30 Temmuz 2010 Cuma

KÖPEK KONTROLÜNDE TİYATRO

Geçtiğimiz yıl Urla’da “Yenikapı Tiyatrosu”, öncülüğünde gelenekselleştirilen Tiyatrolar Buluşması’nda yaklaşık 45 derece güneşin altında, çeşitli amatör topluluklar ve birliklere ait olan gençler ve bünyesinde yüze yakın topluluğu bulunduran Amatör Tiyatrolar Çevresi ile İATPG adlı örgütlerin bir araya gelmesiyle, Türk Tiyatrosu adına bir güç birliği oluşturma kararı verdik. 12 Eylül’de İstanbul’da bir kurultay, ardından Kasım ayında Ankara Tiyatro Festivali bünyesinde profesyonel tiyatroların ve sanat adamlarının da katıldığı bir çalıştay yapılarak tiyatromuzu bekleyen tehlikeler masaya yatırıldı.

Bu dönemde sanatçıları bekleyen en büyük meseleyi “tiyatroma dokunma” olarak açmak mümkün! Ödenekli tiyatrolar, kendileriyle ilgili gündeme getirilen yasa değişikliklerinin ne kadar farkındalar, kaderlerinin pek yakında Tekel işçileriyle kesişeceğinin ne kadar bilincindeler bilemem ama kurultaylara pek katılmadıklarına, AKM eylemlerinde pek az boy gösterdiklerine göre, kendi meselelerine kendileri sahip çıksınlar.

Bugüne kadar “tiyatroma dokunma” meselesini, hep binama dokunma olarak algıladık. Sanki binalar yıkıldığı, ya da yeni binalar yapıldığı zaman tiyatro kendi kendine varolacakmış gibi… Tarikatlara peşkeş çekilen, adeta AKP teşkilatı gibi kullanılan “Karaca Tiyatrosu”nun hali ortada. Şimdi orası haftada iki gün Dostlar Tiyatrosu’na tahsis edilse ne olur edilmese ne olur? Binada sağlıklı tiyatro altyapısı zaten kalmamıştır, tiyatroya çoktan dokunulmuştur.

Büyüklerimiz bize tiyatro sevgisinin çocuklukta başladığını öğretmişlerdi. Koca bir yalan!
Sadece İstanbul’da okulları denetimsizce dolaşan 300 adet kumpanya var. Bunların oyunlarına artık şahsi sapıklık bile katılıyor: İşte İstanbul’da çocuklarınızı okuttuğunuz bir okulu dolaşan bir oyunun derme çatma senaryosu (metin demiyorum özellikle) Eve hırsız girer, yetim çocuk korkar. Sonra çocukla hırsız arkadaş olur. Hırsız, evde yaşar, akşamları anneyle, gündüzleri çocukla ilgilenir.

Bu fevkalade yunları oynayabilmek için Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin almak yeterli değil, çünkü her bölgenin ayrı tarikatçı eğitmenlerini de hoş tutmanız gerek,her ilçeden ayrı ayrı izin almanız lazım. Bu yüzden TOBAV ödüllü, yıllardır Türkiye’nin dört bir yanında başarıyla oynanan Ayla Çınaroğlu’nun “Miğfer” adlı oyunu Hatay Dörtyol’da yasaklanabiliyor mesela. Tiyatromuza dokunulmuştur.

Bizler, şenlik kültürünü yaşayan toprakların çocuklarıyız. Bir dönem liselerimizdeki İLTÖ şenliklerinin tadına doyamazdık. Nur içinde yatsın, Mustafa Gezer, Cem Yalın gibi öğretmen kökenli yazarlar yetişti şenliklerden. Sonra uzun yıllar liselerde tiyatro şenliklerinde “Pembe Kadın”, “Bernarda Alba’nın Evi”, “Ocak” izlemekten gına geldi. Artık gözü açılan kuşaklar yaratıcılıkta sınır tanımıyor. Manisa Demirci Sağlık Lisesi sağlıklı bir yorumla ’, tarih öğretmeni ve rehber öğretmenlerinin öncülüğünde Tuncer Cücenoğlu’nun “Kör Döğüşü” adlı oyunuyla birincilik kazanıyor ama ertesi gün din öğretmenleri onları, oyunda din adamlarını küçük düşürdükleri gerekçesiyle savcılığa şikayet ediyor. Bir kere bu nasıl bir faşizan ihbarcılık kültürüdür ki, bir öğretmen, eğitim verdiği kurumu , yetiştirdiği öğrencileri savcılığa ihbar eder? Yanlış bir şey varsa, otur, tartış. Gerekirse gençleri ders dışında meyhaneye davet et, bir bira ısmarla, sen içme, onlarla oyunun doğrularını yanlışlarını tartış, ama tiyatrolarını savcılığa ihbar etme çünkü tarih bana bugüne kadar hiçbir savcıyı hatırlatmıyor ama nice başarılı oyun yazarını hatırlatıyor.

