Çocukluğumun yalnız gecelerinde kitaplarım uyandırırdı beni… Pazar günü Çınaraltı’ndaki
sahaflardan toplamış olduğum , daha önce
yaşadığı kişinin metresi olmayı red ettiği evden kaçmış olan , yaprakları mutlaka ama
mutlaka hayat kokan bir kitap, ne yapar ne eder başucumu bulur, beni dürterek
uyandırırdı…
Klasiklerin büyük bölümünü 17 yaşına kadar okudum… Hem
yalnız sabahlarda, hem de sonunculukla bitirdiğim Robert Lisesi’nin Fizik,
Kimya, Biyoloji ve karnemde ısrarla 0 olarak yer eden Matematik derslerinde…
Orta yaşımın yalnız gecelerinde ise kitapların yerine, köpek sesleri uyandırıyor beni… Sokakta havlayan sahipsiz köpekler kent ile ilgili nasıl bir alarm
veriyorlar kimbilir… Ben bu kenti sokaklarıyla, sokaktaki köpekleri, kedileri, insanları, , sahafları, vapurları, poğaça
arabalarıyla sevdim… Ve ben bu kenti otoparkçıları, mütaahitleri, Boğaz
Köprüleri, plazalarıyla filan sevemedim…
Sabahın dördünde bir
sokak köpeğinin sesiyle uyanır, birkaç saati kitaplarımla geçirmeyi severim…
Bir daha dünyaya gelirsem, annemle babamın bana hangi yaşta hangi kitabı
okumalarını beşiğime iliştirmelerini isteyeceğim.. Okunması gereken binlerce kitap,
izlenilmesi gereken yüzlerce film, bir de beğenilmemek niyetiyle şöyle bir
bakılan onlarca dizi filmle beraber dağılır giderim. Bir şeyler yazmaya
çalışırım. Sabahın ilk 3 saati, diğer 21 saatin kalkanıdır… Bu 3 saatteki
yalnızlığım, diğer saatlerde kalabalıklar arasındaki yalnızlığımı besler…
Bu arada kahvaltı faslı var… Yıllarca kilo almamak için az
yemek lazım korkusuyla, en güzel öğünleri kaçırmışım meğer… Şeytan,
Teşvikiye’de halen çağa direnen poğaça arabasında bol yağlı bir börekle
başlamamı emreder güne… Ancak onun yerine yalnız kalmış bir armut, dağılmış bir
yulaf ezmesi ya da yoğurda talim ederim… Sabahın ilk saatlerinde İzmir’in
gevreği, Gaziantep’in katmeri, Trabzon’un ekmeği, Ayvalığın zeytinini
düşleyecek kadar zengindir hayallerim. Hayallerimin bittiği dakikada, saat kaç
olursa olsun, yatağa atarım kendimi. Beni ısrarla arayanlar tuhaf saatlerde uyuduğumu
kanıksamışlardır.
Her sabah yedide, 11 yıllık hayat arkadaşım Çiço ile
beraber, şehrin sesini dinlemeye çıkarız… Okul servislerini bekleyen çocuklara
uzaktan uzaktan bakar, acırım onlara… Acımasız minibüslerle bilgiyi çok uzakta
arayan çocukların ana babalarına kıl olurum.
Ben bilgiyi yıkık bir evde, alışveriş merkezleri yerine
ıhlamur ağaçlarıyla ünlü bir sokakta ararım ısrarla…İyi okul, kantininde
rengareng lokum, kapısında çağla satılan köşe başındaki okuldur benim için!
Sokağın tehlikeli bir yer olduğunu, artık kedi görünce
kaldırım değiştiren köpeğimden öğrendim…Çiço, her ağacın dibine “ben
buradaydım” diye iz bırakma çabasındadır… Biz sanatçılar da, böyle bir telaş
içinde, her günün ertesi gününde ölecekmişiz gibi üretiriz… Oysa,artık sahafların
yerini korsanların aldığı bu çağda, yazdığımız kitabın kokusu, rengi filan
kalmamıştır . Böyle bir dünyaya rağmen, böyle bir dünya için üretiriz..
Çiço, mahallenin şarkütericisini haraca keser… Teşvikiye’de Çerkezo’dan bir parça salam kapmadan , ne yukarı, ne aşağı iner..Ben
de Çerkezo’nun yıllardır özenini yitirmeyen vitriniyle dalarım düşlere…Kentte
böyle vitrinler kalmadı, şimdi dev markaların %50’lik indirim panoları hakim…Bu
vitrinin öyküsünü anlatmaktır telaşım bir sanatçı olarak. Bu güzelliği
paylaşamadan ölürsem, dünyaya teşekkür edemeyeceğimi sanırım. Oysa, böyle bir
teşekkür bekleyen yoktur.
Sabah yürüyüşünden eve döndükten sonra, kaos başlamıştır… İnsanların öteki yaşamları
filan varsa, eski yaşamımda kesin katip filan olduğumu düşündürecek kadar
sistemli bir yazışma, dosyalama, arşivleme merakım vardır… Tuhaf ama gerçek,
cep telefonunda konuşmayı beceremem, kaldı ki arkadaşlarımın çoğu ben kalktığım
saatlerde yattıkları için konuşacak saati denk getirmekte zorlanırım..
Amerika’da eğitim aldığım yıllarda shopping mall’lardan ne
kadar uzak durduysam, şimdi o kadar düştüm AVM’lere… Emek Sineması’nda, Yeni
Melek, Atlas’ta film izlemek isterken, 17 numaralı AVM’nin 34 no’lu
salonlarında genellikle tek başıma film
izlemek zorunda kalırım. Cumartesi, Pazar sabahlarım bir AVM sinemasının
makinistiyle, reklamları göstermeden filme başlama konusundaki pazarlığımla
başlar. Reklamlardan yırtamam, ancak film arasında patlamış mısırı çabuk almayı
başarabilirsem, antrakların uzamasını önlerim.
En sevmediğim saatler öğleden sonralarıdır…Geceye yorgun
başlamamak için bir iki saat öğle uykusuna yatarım. Gecelerim tiyatroya giderek
geçer… Keşke tiyatrolarda da sabah seansı olsa da, mesleğimin heyecanlarını
karanlıkta yaşamak zorunda kalmasam diye düşünürüm…
Sanatçı dostlarla buluştuğumuz Papirüs, Çiçek Arif, Kör Agop
yok artık. Cihangir’de Journey, , White Mill,21 filan var ama şimdilerde pek moda olan blush
şarabını içerken, karnıyarık filan yemek tuhaf oluyor. Üstü kapatılmış Çiçek Pasajı’nın uğultusuna dayanamıyorum.
İstanbul mezeleri yerine brokoli yenilen meyhaneleri kafadan red ediyorum.
Beşiktaş Çarşı’da, gençliğimin sohbetlerini bulamasam da, hiç değilse
mezelerini buluyorum. Asmalımescit’te kenti turiste endeksleyen meyhaneleri
çoktan terk ettim, bazen salaş Karaköy Balıkçısı’na takılıyorum.
Bol bol yürürüm. Yürüyerek mesafe aldığımı sanarım… Her
geçen günde daha çok yaşadığımı düşünmek isteyerek sarılırım yaşama.
Yaşanılanın peşinde koşarak, anı biriktiririm. Oysa her anıyla beraber kentin
havlayan köpekleriyle beraber, ben de ölüme daha çok yaklaşıyorum. Nedense bu
gerçeği bir türlü kabul edemem.