20 Ekim 2012 Cumartesi

İSTANBUL'DA BİR GÜN


Çocukluğumun yalnız gecelerinde  kitaplarım  uyandırırdı beni… Pazar günü Çınaraltı’ndaki sahaflardan toplamış olduğum  , daha önce yaşadığı kişinin metresi olmayı red ettiği  evden kaçmış olan , yaprakları mutlaka ama mutlaka hayat kokan bir kitap, ne yapar ne eder başucumu bulur, beni dürterek uyandırırdı…

Klasiklerin büyük bölümünü 17 yaşına kadar okudum… Hem yalnız sabahlarda, hem de sonunculukla bitirdiğim Robert Lisesi’nin Fizik, Kimya, Biyoloji ve karnemde ısrarla 0 olarak yer eden Matematik derslerinde…

Orta yaşımın yalnız gecelerinde ise  kitapların yerine,  köpek sesleri uyandırıyor  beni… Sokakta havlayan sahipsiz  köpekler kent ile ilgili nasıl bir alarm veriyorlar kimbilir… Ben bu kenti sokaklarıyla, sokaktaki köpekleri, kedileri,  insanları, , sahafları, vapurları, poğaça arabalarıyla sevdim… Ve ben bu kenti otoparkçıları, mütaahitleri, Boğaz Köprüleri, plazalarıyla  filan sevemedim…

Sabahın dördünde  bir sokak köpeğinin sesiyle uyanır, birkaç saati kitaplarımla geçirmeyi severim… Bir daha dünyaya gelirsem, annemle babamın bana hangi yaşta hangi kitabı okumalarını beşiğime iliştirmelerini  isteyeceğim.. Okunması gereken binlerce kitap, izlenilmesi gereken yüzlerce film, bir de beğenilmemek niyetiyle şöyle bir bakılan onlarca dizi filmle beraber dağılır giderim. Bir şeyler yazmaya çalışırım. Sabahın ilk 3 saati, diğer 21 saatin kalkanıdır… Bu 3 saatteki yalnızlığım, diğer saatlerde kalabalıklar arasındaki yalnızlığımı besler…

Bu arada kahvaltı faslı var… Yıllarca kilo almamak için az yemek lazım korkusuyla, en güzel öğünleri kaçırmışım meğer… Şeytan, Teşvikiye’de halen çağa direnen poğaça arabasında bol yağlı bir börekle başlamamı emreder güne… Ancak onun yerine yalnız kalmış bir armut, dağılmış bir yulaf ezmesi ya da yoğurda talim ederim… Sabahın ilk saatlerinde İzmir’in gevreği, Gaziantep’in katmeri, Trabzon’un ekmeği, Ayvalığın zeytinini düşleyecek kadar zengindir hayallerim. Hayallerimin bittiği dakikada, saat kaç olursa olsun, yatağa atarım kendimi. Beni ısrarla arayanlar tuhaf saatlerde uyuduğumu kanıksamışlardır.  

Her sabah yedide, 11 yıllık hayat arkadaşım Çiço ile beraber, şehrin sesini dinlemeye çıkarız… Okul servislerini bekleyen çocuklara uzaktan uzaktan bakar, acırım onlara… Acımasız minibüslerle bilgiyi çok uzakta arayan çocukların ana babalarına kıl olurum.

Ben bilgiyi yıkık bir evde, alışveriş merkezleri yerine ıhlamur ağaçlarıyla ünlü bir sokakta ararım ısrarla…İyi okul, kantininde rengareng lokum, kapısında çağla satılan köşe başındaki okuldur benim için!

Sokağın tehlikeli bir yer olduğunu, artık kedi görünce kaldırım değiştiren köpeğimden öğrendim…Çiço, her ağacın dibine “ben buradaydım” diye iz bırakma çabasındadır… Biz sanatçılar da, böyle bir telaş içinde, her günün ertesi gününde ölecekmişiz gibi üretiriz… Oysa,artık sahafların yerini korsanların aldığı bu çağda, yazdığımız kitabın kokusu, rengi filan kalmamıştır . Böyle bir dünyaya rağmen, böyle bir dünya için üretiriz..

 
Çiço, mahallenin şarkütericisini haraca keser…  Teşvikiye’de Çerkezo’dan bir parça  salam kapmadan , ne yukarı, ne aşağı iner..Ben de Çerkezo’nun yıllardır özenini yitirmeyen vitriniyle dalarım düşlere…Kentte böyle vitrinler kalmadı, şimdi dev markaların %50’lik indirim panoları hakim…Bu vitrinin öyküsünü anlatmaktır telaşım bir sanatçı olarak. Bu güzelliği paylaşamadan ölürsem, dünyaya teşekkür edemeyeceğimi sanırım. Oysa, böyle bir teşekkür bekleyen yoktur.

