19 Temmuz 2008 Cumartesi

ERKEKLER SARIŞIN SEVER

Hayrünissa Gül’ün Amerikan Gazeteciye, “ben sizin neden sarışın olduğunuzu soruyor muyum” demesi, gündeme bomba gibi düşmüş. Haberi duyan hanımların bir bölümü, kuafördeki boyalarını yarıda keserek, “sarışın olmaktan vazgeçtim, eşimin devletle işleri var, ne olur ne olmaz” diyerek, boyalarını yarıda kesmişler. Doğal sarışınlar, “acaba yanlış bir zamanda mı doğduk” diye kendilerini sorgulamaya başlamışlar. Artık en büyük korkuları, nüfus cüzdanlarının din hanesinin yanına, saç renginin de eklenmesi!

Sarışın doğulur mu, sarışın olunur mu sorusunu artık hiç sorulmuyor çünkü kimse statükoyla arasını bozmamak için sarışın olmak istemiyor. Kuaförler, ellerinde patlayan sarı boyaları, Amerika’ya geri yolluyorlar. Başımıza gelen pek çok afette Amerikanın parmağı var ya, sarı boyaların ellerinde patlamasının arkasında da CIA’yı arıyorlar.

Şu anda derinlerde sarışın gazetecinin ajan olup olmadığı konusunda şüpheler var. Herkesin telefonu dinlenebilir. Ben kel olduğum için yırtarım sanmıştım ama Zekeriya Beyaz Hoca bile telefonunun dinlendiğinden şüphelendiğine göre, bir sabah dörtte gözaltına alınıp, bir büyük fön makinesinin altında hırpalanmamam içten bile değil!

Marilyn Monroe’nun oynadığı “Gentlemen Prefer Blondes”(Erkekler Sarışın Sever) artık yasak kapsamlı yayınlardan.Filmi ancak You Tube sitesinden indirmek mümkün.

Nedir bu kadının saçı üzerinden politika yapma arzumuz? Erkekler, maçtan, aşktan, meşkten, at yarışı, tahvil, hisse senedi, borsadan konuşacakları yerde artık sadece kadınların saçlarından konuşur olmuşlar. Galatasaray köprüsünde tightla balık tutan kadını yakanlar yine erkekler! 20. yüzyıl Türkiyesindeki Jan Dark’larımızın saçları başları yüzünden yakılmaları mı gerekiyordu? Kadınlarımızı yazdıkları romanlar, üniversitedeki tez konuları, kansere karşı geliştirecekleri ilaçlarla kahramanlaştırmak varken, kıyafetlerinden dolayı yakmak, yıkmak niye?

Benim saçım sarı olsun; ben başım açık olsun diyen kadınların yerine, eşim örtünmemi istiyor, babam beni kıyafetimden dolayı üniversiteye yollamıyor, mahalledeki bakkal balığa tight’la gitmeme izin vermiyor diyen kadınlar, bunun bile denmesine izin vermeyen erkekler var. Kadınlar adına konuşmayı kendilerinde hak sayıyorlar. Düşünüyorlar ki, evin kızı, sandığa oy vermeye giderken, babasını dinleyecek! Sanıyorlar ki, sandık başında eşini bekleyen hatun kişi, parmağına boya vurdururken kocasından izin alacak.

Oysa o kadın, oy vereceği zaman, evindeki çocuğa süt veremediği günleri hatırlar.
Kadının saçından rating ve oy istemek son derece demode!

1960’larda Amerika’da “Living Theatre” adlı komünist tiyatro topluluğunun oyuncuları, oyun sonunda kıyafetleri yırtıp atmayı bir misyon haline getirmişlerdi. Seyircilerden de aynı şeyi talep ederek, kıyafetlerini çıkartmalarını ve çıplak olmalarını talep ediyorlardı. Çıplak seyirciler ve oyuncular kendilerini devrimci ruhla sokağa atarken, düzene karşı ayaklanmanın keyfini yaşıyordu.

Bugün bir hanım arkadaşım, artık son yıllarda yaşadıklarımıza tepki olarak daha fazla mini etek giydiğini, şortla sokağa çıktığını söyleyince, Living Theatre’ı hatırladım. Ülkemizde giyinmek nasıl politik bir eyleme dönüştüyse, artık bizi çıplak olarak sokağa davet eden
oyunculara da gereksinimimiz olacak.

Giyinerek veya soyunarak, düzenle oynadığımızı sanacağız. Oysa düzen her sabah bizi sadece çıplak olarak değil, kıyafetlerimizle bile çoktan düzdü.

Dünyanın en pahalı mazotuna, en az gramajlı ekmeğine sahip olan bir düzende yaşadığımızı ne çabuk unuttunuz!