30 Ekim 2010 Cumartesi

15 YAŞINDAKİ ÇOCUĞU TİYATROYA GÖTÜRMEK

Geçtiğimiz haftaki yazımda, bu sütunda eleştiri yazısı yazmadığımı okurlarıma hatırlatmıştım. Eleştiri başka bir göz istiyor çünkü. Ancak Hıncal Uluç , Cengiz Semercioğlu, Ruhat Mengi, Hakkı Devrim gibi eleştirmen olmayan ama köşelerinde tiyatroya değinen kişilere kızanları anlamıyorum. “Tiyatroya gitmemeyi marifet sayan” yeni trendcilere karşı bu kişiler önemli bir yerde duruyor bence.
Bense, ne eleştirmenler, ne köşelerinde oyunlara değinenler konumundayım. Bugün, 2010/2011 sezonunda görmek istediğim oyunları Nedim Saban imzasıyla ama tamamen öznel olarak yazıyorum.
Tiyatroya başladığım 1982 yılından bu yana tiyatro yaparken de, izlerken de hiç heyecanımı kaybetmedim. O zaman gelin, 15 yaşındaki gencin heyecanı olarak değerlendirin bu yazıyı…

Öncelikle, tiyatromuzun yeni sihirbazı Yiğit Sertdemir, Şehir Tiyatrosu’nda Candan Seda Balaban ile “Surname 2010” da harikalar yaratmış. Yiğit’in kurduğu Kumbaracı 50’de imza attığı “Faili Müşterek” de politik olarak çok doğru bir yerde duruyormuş.
Şehir Tiyatroları’nın bu yılki çorak repertuar anlayışı içinde, Surname iyi bir sürpriz oldu. Sema Keçik’in yazdığı “Hayat Memattır Aşk”ı bir kadın sesine tanık olacağı için merak ediyorum, ayrıca bu tiyatronun Türk yazının en büyük isimlerinden Nezihe Meriç için bir seçki hazırlığında olmasını kutluyorum.
Şehir Tiyatrosu’nun son dönemdeki en önemli çalışması, Kağıthane’de gerçekleştirdiği oyun yazma laboratuvarı ve tabi ki gençlik günleri. Gençlik Günleri’nin ürünü olan ve geçen yıl Afife Jale ile taçlandırılan “Kafes”i çok merak ediyorum. Şehir Tiyatrosu bu yıl, repertuarını dört ay gecikmeli açıkladıktan sonra, ne demekse, üzerinde çalışılan oyunlar alt başlığıyla bir ek repertuar açıklamış. Eğer üzerinde çalışılanlarda hakikaten çalışıyorlarsa, Fehime Seven’in “Türkiye’nin Kayası” tiyatromuz 17 yaşında çok önemli bir yazar kazanacaktır.
Aynen, İstanbul Halk Tiyatrosu’nun çok sevilen oyunun yazarı Irmak Bahçeci’yi kazandığımız gibi! Konu genç yazarlardan açılmışken, Hayati Çıtak’ın Yıldız Kenter için kaleme aldığı “Alyoşa” adlı oyunu merakla bekliyorum. Aliye Berger’in ilginç yaşam öyküsü Yıldız Kenter’in yorumuyla herhalde aynı zamanda bir oyunculuk dersine dönüşecektir.
Geçen yıl, adeta oyunculuk dersi gibi izlediğim bir oyun “Profesyonel” di. Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler’den soluksuz bir oyunculuk dersi. Duyduğuma göre, Uğur Polat Kredi Kartı Vakaa’da da bir oyunculuk dersi veriyormuş. Ülkü Duru ve Zerrin Tekindor’u da,
her ne kadar Yasmina Reza’nın metninin yanlış yorumlandığını duyduysam da,”Vahşet Tanrısı”nda izleyeceğim için heyecanlanıyorum.
Devlet Tiyatrosu’nun çağdaş repertuar anlayışına hayranım. “Sokrates’in Son Gecesi” benim son yıllarda izlediğim en iyi oyundu. “İmparatorluk Kuranlar”a ve özellikle gençlere hitap ettiğini duyduğum “Temiz Ev”e de gideceğim. Bu arada repertuara alınan “Birdy” yi kıskandım, yıllar boyu gözümü diktiğim bir projeydi çünkü. Devlet Tiyatrosu’nda çok kısa bir dönem, yine psikolojik katmanları olan “Fareler ve İnsanlar” oynandı, ama erkenden yok oldu, anlam veremedim doğrusu. Serpil Tamur’un rejisiyle mükemmel olacağına inandığım, Tuncer Cücenoğlu’nun “Kadın Sığınağı” da kanımca DT’nin çağdaş repertuarına çok yakışacak.


