19 Haziran 2010 Cumartesi

ÇOCUKLUK ETME, TUĞRUL TÜLEK'İ DERHAL İŞE GERİ AL!

Sevgili TRT Çocuk Yöneticileri, ne yalan söyleyeyim izleyeciniz değilim, ama memleketim ciddi bir çocuk kanalı kazandığı zaman pek sevinmiştim. Bizim erkek yeğen Pokemon tarzı şiddet içeren Japon çizgi filmlerinden kurtulur belki, kızlar da habire aynı DVD’leri başa sarıp duruyorlar… Tiyatrocu bir amcaları olduğu için, onlara o dizilerde gördükleri şeylerin aslında gerçek olmadığını anlatmakta pek de zorlanmadım. Bunu anlatamayan ebeveynlerin yavruları çişlerini üzerine kaçırıyor. Eee ben zaten köpeğim Çiço’nun beni cezalandırmak için ara sıra eve işemesinden bıkmışım, şimdi Bihter Behlül’ü aldattı diye habire işeme hikayeleri duyacaksam, vay benim halime değil mi?

Aldım erkek yeğenimi karşıma, sen bakma “Kurtlar Vadisi”nin haber bültenlerinin önünden gittiğini dedim! Babasıyla annesinin Devlet Tiyatrosu’nda en beğendikleri aktörler orada cinayet işler, altı ay sonra Türkiye’de aynı olaylar olur, o tamamen tesadüf olsa gerek… Ama iki yaşındaki ufaklık kardeşi yanıt vermekte zorlanacağım bir soru sormaz mı bana? STV’deki bazı dizilerde olan olayları, Taraf Gazetesi birkaç ay sonra yazıyor, bizler de Türkiye’de hakikaten olmuş gibi izliyormuşuz! Baba baba bak , fırlamaya bak! Cevap veremedim tabi! Ahmet Altan, STV’deki, bazı dizileri mi izliyor, TRT’deki programlardan danışmanlık bedeli adıyla nemalanan gazeteciler, sonra o dizilerdeki olayları oldurmak için özel bir çaba mı sarf ediyor anlatamadım kerataya!

Yani sevgili TRT Çocukçular, Aziz Nesin üstadınızın dediği gibi şimdiki çocuklar harika! Öyle tak fişi bitir işi programcılık yapmanız mümkün değil. Kafayı çalıştırıp, çok yaratıcı işler yaratmanız gerekiyor. Bu işin ustalarından Canan Meray genç yaşta hayatını kaybetti oldu, ama Tekin Özertem halen hayatta, ben olsam ağzının içine bakardım!

Şimdi sevgili TRT çocukçular, derhal Anadolu Üniversitesi mezunu yetenekli oyuncu arkadaşım Tuğrul Tülek’i işe geri alacaksınız. Ben seyredemedim ama “Rüzgar Gülü” diye bir program sunarmış sizde meğer. Çocukluk yapmış, bir özel televizyonda “gay rolü oynadığı için” çocuğun işine son vermişsiniz. Hem de yayına beş dakika kala! Bu kovalama biçimini de kimden öğrendiniz bakayım? Özel televizyonlar ilk çıktığı zaman babalarının paralarını nasıl savuracaklarını bilemeyen öküzler bu yönteme başvurdu, en ünlü gazetecilerin kartları akıllı binalarda okunamaz, kovulduklarını öyle çakozlarlardı Ama siz insafa gelin. Artık farklı kovma yöntemleri uygulanıyor. Canlı yayına bir telefon bağlatıp, yayını karıştırtabilirdiniz mesela. Yandaş medyanıza Tuğrul’un DOT’ta oynadığı harika oyunlar hakkında karalayıcı haberler yaptırtıp, meseleden sen sağ ben selamet çıkabilirdiniz.

İmdi, Tekin Özertem’i davet ettiğiniz zaman size Aristoteles diye birinden söz edecektir. Aslında Yunanlıdır, ama gerekirse siz onu Arap bilin! Aristo Poetika diye bir kitap yazmıştır. İncedir, rahat okunur, dil bilmiyorsanız, Türkçeye çevrilmiştir. Bu kitapta Aristo, taklit sanatlarını anlatır. Aristoteles’e göre komedi “var olandan kötüleri, tragedya ise var olandan iyileri taklit etmeye çalışır.