 
Sabah yürüyüşünden eve döndükten sonra,  kaos başlamıştır… İnsanların öteki yaşamları filan varsa, eski yaşamımda kesin katip filan olduğumu düşündürecek kadar sistemli bir yazışma, dosyalama, arşivleme merakım vardır… Tuhaf ama gerçek, cep telefonunda konuşmayı beceremem, kaldı ki arkadaşlarımın çoğu ben kalktığım saatlerde yattıkları için konuşacak saati denk getirmekte zorlanırım..

Amerika’da eğitim aldığım yıllarda shopping mall’lardan ne kadar uzak durduysam, şimdi o kadar düştüm AVM’lere… Emek Sineması’nda, Yeni Melek, Atlas’ta film izlemek isterken, 17 numaralı AVM’nin 34 no’lu salonlarında  genellikle tek başıma film izlemek zorunda kalırım. Cumartesi, Pazar sabahlarım bir AVM sinemasının makinistiyle, reklamları göstermeden filme başlama konusundaki pazarlığımla başlar. Reklamlardan yırtamam, ancak film arasında patlamış mısırı çabuk almayı başarabilirsem, antrakların uzamasını önlerim.

En sevmediğim saatler öğleden sonralarıdır…Geceye yorgun başlamamak için bir iki saat öğle uykusuna yatarım. Gecelerim tiyatroya giderek geçer… Keşke tiyatrolarda da sabah seansı olsa da, mesleğimin heyecanlarını karanlıkta yaşamak zorunda kalmasam diye düşünürüm…

 
Sanatçı dostlarla buluştuğumuz Papirüs, Çiçek Arif, Kör Agop yok artık. Cihangir’de Journey, , White Mill,21  filan var ama şimdilerde pek moda olan blush şarabını içerken, karnıyarık filan yemek tuhaf oluyor.  Üstü kapatılmış  Çiçek Pasajı’nın uğultusuna dayanamıyorum. İstanbul mezeleri yerine brokoli yenilen meyhaneleri kafadan red ediyorum. Beşiktaş Çarşı’da, gençliğimin sohbetlerini bulamasam da, hiç değilse mezelerini buluyorum. Asmalımescit’te kenti turiste endeksleyen meyhaneleri çoktan terk ettim, bazen salaş Karaköy Balıkçısı’na takılıyorum.  

 
Bol bol yürürüm. Yürüyerek mesafe aldığımı sanarım… Her geçen günde daha çok yaşadığımı düşünmek isteyerek sarılırım yaşama. Yaşanılanın peşinde koşarak, anı biriktiririm. Oysa her anıyla beraber kentin havlayan köpekleriyle beraber, ben de ölüme daha çok yaklaşıyorum. Nedense bu gerçeği bir türlü kabul edemem.

 

YOKUŞ AŞAĞI BİR DÖNÜŞÜM PROJESİ

 

Fazıl Say Davası’nı gözlemlemek  için Türkiye’ye gelen Der Spiegel Muhabiri ile söyleşimizin sonunda, konu paranın el değiştirmesi ve  güzelim İstanbul’un rantiyelere teslim edilmesine geldi…


Atatürk Kültür Merkezi’nde oynanmak isteyen, ancak duyarlı bir sanatçı kitlesi tarafından bozulan Taksim’i dönüştürme  oyunu, kentin pek çok mahallesinin savunmasız insanlarını ve “ötekilerini” vurdu.Şimdi kanayan  başka bir yara, Tarlabaşı gerçeği var… Tarlabaşı’nın kentsel dönüşümü,  yeni bir  kirli   temizlik  çabası … Alman Gazeteci arkadaşım, Fazıl Say ile birlikte  bu projeyi de izliyor. Tarlabaşı’nın son  yıllarda sırf rant uğruna ,  araya nifak tohumları eken rantiyeler tarafından özellikle kirletilerek, temizlenme bahanesinin yaratıldığına inanıyor … Bu özel yerin de TOKİ estetiğiyle dönüştürüleceğinden ürken biri olarak, bırakın da her kentte olduğu gibi, İstanbul’un da bir arka yüzü olsun diyorum… Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Haydarpaşa Garı’nı filan “temizlemek”, Ataşehir’i, Beylikdüzü’nü , Bahçeşehir’i ünyanın en çirkin yapılarıyla donatmak, aynı dar görüş ve zeka seviyesinin ürünü… Bir alışveriş merkezi, birkaç kafe ve ibadethane armağan ederek, insanoğlunu zeka seviyesi düşük evlerin içine kilitleyip, haftada 60 televizyon dizisi ile belleğimizi silmek, George Orwell’in bile hayal edemeyeceği kuru bir faşizm uygulaması …