Çağdaş repertuar anlayışımıza bir armağan olarak kurulan ve geçen yıl Philip Ridley’nin “Korku Tüneli” ve Mark Ravenhill’in “Açık Saçık Birkaç Polaroid” adlı oyunlarını sunan Tiyatro 2.0’ın heyecanını kaybetmeyeceğini umuyorum. Bu arada, Neil LaBute gibi önemli bir yazarın “Büyük Beden” oyununu repertuarına alan Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na bravo! Kurulduğu iki yıldan bu yana pekçok özel tiyatro gibi komedilerle ayakta duran Tiyatro Dialog bu yıl Can Gürzap’ın kariyerine yaraşan ve dünyada çok ses getiren “Kim Bu Adamlar” ı sergilemeye başladı. Oyunun, günümüz Türkiye’sine söyleyeceği çok söz var.
Tiyatrotem’in “Hakiki Gala”sı da özgün sözü açısından Türk seyircisine hitap ediyor.


Öte yandan, Türk seyircisine hitap etmediği için kimi zaman eleştirilen, bazen içeriği tekrara kaçsa da, biçem açısından tiyatromuza müthiş bir soluk kazandıran DOT’un yerli yazarlarımızla in yer face akımı denemelerine girişmesi sevindirici. “Malafa”’yı bu açıdan merak ediyorum.

Bu yıl üç adet “Vanya Dayı” varmış. Biri Ankara’da Devlet Tiyatrosu’ndan, diğeri , her ne kadar festival seyircisinden çok olumlu eleştiriler almadıysa da, Türk Tiyatrosu’nun sihirbazlarından Nesrin Kazankaya’nın mutfağından çıkmış. Üçüncüsü de Ahmet Levendoğlu rejisiyle Tiyatro Stüdyosu tarafından hazırlanıyormuş.
Klasiklere çağdaş yorumlar demişken Oyun Atölyesi’nin “Macbeth”’i, Müge Gürman’ın geçtiğimiz yıl bir cafede gerçekleştirdiği “Hizmetçiler” ve Tiyatro Boyalı Kuş’un Kürtçe Nora’sı da önceliklerimde yer alıyor. Tiyatro Kedi’nin sevimli “Bir Yaz Gecesi Rüyası” ise sade yorumuyla Shakespeare’ı herkese sevdirmek açısından önemli bir yere sahip.
Son olarak, bir deneysel çalışma da dikkatimi çekti: Merve Engin’in oynadığı Kıyıya Oturmanın Böylesi, “Commedia Del Arte” çıkışlı ilginç bir çalışmaya benziyor.Kim demiş tiyatromuzda gelişimci ruh yok diye? Şimdi size, içinizdeki 15 yaşındaki çocuğu tekrar uyandırarak tiyatroya götürmek düşüyor.

24 Ekim 2010 Pazar

TİYATROCULAR NEDEN YAZMALI?

“Jezabel’i oynadığımız günlerde ben sevdiğim adamla yeni evlenmişim. Liseden bir arkadaşım “Sende hiç mi akıl yok, günah değil mi o kocana, nedir o yaşlı kart karı olmuşsun?” Bu eser en ağır makyajı gerektiriyordu. Çok az peruk kullandım, bana yapay geliyordu. Hep saçımı boyattım. Beyaza, griye, “Düşman Çiçek Göndermez” eserinde kızıla, başka bir eserde tekrar beyaza… Şimdi sebebini unuttum, saçımı siyah iken beyaza boyatmak gerekiyordu. İzmir’de turnedeyiz. Son günü otelin berberine gittim. Bir kez orial sürüldü, açılmadı. “Bir kez daha sürün” dedim. Berber, “saçlarınız tümden dökülür, sorumluluk alamam, kağıt imzalayın” dedi. …. “İmzaladım verdim. İkinci kez sürdü, yine beyaz olmadı. “Bir kez daha sürünüz, sorumluluğu alıyorum dedim”Üçüncü kez orial sürüldü. Kafamda hala saç olduğuna göre kel kalmadım demektir. Yani, her şeyim, doğru, yapmacıksız tiyatro içindi. O zamanlar 40 yaşında bile değildim. Evliydim ve kocamı seviyordum.”
(Macide Tanır, Tiyatronun Cadısı Sayfa 47)