Yani, bu mantığa göre, işten attığınız Tuğrul, kötü birini taklit ediyormuş, rahat olun.

İsterseniz, İskender Pala’yı çağırın, size Aristo’yu anlatsın. Nilüfer Göle’size political correctness kavramından sözetsin.

Political corectness, sizin TRT çocuk olarak, her çocuğa öğretmeniz gereken, dünyanın benimsediği bir kavram. moda. Kendinden olmayanı benimseme, saygı duyma meselesinden ibaret. Bakınız, bir insanın ibadetine nasıl saygı duyulması gerekiyorsa, cinsel seçimine de saygı duymak gerekir. Hatta daha da ileri gideyim, laik ve demokrat toplumlarda, insanları dinleri, cinsel seçimleri, politik düşünceleri hakkında görüş bildirmeye zorlamazlar. Çocuklara “çalma, vurma, arkadaşını kırma” derken, toplumda farklı olana da saygılı ol demek zorundasınız. Eğer farkındalığın farkını yaratmazsanız, ileride sakatlarını taşlayan, kadınlarını recm eden, eşcinsellerine tüküren bir kuşak yaratırsınız.

Kaldı ki, içi dolu bir çocuk kanalı yaratırsanız, izleyici kitleniz başka bir kanalı zaplayarak, Tuğrul’un eşcinsel rolü oynadığını görmeyecek, yani eşcinselliğe özenmeyecek.

Ha bir de, sizde program yapan öteki sunucular başka kanallardaki dandik dizilerde katil rolleri oynamıyorlar mı? Varsayalım ki rolle gerçeği karıştıran bir toplumdayız, çocuklarını şiddete yönlendiren pis katiller, inanın Tuğrul’un oynayacağı komedideki eşcinselden daha tehlikelidir. İnanın bugüne kadar cinayet işleyen bir eşcinsel duymadım, ama Türkiye’de yüzlerce faili meçhulun yanında, kim vurduya giden nice transseksüel, homoseksüel var. Mesele topluma kötü örnek olmaksa, televizyonlarda tiksinç çapkın rolü oynayanlar için de aynı şey geçerli! Kaldı ki, aktörün büyüğü, her rolün üstesinden gelir. Aktörler doktorlar gibi cerrahlar, dahiliyeciler diye sınıflanmaz. Bir gün deliyi, ertesi gün dahiyi oynama yetisine sahiptirler. ( Bkz. Aynı yıl hem Van Gogh, hem Orhan Veli oynayan Müşfik Kenter, tiyatroda Tanrı, filmde şorolo oynayan Haluk Bilginer)

Son bir şey söyleyeyim: Ahlakçı ve homofobik kisveli kurumunuzdan çıkanlar en yüce otel baskınlarında yakayı ele vermişlerdir! Üzülerek söyleyeyim, Tuğrul’u kovarak topluma ahlak dersi vermeye çalışan kurumunuzun, bu tür bir kurum kültürü yoktur.

Bilmem sizi Tuğrul Tülek arkadaşımın neden derhal işe geri almanız konusunda ikna edebildim mi?