İlkokulda berbat oyunlar izleyerek tiyatrodan tiksinen, lisede birinci de olsa savcı karşısında titreyen, Anadolu’da turneye gelen tiyatro sanatçılarını halen polisten sabıka kaydı alması gereken kişiler olarak hatırlayan çocukların üniversiteye girdiklerinde, tiyatro dostu rektörlerle karşılaşacağını sanmayın.

İTÜ Taşkışla Sahnesi, yıllardır provalarını da, oyunlarını da koridorda oynuyor. Sahne olmadığından değil! Oditoryum, sponsor şirketlere bal gibi tahsis ediliyor ama onlar anarşist çünkü tüm Türkiye’de çok ses getiren “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümünü” başarılı bir yorumla oynuyorlar. Zavallı İTÜ öğretim üyeleri, bu dirençli gençlere,” bari sponsorları rahatsız etmeyin, şu karşı koridorda oynayın” demekten başka çare bulamamış.

Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde ise, sanırım Yılmaz Büyükerşen’in kente yaptığı hizmetleri içine sindiremeyen üniversite yönetimi, tiyatro kulübünü, yıllık 400 lira bütçeyle sınırlamış. Üstelik tiyatro kulübünü tiyatro binasına sokmayarak! Bir doktorun yedi yıl kadavra bile görmeden eğitim aldığı memlekette doğal değil mi bu?

Manisa Celal Bayar Üniversitesi de 2006 yılında Gogol’ün “Müfettiş” oyununda argo bir sözcüğün sansürlenme emrinin uygulanmaması üzerine, sözümona danışman bulunamadığı için tiyatro kulübü kapatılıyor.

Kürtçe Tiyatro yapanların yıllarca yaşadıklarını, Milliyet Sanat’ta uzun dosyalarda anlattım. Ancak bu topraklarda Batmanda, Abdullah Tarhan adlı sanatçıya ve Arsen Paladov Tiyatrosu üyelerine beş yıl sanat yasağı veriliyor ve görüş ayrılığı olduğu için midir nedir, demokratlarımızın sesi sedası çıkmıyor. Açılım için başbakanın sofrasına oturanların da!

Yenikapı Tiyatrosu Dersim’de oynarken, salonda seyircilerin üzerine polis salınıyor, aramaya kurt köpekleri de teşrif ediyor. Tiyatroya artık köpekler de dokunuyor! Köpekleri daha önceleri havaalanında görmüştük, artık tiyatroya da indiler, sıra kurtlar ve öteki hayvanlarda…

Kemer Belediye Tiyatrosu’nu fesheden MHP’li başkan, önce kadrosunda zabıta memurlarının eksik olduğu için oyuncularının zabıta memuru olmasını emrediyor, oyuncuları bunu kabul ediyor, “en büyük başkan bizim başkan diyorlar”, kovuldukları zaman, adamcağız kötü oluyor.


CHP’li Yenimahalle, CHP’li Çankaya Belediye Tiyatroları, kadrolarını tamamen keyfi nedenlerle tasfiye ediyor. İnternette kıyamet kopuyor, sonra gizli bir pazarlık yapılıyor, ses seda yok. Ne yazık ki, iyiniyetli tiyatro siteleri, haber atlamamakk için, haberleri araştırmadan giriyorlar, bu nedenle kimi zaman manipüle edilerek yanlış haberlere alet edilmiş oluyorlar.

Tiyatrolar Birliği olarak, kar kış demeden, tüm günümüzü, tiyatrosuna dokunan Afyon’a ayırmamızın, binlerce kilometre yol tepmemizin, taraflarla konuşmak istememizin nedeni de buydu zaten. Mustafakemalpaşa Belediyesi’ne de bir ziyaret gerçekleştirdik, baskı altında değiştirilen repertuar politikasını, sakal bıraktırılan oyuncuları gözlemledik. İşin acı yanı, özellikle küçük yerleşim merkezlerinde sivil toplum örgütlerinin de belediye ile malsahipliği, borç, alacak tipinde o kadar karmaşık ilişkileri var ki, bazen dünya yıkılsa, ses çıkarmaları mümkün olmuyor.

Sağlam yönetmelikler yapılmadan, kişilerin egoları ve bireysel yönetimleri üzerine kurulu bölge tiyatroları ya da ödenekli tiyatrolar, kurtlarıyla, köpekleriyle sadece sanata değil, yaşamın tüm katmanlarına el sürmeye hazır olan kişilere sonsuz fırsatlar verecektir.
Sözkonusu durum bugün tavan yapmış olabilir, ancak tiyatro yasası olmayan memleketimde oldum olası böyle olmuştur. Yine de bu topraklarda sanat yapanlar, anayasamızda sanatçının güvence altında olduğunu bilmelidir.

