25 Şubat 2012 Cumartesi

İÇERİDE TUVALET TEMİZLEMEK, YA DA DIŞARIDA KİRALIK TUVALET OLMAK! İŞTE BÜTÜN MESELE BU!

Otobüse bindim, birileri kulağıma Günlük Müstehcen Sırlar fısıldayınca, çok mutlu oldum ve avazım çıktığı kadar “Rosenbergler Ölmemeli” diye bağırdım.
Yukarıdaki cümlede adı geçen üç oyun, ( siz bulun) İstanbul Şehir Tiyatroları’nın repertuarında dimdik duran ve tiyatroda ayrı ayrı önem taşıyan yapıtlar! İyi bir tiyatro oyunu, insana yeni ufuklar açar, yazarının düşüncesine katıl ya da katılma, dünyaya yeni gözle bakabilmeniz için bir pencere sağlar. Bir cümleye üç büyük oyun sığdırmamın nedeni de bunda gizli!
İyi bir kitap okuyunca yeni bir kitap okumak ister, iyi bir film izleyince eskiden izlediğiniz bir filmi yeni bir gözle görürsünüz. Mesela Günlük Müstehcen Sırlar gibi olağanüstü biçimde sahnelenmiş bir yapıtı izlemişseniz, İskender Pala’nın eserlerini de daha derin bir biçimde okumak için ufkunuz açılır. Pala, iyi bir edebiyatçıymış çünkü…
Ancak Pala’nın, ; “Günlük Müstehcen Sırlar” gibi oyunların sansürlenmesini buyruğu karşısında Metin Boran haklı olarak, “Bu yazıyı hangi kimliğinle yazdın? Profesör mü, edebiyatçı mı v.b. ” sormuş.
Her alt kimliğine saygı duyardım ama , Pala, sadece belediye memuru olma hırsıyla yazıyor. Kendi deyimiyle yoldaşı Kenan Işık’a, “ sen aklını başına toplamazsan, ben başkan danışmanı olurum” diyor. Daha önce de Kültür Bakanı olmak isterken, acıklı hale düşmüştü.
Pala, düzenlerle danışıklı dövüş yaparak “danışman” (genellikle ihbarcı) olanların tarihte zavallı duruma düştüğünü bilmiyor mu? İyi bir edebiyatçı olarak, “daha iyi” eserler yaratacağına, “benim vergilerim” diyerek, neden kapitalizmin dar çerçevesine sığınıyor ?
Mesele, “benim vergilerimse”, ben de vergilerimin doğru yere gitmediğini söylerim. Pala’dan ne vergi memuru, ne başkan danışmanı, ne bakan olmasını bekliyoruz! Sadece iyi yapıtlar yazmasını bekliyoruz … Öyle bir eser yazsın ki, okuduktan sonra bende “Günlük Müstehcen Sırlar”’ı yeniden izleme isteği yaratsın. Yazdığı Leyla ile Mecnun bende bu hissi yaratmadığı gibi, iki yıl tiyatrodan uzak durma isteği yarattı. Pala’nın bir gün fani bir bakan kadar değil, Necip Fazıl kadar ölümsüz olabilmesi dileğiyle!
Hadi Uluengin, Rosenbergler ile ilgili yazdı geçenlerde…