15 Haziran 2010 Salı

ISPANAKLI ÇETİN ALTAN YA DA REZALETİN DANİSKASI

Çetin Altan’ı, Behice Boran’lar, Mehmet Ali Aybar’lar gibi, Türkiye İşçi Partisi’nin, onurlu mücadelesinde gülümseyerek anımsamayacağımız kesin.
Çetin Altan’ı, Mehmet ve Ahmet Altan’ın babası diye anımsamaktansa, Işıl’ın babası diye anımsamayı yeğlerim Işıl, Çetin Altan’ın ve Solmaz Kamuran’ın küçük kızı. Sanat yönetmenliğini yaptığım Tiyatrokare’ye, Ali Poyrazoğlu’nun referansıyla “Polisin Müşterileri” adlı bir oyun çevirmişti. Oyun, kadro ve sahneleme sorunları olmasa, oldukça başarılı olabilirdi. Işıl, ışıklı bir çevirmendi.
Çetin Altan, son yıllardaki yazılarında yeni bir söylem üretmeyen, “Bartın’da tenis kortu olsa”memleket kortulur, “Osmanlı’dan bu yana meslek sahibi olamamışız, mesleğimiz olsa, ceplerimiz dolsa” dar jargonu arasına sıkışmış, artık yazıları tad vermeyen, bir düş (!) ün adamımız kanımca.
Oysa o, gazete değiştirdiği gün, geceden tüm mahalleden gazete rezervasyonu aldığım zamanları, yazısını kesip okulumun duvarına “şeytanın gör dediği” diyerek yapıştırdığım ve nice cezadan sıyırdığım gençlik anılarımı bilirim.
Oyunları tatlıdır ama zamana yenilmiştir. ““Yedinci Köpek” nispeten çağdaş kalmıştır. Birkaç yıl önce bir araya geldiğimizde Çetin Altan, tiyatronun kendisini halen çok heyecanlandırdığını söylemiştir.
Milliyet Gazetesi, şimdilerde, en parlak muhabirlerinden birini haftalık olarak görevlendirerek, “efendim Recep İvedik hakkında ne düşünüyorsunuz?”, diye sordurmasa, kabuklarını kırma taraftarı değildir.
Oğullarının ise orduya çakmak, tarikatlarla flörtleşmek, hükümetlere göz kırpmak gibi modern vazifeleri vardır. Bir de sanırım Ahmet Altan’ın gazete bürosu Kadıköy’de olduğundan ara sıra, Kadıköy nostaljisi yapma ayaklarına , Kadıköy Belediyesi’ne giydirirler durup dururken. Kendileri sevimsiz 17 katlı bir apartmanda otururlar ama Kadıköy’deki tatlı, şirin evlerin ve dut bahçelerinin nostaljisini yaparlar.
Mesela, neden Şişli’nin, Pendiğin, Adalar’ın kaybolan dutlukları sorgulanmaz, o tam bir muamma! ( Mutlaka yayınevinin belediyeden istediği ve alamadığı şeyler olmuştur bu sahte nostaljide)
Neyse efendim, Çetin Altan, Kadıköy Belediyesi’nin inşa ettiği ve son yıllarda gördüğüm Türkiye standartlarının üzerindeki en güzel tiyatro salonunda Ali Poyrazoğlu’nun yeni oyununu izlemiş.
Poyrazoğlu, benim de kurslarını izlemeyerek çok şey öğrendiğim hocam, donanımlı bir entelektüel. Yıllar önce oynadığı Aziz Nesin’in “Deliler Boşandı” oyunu ile Fransız adaptasyonu “Tak Tak Takıntı”’nın karakterlerini bir arada kurgulamış , herhalde ortaya keyifli bir seyirlik çıkartmıştır.


“Tak Tak Takıntı”’da oynadığı Ermeni kadınla oynuyordu,en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Şimdi altı kadını oynuyormuş, mutlaka altı ödül alacaktır. Çünkü bir virtüözdür Poyrazoğlu. Afife Jale Ödülü’ne kadın dalında adayken kadın kılığında geldi, sonra genç meslektaşına erkek ödülü vermek için kılık değiştirince , o yıl kendisini çekemeyenler bu renkli espriyi “hani ödüller belli değildi” diyerek bir türlü kabullenemediler. Bense, bu kadar hassas bir dönemde Atatürk’ün bir Ermeni kadına, oyun icabı da olsa “TAŞAKLIYAN” soyadını vermesini yadırgamıştım sadece. Şimdi de rahmetli Altan Erbulak’ın afişe dekorcu olarak yazılmasını yadırgıyorum! Keşke Poyrazoğlu’nun sürprizi gibi, Erbulak da bir sürpriz yapıp, dekor ödülünü almak için çıkagelse. Poyrazoğlu, Erbulağın saygısına, belki afişteki dekor kredilerini tasarım ve uygulama diye ayırabilirdi . Yine de bunu Poyrazoğlu’nun eski dostuna haklı bir özlemi olarak değerlendirebilir, hoşgörüyle karşılayabiliriz..

