Sokakta görenler, "sizi artık göremiyoruz" geyiğini çevirince, bazen "görülmeyecek kadar zayıfladım mı" diye soruyorum.
Bazen de, "pek yakında" diyorum.
Ve yağmur gibi soru akmaya başlıyor.
- Kanalı belli mi?
Henüz belli değil dediğimde,
- "Peki saati, günü belli mi" diye soranlar bile var.
Yıllar önce İkinci Bahar'da oynayacağımı söyleyince, bir hanım: "Ama Cumaları yayınlanmasın. O gün biz seyredemiyoruz" bile demişti.
Medyayı böyle kontrol edebildiğimiz sanılıyor.
Belirsiz bir kanalda, belirsiz bir gün ve saatte tekrar program yapmaya başlayacağım günü "belirsiz" bir şekilde beklerken, günler geliyor, geçiyor. Artık 40 yaşına geldim.
Medyada yeniden varolmak için, vasıflarından pek emin olamadığım bir televizyon müdürü veya genel yayın yönetmeninin ağzının içine bakacağıma, internette yer edinmeyi tercih ettim doğrusu.
Üstelik hiçbir bedel ödemiyorum şimdilik!
Oysa görsel veya yazılı medyada varolabilmek için mutlaka bir bedel ödemek gerekiyor.
Bizim göbek bağımız, doğumda kesilmiş oysa.
Peki sessizce yaşayıp, göçüp gitmek varken, neden bu varolma savaşı?
Aslında kimi yazarlar ölüme başkaldırmak için ürettiğini iddia edebilir belki ama beni blog oluşturmaya iten şey, son derece basit.
Sokakta yürüyordum, adamın biri beni değil, mahallede çok sevilen köpeğimi tanıdı.
Televizyon şöhretine alışmış birinin, köpeğin arkasından gelen adam olarak anılmasına razı olamazdım. Bana köpek deseler, bu kadar alınmazdım doğrusu!
Artık ratingim, tirajım olmasa da bari bir blogum var.
Bu blogu yaratmama vesile olan ve şu an karşımda uyuyan köpeğim "ÇİÇO" ya teşekkürü borç bilirim.