Geçtiğimiz haftaki yazımda, Müşfik Kenter’in 63.sanat yılı değerlendirmemde “sahnede insan olmak “ konusunda, çok saydığım ve sanırım karınca kararınca tekrar tiyatroya dönmesinde emeğim olan virtüöz Macide Tanır’ın sanat aşkı uğruna bir örnekleme yaparken “Tiyatronun Cadısı”nı çok iyi tanıdığım halde bir hata yaparak, tiyatronun cadısını yazıdaki kısıtlı cümleler nedeniyle istemeden de olsa yanlış aktarmışım. Tanır’ın meslek hayatında büyük desteği olan rahmetli eski eşini yanlış aktardığım için tüm okurlardan ve Sayın Macide Tanır’dan özür dilerim.

Arkadaşlarım bana “sen tiyatrocusun tiyatro üzerine yazdıkça dost yerine düşman kazanıyorsun, yakında bu yazılar yüzünden sana tiyatro yaptırmayacaklar ” (kim yaptırmayacaksa) diyorlar, oysa ben sanatımız üzerine düşünmeyi ve yazmayı görev biliyorum. Birgün’deki yazılarım oyun eleştirileri değil, eleştiri başka bir göz ister, ben o konuyu eleştirmenlere bırakıyorum. Ancak, bilim adamları, düşün adamları kendi mesleklerini geliştirmek adına fikir üretmiyorlar mı? Bizim mesleğimizde bu neden yapılmasın anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Bu işi akademisyenlere bırakalım desek, akademik kurumlarımızdaki baskı ne yazık ki gün gibi ortada! Üniversite tiyatrolarının tek tek kapatıldığı, öğrenci kulüplerinin lav edildiği, gençlerin bazen inatla koridorda tiyatro yaptıkları ortamlarda eski panel, söyleşi, fikir ortamları kaldı mı da akademisyenlerin güdümsüz yazıları çıksın?

Geçen haftaki yazımda da değindiğim gibi, Ayşe Lebriz’in Zeynep Eronat ile derinlikli söyleşisinde tiyatro tadı var çünkü iki tiyatrocu yan yana gelince ne konuşacaklarını biliyorlar. Oysa, medyamızda sunucularımız google’dan indirdikleri derme çatma bilgileri sorguladıkları zaman, tiyatro adına bir gıdım ilerleme kaydetmek sözkonusu olamıyor. Tiyatronun artık haber malzemesi bile olmadığı günümüz medyasında , birkaç yıl önce oyunu izleyen ünlüler malzemeydi, şimdi o da kesmiyor, ancak iki dargın sevgili aynı galaya düşmüşse haber konusu oluyor. Bu güdük ortamlarda eli kalem tutan tiyatroculara , mesleklerini geliştirmek adına çok iş düşüyor.

Ben, , Milliyet Sanat Dergisi’nde Kürt Tiyatrosu, Üniversite Tiyatrosu, Eşcinsel Tiyatro, Köy Tiyatrosu, Sanatta Baskı gibi dosyalara imza atarak belleksiz toplumumuzun hafızasına yer edecek araştırmalara emek verdim. Daha önce bir internet sitesinde yayınlanan yazılarım ise kısa bir döneme tanıklık eder sadece. Sözkonusu dönem çok şükür bitince, yazıların anlamı kalmadı, artık o siteye yazmadığım gibi, “internet uçar, yazı kalır” fikrini daha çok benimser oldum. Ancak internet o kadar hızlı bir iletişim aracı ve o dönemki saatlik olaylar o kadar hızlıydı ki, doğrusu sözkonusu çağa tanıklık etmek için internetin ciddi bir işlevi yerine getirdiğini yadsıyamam.

Arasıra konuk olduğum workshoplar, derslerde öğrencilere oyunculuk sanatının çağın en hızlı gelişen, evrim geçiren konulardan biri olduğunu söyler, mutlaka dil öğrenmelerini salık veririm. Biz hala yurdum insanıyla oyunculukta eğitim şart mı diye tartışırken, çağdaş oyunculukta hergün yüzlerce düşüncenin tartışılageldiğini unuturuz.