“Sen kimsin ey Şehir Tiyatrosu bu demode solcu oyunu sahneliyorsun” dedi. Rosenbergler’in yazarı Alain Decaux’nun bile, oyunu yazdıktan birkaç yıl sonra “kandırıldığını” söyleyerek, Decaux gibi bir tarihçiye “itirafçı sanık” muamelesi yaptı. Engin Ardıç ve Hadi Uluengin’in yazılarından sonra, Şehir Tiyatroları tuhaf biçimde “oyunun haklarının müsait olmadığı” gerekçesiyle, Rosenbergler’i sonlandırdı. Ben bunu yönetim zaafı ve örtülü sansür olarak görüyorum. Kusura bakmayın ama koca tiyatroda oyunun haklarının uygun olup olmadığını denetleyecek bir kişi yok muydu? Bir yılı aşkın bir süredir proje halinde olan bu oyunun yazarıyla, ancak Uluengin’in yazısından sonra mı bağlantı kurmayı akıl ettiler?
Bir yazarın kendi yapıtına yabancılaşması başlı başına bir tez konusu olabilir. Ancak, Uluengin’in , “kandırılmış yazar” savı kötü , hem de çok kötü! Rosenbergler’in mezarını sadece resmi tarih üzerinden konuşabilerin açması, berbat, çok berbat!
Şimdi gelelim 100.yılını kutlamaya hazırlanan Şehir Tiyatroları’nın saldırılar karşısındaki savunmalara…
Genel Sanat Yönetmenliği’nin cevabı dolu dolu … Ama keşke, “ içtepisel” olarak ,” biz onu da oynarız, bunu da” demek yerine, repertuarlarındaki yapıtların anlam ve önemini vurgulayacak kadar cesur olabilselerdi ! Dillerine pelesenk ettikleri repertuar politikası deyimini hemen değiştirmeliler. . Varsın her tarafa göz kırpan repertuar politikası olmasın. Bari ve hiç olmazsa onun politikası(!) olmasın…
Bu hafta Şehir Tiyatroları’nın önündeki protestoya katılmadım çünkü yakın tarihte yaşananlar bana, kendi tiyatroları yıkılınca buldozer altına yatmayanların hakları için kavga vermek yerine, direnişteki işçinin, yolda dayak yiyen kadının, polisten dayak yiyen öğrenci ile birlikte dövüşmenin daha doğru olacağını doğruladı…
Osman Gidişoğlu abimi sever, sayarım ama her fırsatta bakanın arkadaşı olduğunu hatırlatan birisinin Rosenbergler’e sahip çıkmasından şüphe duyarım. Gidişoğlu’nun sert çıkışı hiç inandırıcı değil. “İyi polis kötü polis” kokuyor. Rosenbergler tek kişilik bir oyun mudur ki, sadece Osman Abi’ye savundurtuluyor?Hükümetin bir kanadı oyun yasaklanmasını emrederken, diğer kanadı Rosenbergler’i mi savunuyor diye sorsak, Osman Abi’mizi kırar mıyız? Konuşmasının içeriğindeki, “tarih size Rosenbergler’e yaptığını yapar” cümlesini de “ son derece yanlış ” bulduğumu belirtmeliyim.
Resmi tarihin çarkları karşısında Rosenberg olarak elenebilmenin onuru vardır . Bu onuru , sadece düzeni sorgulayabilecek kadar cesur olanlar taşır. Sanırım Uluengin, bu konuda çok doğru adres değil….
Halen tutuklu olan Vatan Gazetesi muhabiri Çağdaş Ulus’a psikolojik işkence yapmak için tuvalet temizletiyorlarmış. Tiyatro sanatçısı Mehmet Tekkanat, twitter’dan “ halbuki dışarıda bedavaya tuvalet temizleyecek o kadar çok gazeteci var? ” derken, ne yazık ki haklı…
Çocuklarımız birgün içeride tuvalet temizlemenin , dışarıda kiralık hela olmaktan çok daha onurlu olduğunu elbet anlayacaklar…