İstanbullular olarak   bu berbat dönüşüme sessiz kalıyor, belleğimizin silinmesini kabullenebiliyoruz. Standart insan haline çevrilen bizler, bizim dışımızdakilere tahammül edemeyen bir ezici çoğunluğa dönüştürülürken, kendimizin bile farklı yüzlerinin silinerek, tek tipleştirilmesini kanıksamış durumdayız.

Bugüne kadar pek çok başarılı çalışmasını alkışladığım Altıdan Sonra Tiyatro’nun kentsel  dönüşüm projesini bu yüzden çok önemsemiştim.Almanya’daki Lokstoff Tiyatro ile ortak olarak gerçekleştirilen “Yokuş Aşağı Emanetler”,  40 katılımcının Asmalımescit’ten Tophane’ye kadar yürüyerek, farklı İstanbul kişilerinin öykülerini dinemesinden oluşuyor. Kumbaracı 50’nin tiyatro salonunda sonlana oyun boyunca, sadece oyuncuları değil, İstanbul’un yoldan geçen  farklı insanlarını da izliyorsunuz. Benim oyuna dahil olduğum gece gitarıyla Beyoğlu’nda bir yere yetişen Murat Evgin’den, Kumbaracı yokuşuna paralı bir turist bırakan taksiciye, Yeşilçam’ın sarhoş bir figüranından, yokuşun dibindeki evine gitme çalışan muhtemel bir Rum teyzeye kadar pek çok insanın da isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek oyuna dahil olduğunu gördüm.

 
İstanbul demek, bu insanların coğrafyası demek… Ancak “Yokuş Aşağı Emanetler” projesi, bu zenginliklerle kucaklaşamamış, fikirde iyi ama yüzeyde kalmış bir proje… Kentsel dönüşüm gibi son derece siyasi bir meseleyi , politikadan arındırılmış, hijyenik ve Beyaz Türklerin  dar çerçevesinden anlatmanın  alkışı hak eden hiçbir yanı yok. Projede yer verilen öyküler yüzeysel, sembollerin içine sıkıştırılmış hayatlar ilginç olmadığı gibi, insan kıyımını anlatmaktan son derece uzak… Oyunda sadece bir kolsuz anahtarcı tipi ilginç… İstikjlal Caddesi’nin  ortasında, Türkiye’ye reva görülen üçüncü sınıf Cirque de Soleil soytarılarını aratmayan soytarı, çöpleri son derece temiz ve hijyenik bir el arabasıyla toplayan orta sınıf homeless tiplemeleri son derece itici…


Bir kentin ve bir toplumun belleğine bu kadar acımasızca kıyılan bir dönemde, orta sınıfın ahlak değerlerine hapsedilmiş bir gözle ve baskıcı bir çoğunluğun klişelerle bezeli diliyle alelacele ve özensizce kotarılmış bu proje  bırakın  kentsel dönüşüme karşı durabilmeyi, bizi dönüşüm konusuna yabancılaştırıyor adeta…

Bu şehrin insanları Sulukule’de ve pek çok yerde, evleri ve kültürleri uğruna örnek bir mücadele veriyorlar. Avrupa Birliği’nin gözüne hoş görünmek için kotarıldığı besbelli olan oyuna ilham kaynağı vermeliydi bu mücadeleler…Ancak ne yazık ki, görmezden gelinmiş. 

İyiniyetli bir çalışma için bir arsaya gelindiği  kesin, ama bu kadar çok sayıda ve bu kadar önemli kurumlar tarafından desteklenen projenin iyiniyetten öteye geçmesini beklemek, hele hele projeye imzasını atan Altıdan Sonra Tiyatro’nun geçmiş çalışmalarındaki başarıyı bilenler için son derece haklı bir beklenti, değil mi?

İyi ki İstanbul sokaklarında yürüyen ve hala bir öyküsü olanlar var da, Yokuş Aşağı Emanetler’in anlatamadıklarını her gün, her saniye yaşatıyor, kentin belleğini yaşatabiliyorlar.