Tiyatro adamlarımız bırakın uluslararası workshop, seminer, kongrelere katılmayı, bu konuda yeni çıkan yazılar okumayı, bu sanat üzerine kafa yoranlara bile kafa çeviriyorlar bazen.

O kadar tuhaf bir toplumda yaşıyoruz ki, bazı eleştirmenlerimizin festivallere seçtiği oyunları eleştirince, selamı kesiyorlar. Onlar ki, yıllarca eleştiriye tahamül edemeyen oyunculara diş bilemişler, “hiç kimse çocuğunu eleştirmen olsun diye büyütmez” diyen Ferhan Şensoy için karalama kampanyası başlatmışlar…. Şimdi, kendilerinin uyduruk kaydırık seçtikleri oyunları sorguladığığınız zaman birden “persona non grata” ilan ediliyorsunuz!

Benim hiç derdim değil. Nasılsa artık, "Türkiye’den sınırdışı edilmesi gerekir" dediğim John Malkovich ile kanka olmuşum.

Ama yazan, çizen adama “günaydın” bile demedikten sonra, kendinin aydın olduğunu iddia etmek de bir tuhaf doğrusu!

21 Ekim 2010 Perşembe

İNSAN OLMAYA DEVAM

Bakırköy Belediye Tiyatroları Müşfik Kenter için 63. sanat yılı düzenledi.
Alışılagelmiş belediyesel gıcıklık ve protokolden uzak, detaylı tasarlanmış,o kadar samimi bir geceydi ki, izleri hiç silinmeyecek benden.
Ataköy’de Müşfik Kenter sahnesi açıldı o gece. Hocanın ismi daha da ölümsüzleşti derseniz katılamam.
İleride komplekslinin biri çıkar, orayı çok amaçlı kompleks haline dönüştürüp, sünnet sarayı yapabilir Türkiye’de hiçbirşey ölümsüz değil.
Benim için, geceyi ölümsüz kılan şeylerden biri turuncu Müşfik Kenter tişörtü ve Orhan Veli CD’si. Kasedi vardı, artık teyp çalışmıyor, CD’si uzun süre gider. Tişörtü de bu bedeni koruduğum sürece giyeceğim.
Bir de o gece dilden dile dolaşan, Müşfik Kenter’in Türk Tiyatrosu’na yetiştirdiği devlerin Bülent Emin Yarar’lar, Yetkin Dikinciler, Yasemin Yalçın’lar ve nicelerinin bir söylemi vardı: Sahnede yaratık olmayın, insan olun dermiş hoca.
Geceye damgasını vuran laftır bu!
İnsan olun sahnede. Ve hayatta tabi.
Geçen hafta Emir Kusturica ile ilgili yazımda hayatta iyi insan olmanın iyi sanatçı olmaktan daha zor olduğunu belirtmiştim. Gökay Tufan adlı bir okurumun yazının ardından paylaştığı gibi, Şovenistlik ve savaş yanlılığını U Tube’da da açıkça savunan, “ben bir yalancıyım” diye pis pis sırıtan Kusturica, hiçbir zaman iyi bir insan olamayacak gözümde.
İyi insan olmayan ama büyük sanatçı olanları asla kınamam, sadece uzak durmaya çalışırım. Tiyatro Dergisi’nin Eylül Sayısı’nda, son yıllarda beni oyunculuklarıyla etkileyen iki sanatçının söyleşisini okudum. Ayşe Lebriz, Zeynep Eronat ile oyunculuk konusunda konuşmuş.
İki önemli oyuncu yan yana gelince ortaya öyle zengin bir malzeme çıkmış ki, tadına doyamadım! ( Televizyonda salak sipiker (!)ler insanın doğumundan sormaya başlamıyor mu illet ediyorlar beni çünkü)