11 Şubat 2012 Cumartesi

KARAKTER SİZSİNİZ TÜRKİYE

KARAKTER SİZSİNİZ TÜRKİYE!

Nedim Saban
nedimsaban@superonline.com

Dramatik sanatlar , oldum olası “karakter” olgusunu çözümlemeye çalışıyor. Bir karakteri güçlü kılan, seyredilmeye değer kılan şey nedir? Öykü, karakterin harekete geçmesiyle mi başlar? Öyküler dramatik yapılarını sağlam karakterlerinin gelişimine mi, yoksa olay örgüsüne mi borçludurlar? Ya da, seyirci sevdiği bir karakterin, sağlam bir olay örgüsü içinde nasıl değişeceğini mi izlemek ister?
Aristotles, “Poetika”’da, dramatik aksiyona yoğunlaşırken, karakteri önemsemez. Öte yandan Borges, sözgelimi Dickens’ın yazımından söz ederken, yazarın roman isimlerinin bile çoğunlukla karakter isimleri olmasının (mesela David Cooperfield, Oliver Twist gibi) bir tesadüf olmadığını, iyi yazımın güçlü karakter yaratımında saklı olduğunu söyler. Franz Kafka ile Thomas Hardy de, aynen Borges gibi güçlü karakterlerin, güçlü öyküler yarattıklarına inanmışlardır.. Hakikaten de Franz Kafka’nın “Dönüşümü”’nde Gregor Samsa karakterini önemsemeseniz, bir insanın böceğe dönüşmesi sizi neredeyse ilgilendirmez.. Nietzche gibi, karakterin çağın olaylarının biçimlenmesiyle ortaya çıktığına, iyi bir karakter analizinde çağın bakış açısı, devrimleri ve devingenliğinin çok etkili olduğuna inanırım.
Elinor Fuchs, “Karakterin Ölümü” adlı kitabında, postmodern çağda karakterin niye öldüğüne ilişkin çok önemli bir analiz yapar.Hakikaten neden ölmüştür karakter? Neden modern dramada güçlü karakterler yazamıyor artık yazarlar? Yoksa, o karakterlerin dünyayı değiştirmesinden korkarak, oto sansür mü uyguluyorlar?
19. yüzyılda yaşamış olan Fransız yazar Georges Polti, dramatik sanatların36 adet öyküyle sınırlı kaldığını , Ronald Tobias “Roman Yazma Sanatı” adlı kitabında değişik biçimde öykülenecek, en fazla 20 öykü olduğunu iddia etmiştir.
Özellikle dramatik yazımda güçlü karakterler hem iç dünyaları, hem dış dünyalarında büyük çatışmalar ve olaylar yaratır. Stanley ve Blanche olmadan konumlandırılması halinde, “Arzu Tramvayı” sadece bir tramvay olarak geçer, gider hayatımızdan.
Edebiyatta “durumları” anlatabilirsiniz, ama dramatik yazımda, hele hele “dünya üzerinde söylenmemiş bir söz yoktur” görüşü ve genelde “36” üzerinde uzlaşılan öykü adedinin de sizi sınırlayacağını gözönünde bulundurursanız güçlü karakterler yaratma zorunluluğunuz vardır.
Bazı televizyon starlarımız, kendilerine izlenirlik oranı biçmiş, piyasaya bu oranlarla çıkarak, fiyatlarını belirlemişler, ancak bu yıl tanık olduğumuz fiyasko sonucunda, dizileri bir bir kaldırılırken, güçlü karakter olmadan, iyi star olunamayacağını da sanırım çözmüşlerdir.
