamış. Bankalar yabancıya satılmış, Atatürk Kültür Merkezi bile Atatürk Alışveriş Merkezi olmaya hazırlanmış, medya devletleştirilmiş, suları kesik tek ülke olarak Avrupa Birliği’ne girmemiz için tüm musluklar açılmış!


Hürriyet’in tam bu zamanda muhalif rolüne soyunması ise epey manidar.

Ya başbakan, kendisine ne kadar çok muhalefet yapılsa da, partisinin oylarının katlanarak arttığını anladığı için artık rahat, ya 22 Temmuz gecesi sözünü verdiği uyum yasaları içinde,
medyanın muhalefetine göz yumuyor ya da nasılsa beş yıl süren muhalefet olmaz, yazarlar o zamana kadar yavaş yavaş büyür diye düşünüyor.

Yılmaz Özdil’in Hürriyet’e geçmesiyle, gazetenin yüzü biraz daha gülecek.

Sabah ise, Nazlı Ilıcak’ın katılımıyla zenginleşti ama Özdil’i kaybederek kan kaybetti.
Şimdi Hürriyet Grubu’nun yapması gereken, iktidarla barışık bir yazarını, mesela Perihan Mağden’i Sabah Grubuna önermesidir. Sabah, Eşber Yağmurdereli’yi sevdiğini ve artık eski kimliğini taşımadığını söyleyen Ahmet Hakan’a sıcak bakmayabilir. Ama Abdullah Gül’e hayran olan Perihan Mağden, o gruba renk katar.

İşin acı yanı, yazarların “AKP sevenler” ve sevmeyenler olarak kamplaşması!
Emin Çölaşan’ın seçimde kaybettiğini açıklamasından sonra, bazı yazarlara seçim totosunu tutturamadıkları için adeta psikolojik baskı yapılıyor. Kimi büyük yazarlar çark ederek, “ben aslında demiştim” e getiriyor işi. Kimileri ise, yitik bir insan psikolojisi içinde.

Türkiye kazanmışsa, yeni hükümetin başarılı icraatleri örnek olacaksa, sırf kamplaştıkları veya kamplaştırıldıkları için AKP’ye düşmanlık yapan ya da sırf Ak Parti’yi sevdikleri için onların hatalarını görmezden gelen büyük yazarları okumak istemiyorum.

Parti tutma devri geçmiştir. Türkiye’nin çıkarlarını koruyan küçük yazarlara ihtiyacımız vardır.