EROL GÜNAYDIN: GALATA KÖPRÜSÜNÜ BİLE TAKLİT EDEBİLİRDİ!


 
 
Sadece insanlar değil,  yaşamda her şey taklit edilebilir…   

Son meddahlardan Erol Günaydın  kertenkeleyi , masadaki rakı bardağını, hem de içi boş ve dolu halde, hem de sek ya da sulu içildiği halde, hem de yanında peynir ya da leblebi mezesi olduğu halde  ayrı ayrı  taklit ederdi. Taklitin sadece sesini duyurmayı beceren insanlar için değil, evrenin  tüm sessiz çoğunluğu için de geçerli  olduğunu kanıtlamıştı Erol Günaydın usta…


Herşeyin sesi var, sadece son nefesin sesi yok…

Herşey taklit edilir, sadece ölüm taklit edilemez…

Sonsuzluğa uğurladığımız Erol Günaydın’ı 1979 yılında tanımıştım. O zaman 6 haneli telefonlar vardı, bir Perşembe gecesi 47 ile başlayan bir Nişantaşı telefonundan aramıştım ustayı. 12 yaşında bir  çocuğun  korkusu azdır , o yüzden korkusuz biçimde sarılmıştım  telefona. Yazdığım bir oyundan söz ettim, oyunun ödül aldığından ve arkadaşlarımla oluşturduğum Beş Kafadarlar Kumpanyası tarafından sahnelenmeye çalıştığını anlattım.

Bugünün meşhur sanatçılarının menejerlerine filan anlatamayacağınız şeyler bunlar… Erol Günaydın’a korkusuzca telefon eden çocuğun, tek korkusu büyümek, çocuk kalamamak!  Telefonda nazikçe ” red edilse ” , değişik taktiklerle oyalansa, o  çocuğun  hiçbir hayali kalmaz çünkü… Oysa, çocuk olarak doğan ve çocuk olarak ölen usta, bir çocuğu terslemeyecek kadar büyüktü.  Eee  kertenkele taklidi yapan bir ustadan 12 yaşında bir çocuğun hayallerini söndürmesi beklenemezdi değil mi yav?.

 
Telefon konuşmasını takip eden o  Cumartesi sabahı, Erol Günaydın’ın kurduğu Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun birbirinden önemli sanatçıları, Zeynep Tedü, Ayla Arslancan, Bülent Kayabaş, Göksel Kortay, Kerem Yılmazer, Yüksel Gözen ve daha niceleri  Beş Kafadarlar Tiyatrosu’nun “Vay Akıl Fakiri Vay” adlı  7 dakikalık çocuk oyunu izliyorlardı. “Kostümleriniz nerede?” dedi Erol usta. Şu anda City’s Alışveriş Merkezi’ne dönüştürülmüş   olan Şişli Terakki Lisesi’ne pek yakın olan evlerimize dağılıp, babamızın çorapları, dedelerimizin pijamalarını toplayıp, 1 saat içinde döndük tiyatroya. Sahne amiri Nükhet Gök aceleyle son rötuşları yaptı…Tiyatro sanatının beklemeye tahammülü yoktu çünkü…

 
Ve sahnedeydik. Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun perde arasında yeni çocuklara yaşam hakkı tanınmıştı… Erol Günaydın, Perşembe günkü telefonu menejerine paslamamış, Cumartesi günkü müsamereyi  Akbank’ın üst düzey müdürlerine sormamış, yeni seslere  korkusuzca kulak vermiş, yeni oyuncuların var olmasına olanak tanımıştı.Şimdi anlıyorum ki, Beş Kafadarlar Tiyatrosu olarak  iki perde arasında sahneye çıktığımız Akbank Çocuk Tiyatrosu, o zamanlar bir liman kadar korunaklı, bir anne kucağı kadar sevgi doluymuş.  O dönem oyunlarına ara vermiş olan Dormen Tiyatrosu’nun önemli isimleri hem sahneden, hem hayattan uzak kalmamak için sığınmışlar bu çocuk tiyatrosuna.…Erol Günaydın’ın yazdığı çocuk oyunlarıyla ruhlarını koruyor,  biraz daha rahat  soluk almayı  başarıyorlardı… Bugünkü dizilerde vahşi sermaye düzenininin reyting  puanlamalarını cep telefonlarından takip etmiyorlar, çocuklarla beraber üreterek, içlerindeki çocuğu koruyorlardı. Birkaç yıl sonra Erol Günaydın’ı, şimdilerde alışveriş merkezi olmak için yıkılan   Taksim Tiyatrosu’nun kulisinde ziyaret ettiğimde, Altan Erbulak ile kurmuş olduğu bu tiyatronun kulisinde, Feydau farslarının ihtişamlı kostümleri içinde yaşadığı hayal kırıklıklarını dinlemiştim. Özel tiyatronun ne kadar dertli bir iş olduğundan yakınıyordu. Altan Erbulak ile kurduğu tiyatroyu kapattıktan sonra,Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular’ına da katılarak özel tiyatro alanında savaşmayı sürdürmüş, ancak bence hiçbir zaman çocuk tiyatrosundaki kadar mutlu olamamıştı.