Şimdi, gelelim bizlerden neden güçlü karakterler çıkmadığına?
2010’lar Türkiye’sinde topu topu 2 öykü kaldı: İçeride ya da dışarıda olmak!
Bu büyük çelişkiyi yerinden oynatacak çağdaş karakterler yaratmak zor olduğu kadar, yazarı da korkutuyor.
Aristoteles, “karakterin bir önemi yoktur” derken, sadece “kaderci” davranmıyor, zaten Tanrı’larla karşı karşıya gelmenin ve insani zaaflar (hubris) nedeniyle yenilmenin, yaşamın değişmez koşulu olduğuna inanıyordu..
Bizde ise statükoya, düzene kafa tutabilecek karakterler yazılamıyor, yazarlarımız yenilgiyle başlıyor işe. Düzen tarafından eleneceğini bilsek de, toplumun kaderini değiştireceğine inandığımız devrimci karakterler yazılmalı oysa! Bizim sümsükler karakterlerini daha yolculuğa çıkartmadan, onların ezilmesine göz yumuyor.
Yaklaşık bir yıl önce, oyun yazarlarımıza “devleti dolandıran şirketini açığa çıkartan bir üst düzey yöneticiyi” kahraman olarak örneklemiş, onun önemli bir oyun karakteri olabileceğini iddia etmiştim.Şimdi de, Türkiye’nin en uzun süre cezaevinde yatan mahkumu Tahir Canan konusunda gözlerini açmalarını istiyorum.
30 yıldır cezaevinde yatan Canan:
“12 Eylül, Cunta başları için iddianame hazırlanıp yargı önüne çıkartılması süreci başlamış olsa da ben ve benim gibi insanlar hala 12 Eylül yargı mantığı ile içerde tutuluyoruz. Demek ki; süreç 12 Eylül ile hesaplaşma değil, sadece iki yaşlı generali günah keçisi olarak kamuoyu nezdinde yere sermektir. 12 Eylül ve öncesinde işkence yapanlar nerede? Bunlar hakkında ne gibi işlemler yapılıyor? Daha da önemlisi 12 Eylül hukukunun yarattığı toplumsal yapıda toplumu cendereye alıp, işkence yapanlar ne olacak? Hala 12 Eylül hukukunu geçerli hukuk sayarak 12 Eylülcüleri nasıl yargılayacaksınız? Toplumsal yaraların sarılması için 12 Eylül yargısıyla, 12 Eylül işkencecileri ile mağdurlar yüzleştirilecek mi? 12 Eylülde hakları ellerinden alınanların hakları iade edilecek mi? 12 Eylülde işlerinden atılanlar, ekmekleri çalınanların hakları nasıl geri verilecek? Haksız yere idam edilenlerin, cezaevinde yıllarca sürünenlerin hakları iade edilecek mi?
12 Eylül öncesi işlemediğim cinayetlerin faili haline getirilerek 36 yıl ceza ile “ödüllendirildim”! Ödüle işkenceli sorgu sürecini de dâhil etmek gerekir! Kaz gibi yolunmuş halimiz ile çekilen fotoğraflar devlet arşivlerinde yerini almıştı. Cezaevi yaşamımın da çoğu hücrelerde geçti. İşlemediğim suçlar nedeni ile işkence gördüm”!
Suçu nedir bilmem, ailesini tanımam ama 30 yıldır hapiste olan bir adam görmezden gelindiği müddetçe, çağdaş öykülerin yazılamadığı, karakterlerin daha yola çıkmadan yazarın beyninde öldükleri bir dünyanın mahkumları olacağımızı çok iyi biliyorum.