10 Ağustos 2007 Cuma

NESRİN ÜNAL'IN TÜRBAN SİTEMİ

Eski MHP milletvekili Nesrin Ünal, meclise girmek için başını açtığında kendisine yöneltilen eleştirilerin, AKP'li Gülşen Orhan'a yöneltilmediği konusunda muhafazakar medyaya sitemde bulunmuş!Sitem sözcüğünün Nesrin Ünal'ın duygularını yansıtmakta çok hafif kaldığını biliyorum ama özellikle kullandım.Başkaldırı, meydan okuma değil bu!
Temsil etme/ edilme hakkını yitiren bir vatandaşın haklı sitemi!
Ünal yazdığı mektupta,
" Gülşen Orhan'a gösterdiğiniz anlayışı olumlu buluyorum çünkü Anadolu kadınının siyasette de önü açılmalı. Keşke aynı anlayışı 1999'da bana da gösterseydiniz de, siyasete bu dönem de devam edebilseydim" demiş.
Türbanın vicdan özgürlüğü mü, bir simge mi, bir varoluş biçimi mi, cumhuriyete karşı bir başkaldırı mı olduğunu tartışma konusunda yetkin değilim. Bu derin tartışmada elimizde somut veriler olmadığı gibi, bir kadının niçin türban taktığı konusunda yine en net cevabı kendisinin verebileceği inancındayım!
Ayrıca türban takan bir kadının sadece kendisi hakkında konuşabileceğine inanıyorum.
Onun duygu ve düşünceleri, inançları kendisine aittir ve ne tüm başı açık kadınları, ne de diğer türbanlıları bağlar.
Türbanlı bir kız üniversiteye girerse,bilimin, sanatın nimetlerinden yararlanırsa, kuşkusuz aydınlanır. Bu aydınlanmanın ışığında,
türban takıp takmama konusunda ağabeyisinin, babasının, eşinin, köyünün, cemaatinin değil, kendi vicdanın muhasebesini yapabilmek için daha cesur, daha bilgili, daha donanımlı olur! Duyguları ve düşüncelerinin eğitilmesiyle, kendisi hakkında daha gerçekçi kararlar verir ve türbanını çıkartıp, çıkartmama konusunda toplumun baskısıyla değil, bilimin aydınlatıcı ışığıyla hareket eder!
Kaldı ki, üniversitenin ya da TBMM'nin kuralları ışığında hareket ederek başını açması, onun inançlarından vazgeçmesi değil, haklarını savunabilmek için gerekli
kuralları uygulamasından başka birşey değildir!
Deri ceketli, küpeli delikanlı, bir bankanın yönetim kuruluna seçildiğinde nasıl küpesini çıkartıp, kurallara uyuyor ama Rock'çı felsefeyi terk etmiyorsa, bir mekanın kurallarına uyan kadının da, türbanını çıkarttığı zaman inançlarından vazgeçmeyeceği apaçık ortadadır.
Bana göre Nesrin Ünal'ın sitemindeki en önemli cümle ise: "Kadının erişebileceği en üst makam Başbakan eşliği olmamalı"
Başı açık ya da kapalı da olsa, kadını erkeğin gölgesinde tanımlayan anlayış terk edilmelidir.
Tabi bunun tersi de var!
Abdullah Gül'ü, politik kimliği, dışişleri bakanı olarak kifayetli olup olmadığı yerine, sadece eşinin türbanı yüzünden yargılayan anlayışla da, bu kez bir erkeği, karısının yaşam biçimine prangalıyoruz.
Tartışılması gereken konu, Gül'ün vizyonu, misyonu, bulunduğu ya da bulunmak istediğe yere yakışıp yakışmayacağıdır. Eşinin türbanı değil!

canlı yayında kendini yaktı

TV 8'de yayınlanan "Açelya'nın Mutfağı" adlı programda, şarkıcı Yakamoz'un kendisini yaktığı haberini okuyunca, başlığı çekici kılmak isteyen bir gazetecinin oyununa geldiğimi sandım. Haberi yazan Demirhan Hararlı'yı yıllardır tanırım, böyle birşey yapmaz diye düşünüyordum bir yandan!
Bir yandan da haberin devamında,
"Yakamoz, yemek yaparken üzerine kızgın yağ döküldü" ya da "Ekmek kadayıfını kızartırken tavadan uf oldu" diye birşeyler görmeyi bekliyordum.
Oysa, haberi dikkatle okuyunca, Yakamoz'un sevdiği kişi uğruna üzerine kolonya döktüğünü ve çakmağı çaktığını anladım.
Canlı yayını kesmişler, Yakamoz apar topar hastaneye kaldırılmış.
" Açelya'nın Mutfağı"ndan yanık kokusu gelince, kapıdaki güvenlikler "yanlış uygulama" olduğunu sanmışlardır mutlaka.
Yemek programları her ne kadar evdeki hanımın akşam pişireceğini düşünmemesi için yapılır gibi görünse de, yemeklerden en çok nasibini alanlar kapıdaki güvenlikler, kameramanlar filandır!
Hatta cimri televizyon patronları, nasılsa yemek programımız var diye, çocuklara çalışanlarının yemek ücretlerini de kesebilirler.
Bu yıl katıldığım bir yemek programı sonrasında beni eve bırakan kanal şoförünün feryadını unutamam."Ağabey Aydın konuklara yemek yaptırmaya başladığından beri,
bir kötü yemekler çıkıyor ki, sorma!"
Yakamoz'un kendisini yakmasını da ciddiye almamışlardır ekiptekiler.
" Açelya yine beceremedi, yaktı!" demişlerdir içlerinden.
Yakamoz'u tanımamayı cehaletime verin ama ya bizi canlı yayında şarkı söylerek yaksaydı?
Ya pekçok gündemde kalmak isteyen sanatçı gibi canlı yayında eşini, dostunu yaksaydı?
Ya programa katılan diğer konuklara saygısızlık ederek, onları yaksaydı?
Ya canlı yayında "prangalarımdan kurtulmak istiyorum" diye slogan atarak, sunucuyu yaksaydı?
Ya Güner Ümit gibi bir pot kırarak, kendisini hepten yaksaydı?
Yakamoz kardeşim, adil davranmış,çakmağı çıkartarak yakmış kendisini.
Neron'un hakkını Neron'a teslim etmeli!
Daha kötü yanmadığımıza dua edelim.