Erol Günaydın, geceleri karanlıkta uyumamak için lambayı söndüremeyen bir çocuktu.  Bildiğimiz kadar ölüm karanlıktır…Bu çocuk artık yalnız başına ve kim bilir ne kadar çok korkuyor!    

 
2005 yılında Müşfik Kenter ile aynı zamanda  tiyatroda 50.yılını kutlamıştı.  O da Müşfik Hoca gibi, 60.yılı kutlayamadan göçtü gitti ve son yıllarını kulislerden çok, hastane odalarında geçirdi… Müşfik Kenter  yerli oyunları da ustalıkla oynamış, Erol Günaydın’ın Dormen Cep  Tiyatrosu’nda başlayan kariyerinde de çok fazla yabancı oyun var. Ama bu iki ustayı yine de, alaturka ve alafranga tiyatro biçemlerinin öncüleri diye ayırmak gerek… Alaturka, tuvalet başta olmak üzere, küçümsediğimiz tüm değerlere verilen ad! Alaturka tiyatrocu da bir küçümseme vurgusu.O, alaturka’yı alla Turka olarak hayata geçirebilen büyük bir isimdi…Meddah geleneğinden gelirdi bir kere… Meddah, sözlük anlamıyla, meth edenlere yakıştırılan isim! Oysa, o methetmez, ince ince alay ederdi, zengin zengin  taklit ederdi…

 Yazdığı “Yaygara 70” oyunuyla batılı Türk Tiyatrosu’na alaturka nüvesini kazandırdı. Haldun Dormen ona bu fırsatı tanımasaydı , tiyatromuzun alafranga ile alaturka arasındaki anlamsız yabancılaşma büyür giderdi.

 
Bugünkü kamplaşmış toplum, komedyenlerine ince taklitten uzak durmayı öğretiyor en önce. Kürt, Arnavut, Yahudi, Ermeni, Laz  taklitlerinin azalmasının nedenlerinden birisi  de, üst kimliklere oynayan komedyenler yüzünden değil mi?  Oysa, bir kertenkele hassasiyetiyle, bir rakı bardağının hacminde yapılan azınlık taklitleri, hüküm süren çoğunlukların dışında da bir yaşam olduğunu anlatmaz mı bize? Meddah geleneğimizde Galata köprüsünü taklit etmek var…Martı sesleri, sarı yağmurluklu balıkçıları, dalga sesleriyle yaşamın ta kendisidir Galata köprüsü…Bugün sayıları parmakla gösterilecek kadar azalan meddahlar günlük yaşamlarında pek az yeri olan Galata Köprüsü’nün taklit edilebileceğini akıllarından bile geçirmiyorlar…Bense Galata Köprüsü’nün  üzerine konan kertenkele  taklidi yapan ustalara hasretim.

 Sizler onu Çiçek Taksi’den hatırlasanız da, benim için “Hırsız Polis” dizisinin Dursun’udur.

Sizler onu Disko Kralı  programından hatırlayabilirsiniz ama, benim için dalga geçilen ihtiyar değil, hiç büyümeyen çocuktur.O, takım elbisesinin üzerine taktığı  şapkayla Batılı, rakısını içerken anlattığı fıkrayla  dibine kadar Karadenizliydi…  Düşünüyorum da, şapkanın bu kadar  çok yakıştığı bir başka  çocuk adam tanımamışımdır.

 Tanıdığım en önemli zennelerden biriydi. Zenneliğin, bir cinsel aşağılama olarak kullanıldığını sanabilirsiniz .  Oysa bir ışık huzmesin muhteşem bir  aydınlığa dönüştürmek için şarttır   zenneler…Toplumda beraber yaşama kültürünün devam etmesi için, Arnavut, Kürt, Ermeni, Yahudi’lere değil, onlarla beraber gülenlere, zennelik yaparak mizahta cinsiyetçilik yerine, incelik yaratabilenlere, yaratanı ve hükmedeni öven komik figürasyon  yerine, sözünü sakınmayan meddahlara ihtiyacımız var…

 Güle güle Erol Usta! Ölüme ağlamasak, galiba yaşama da gülemeyiz… Alıştık artık meddahların gitmesine! Bize Galata köprüsünde “rastgele” diyen sarı yağmurluklu balıkçılarının  sesini bırak yeter….