“ Oynama arzusunun itici gücüyle acıları dönüştürebiliriz belki… o acıları dönüştürebileceğin bir sanatsal algı oluşturabilirsen ayakta kalabilirsin ….. İşte o zaman icraatçıdan sanatçıya dönüşülüyor. Ben hâlâ kendime sanatçı diyemiyorum ama en azından bana verilen rolleri icra etmeye değil de yaratmaya çalışıyorum. … Biraz da acı lazım. Çok mutlu,hayatında her şey denk gelmiş bir insanın iyi bir oyuncu olabileceğine inanmıyorum. “
Zeynep Eronat’ın sözünü ettiği “acı ” ile Müşfik Hoca’nın sahnede insan olmak dediği şey aynı!
Ancak bizim tiyatromuzda yanlış anlama olsa gerek, artık nirvanaya ulaşmak ile köşeyi dönmek aynı şey sanılmaya başlandı.
Televizyon şöhretlerimiz ise, bu tür yaşanmışlıkları hiçe sayarak perukları set kuaförlerinden, gözyaşını makyözlerinden, Ayşeciği andıran ağlama efektlerini de dublaj yönetmenlerinden reca ederek rol yaptıklarını sanıyorlar.
Ne yazık ki bunları yapanlar da manken değil, tiyatrocu tayfası!.
Onun için artık biçoğunun kıçı tiyatro yapmayı sıkmıyor!
İddia ediyorum, tiyatrodan diziyle aynı parayı alsalar bile dizi setinde sabahlamayı iki saat seyirciyle yüzleşmeye tercih edeceklerdir.
Eronat, söyleşisinde 4 yıldır tiyatro yapmadığını ve tiyatroyu deli gibi özlediğini söylüyor. Ancak ne acıdır ki, içlerinde Tiyatro İstanbul, Tiyatrokare, hatta daha da ileri gideyim ödenekli tiyatroların bile olduğu pekçok tiyatro oyuncu bulmakta zorlanıyor.
Oyuncular maddi olarak ayakta durmak için dizi yapacaklar pek tabi! Ancak insanlıklarını buldukları kaynağı böyle hoyratça kesip atarlarsa, ileride dizi sektörüyle birlikte kendileri de çökecek.
Meryl Streep, Al Pacino, Kenneth Branagh, Sarah Jessica Parker gibi yüzlerce kişinin herhalde bir bildikleri var ki ısrarlı biçimde tiyatro yapıyorlar
Eronat, söyleşisinde bunu da dillendirmiş.
“Sinema ve televizyondaki seçimlerimin temelinde hep tiyatro yatıyor. Ben bu rolü tiyatroda oynasam beni keser mi? Hakkını verir miyim? “Evet” dediğim rolleri kabul ediyorum. Benim için yine temel ölçü tiyatro oluyor. Ben hiçbir zaman sinema ve dizi işini para için yapmadım. Çok paraya ihtiyacım olduğu zamanlarda bile sabırla bekledim seveceğim rolü..”
Şimdi bizim bazı oyuncularımız sahnede insanlaşacakları yerde, dizilerde maymunlaşırken,
maşallah o kadar sistemliyiz ki bir yandan tiyatroda “insan” bulamazken, tiyatro insanlarımızı, Zeynep Eronat’lar ve daha nicelerini erkenden emekliye ayırıyoruz.
Öte yandan “Kurtlar Vadisi”ne çöküp maaşını alan babalarımız, dizilerde izlerini kaybettiren devletlülerimiz var.
Tiyatroya “Şu sahnedeki çöp kovasını bir öpeyim, bir kucaklayayım,” diye giderdim, büyük bir coşkuyla giderdim. Bunları hisseden bir oyuncuyu emekli ettiler” diyor Eronat.
Ayşe Lebriz, “oynamaya devam”diye bitirmiş Tiyatro Dergisi’ndeki söyleşiyi.
Bense, Müşfik Kenter’in 63. sanat gecesindeki coşkuyla, “insanı aramaya devam” diyorum.
Toplum, televizyon izleye izleye cücelere alışmış olabilir.
Sahnede insan olarak büyümeye devam!