5 Ağustos 2007 Pazar

ahmet türk

Doğduğu zaman karşılarında gördükleri bebeklerin hiç büyümeyeceğini sanan anne/babalar kızlarına Pıtırcık adını koyarlar mesela. Hiç düşünmezler mi, o Pıtırcığın bir gün 85 yaşına geleceğini ve artık pıtrayamayacağını?

-"Bu bebek dindar görünüyor,adını Ramazan koyalım."
Ve 30 yıl sonra Ramazan, Ramazan ayında Çiçek Pasajında yakalanır!
Önce babası tükürür yüzüne.
" Ebeni....bile aldattın Ramazan. Ben şimdi insanların arasına nasıl çıkacağım?"

-"Cumhur olsun adı"!
O Cumhur yıllar sonra büyür, Türkiye'yi AİHM'ye şikayet eder, ardından ülkeyi yönetmeye talip olur. Kendisinin adından şüphe edenler, sokağa filan dökülürler.

Bazı anne babalar gelecek konusunda öngörülüdür.
" Döndü" koyalım adını, nasılsa ileride döner!
Hem gazeteci filan olursa, insanlar kimliğini yadırgamazlar."

Atılgan bir köşede otururken, Mucize adına yaraşan bir kimlik edinmek için estetik cerrahların kapısında yatar, kalkar. Kader, altılı ganyan, şans oyunlarından vakit bulup, kafayı kaldıramaz. İlhami'yi görenlerin, birşey üretecekleri varsa da,
ebediyen vazgeçtikleri durumlar yaşanır.

"Mehmet" ise ülkesi için her an kendisini feda etmeye hazırdır. Genç yaşında, arkasında gözü yaşlı bir sevgili, terli bir atlet bırakmıştır!


" Eylem", CHP listelerinde niçin yer alamadığını düşünedursun, "Öcal" pasifist olduğunu anlatmak için ne kadar dil dökse de, kimselere yaranamaz. Sonunda çareyi ona bu adı verenlerden öç almakta bulur.

Peki Ahmet Türk'ün adıyla barışık olduğunu söylemek mümkün mü?
Bildiği yabancı diller arasında Türkçeyi sayan Ahmet Türk de mutlaka kendisiyle yabancılaşmıştır! Acilen bir 85'lik Pıtırcık bulup, kendisiyle dertleşmek ister ama
hangi dilde dertleşeceğine karar veremez bir türlü!

ezber bozmak

04 Ağustos'ta mecliste yapılan yemin töreninde, Deniz Baykal dahil, pekçok milletvekili edecekleri yemini kağıttan okumuşlar. Oysa Deniz Bey gibi yıllanmış bir politikacının metni ezbere bilmesi, bugüne kadar öğrenmiş olması gerekiyordu bence!

AKP Adıyaman Vekili Şevket Gürsoy ise ezberlediği metni unutmuş, defalarca tekrar etmiş.

Baskın Hoca'nın kulakları çınlasın...Ezber bozma işini bile AKP'lilere bıraktı!

şişmanlık ve oyunculuk

Ozan Orhon, bugün Ayşe Arman'la şişmanlık üzerine konuşmuş.
Tüm şişmanların mutsuz olduğunu söylemiş!
Ben de niye mutsuzum diye düşünüyordum? Nedeni belli halbukki.
Meğer "Şişman şarkıcı" sevilmezmiş. Ozan Orhon, kiloluyken Osman Yağmurdereli'nin bir dizisinde oynamak istemiş.
Osman Ağabey, ne dese beğenirsiniz?
a) Ayla Algan'dan oyunculuk dersleri al,
b) Sesli çekim yapabilecek misin? Yoksa sana bir ses mi bulalım?
c) En beğendiğin oyuncu kim?
d) Hiçbiri.