Haziran ayında Tiyatrolar Birliği tarafından İstanbul’da düzenlenen panelde de ele alındığı gibi, Türk Tiyatrosu ve sanat adamları, şahsi çıkarlarını, egolarını ve şu an için estetik kaygılarını geride bırakarak, tiyatro sanatını kurtarmak adına, örgütlenmeli, tek ses olarak “tiyatroma dokunma” diyebilmelidir.
“Neden dokundun? Değil…
“Tiyatroma dokunma!”

Bu yazı 2010 Temmuz sayılı Milliyet Sanat Dergisi'nde yayınlanmıştır.

18 Temmuz 2010 Pazar

JENNIFER LOPEZ İLE TEKNE KAÇAMAĞIM

Jennifer Lopez’i protesto ediyorum.
Onun oynatıldığı hiçbir filme gitmeyeceğim gibi, geçen hafta birlikte yaptığımız tekne kaçamağında kalçalarına da dokunmadım.
Evet, Bodrum’da birlikteydik.
Magazinciler Angelina Jolie/ Brad Pitt’i yakaladıklarını sandıklarında, biz bir koyda, minik bir teknede minik bir tatil yapıyorduk.
Tekne minikti… Artık zayıfladığım için, içine sığabileceğim kamaraları olan, fazla göze batmayan bir şey seçtim. Jennifer kırmadı, geldi.
Tatilde Yunan adalarına da gidecektik. Türk/ Yunan dostluğundan söz edecektik. Biraz rakı, biraz Uzo içecektik. Karagöz’ün Bursa’lı olduğu tescillendi, biraz kavga kıyamet koptu belki ama, yaz tatilini Burgaz Ada’da yapıp, artık Symi Adası’na giden Marika ile benzeşen o kadar yanımız var ki!
Bir ay önce Yorgo Dalaras konserinde binlerce kişi kol kola, Rumca şarkılar söyledik.
Dalaras, yıl lar boyunca, Türkiye karşıtı gecelerde sahneye çıkmış, kampanyalara imza atmış, ama İstanbul’daki ilk Açıkhava konserindeki izdihamı görerek, neredeyse gözyaşlarını tutamamıştı.
Zülfü Livaneli ile kol kola, kardeş kardeşe şarkı söylerken, dünyadaki onurlu halkların kardeşliği adına şarkılar söylüyorlardı.Cem Mansur ve Nvart Andressian Türkiye Ermenistan Gençlik Senfoni Orkestrası’nın Cemal Reşit Rey’deki konserini de aynı ulvi amaçlarla kardeşçe yönetiyorlardı !
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ısrarla Ermenistan ile futbol maçlarına giderek, sanatın yanı sıra sporun da kitler arası yakınlaştırıcı gücünü seçmesi, günlük politikanın soğuk, değişken ve de genelde petrole, suya, doğalgaza, enerjiye endeksli ikiyüzlü politikalarından çok daha kalıcıydı mutlaka.
Harbi davranmak gerekirse, Jennifer’ı tekneye davet etmemin nedeni, bu kadar ulvi değildi.
Bir yandan entelektüel kapasitemi arttıracaktım tabi, öteki yandan onun kocaman kalçalarının erdeminden yararlanacaktım! Birlikte atlayacaktık…. Denize
Haa niye yakalanmadık derseniz, eee “kızcağızı” gazete almaya göndermedim çünkü takdir edersiniz ki, Türkçe gazete okuyamıyor. Sonra magazinciler zaten kefal yakalamışlar, çakma Angelina ile Brad’ın peşinde koşuyorlardı. Yani bizim dandik teknenin peşine düşecek magazinci yoktu. Eee bana da popülaritiseni yitirmiş bir sunucu, eprimiş bir oyuncu gibi magazinin krallarını arayıp misafirini ihbar etmek yakışmaz değil mi?
Jenni ( ikinci günde Jenni oldu) insan haklarına çok düşkün! Bakın Türkiye’ye kadar gelmiş Balbay içeride mi değil mi, Türkiyede konuşma özgürlüğü var mı, insanların telefonu dinleniyor mu, minicik çocukları hapis mi yatırıyorlar, komutanlar niye durup dururken tabancayı dayayıp intihar ediyor kıçına bile takmamış.
“Çek Kıbrıs’a dedi!”
O kadar da değil Jen! (Üçüncü günde Jen oldu)


Bu minik şey bizi taşısa taşısa komşu adalarda sirtaki yapmaya taşır. O dalgaları atlayamayız.
Sen avans mavans aldıysan, beni dinle git Kıbrıs’a.
Eurovision’da kendisine Cyprus diyen yere biz niye Kuzey Kıbrıs diyormuşuz, oranın hellim peyniri ve kumarhaneleri dışında nesi meşhurmuş. Kıbrıs Türk Hava Yolları ile ilgili yolsuzluk haberleri doğru muymuş? Türkiye zaten yoksul bir ülkeyken bir de bu kamburları niye sırtında taşıyormuş? Türkiye, doğu ve güneydoğu’ya hiç yatırım yapamazken, Kıbrıs’taki bir memurun maaşı niye o kadar yüksekmiş? Kuzey Kıbrıs’ın cari açığını Türkiye mi karşılıyormuş?
Bir sürü ahiret sorusu sordu.