9 Ekim 2010 Cumartesi

HESAP VER EMİR KUSTURİCA

HESAP VER EMİR KUSTURİCA

NEDİM SABAN
nedimsaban@superonline.com

nedimsaban@superonline.com

“ Hayatımı mahvetmek isterler. Beynimi yıkamak, beni şaşırtmak isterler…. Ruhumu köreltip danseden bir ayıya benzetmeye çalışırlar. Benim ruhum özgürdür. Bir kuş gibi özgür… Allah Baba dünyaya indiğinde Çingenelerle baş edememiş ve ilk uçakla geri dönmüş.”
Çingenelerle baş edemeyen Allah baba ilk uçakla geri döndükten sonra, dünyaya faşistleri yollamış olmalı ! İkinci dünya savaşında yüzbinlerce Çingeneyi katleden Allahın belası faşistlerin ardından Bosna gibi kanayan ve modern dünyanın her nedense sessiz kaldığı bir yara vardı….
Bosna’da Sırplar tarafından tecavüze uğrayan kadınlar, öldürülen çocukları gördükçe içim acıyor, yüreğimin en derin yerinden dünyanın her yerinde ve her çağındaki “ötekiler” için, yalnız gecelerimde ağlıyordum.
Bu konuda bazen yoldaşım Perhan ile dertleşiyordum
Perhan, yukarıdaki sözlerin sahibi olan Çingene arkadaşım.
Emir Kusturica’nın “ 20 yıl önce izlediğim ve halen anılarımda taze olan “Çingeler Zamanı” filminde umursamaz görünen, derinlikli Çingene karakter Perhan.
Emir Kusturica, savaşın bittiği kendilerinden saklanarak halen savaş için silah ürettiğini sanan emekçilerin öyküsünün anlatıldığı “Yeraltı “ filminin savaş karşıtı yönetmeni.
Yaşamının ilk yıllarında da antifaşist bir çizgisi, anarşist bir ruhu vardı…1993 yılında aşırı milliyetçi politikacı Vojislav Seselj’i düelloya davet etti, ancak düello daveti bir sanatçıyı öldürme riskini göze alamayan Seselj tarafından geri çevrildi. 1995’de de Yeni Sırbistan Hareketi Lideri Neboja Pasjkic’i bir film festivalinde yumruklayan da Emir Kusturica’dır. Kusturica’nın, 2005’de vaftiz olarak, Sırp Ortodoks olmasını yadırgamıyorum. İnsan, istediği dini seçmekte özgürdür.
Bu konuda ,“Boşnaklar Müslümanlığı zulümle kabul etmiştir, özde Hıristiyandırlar” gibi bir açıklama yapmış olması bir tarihi yanılgı olabilir. Hadi bunu da kabul edebilirim. Ancak ben, duyarlı bir sanatçının, ülkesinde kanayan yaraya sessiz kalmak bir yana, dünyanın gözü önünde bir ırkı yok etmeye yönelen faşistlerin yanında olmasını kabul edemem.
Bu kişinin de , dünya sinemasında kaynaklar tükenmiş gibi, Antalya’da jüri üyesi olmasını, ülkemde baş tacı edilmesini hiç mi hiç kabul etmem.
Üvey kızıyla evlenen Woody Allen gelseydi, son yıllardaki filmleri beni heyecanlandırmadığı halde, özel yaşamı beni ilgilendirmez der, kabullenirdim.
Çocuk tacizcisi Polanski büyük sinemacıdır, belli ki kötü insan. “Aman Antalyalılar kızlarınıza sahip çıkın” der, topluma kötü örnek olan bir adam da büyük yönetmen olabilir diye düşündüğüm için yine ses etmezdim.
Elia Kazan, Mccarthy’ye bütün arkadaşlarını ihbar etti ama hala büyük sinemacıdır. Anılarında Mccarthy dönemi sonrasında Hollywood’un onu hiçbir zaman kabul etmediğini yazar, günah çıkartır adeta, yine de sinemacı olarak değerini kaybetmez. Ancak geçmişi onu bir hayalet gibi sarmalamıştır .
Bizim portakalcılar ise, Kusturica’yı neden davet ettiklerini kamuoyuna açıklarken, günahlarını daha büyük gafla örterler : “Kusturica’nın karanlık geçmişi onları bağlamazmış”!!!
Lennie Riefenstahl, çağının en büyük sinemacısı, ama Hitler’in propagandası için kullandı bu güçlü silahı. Hitlerintihar ettikten sonra ise bırakın eline film makinesi i , fotoğraf makinesi alabilmek için 70 yaşında denizaltında dalış teknikleri öğrenmek zorunda kaldı.
Tercihen önce iyi insan, sonra büyük sanatçı olmak gerek. Ama bazı insanlar, iyi insan olabilmek için sanatı bir terapi aracı olarak kullanırlar. İyi insanlığa erişmek galiba en zoru çünkü.
Şimdi savaş suçluların yanında duran Kusturica’nın filmlerini gösterseniz, bir derece ama gel gör ki, adamı jüri koltuğunda oturtup, bizim sanatımızı yargılamasını istemek onuruma dokunuyor.
Önce onu yargılamak lazım!
Yandaşı olduğu Sırp kasaplarının hesabını Antalya’da versin şu kadarcık kalbi varsa.
Yarattığı Perhan’ın suratına bakabilecek kadar vicdan sahibiyse, Bosna’da tecavüze uğrayan kızların hesabını versin. 1995’de politikacıya yumruk atan delikanlıdan, Emir Kusturica’dan , hesap soruyorum!
Burası Vasfi Rıza’nın solcuları sıkıyönetim komutanlığa ihbar edip, Vasfi Rıza’nın komedyen olarak alkışlandığı Türkiye değil artık!
Burası Semih Kaplanoğlu gibi onlarca uluslar arası ödül almış sanatçıların Altın Portakal’ları ellerinin tersiyle ittikleri, filmlerini geri çektikleri onurluı sanatçıların memleketi.
Irkçılık,ayrımcılık, ötekileştirme bir insanlık suçuysa…
Hadi Altın Portakal’a katılacak olan çok sevgili sinemacı ve jüri üyeleri dostlarım, Kusturica Antalya’da güneşli bir hava bulacağını sanıyorsa, lütfen yanıltın onu. Bosna Hersek Dostları’nın protestosuna katılarak sanatın ırkçılığa sessiz kalmasına geçit vermeyin.
Bugün Bosna’ya Sessiz kalırsanız, şu anda yoğun bakımda olan Cumhuriyet Gazetesi yazarı Deniz Som’un Nazi döneminde yaşayan Papa Martin Nemöller’den köşesin sık sık alıntıladığı bir sözü hediye etmem lazım, herhalde anlarsınız artık: Bugün Naziler komünistler için geldiler sesimi çıkartmadım, sendikacılar için geldiler sesimi çıkartmadım, Yahudiler için geldiler sesimi çıkartmadım. Şimdi benim için geldiler. Ses çıkartacak kişi yok!