4 Şubat 2012 Cumartesi

SANAT MI UZUN, HAYAT MI KISA?

Bu hafta medyadan Perihan Mağden ve Mehmet Altan kopuşunu izledik.
Tiyatrodan nefret ettiğini açıkça ifade eden birinin, bir tiyatro yazısına konu olması sizler için hoş olmayabilir belki (biraz sonra yandaş medyayı da savunacağım, hazır olun),
ama ben Mağden’in yazılarını sonlandırmasını medyanın kaybı olarak görüyorum.
Mağden’in özellikle Radikal’deki bazı çıkışlarını popülizm olarak değerlendirmiş, samimi karşı duruş olarak görmemiştim. Tiyatroyu sevmeme nedenini “Yıldız Kenter ” düşmanlığıyla özetlediğinde ise, bunu sadece büyük bir tiyatro ustasına saygısızlık olarak değil, tiyatronun katmanlarını bilmemek olarak adlandırmıştım.Kaldı ki Yıldız Kenter’in ömrü boyunca oynadığı oyunlardaki karakterleri incelerseniz, onun her rolün kabuğunu çok farklı biçimde ören bir virtüöz olduğunu zaten fark edersiniz..
Hülya Avşar da bu hafta tiyatro oyunculuğuyla ilgili sözler etti. “Abartılı oyunculukla tiyatro oyunculuğunu” karıştırdı.. Oysa, dünyada metod oyunculuğuyla başlayan yüzlerce tiyatro katmanı var! Mesele fısıltının en arka sıradan duyulması kadar basit değil! Bunu teknikle aşmak, ama kristal berraklığında, yaşam sıcaklığında bir oyunculuk sergilemek çok mümkün! Modern Türk Tiyatrosu bunu başarıyor…
Bazen dizi filmlerden çocuklar geliyorlar, sadece rol kişisinin dünyasını analiz ederken değil, oynarken de bön bön bakıyorlar. Televizyonda uzun süre boş boş bakmaya alışmışlar, oysa tiyatroda her saniyenin bir önemi var.
_ Napıyorsun çocuğum?
Ağızlarına da bir hocam lafı takmışlar.
- Hocam abartmak istemiyorum!
- Abartma çocuğum, sahnede öylesine duruyorsun, ne bok yediğini anlayamıyorum.
- Hocam, oynamak istemiyorum
- Oynama yavrum, rolü bul.
Perihan Mağden’in Taraf’tan ayrılırken sözünü ettiği hükümet baskısı, yargının siyasalleşmesi filan ne yazık ki artık bildiğimiz şeyler.Onun çözümlemesini, yetmez ama evetçilere bırakıyorum.
Beni ilgilendiren en önemli nokta, “zaman kavramı” ile ilgili.
“ Haftada iki kez yazınca ister istemez günlük politikanın tuzağına düşülüyor” diyor Mağden ve roman yazımına konsantre olamadığını söylüyor.
Yazar, yaşadığı toplumdan ve zamandan koparsa, zaten sağlam karakterler yaratamayacaktır, orası kesin.
Sorgulanması gereken asıl konu , yazarın günlük politikadaki rolü olmalı.
Bir dostum çocuklarına gazete okutmadığı gibi, kendisi de gazeteleri, bir gün rötarla okumayı seçiyor. Ruhu temiz, kafası dinç halde , günlük politikadan, haberin sıcaklığındaki yüzeysellikten uzak bir yaşam yaşıyor.
Bizlerse, bilgisayarlarımızın başında, dünyayı dakika dakika takip etme bahanesinin arkasına sığınarak, yüzeyselleşiyor, bazen sıcak haberlerin kısıtlı bakış açısı içinde hapsoluyoruz.
Sezon başında oyun seçer,oyun çıkana kadar geçen sürede , bazen “biz bu oyunu niye seçmişiz, güncelliği kalmadı ” diye hayıflanırız. Ben, salt bu nedenle defalarca tiyatroyu bırakmayı düşünmüşümdür. .
Aynı duyguyu sinemacılar da yaşamıştır elbet! Film yapım süreci o kadar uzar ki, hayat filmin önüne geçer. Ancak Mağden’in söylediklerini dikkatlice analiz edersek, aslında öne geçenin hayat değil, günlük sığ politika olduğunu anlarız.
Sığ politika demişken, hemen Mehmet Altan’dan da söz edelim. Star Gazetesi’nden atılınca, birden” muhalif oluveren” Altan’ın, hükümeti bombalaması, yandaş medyanın güdümlülüğünü anlatması hiç inandırıcı değil Kaldı ki, sana onca zaman ekmek kapısı olmuşlar. Onları içeriden vurmak, reklam gelirleri gibi özel meseleleri paylaşmak son derece ayıp. Ya baştan yazmayacaksın, ya o reklamların nasıl alındığına tanık olduğun gün istifa edeceksin, ya da kovulduğun gün, susacaksın! Başkaları kovulduğunda da susmuşsun, hep sessiz kalmışsın çünkü…
Aynı şeyi Uzan Grubu’ndan kopanlar da yaptılar. Yıllarca Cem Uzan’dan ekmek yediler, ondan sonra Uzan zor duruma düşünce, patron baskısından söz ettiler. “Bastırtmayacaksın ” o zaman, ya da “baskı yapanların” ekmeğini yemeyeceksin.
Mesele, fikirleriyle uyuşmadığım Mehmet Altan’ın yazılarının sonlanmasına mutlu olmak değil, kuşkusuz bir kalemin kırılması karşısında tepkisiz kalınmamalı! Ama açıkçası, çıkarları çatıştığı zaman, baskıdan söz edip, çıkarları çakıştığı zaman da başkalarının baskı görmelerine boyun eğilmesini kabul edemediğim için, ben bu kez Mehmet Altan’ın değil, yandaş medyanın yanında oluyorum ve Birgün yazarı olduğum halde, Star Gazetesi’ni savunuyorum. Bunu özgürce yapabildiğim, güdümsüz bir gazetede yazdığım için de onur duyuyorum.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Mehmet Altan’a “geçmiş olsun” u da biraz “geç kalmış” ama olsun ! 100 gazeteci tutuklanırken geçmedi de, şimdi mi “geçmiş olsun”? Paul Auster’i de gazeteci sanan Kılıçdaroğlu’na aşk olsun! Ragıp Zarakolu Nobel’e aday oldu, onu kutlamak için açık görüşe gidecek mi Kılıçdaroğlu? O kadar Açık Görüşlüyse”, şimdiden helal olsun!
Bence modern toplumda insan, artık ruhunu şeytana değil, günlük sığ politikalara satıyor, bu kadar kolay saf değiştirenlerin de ğişimleri de yüzeysel bilgi çağıyla açıklanabilir.. Yani, eskiden dönek olmak için 140 kitap devirmek zorundaydınız, bugün twitter’da 140 kelime attırıveriyorsunuz.
Günlük politikanın sığ sularında boğulmamak için, tiyatroya, edebiyata, sanata sığınmak gerek. Perihan Mağden’i de , bunu seçebildiği için, ayrıca kutlamak gerek.