Yanıt, tabi ki D.
Osman Yağmurdereli: "Git önce 20 kilo ver" demiş.

Osman Yağmurdereli böyle söyleyemez, bu durumda Yağmurdereli'yi de biri seslendirmiştir diye geçirdim kafamdan.
O numara bir manken oyunculuğa böyle bakabilir ama O Osman Yağmurdereli ki, şöhretin basamaklarını tombul bir polis rolüyle tırmanmış,sevimliliğiyle hafızalarda yer etmiş. "20 kilo verdikten sonra oyna" sözünü o söylemiş olamaz. Olsa olsa onu zayıfın biri seslendirmiştir!

Herkes 20 kilo verirse, dünyadaki şişman adamların ve kadınları kim oynayacak peki? O konuda da mı Deniz Akkaya'nın becerisine başvuracağız?

Ayrıca, Ozan'ın kelepçesi, akıllı bişey galiba. Yağlar eridikçe, oyunculuk yeteneklerini geliştiren bir kelepçe!

Kuşhan'ın Polonezköy'deki kampına şişman giriliyor. Oradan oyuncu olarak çıkılıyor.
Dünyadaki tüm konservatuarlarda ilk derste bir kibrit kutusu beyaz peynirin kaç kalori olduğu öğretiliyor.

Marlon Brando oyunculuğu bırakmış, milletvekili olmuş. John Goodman seti terkederek,
önce midesini bağlatıyor!

Dünyanın en titiz aktörlerinden Şener Şen, kendisini bırakmış, sadece beslenmesine dikkat ediyor. O gece o kebabı yemeseydim, "Eşkiya"nın son sahnesi, mükemmel olacaktı. Hep yağlı kebaplar yüzünden oldu..."

Yaz diyetiyle 5 kilo veren ev hanımların her biri oyuncu olmuşlar. Ama kışın daha yağlı bir beslenme düzenine geçip, tekrar kilo aldıkları için, diziler 13 bölümü bile tamamlayamadan, iptal.

Rating ölçen AGB'nin kapısında kocaman bir tartı! "Dün Yaprak Dökümü'nün Avrupa Yakası'nı geçememesinin tek nedeni Güven Hokna'nın kiloları. Ve Halil Ergün'ün geçen haftadan daha fazla tuzlu fıstık yemesi yüzünden oluşan 300 gramlık fark!

Artık hosteslere bile kilo almak serbest amma 20 kilo vermeyenlere ne şarkı söylemek, ne oyun oynamak serbest!

Oynayacaklarsa çelik çomak oynasınlar, söyleyeceklerse duşta mırıldasınlar! Tabi suların kesilmediğini varsayarak...Sular da akmazsa, memlekette şarkıcı kalmayacak!

( Aaaa ben bunları yazarken beş paket diyet bisküvi götürmüşüm de, haberim yok!)