2 Ekim 2010 Cumartesi

BEKLAN ALGAN: BİR DAHİNİN KATIKSIZ ÖLÜMÜ

Yönetmen olarak masabaşında bir rolü çalışan oyuncularıma ilk salık verdiğim şey, karakterin sadece kendisini değil, çevresini analiz etmeleridir. Hamlet’in annesinin baskısında kalmış zavallı bir ruh mu, yoksa çağının ötesinde kalmış bir kahraman mı olduğunu tam anlamak için, hem Gertrude’u, hem Fortinbras’ı çok iyi anlamak zorundasınız. Blanche Debois’nin cinsel arzularına yenildiği bir Arzu Tramvayı’nda mutlaka Stanley Kovalski’yi analiz etmelisiniz. Stanley’nin olmadığı bir Arzu Tramvayı’nda, istediğiniz kadar Blanche’ı doğru oynayın!
Bu hafta yitirdiğimiz Beklan Algan gerçek bir dahiydi…
Türkiye dahileri sevmiyor, barındırmıyor. Bu kesin…
Ne yazık ki bankacılık camiasının bile dahi çocukları sanat dünyasından daha fazla kabullendiği bir memleket burası!
Bence tiyatromuzda dahilere kucak açan son insan Muhsin Ertuğrul’du.
Muhsin Ertuğrul’un, bilmemne hastanesi başhekimi gibi, yerinden olma korkusu yoktu çünkü! Bilgisi, görgüsü, donanımına güveni tamdı, çevresine inancı, kendisine ve çocuklarına güveni vardı.
Göreve geldiğinde “çocuklarıyla” gelirdi. Gittiği zaman da “şapkasını” alır giderdi.
Ödenekli tiyatrolarımızda daha sonra hasbelkader, bakan, belediye başkanı imzasıyla göreve gelmiş kişiler, bilmemne hastanesi başhekimi gibi, hep dahilerden korktular. Çevrelerinde daha çok “looser” tipli, yağcı karakterleri barındırmayı seçtiler.
Beklan Algan için timsah gözyaşlarının döküldüğü Şehir Tiyatrosu, bu bünyedeki Tiyatro Araştırmaları Laboratuvarları’nın kapılarını kilitlemiş, Ayla/ Beklan Algan çiftini sokağa fırlatmıştır. Bunun eski yönetim tarafından yapılmış olması önemli değildir, bu ayıp kurumun Muhsin Ertuğrul’un çocuklarına ayıbıdır. Eski Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun Tiyatro Araştırmaları Laboratuvarı’na tahsis edilen buz gibi minik odasının kapısının anahtarı bir sabah çilingir tarafından değiştirilerek, araştırmalara zabıta zoruyla nokta koydurtulmuştur.
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, değişimin müjdecisi olarak, cenazede bu ayıbı temizlemiş ve Letafet Apartmanı’nda Beklan Algan adına yeni bir araştırma laboratuarı kurulacağını söylemiş. Çok sevindirici bir haber!. Ancak, modern tiyatroda ölülerin dirilip, araştırma yapabilme yöntemlerinin henüz keşfedildiğini sanmıyorum. Beklan Algan, uzun çalışmaları sever, böyle varolurdu. Keşke böyle bir olumlu adım o yaşarken atılsa, Algan’ın dehasından yararlanılsaydı.
Keşke Ayla Algan gibi, Türk Tiyatrosu’nun yetiştirdiği en büyük oyunculardan biri son yıllarını kamera önünde makyaj bozulmadan tecavüze uğrama tekniği ya da yeni adıyla oyuncu coach’luğuna ayırmak yerine, böyle bir çalışmayla geçirebilseydi!
Hani, bir karakteri analiz etmek için, oyunun tüm kişilerine de bakmak gerek demiştim ya…
İago’suz Othello olmaz misali…
TAL’in araştırmaları süresince, iki dublajla üç dizi arasında oyun çıkartmaya alışmış, kendilerine oyun asıldığı zaman küfürü savuran Darülbedayi takımının arkasından gözyaşı döktükleri Algan’ın Faust’u için, “beş yılda bir perde çıkaramadılar” dediklerini çok duyduk.
Sen beş yılda bankamatik hatırına Faust yaparken iyi de, modern tiyatro kuramlarnı hayata geçiren TAL’de Faust çıkmayınca mı problem be adam?