Sonuçta teknesindeki kumanyası biten bir tiyatro sanatçısıyım sevgili J (beşinciiii gün ve patlamak üzereyim, maddi, manevi)
Haklısın Kuzey Kıbrıs, Kuzey Kıbrıs olalı, şöyle dişe dokunur bir sanat ürünüyle var olamadı.
Oysa, geçen yıl Tiyatro Kedi’de konuk sanatçı olarak yer alırken bu ülkeye, turneye gittim. Adada çok ciddi bir tiyatro geleneği var, kendini ifade etme, dillendirme ihtiyacı var. Her kentin ayrı ayrı oluşmuş tiyatro festivalleri var, ödenekli tiyatroları var, çok güzel bir seyircisi var.
“ O zaman beni niye çağırıyorlar? Kaprislerime niye dayanıyorlar? Üstelik otel açılışına gitmek için kuş sütü bile istedim verdiler” demez mi?
İşte o anda bir kuş sıçtı. Tabi bizimki bu kadarı da fazla diye düşünerek bozuldu. Bizim kültürde bunun uğur olduğunu anlattım.
“Kafama son kuş sıçtığında, başıma çok hoş bir olay gelmişti” dedim.
Bu sefer de geldi.
Kumanya bitmişken, denizden tanıdık dondurmacı geçiyormuş. Para da almadı, idare etti beni. Jennifer Lopez’e kocaman bir stick dondurma aldım.

“Bak bir sanatçının ilkelerinden ödün vermeyerek bir durumu protesto etmesi çok saygın bir davranış, Beatles’lar, Joan Baez, Leonard Cohen ve niceleri, pekçok zamanda birçok ülkeyi…. “

Aaaa daha lafımı bitirmeden, kıçını döndü!
Beş gündür, çektiğim çileyi anlamış gibiydi.

O değil, ben çile çekiyordum.

O bir şey protesto etmiyordu, pandiklemeyerek, ben acı çekiyordum.

Kimsecikler görmeden, Jennifer Lopez’in kalçasını mıncıkladım.
Biraz çoook fennna rahatladım.

Deneyimlerimden yola çıkarak, KKTC halkına da bir mesajım var. Bana bir mayoya mal olan şu küçücük kaçamakta anladım ki, aslında sizi o protesto etmiyor, aynen benim gibi, siz
Gündeme getirerek daha çok acı çekiyorsunuz.

Bırakın Jennifer’ı!

Dalaras ile yaşanan muhteşem gece basına fazla yansımamış olabilir. Gerçek sanatçıların kaderidir böylesi. KKTC olarak, barışa imza atacak, kalıcı olacak sanat olayları ile var edin kendinizi! Bırakın memleketiniz onurunu Lopez’in kalçaları değil, unutulmayan sanat olayları belirlesin.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