 

6 Ekim 2012 Cumartesi

EZENLERİN MİZAHI


 

Geçtiğimiz günlerde Hürriyet Gazetesi’nin Keyif ekinde Deniz İnceoğlu ,  “Alper Kul” ile bir söyleşi yaptı. Tesadüfen aynı gün gazetenin ekinde İpek Özbey  de  pek çok mizahçıyla düzenlenen bir ankete imza attı..

 
 

APOLİTİK MİZAH

 

Yandaş mizah yapılır mı? Yandaşsa mizah olur mu, mizahsa yandaş olma lüksü var mıdır?

Mizah, yan tuttuğu anda zekasını kaybeder. Bırakın yandaş olmayı, apolitik olma lüksü bile yoktur mizahçının! 

Ne yazık ki son zamanlarda milyoner komedyen akımı var. Suya sabuna dokunmadan temiz temiz güldüren tayfa …

 Cem Yılmaz, inanılmaz bir yetenek, ancak  politikadan mümkün olduğu kadar uzak duruyor.  Bu topraklardan yetişen en keskin kalemlerden  Yılmaz Erdoğan da,  sosyal konulara girip, politik konulardan uzak durma yolunu seçiyor son zamanlarda. Sanki sosyal konulara değinmek, siyasal bir dokudan bağımsız tutulabilirmiş gibi… Ata Demirer, daha çok Trakyalı aptala sardı, Şahan’ın çizgisi zaten belli…Oysa aptalı, şapşalı oynamak da  sınıf bilincinden arındırılamaz.  Kemal Sunal bunu son derece iyi başarmıştır.

 

Sinemamız daha çok ergen seyirciyi geyik esprilerle güldürme peşinde, stand up’larımızda (stand:duruş) var ama karşı duruş yok! Tiyatromuzun geleneğindeki politik hicivler yok denecek kadar az… Ferhan Şensoy bu konuda yıllardır  şövalyelik yapıyor. Bildiğim kadarıyla Kandemir Konduk böyle bir yapılanma hazırlığında, Metin Serezli ustamız da  Çevre Tiyatrosu’ndaki halkçı çizgisini bu kez Yılmaz Özdil’in  yazılarından derlenen bir oyunla  yakalamış.

 

 

EZİLEN MİZAH

 
Uykusuz  Dergisi yazarı Barış Uygur, Hürriyet Gazetesi’ndeki analizinde mizahın sadece bu dönemde değil, her dönemde baskı altında olduğunu,  Turgut Özal’ın ağır  tazminatları karşısında Leman Dergisi’nin uzun süre T.Ö lakabını kullandığını söylemiş. Gırgır Ekibi’nden Rıdvan Bağış, mizahçıların herhangi bir otoriteye yandaş olamayacak kadar zeki insanlar olduğunu vurguluyor. Bayan Yanı Dergisi çizeri İpek Özsüslü de güçlüden yana mizah yapılamayacağını, mizahın gücü devirmek için var olduğunu vurgulamış.

 

OTOSANSÜR

 

Penguen Dergisi çizeri Cem Dinlenmiş, bence bir mizahçının yakalayabileceği en   tehlikeli hastalığa, otosansüre değinmiş. “Yaratılan koyu bir iklim var. Artık otosansür uygularken insanlar farkına varmıyor bile” demiş.  Bilinçaltındaki baskılar,  yasaklanmayan ama zaten  yasak olanlar konusunda  bir uyarı sistemi oluşturuyor.

 
Bu ankette beni en çok  şaşırtan açıklamalardan biri Barış Uygur’a ait. Başbakanın mizah dergileri konusunda son derece tahammül sahibi olduğunu söylerken, yandaş mizah diye bir şeyin var  olabileceğini söylemiş. Öncelikle karikatürcülerle mahkemelik olan bir başbakanı tanımlarken, tahammül sözcüğü kullanılıyorsa bile,  ciddi bir sorun var demektir. Mizaha tahammül etmek ne demek?