sağım solum belli olmaz

Dün mecliste yeni milletvekillerimiz büyük bir uyum içinde yemin ettiler.
Karpuz mevsimindeyiz. Manavdan aldığımız kimi karpuzların dışı pek hoş, içi kabak olabiliyor. Ama şimdi karpuzla vekil kel alaka!
Mecliste aman ne uyum, ne uyum.
DTP'liler Türkeş'i alkışlıyor. Bahçeli ile Türk, büyük bir olgunlukla el sıkışıyor!
Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal'a şakşak....
Birbirini görmeyenler var. Bir de göremeyenler! Görme özürlü milletvekillinin,partili olmasa da sıra arkadaşlarına merhaba demesi mümkün değil tabi!
Bir de görme özürlü olmayıp, görme özürlü gibi yapanlar var! Onların bazıları sağındaki solundakini görmemiş, görememiş.
Gibi yapanların meclisi bu...
Eski sosyal demokrat Zafer Üskül, anayasanın renksiz olması gerektiğini söylemek için AKP milletvekili olmayı beklemiş. Bazı AKP'lilerin Atatürk sevgisi kendisinde henüz yok. Ama zamanla oluşacaktır.
2007 meclisinde Ertuğrul Günay sağcı, İlhan Kesici solcu!
Ama sanki buzda dans ediliyormuşçasına uyumlu bir yemin töreni.
Sonuçta herkes ömür boyu maaşa bağlandı. Ortak çıkarlar aşağı yukarı aynı.
Meydanda "ne mutlu solcuyum diyene" diye haykıran ama sonuçta Kürt milliyetçiliğini
her şeyden önce gördüğü için, bence sağcı bir parti olan DTP'nin desteklediği solcu Ufuk Uras hariç, sağdan soldan dem vuran yok.
Bize kabak karpuz kakalayan manava gitsek, "elmalarla armutlar birbirine karışmış" derdi!
Turşucum olaya, "bu ne perhiz ne lahana turşusu" diye bir akademik yorum getirirdi.

Bu meclisin sağı solu belli olmaz!
23 Temmuz sabahı Vakit ile Radikal'in aynı başlıkla çıkmasından belli değil mi, artık sağ gösterirken sol vurulabildiği?
Geçici meclis başkanımız AKP'yi tebrik ederken, bugünkü gazetelerde Tayyip Erdoğan'ın
"bindirilmiş kıtalar" diye nitelendirdiği Cumhuriyet Mitinglerinde dedektif tuttuğu yazıyor.
( Artık devlet haberalma teşkilatları eskimiş, AKP dedektifleri de özelleştirmiş!)
AKP, mitinglere katılanları fişlemek için komünist rejimlerin taktiklerini kullanacak demek ki!Yani sağ gösterirken, sol vuracak.
Bu arada medyada bir günah çıkartmadır gidiyor. "Ben aslında demiştim"cilerle, gizli Tarhan Erdemciler özür diliyor! Seçimde AKP'yi tutmayanlar, seçim totoyu tutturamayanlar alay konusu.
Cumhuriyet Mitinglerine katılan milyonlar (son zamanda buradan da üç sıfır atılıp, rakamı binlerle ifade ederlerse, şaşmayın!)hayal kırıklığı yaşıyor.
Kendilerini fişleyen dedektiflere mi hesap versinler, faturayı Baykal'ı mı çıkartsınlar?
Kimileri meydanların oyunun CHP yerine MHP'ye aktığını söylüyor. Nasılsa sağımız solumuz belli değil, ha o, ha bu!
Bu kavram karmaşasında kitleleri sokağa döken ruhun tanımını
da çarpıtıyorlar.
"Laiklik", "demokrasi", "cumhuriyet" için yola dökülenlerin derdi bir siyasi partiyle değil, ülkenin rejiminin tehdit altında olduğuyla ilgiliydi!
Laiklik karın doyurmamış, oylar AKP'ye gitmiş olabilir.
Deniz Baykal'ın ekonomik vizyonu, lider vasıfları beğenilmemiş,CHP/MHP koalisyonunun Avrupa Birliği yolunu tıkamasından korkulması,Amerika'dan ürkülmesi, dolar kurunu herşeyden önde tutan işadamları ve tabi ki iş kadınları, iş bulamayanların ileride de işsiz kalma korkusu ve herşeyden önce gelen, "önce yemek" dürtüsüyle her iki oydan biriseçim zaferine dönüşmüş olabilir!

Ama bütün bunların, Cumhuriyet mitingleriyle ilgisi yok ki!
Her iki kişiden birinin AKPyi seçmesi, her iki kişiden birinin meydandaki sese kulak vermemesi anlamına gelmemeli!
Seçmenin sağı solu belli olmaz. Bugün sağa oy verenler, yarın solcu oluverirler.
Partiler gelir gider, ama Cumhuriyet mitingleri, Türkiye'nin geleceğinin teminatı olarak kalır!