Benim anlayamadığım, yakın arkadaşı Ali Poyrazoğlu”nun entelektüel seviyesinden Carlo Goldoni’nin” Moliere” hakkında bir oyun yazdığını öğrenecek kadar keskin bir hafızaya sahip olan Çetin Altan, nasıl oluyor da Kozyatağı’nda Kozy Alışveriş Merkezi’nde ziyaret ettiği, bu yepyeni salonu Ali Poyrazoğlu’nun yeni tiyatrosu sanacak kadar dikkatsiz davranıp, yazısında bunu atlayabiliyor?
Altan’ların, “Taraf Gazetesi” sebebiyle Kadıköy Belediyesi’ne kıl olduklarını biliyoruz, şahsen ben de, bu yıl bu belediyenin yanlış uygulamalarını protesto ettim. Ancak, her ne olursa olsun, İstanbul’a teknik açıdan dört dörtlük bir salon kazandıran i, mükemmel bir yönetim anlayışıyla hizmete geçen bu salonu hele hele büyük usta Gazanfer Özcan’ın adına bir salon verilmesinin çabasını Altan çapında, üstelik tiyatro oyunlarına imza atmış birisinin görmezden gelmesi, büyük saygısızlık!
Çetin Altan, yakın dostu Ali Poyrazoğlu’na en iyiyi, en güzeli yaraştırabilir, Poyrazoğlu buna layıktır ama Kozyatağı’ndaki o sahne Altan’ın iddia ettiği gibi, Poyrazoğlu’na ait değil, Kadıköy Belediyesi’ne aittir ve adı Gazanfer Özcan Kültür Merkezi’dir.
Daha geçenlerde hastanede mahsur kalması nedeniyle ailesinin evini barkını sattığı Gazanfer Özcan’dan geriye sadece bu miras kalmıştır. Büyük usta ölümünden sonra sadece bu salonla anılırken, eski emekçi, solcu,işçi partili bir köşe yazarı nasıl böyle bir hata yapar?
Yıl 1982…. Kocamustafapaşa’da bir kumpanya Çetin Altan’ın bir oyununu “Ispanaklı Safinaz”adıyla değiştirip, telif filan ödemeden, Anadolu’da oynuyordu. Çetin Altan, rezaleti durdurmak için “Ispanaklı Safinaz ya da Rezaletin Daniskası” diye bir yazı yazdı.
Bugün, Türk Tiyatrosu’nun büyük emekçisi Gazanfer Özcan’ın adını hiçe sayan Çetin Altan da aynı hataya düşüyor.
“Ispanaklı Çetin Altan ya da rezaletin daniskası…. Emeğe, emekçiye saygılı ol! Eski yazılarında bunu böyle öğrettin bize!”

6 Haziran 2010 Pazar

BİR SAĞCIYI İNCİ PASTANESİNDE AĞIRLAMAK

29 Mayıs günü İstiklal Caddesi’ne çıktığımda pala bıyıklı amcaların davul zurna eşliğinde bir şeyler kutlamasına önce anlam veremedim. Sıcağa aldırmayarak, feslerini giymiş olan çarıklı erkanı, iki ileri, bir geri koşuyor, bir şey kutluyor. Gerçi, memlekette onlar için kutlayacak çok şey var Haluk Kırcı serbest… Mehmet Ali Ağca, yakında anchorman olacak.

Solcuların ise içi kan ağlıyor. Metin Altıok Şiir Ödüllleri’nde koca profesörler, bilim adamları, sanatçılar, aydınlar, bir araya gelmiş , halen aydınlatılamayan faili meçhuller için ağlıyor. Gecenin sonunda konser veren Zülfü Livaneli, heyecandan titreyen sesine yenilerek: “Hapiste, sürgünde, işkencede ölen arkadaş sayımızı on, onbeş sanıyorduk, eşimle bir hesapladık ki yüz/yüzeli varmış” diyor! Şairin dediği gibi, “serde erkeklik var, ağlayamam” diye kendini tutan onlarca kişi ise , hıçkırıklarını tutarak ödül gecesini terk ediyor. Metin Altıok’un gözleri, ah o gözler, o derin bakışlar, bir kez daha hasta yatırıyor beni! Geçen yıl, sokakta elini kolunu sallaya sallaya dolaşan bir katilin ağzından bir mektup yazmıştım Altıok’a. Bu katil büyümüş de, Ağca gibi anchorman olmuş, ya da devlette iyi bir mevkiye gelmiş, el öptürenleri bol bir hıyara dönüşmüş, ama Altıok’un gözlerine yenik düşmüştü yazımda. Ne acıdır ki, geçen yıl ödüle layık görülen şair bile anlayamamış metaforu. Neyse bu yıl ödül, metaforlara açık , derinlikli Hulki Aktunç’a gitti, ama benim artık metafor yapacak halim yok çünkü Haluk Kırcı’lar, Mehmet Ali Ağca’lar dışarıda. Bizim masum çocuklarımız ise” benim babam bir kahramandı” diyerek toplumsal belleğimizi zorlama peşindeler. Onlar İpekçi’lerin, Tütengil’lerin, Kaftancıoğlu’ların, Anter’lerin, Dink’lerin, Mumcu’ların, Altıok’ların, Ahmet Taner Kışlalı’ların çocukları. Onların babaları, benim babalarım. Onlar, insanlığın evlatları. Ama onları katleden serseri kurşunlar, onları yakan alevler, Jan Dark’ı yakan, Galileyi hapseden, Sokrates’i öldüren, insanlığı bitiren aşağılık zihniyetler!