 

 

EZEN MİZAH

Metin Üstündağ, “yandaş mizah olmaz. Ezen ve ezilen vardır. Ne güzel ezilyioruz diye mizah yapılmaz” diyerek son noktayı koymuş aslında. Ezerek, ezmek için, ezenin yanında, ezeni alkışlayarak mizah mı olur? Mizah, bir güç gösterisi olarak kullanıldığı zaman,  gülmece orite  yer değiştirir ve şaka kaka olur! Ezenlerin mizahı diye bir şey düşünmek mümkün mü?

İnsanlar sömürü sisteminin çirkinliklerini mi ortaya serecek ezen mizahta?

 
Ancak milyoner komedyenler döneminde, tuhaf olan bir gerçek var: Mizahçı sadece ezenin yanına olmakla  kalmıyor, aynı zamanda sosyal sınıfında da ezici konuma geçmekte sakınca görmüyor. Evleri, arabaları, tekneleri  olan, suşi yerken beyanat veren,  bir yandan çeşit çeşit mankenlerle sevişirken, öte yandan onları   magazin kameralarıyla aldatan çirkin bir profili var yeni mizahçıların.

Barış Uygur mizahçıların orta sınıf çocuğu olduğunu söylemiş, Pek çok mizahçı da bunu   onaylamış. Ancak sanırım Türkiye’de pek çok sektörde olduğu gibi, mizahta da bir sınıf atlama derdi var… Böyle hızlı biçimde tırmanılan merdivenlerde, mizahın ezenin tarafına geçmesi o kadar kolay ki!

 


EZİLEN  KOMİK


Yıllardır  söyleşi okurum. Zekasıyla beni en çok çarpan soruyu Deniz İnceoğlu sormuş Alper Kul’a.

-          Kel olmasanız da, komik olur muydunuz?

Alper Kul da son derece anlamlı bir yanıt vermiş.

-          Kel olmasam da,  komik olmam için mutlaka bir noksanımın  olması gerekirdi.

Hay ağzına sağlık Alper Kul!

Bizim artık gülememizin nedeni, komiklerimizin fazlalıkları…

 

Fazla araba, fazla kotra,  fazla tatil, fazla ciddiyet, fazla şıklık, fazla yakışıklılık, fazla komiklik filan…

Bende yok diyenleri öyle özlemişiz ki!

Bende yok, olduğu zaman da sizi ezenlerin değil, sizinle ezilenlerin yanında olacağım diyen komiklerle beraber  gülmek istiyoruz artık. 

 

 

 

BENİM DE BABAANNEMİN BAŞI BAĞLIYDI


 

Son zamanların moda jargonuyla, din, laiklik konularında bir tartışmaya giren kesimi temsil ediyorsanız, tartışmaya  her nedense  “benim de babaannemin başı bağlıydı” diye bir giriş cümlesi ile başlamanız gerekli.  Atesist değilim, dini değerlere sahibim, münafık değilim ve size yakın olabilirim alt metinleriyle karşı tarafı okşama taktikleri…

Dizi yayınlama lüksü olmadığı için haberleri dizi tadında yayınlayan haber  kanallarında , bir münafık ile muhafazakarı kapıştırarak hem rating elde etme, hem  her konuyu sözümona tarafsız bir zeminde masaya yatırarak, aslında  baştakileri rahatsız etmeyecek biçimde her tartışmayı muhafazakarlara kazandırma derdi var.. Ezberden konuşan Atatürk temsilcileriyle, ezber bozar gibi görünen  ve hep kazanan  güçlü bir taraf! Bunun nedeni,  sadece fazla sözü olanların  dışlanarak evde yatırılıyor olması ya da hapis yatması  değil  Aynı zamanda , sağ entelijensiyanın iktidar olmadan önceki dönemde kendini müthiş biçimde geliştirmiş olması. Muhalefet hırsı, entelektüel birikimi güçlendirmeyi gerektirir. Ancak solcu kardeşlerimiz  vatanı masa başında kurtardıkları için, son yıllarda  muhalif bilinç oluşturarak  ezber bozmayı sağcılar kadar geliştiremedi. Sağ, AKP iktidarında vücuda gelene kadar şiir okudu, felsefe tartıştı. Şimdii rantiyelere dönüşerek, ortalığı yıkan bugünün güç sahipleri, muhalette oldukları dönemde yeni söylemler geliştirdiler. Tek şey yapmaya vakitleri olmadı: Sanat!