4 Ağustos 2007 Cumartesi

perihan mağden/nuray mert

Nuray Mert dayanamamış, Perihan Mağden'le polemiğe girmiş.
İki kadın yazarın kapışması, bir magazin arenasına dönüşerek, "Hürriyet" te yayınlanmış!
Yapay gündem yaratılmasına sözümona karşı çıkan bu iki radikalin, saç saça baş başa kapışmasını çok yakında bir magazin programında görürseniz, şaşırmayın.
Perihan Mağden, entellektüel kadın olmanın şöhret getirmediğini çok çabuk anladı. Gün geçmiyor ki, biriyle kapışmasın. Üstelik kapışma jargonu da özenle seçiyor!
Ya bir mahalle ağzı takınır, ya erkek gibi kapışır, ya horoz gibi dövüşür, ya da kuaförden laf atan kadın gibi, "ayna ayna var mı benden güzeli" diyerek, kendisini estetik cerrahların yargısına teslim eder!
Kapışılan konu ise, mecliste kadın kotası.
KA/DER'i sonsuz desteklemekle birlikte, bir kadının, salt kadın olduğu için seçilmesine karşı gelenlerdenim.
Aynen yazarımızı seçer gibi, milletvekilimizi de seçerken, salt kadın olması değil, hangi özellikleri taşıyan bir kadın olduğunu bilmeliyiz bence!
Yoksa kadınlarımız da çoğunluğa uyar ve bizleri en hain erkekten daha haince yönetmeye başlarlar!
Perihan Mağden'in medyadaki metamorfozunu mecliste de yaşamak için, bir daha oy verirken,bir kadına sadece kadın olduğu için değil, temsil edeceği kitleye insan olarak katkıları olacağına inandığımız için oy vermeliyiz.
Yoksa korkarım ki, medyadaki bazı kadın yazarlarda olduğu gibi, kadın milletvekillerinde de sembolleştirdikleri bıyığın tufasına düşme vakası yaşanabilir.

Medyadan uzak kaldım

Sokakta görenler, "sizi artık göremiyoruz" geyiğini çevirince, bazen "görülmeyecek kadar zayıfladım mı" diye soruyorum.
Bazen de, "pek yakında" diyorum.
Ve yağmur gibi soru akmaya başlıyor.
- Kanalı belli mi?
Henüz belli değil dediğimde,
- "Peki saati, günü belli mi" diye soranlar bile var.

Yıllar önce İkinci Bahar'da oynayacağımı söyleyince, bir hanım: "Ama Cumaları yayınlanmasın. O gün biz seyredemiyoruz" bile demişti.

Medyayı böyle kontrol edebildiğimiz sanılıyor.

Belirsiz bir kanalda, belirsiz bir gün ve saatte tekrar program yapmaya başlayacağım günü "belirsiz" bir şekilde beklerken, günler geliyor, geçiyor. Artık 40 yaşına geldim.

Medyada yeniden varolmak için, vasıflarından pek emin olamadığım bir televizyon müdürü veya genel yayın yönetmeninin ağzının içine bakacağıma, internette yer edinmeyi tercih ettim doğrusu.

Üstelik hiçbir bedel ödemiyorum şimdilik!

Oysa görsel veya yazılı medyada varolabilmek için mutlaka bir bedel ödemek gerekiyor.
Bizim göbek bağımız, doğumda kesilmiş oysa.

Peki sessizce yaşayıp, göçüp gitmek varken, neden bu varolma savaşı?

Aslında kimi yazarlar ölüme başkaldırmak için ürettiğini iddia edebilir belki ama beni blog oluşturmaya iten şey, son derece basit.

Sokakta yürüyordum, adamın biri beni değil, mahallede çok sevilen köpeğimi tanıdı.
Televizyon şöhretine alışmış birinin, köpeğin arkasından gelen adam olarak anılmasına razı olamazdım. Bana köpek deseler, bu kadar alınmazdım doğrusu!

Artık ratingim, tirajım olmasa da bari bir blogum var.

Bu blogu yaratmama vesile olan ve şu an karşımda uyuyan köpeğim "ÇİÇO" ya teşekkürü borç bilirim.