Beklan Algan’ın kaçış psikolojisi olduğu doğru!
Bu toplumdaki pekçok dahi gibi, o da kaçtı.
Ne yapsaydı?
Fazıl Say, kaçmadı, konuştu, suçlu oldu.
Beklan Algan eve kapandı, araştırmasını yaptı, kitabını okudu, o da suçlu oldu.
Beklan Algan’ın kimi zaman kalp spazmı, kimi zaman panik atakla biten uzun ve sancılı prova süreçleri kaçış psikolojisi ile sonuçlandığında , “Faust nerede?” diye sıkıştırdılar.
Türkiye’nin sorununun Faust olduğu doğruydu.
Ama Faust’un hesabı eve kapanan dahilere değil, sanat kurumlarını bilmemne tapu dairesi gibi yönetenlere sorulmalıydı.
Kaldı ki, toplumcu tiyatro adına semt tiyatrosu çalışmaları, Tepebaşı Dram Tiyatrosu yerine kurulan Deneme sahnesinin yapılanması, unutulmayan “Fizikçiler”, “Sezuan’ın İyi İnsanı” ve bu yazıya sığmayacak kadar oyunun sahnelenmesine emek vermiş bir ustanın verilmeyecek hesabı yoktu.
Erol Keskin ile “Oleanna” oyununda birlikte çalışırken, Trakya turnesindeydik. Bir gün ara vermek zorunda kalmıştık çünkü Erol hoca büyük bir ciddiyetle şehirlerarası otobüsle oniki saatlik Faust provasına yetişmek zorundaydı.
Darülbedayi’nin bir türlü çıkmayacak olan Faust dedikodularından etkilenerek, “hocam gitmeseniz de yolumuza devam etsek” dediğimde, yediğim azarı siz düşünün artık!
O Faust çıkmadı belki, ama yıllar sonra “Salı Ziyaretleri” nde çalıştığım Erol Keskin’in, TAL’deki çalışmalardan güç alarak çağa yenilmeyen oyunculuğunda , Beklan Algan’ı analiz etmiş oldum.
Algan evinde bir dahi olarak öldü.
Birkaç aydır yattığı hastanede kan aranıyordu kendisine.
Kimden kan aldılar bilmem ama şu dönemde bir mucize olmuş olsa gerek, kanına bir damla pislik karışmış olmamalı ki, Beklan Algan, ilerici devrimci bir usta olarak ölmeyi başardı.
Muhsin Ertuğrul’un çocuğuna yaraşan bir biçimde , hakikaten şapkasını alıp, gitti.