SEVGİLİ ELEŞTİRMENİM FÜSUN AKATLI İÇİN

Füsun Akatlı’yı sonsuzluğa uğurlamak ne büyük bir acı!
Kimse cenaze levazımatçılığı yapıp, en sevdiği dostları Bilge Karasu, Edip Cansever, Tomris Uyar’la buluşmuştur demesin sakın. Son yıllarda türeyen şu karşı taraf trafik polislerinden haz etmiyorum !
Bir de tiyatroculara sahnede ölümü yakıştırıyorlar. Boğa güreşinde değiliz beyler! Niye yüzlerce kişinin önünde can çekişelim?
İlla ölümümüzü de seyretmekte kararlıysanız, zaten boktan şarkıcılarınızı yücelttiğiniz kültür politikanızla her gün fırınlarınızda ağır ağır yakıyorsunuz bizi.
Tiyatro sanatçıları bir mikrodalgada yakılıyor adeta!
Sesi kısılarak, ödeneği kısılarak, istediği oyunu sahnelediği zaman ödül yerine ağır ceza kesilerek, magazinin yanında bir hiç sayılarak bir mikrodalgada ağır ağır yakılıyor…
Füsun Akatlı’yı da böyle böyle, ağır ağır yaktı bu memleket.
Önce Sıvas’ta diri diri yanan eski eşi Metin Altıok’u seyrederek yandı Akatlı!.
Ardından, Leyla Erbil’in anma töreninde söylediği gibi, her aydınlanmacının, her Cumhuriyet kadının çektiği çilelerle yakıldı Akatlı. Aydınlanmacıların içinin yakılması , dünyalarının karartılmasıyla olur. Son yıllarda döneklerin hızlı yükselişini, dönmeyenlerin onurlu düşüşünü, kimi zaman cezaevinde, kimi zaman hastanede, kimi zaman sorgu odasında biten yangınlarını izleyerek yandı Akatlı.
Ardından, çağın illeti kanseri “yakaladı”. Edilgen hiçbir sözcüğü yakıştıramadığım için “ Kansere yakalandı” sözcüğünü özellikle seçmiyorum! Kanseri yenebilirdi, ama o adı bilinmeyen devasa makineler, peş peşe dayatılan ilaçlar, felsefede açılımı olmayan terapileri çözümleyemedi.
Kansere yenilmedi, cenazedeki pekçok dostunun da haklı düşüncesiyle zaten yıllardır yanmış olan vücudu, hastalığının ardından salgılanan artçı yangınlara dayanamadı.
Zeynep Altıok, 2 Temmuz’da babasını , 4 Temmuz’da annesini yangında kaybetti!
Akatlı için çok anlamlı bir anma töreni düzenlendi ama onun bine yakın tiyatrocuyu harekete geçiren 18 Mayıs “seyirci kalma” yürüyüşünün mimarlarından biri olduğu söylenmedi. İşte Akatlı’ya, edilgen sözcükleri yakıştıramama nedenlerinden biri daha!
Fırsat bulmuşken, bu yazının ilk cümlesini de: “Akatlı’yı sonsuzluğa uğurladık yerine, Akatlı son yolculuğa çıktı” olarak değiştireyim.
Ameliyatının ardından Küba, İtalya, Fransa yolculuklarına çıktı. Yoğun bakımdan birkaç gün önce Antalya’da Nazım Oratoryosu dinliyordu.
Füsun Akatlı ‘nın ardından gönderilen çelenklere baktım da, CHP memleketine hizmet eden bir aydınını uğurlamayı unutmuş. Halbuki o, cumhuriyete ve halka çok hizmet etti. Politikacılardan, Nurettin Sözen’den ve Bedrettin Dalan’dan da çok kötülük gördü.
Nurettin Sözen, Gencay Gürün’ün genel sanat yönetmenliği ve Akatlı’nın başdramaturg olarak görev yaptığı dönemde, tiyatroyu politikaya alet etmek için, tiyatronun özerkliğini
delmek için çok çabaladı, repertuar politikalarına müdahale etti. Bizim bugün, bağımsız tiyatro adına “keşke olsa” dediğimiz her şeyi Sözen döneminde yitirmeye başladık . Akatlı’yı, o zaman sosyal demokrasi yaktı.
Gönül isterdi ki, en azından cenazeye bir çelenk yollamayı unutmayacak kadar duyarlı bir sosyal demokrat partimiz olsun! Neyse dünyaya yeni bir Füsun Akatlı gelirse, bu hatalarını o zaman düzeltirler artık.
Bedrettin Dalan ise, Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü kurucusu Prof. Akatlı’yı, sudan sebeplerle tazminatsız biçimde işinden attı. Akatlı’nın yetiştirdiği en yetenekli öğrencilerden Yiğit Sertdemir, Yeditepe Üniversitesi’nin törene çiçek göndermemesini eleştirince, Teşvikiye Camii’ne alelacele bir çiçek yetiştirildi. Füsun Akatlı’nın yetiştirdiği en güzel çiçekler öğrencileridir gibi saçmasapan bir deyimin arkasına sığınmayacağım çünkü bazı sanatçıların birbirlerine ihanetlerini gördüğüm zaman, onlara çiçek nitelendirilmesi yapılmasını hiç doğru bulmuyorum.
Akatlı, bize özel üniversitelerin tiyatro bölümlerinin nasıl ticarethane mantığına çevrildiğini çok güzel biçimde belgelendirmiştir. Rektörü aşarak patron tarafından işten atılan bir bölüm başkanının dramı hem Akatlı’yı, hem bizi yakmıştır.
Kitapların, yazıların bile kalıcı olmadığı bu memlekette ölünün arkasından gönderilen çiçeğin hiçbir önemi yok elbet! Ancak önemli romancı ve hikayecilerimizden Zaman Gazetesi yazarı Selim İleri’nin gazete haberlerine de konu olan çelengi sadece Akatlı için değil, Türkiye’de yazın alanında emek veren herkes için önem taşıyor!
“Sevgili Eleştirmenime” diyordu çelengin üzerinde!
Anma töreninde, Selim İleri, Akatlı’nın zaman zaman kendisini övdüğünü, zaman zaman da yerdiğini söylemişti. Cenazeye “sevgili eleştirmenime” diye gönderilen çiçek, sadece
İleri’nin eleştiriye tahammül eden çağdaş kişiliğini ortaya koymak açısından önem taşımıyor, bu dünyada Akatlı kadar yetkin kalemler olmasalar da, eli kalem tutan kişilerle barışık olabilmenin önemini vurguluyor bence.
Türkiye öyle tuhaf bir memleket ki, eleştirmenlerin bile eleştirilmeye tahammülü yok.
Prof.Akatlı, yaşamıyla bir şeyler öğretemediyse, umarım ölümüyle bunları öğretmiştir.