 

İSTANBUL BELEDİYESİ KÜLTÜR İHALESİ

Şu anda en büyük kompleksleri sanatçı yetiştirememek. Basının kalemini bükmek çok kolay oldu, dikte ettikleri yazıları ertesi sabah gazetede okuyorlar, ancak ıkınsalar da, sıkınsalar da dikte ettikleri oyunların sahnelenmesini, sahnelenirse de seyirci bulmasını  ve alkışlanmasını sağlayamıyorlar. Geçtiğimiz yıl Şehir Tiyatroları’na sözümona alternatif olması için, Kültür A.Ş ‘yi paravan yaparak,  korkunç bir yolsuzluk ve ihale fesatlığıyla çıkardıkları, halkın kasasından çalarak ortaya çıkardıkları oyunların ne büyük bir fiyasko olduğu ortada!

 

DEVLET VE ŞEHİR  TİYATROSU REPERTUARI

Bu hafta Devlet Tiyatroları’nın repertuarı açıklandı. Türk Tiyatrosu tarihinde ilk kez bir repertuar, dört ay gecikmeyle, sezon açılmadan birkaç gün önce  açıklanıyor. Bence Kültür Bakanı, bir yandan devlet tiyatrosunu sahiplenirken, öte yandan başbakanın gazabından  kurtarmaya çalışıyor. Repertuarı da, ya şehit haberlerinin yoğun olduğu, ya İçişleri Bakanı’nın meşhur saçmalarından yumurtladığı, ya da Tayyip Bey’in  Tuvalu,Nauru, Marshall Adaları filan seyahatinde olduğu bir zamanda açıkladılar. Hilmi Zafer Şahin de Şehir Tiyatroları’nın 1 Ekim’de yeni  oyunlarla perde açma geleneğini, Kadir Topbaş’ın bir  metro  projesi için iki üç saatliğine yeraltına inmesine kadar ertelemiş olmalı! Başkan kurdelayı kestiği an, onlar da yeni oyunların kurdelasını kesecekler kuşkusuz.

Lemi Bilgin, her zamanki gibi sanatsal düzeyi son derece yüksek ve dünyadaki ödenekli tiyatrolarla boy ölçüşebilecek bir repertuara öncülük etmiş. Brecht, İbsen, Dürenmatt, Güngör Dilmen, Haldun Taner  Gülşen Karakadıoğlu gibi değerli yazarlarımız ve heyecan verici yeni eserlerin yer aldığı sezon içindeNecip Fazıl Kısakürek’ten bir oyun da oynanacak…

 

NAZIM HİKMET/NECİP FAZIL

Bazı gazeteler bu   başarılı repertuarı Nazım yerine Necip gibi bir söyleme indirgediler.. Tartışma programlarından  fazlasıyla alışık olduğumuz bir vurdurma   kırdırma, safları ayırma mantığı. Şimdi Devlet Tiyatrosu’ndan birinin çıkıp, “benim babaannemin de başı bağlıydı” demesini bekliyorlardır herhalde. Öncelikle dünyanın en büyük ozanı Nazım Hikmet’in, şiir dilindeki ustalığını  her oyununda tutturduğunu  ve  sahnelenmeyen çok fazla iyi  oyunu olduğunu  söylemek zor. Bu nedenle Devlet Tiyatrosu’nun her dakika Nazım oynamasını beklemek gereksiz bir hayalcilik. Kaldı ki, Necip Fazıl’ın  da  sahnelenmeye değer birkaç yapıtı var kuşkusuz. Kısakürek ile Hikmet’i karşı karşıya getirmek, Nazım’a yaraşmayacağı gibi, Necip Fazıl cephesi için de  tuhaf!

Ben Devlet Tiyatrosu’na yaraşan  bir prodüksiyonla ortaya çıkacak bir  Necip Fazı oyunuı alkışlamaktan heyecan duyarım. Yeter ki, oyuncular “mecburen oynuyoruz” tavrıyla ortaya çıkmasın, yeter ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin alelacele biçimde,Necip Fazıl’a büyük ayıp olacak biçimde sahnelediği “Bir Adam Yaratmak” kadar büyük bir fiyasko olmasın!

Adalet Bakanları’nın mahkeme koridorları yerine,  muhafazakar sanat uğruna  dizi setlerinde çorbaya talim ettikleri bir devirde yaşıyoruz. Devlet Tiyatrosu onurlu davranmış, en azından muhafazakar sanat adına   aceleyle ortaya çıkartılan  saçmasapan bir işe değil,  edebi değeri olan bir yazara yer veriyor. Ya başrolde eski Devlet Tiyatrosu oyuncusu Güven Hokna’nın oynadığı Huzur Sokağı mega müzikalini yapsalardı?