Okumuş bir işçi soruyor
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar,
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
“………
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?” diye sorar Brecht.

Bu yıl Tekel işçilerinin tarihimize altın harflerle yazdıkları zafer sayesinde, 1 Mayıs’ın yıllar sonra Taksim’de bile kutlanabildiğini düşünürsek, artık egemenlerin emek tarihimizi istedikleri gibi manipüle etmeleri , Bertolt Brecht’in değindiği gibi emekçilerimizi unutturmaları neredeyse imkansız olacak. Tekel işçileri kendi direnişlerini kıran sendika engellerini de mutlaka aşacak, madenciler ise haklarını pek yakında kazanacaktır. Ancak, emek tarihini tırnaklarıyla kazıyan ve bu zaferi kazanan bu halk , serserilerin kurşunlarıyla mücadelesini ne yazık ki kadar kolay kazanamayacak.

İşsizlik, cehalet psikolojisi kendisini sadece sürü içinde adam sanan, mutluluğu bir maç bileti, bir stad konseri ya da mitingde bularak, kişiliğinin sadece sürü içindeki serseri olarak doruk noktasına çıkmasından haz alan kitleleri Taksim’de serseri kurşunu sıkmaya hazır hale getiriyor çünkü! Hayatında kitap kapağı görmemiş bir herif, o kitabın yazarına nasıl değer versin? Hıyar olmak için bile önce hıyarın kabuklu bir yemiş olduğunu bilmek lazım.


29 Mayıs günü İstanbul’un fethini Taksim Meydanı’nda kutlayan amcalara, İnci Pastanesi’nde profiterol ve limonata ısmarlamak isterdim.Ve anlatmak isterdim onlara, anlatmak!.

Birkaç ay önce medyada Emek Sineması’nın yıkımında, bu sinemayla birlikte, Beyoğlu’nun en güzel binalarından birinin ve 66 yıllık İnci Paatanesi’nin de yok olacağı geri planda kaldı. Neyse ki, Mimarlar Odası, yürütmeyi durdurma kararı aldı. Neredeyse, İstanbul’un en önemli renklerinden birini daha yitiriyorduk.

Tiyatro yazarı, yönetmen Haşmet Zeybek, AKM’nin yıkımını protesto eylemlerinden birinde, “ tüm memleketi alışveriş merkezi mi yapacaksınız” demişti? Hakikaten de öyle! Nişantaşı’na Cities’i diktiler de ne oldu? Kent mi renklendi? Alışveriş mi hızlandı? Mutlu olan birtek esnaf mı var?

29 Mayıs günü İstanbul’un fethedilmesini kutlayan amcaları ve onları izleyen yığındakileri İnci Pastanesi’ne davet etmek, onlara Yahya Kemal’den, İsmet Özel’den, Necip Fazıl’dan dizeler okumak,ayva ezmesi, paskalya çöreği ısmarlamak, İstanbul’u fethetmenin dıştan değil içten olacağını anlatmak, Amerika’ya karşı çıkıyorlarsa, Emek Sineması’nı, İnci Pastanesi’ni yıktığımız bir binanın içine dikeceğimiz bir tane daha hamburgerciyle “kahrolsun Amerika” demenin gerçekçi olmayacağını anlatmak isterdim.

Solcular serseri kurşunlarıyla yok edilen kayıplarına ağlarken, sağcılar kentlerine, kültürlerine, tarihlerine sahip çıksınlar hiç değilse. Hiç değilse bunu yapsınlar.