6 Temmuz 2010 Salı

2 TEMMUZ UTANCI

"Bir otelin önünde gördüm sizi
Kapkaraydı, ateşten başka ışık görmemiş yüzleriniz
Ağzınızdan yüzlerce yıllık salyalar akıyordu
Ellerinizde belediyeden size armağan kaldırım taşları
Parça parça ettiniz önce bütün camları
Ve onlarca asker, yitik yüzlerle sizi seyrediyordu
Azdıkça azıp, kudurdukça kudurdunuz
Bağnazlığın, yobazlığın doruklarındaydınız
Kustuğunuz kinden alev aldı insanlık
Benzin dökerek ateşe verdiniz
Mağara devrinden kalma çığlıklarınızla
Yaktınız, yıktınız, yok ettiniz
Bir otel dolusu aydınlık insanı
Kan bürümüştü dinbaz gözlerinizi
Yaktıkça, yok ettikçe alkışlara boğuldunuz
Çevrenizi saran katliam kardeşlerinizce
Ve onlarca asker, yitik yüzlerle sizi seyrediyordu
Sadece askerler mi?
Koskoca bir ülke seyretti sizi o gün
O gün, bugündür bu ülke
Sizi o gün seyredenlerin ülkesi değildir"
Cihan Demirci




2 Temmuz 1993 günü, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki eğitimini tamamlayarak ülkesine yeni dönmüş, tiyatrosunu yeni kurmuş, geleceğe umutla bakan bir sanatçıydım.
2 Temmuz’da alevler içinde yanıyordum.
Ülkemin aydınlarını yakıyorlardı..
O gün yakılanların dizeleri ilk gençliğimi biçimlendirmiş, sanatçı olmama katkı sağlamış, hayatımda etkili olmuştu.
Onlara özel sevgim, saygım vardı, bu memlekette aydın olmak hiç kolay değildi fakat sade bir Kürt kızına, bir Arap bebeğine, kafede otururken bir canlı bombanın kurbanı olan yeni evli Yahudi çifte, Bosna’da savaşta ölen askere, masum Türk gencine de aynı duyarlılıkla ağlıyordum.
Hatta, bir sanatçının, masumiyet savaşında isim, ırk, din, dil ayırt etmemesinin, sade vatandaş adına savaşmasının çok daha önemli olduğunu düşünenlerdendim. Ölümün medyatikleştirilmesi olmaz diyordum ateşleri izledikçe, dönemin Başbakan yardımcısı Erdal İnönü’nün “konu kontrolumuz altındadır” demesine güvenmek isteyerek.
Sonunda yandım ben de tüm insanlıkla beraber. Gözlerimi hiç açmamacasına kapatmak,
sanatçı olarak hizmet etmek umuduyla geldiğim vatanımda yaşadığım bu ilk acının bir kötü rüya olmasını istedim.
Demokrasi kültürünü özümsediğini iddia eden Amerika’da yaşadığım sürece özellikle güney kasabalarda siyah ırka yapılan ayrımcılığı gözlerimle görmüş, polislerin bir masum siyah öğrenciyi öldürmeleri üzerine New York’ta kaldığım öğrenci evimin önüne kadar halka halka yayılan ayaklanmaları yaşamıştım. Kim derdi ki, o isyanlar bir gün iyisiyle kötüsüyle bir siyahi başkan yaratsın? Keşke, sistemi değiştirecek kadar güçlü bir başkan çıksaydı, rengi, ırkı, dini hiç önemli olmazdı bu durumda! Ama yine de Obama’nın siyah olması önem taşıyor kanımca. Her ne kadar şimdilik bir beyaz gibi yönetse de memleketi!
2 Temmuz 1993’den hemen sonra, ülkemde bir katliam müzesi açılmasını beklerdim.
Tarihlerindeki yanlışlarla, acılarıyla yüzleşmenin toplumsal dinamiklerde çok önemli bir rolü olduğuna inanıyorum çünkü..İşin sevindirici yanı, AKP’nin, nice sosyal demokrat ya da liberal hükümetlerin 27 yıldır başaramadığını başarararak , devletin en azından bu katliamı tanımayı başarmış olmasıdır. Umudum bu müzeyi hayata geçirilmesidir. Ayrıca, yapılması gereken, katliamın eli kolunu sallaya sallaya Avrupa’da dolaşan sorumlularının da savaş suçlusu olarak tutuklatılmasını sağlatmaktır. Ben, müzenin bir odasında Dostlar Tiyatrosu’nun çok önemli “Sivas 93” belgeselinin sürekli olarak gösterilmesini de öneriyorum.
Katliamın suçluları bu oyunda çok net olarak belgelenmiştir. Dostlar Tiyatrosu, tarihe kalacak bir belge sunmuştur. Genco Erkal, toplumsal olarak, çok önemli bir sorumluluk yerine getirmiştir. İzleyemedim ama Tiyatro Simurg ve başka tiyatroların da bu yönde çalışmaları varmış, toplumsal bilinç ne kadar güçlendirilirse, o kadar önemli bir iş yapılmış olur.

Haziran ayı her bakımdan uğursuz geçti benim için, dünya için de sıkıntılıydı. Güneydoğu’dan her gün şehit haberleri geliyor, aybaşında da Ortadoğu çalkalandı. Başbakanı, "Türkiye’de insanlar ölürken, Ortadoğu’dan sana ne" diye eleştirmek insanlık dışı bir bakış açısı kanımca , çünkü insan insandır. Yukarıda belirttiğim gibi, bir ölünün kim olduğu da değil, sadece öldüğü önem taşıyor benim için.
Dini kökenimden dolayı Ortadoğu konusunda ne yazarsam yanlış anlaşılacaktır, İsrail’in savaş politikalarını çoğunlukla benimsememekle birlikte, 2 Temmuz’un yıldönümü nedeniyle konunun apayrı bir boyutuna değineceğim: Farz edin ki, bir Alevi vatandaş münferit olarak ya da cemaat olarak bir gün yanlış bir davranış gerçekleştirdi ya da Alevi toplumu tartışmalı bir karara imza attı , Facebook’tan, “2 Temmuz’da öldürmediğimiz her Alevi için bana lanet edeceksiniz ” gibi bir slogan okusanız neler hisederdiniz?
"Irkçılık" bir insanlık suçu olmanın yanı sıra, dünyada artık müzelik olması gereken bir kavramdır.

Wagner’in bazı iniş çıkışlı melodileri, hele hele vatanperver nutuklara sarmalandığı zaman kulağa geçici olarak çok hoş gelebiliyor ama çocuklarınızın göz zevkini Picasso’nun karmaşık Guernica’sı ile okşayınız. Ünlü Amerikalı uzman Prof. Mehmet Öz bir programda söyledi, çocuklar mesela şekerin tadını kolay alırken, sebzeye zor alışırmış. Ancak on kez arka arkaya sebze yerlerse, sağlıklı beslenme alışkanlığı elde edebiliyorlarmış.
Savaş çığlıkları bazen tatlı gelebilir , ama çocuklarınızın ya da çocuk beyinlilerin duyu organlarını zorlayın biraz, Guernica’ya alışacaklar, Sivas’larla yüzleşmeyi öğreneceklerdir.


Yazının aslı 4 Temmuz tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmış, yazar tarafından 6 Temmuz tarihinde genişletilerek, güncellenmiştir.

4 Temmuz 2010 Pazar

ÖZEL TEATROLARA DEVLET İANESİ

Özel tiyatrolara devlet yardımı birkaç yıl önce sürpriz bir kararname ile kaldırıldığı zaman, meselenin haksızlık olduğuna inanarak, o zaman bünyesinde bulunduğum, ancak şu dönem istifa etmiş olmaktan gurur duyduğum özel tiyatrolar derneği ile dönemin kültür bakanı Atilla Koç’un kapısına dayanmıştım. Bakan, İstemihan Talay’ın yeğeni olduğu söylenen Ekin Tiyatrosu’nun sahibinin oluşturduğu komitedeki tiyatro patronlarının ısrarları üzerine durup dururken kaldırdığı yönetmeliği, yardımcılarının “istemezük” haykırışlarına rağmen durup dururken yeniden yürürlüğe koydu. Hatta bu kez tiyatrolara yardım için aranan ön koşullar, kıstaslar tamamen değiştirilmişti..

O gün yönetmelik niye iptal edildi, niye tekrar yürürlüğe girdi, bakan dahil hiçbirimiz anlayamamıştık Atilla Koç ile ben, uyku muhabbetine dalmıştık. Geceleri az mı uyuyordu? Malum, çok kitap okuyan, edebiyat aşığı biriydi. Sonra, bakanın, benim gibi uyku apnesi hastası olduğunu anladım. Derin uyku uyuyamadığı için, gün içinde yorgunluklar yaşıyordu. Neyse, bunlar derin mevzular. Ama asıl derin olan mesele, yönetmeliğin niye hafifletildiği! Yönetmelik hafifletilmişti çünkü bu durumda, profesyonel tiyatroların yanında dernek, vakıf güçlendirme vakfı, bir tarikatın vakfı, bakkal, çakkal derken herkesler rahatça yardım alabilecekti. Şimdiki kültür bakanı Ertuğrul Günay, iyi ki, yönetmeliğin yumuşak karnını köy tiyatrolarını, bölge tiyatrolarını destekleyerek Türk Tiyatrosu’na hayırlı bir iş yapmak amacıyla kullanıyor. Ama kıstasları özellikle “tiyatro sanatına yararlı olmak ” kadar geniş ve belirsiz tutulan bir yönetmelik, ileride kötüniyetli kişilerin, iktidar sahiplerin, bakanların, bakan yeğenlerinin elinde çok tehlikeli olacaktır.

Gazanfer Özcan usta yıllarca vergi borcu nedeniyle yardım alamadı. Bazı tiyatroların aldığı yardım, yönetmelikteki acımasız maddeler nedeniyle otomatik olarak vergi dairesine ödendi. Kültür Bakanlığı, yıllarca Maliye Bakanlığı’nın bekçiliğini yaptı. Buna sosyal demokrat bakanlar bile mani olamadı. Ama AKP, yönetmelikteki tiyatrolardan vergi borcunun ödendiği ya da ertelendiğini sorgulatan maddeyi kaldırttı. Sonuçta devlet zaten vergisinin peşine düşer, bunu tahsil etmek Kültür Bakanlığı’nın işi değil ama artık, verginizi ödeyen ya da en azından beyan eden , oyuncularınızın sosyal haklarına saygılı, telif haklarınızı ödeyen bir kurum olmanızın ayırıcı bir özelliği yok, kalmadı.

Sözümona, proje bazında yardım veriyorlar. Tiyatrokare olarak geçen sene 6 kişilik yabancı bir komedi oynadık, bu yıl Türkiye’nin onurunu tüm dünyada taşımış bir yazarının sevilen bir romanını adapte etmek için 15 aydır seferber olduk, dramaturglar, tasarımcılar, uyarlama ekipleri çalıştı, yine B kategorisinde tiyatro olarak yardım aldık.

Ne yapmak lazım A olmak için? Kimin aaazına bakmak lazım? Ortada bakanlığın sahibi gibi dolaşan ve üç ayrı isimle yardım alan kişilerin ağzına bakmayı bırakın, onlara meslektaşım bile diyemem. Varsın bakanlık onlara A desin, gitsinler hesap bakiyelerini seyirciyle kapatsınlar.

Bakanlık, yardım karşılığında, 25 oyun oynama şartı koşuyor. Bunlardan 2 oyunu ücretsiz oynuyorsunuz. Ücretsiz oyun oynamak kolay mı bu zamanda? Yardımın beşte biri gitti zaten! Madem halka ücretsiz oyun oynattın, bari bunun organizasyonunu doğru dürüst sağla, ben de binlerce kişiye ücretsiz perde açmanın coşkusunu yaşayayım. Meslektaşlarım da katılacaklardır , bu nasıl bir dünyadır ki ücretli oyunlarımız ücretsizlerden daha çok doluyor?

Yıllardır söylüyoruz. 6 ya da 8 liraya perde açan ödenekli tiyatroların devlete maliyeti ortada. Kaldırın şu iane dağıtır gibi gönderdiğiniz para yardımını. Biz özel tiyatrolar da 6 ya da 8 liraya hizmet verelim, ödenekli tiyatroları yaptığınız gibi, sattığımız her biletin geri kalan kısmını sübvanse edin.

Devlet bizlere 8 milyar ile 70 milyar arasında para ödemek için, kapısında bekletiyor. Komik paralar, tiyatrolarımızın tanıtım giderlerini bile karşılamıyor Üstelik bu yıl, yardımları dağıtırken bir kurnazlık daha yapılmış, devlete artık faturanın aslını beyan ediyorsunuz. Bu ne demektir? Hani ücretsiz oyunla aldığınızın %20’sini devlete ödediniz ya, faturaları masraf olarak beyan edemediğiniz için %18 KDV, % 35 da gelir vergisinden düşememek demektir. İşin IMF’cesi, sezon başında aldığınız yardımın %75’ini mevsim sonunda seve seve devlete geri ödüyorsunuz.

Müjdat Gezen, onurlu davranıp, yardıma başvurmuyor bile. Tiyatrosu para kazandığı için mi? Hayır. Başka işlerden kazanıp, tiyatroya yatırıyor. Doğrusu ben AKM eylemine katıldıktan sonra A’dan B’ye düşmüş, belki bu yazıdan sonra C’ye düşecek bir tiyatronun yönetmeni olarak, kazanılmış hakkımı geri vermemekten yanayım.

Çünkü ne yazık ki, bir ödenekli tiyatronun çiçeği burnunda genel sanat yönetmeni asistanı Çiçek Bar’dan İstinye Park’a makam arabasıyla gidiyor.. Yani Müjdat Hoca’nın öğrencilerinin hakkını gasp ediyor. Böyle olunca da, İskender Pala’nın ödenekli kurumlar hakkında yazdığı yazıya karşı kendini siper ediyorsun ama bunca haksızlığın yaşandığı bu memlekette devletin dağıttığı ianeye karşı bir alternatif yaratılana kadar, istemeden de olsa, kazanılmış hakkının %75’ini geri vermek koşuluyla, bu haksızlığa katlanıyorsun.