25 Eylül 2010 Cumartesi

TOPHANE'DE DÖNÜŞÜM KORKUSU

Bundan çok değil altı yedi yıl önce bir kız arkadaşımın doğum günü için Cihangir’in sakin sokaklarından birinde minicik bir şarküteri mağazasında, o gün havanın da güzel olmasından yararlanarak, çok değil dört beş kişi bir araya gelip, çok değil iki üç saatlik bir sürpriz parti düzenledik. O zamanlar sigara yasağı olmadığı için, İstanbul’un gece yaşamı henüz sokaklara taşmamış, Cihangir’de de cafeler henüz pıtrak gibi açılmamış. Tabi şarküteride içki yok ama biz arkadaşımızı mutlu etmek için, yan bakkaldan içki de almış, keyifleri gıcır etmişiz. Pasta kesme ritüeline geçeceğimiz sırada, tesadüfen Çiçek Pasajı’ndan dönen bir çalgıcı gruba rastlamaz mıyız? Sürprizin de sürprizi oldu diyerek, aramıza katılmalarını istedik”hepi börtdey dönülmez akşamın ufkunda, iyi ki doğdun makber ” derken, üst kattan önce bir atletin, ardından bir bıyığın, en sonunda atletli bir bıyıklının çıktığını duyduk.
“Duyduk” diyorum çünkü önce sesi, sonra atleti ve bıyığı geldi. Pastamızın üzerine epey hakaret yedik. Mesele mahallede ses yapmak değildi, alt katta şarküteri dükkanı açılması, şarküteri dükkanının önüne masa atılması, şimdi de içki içilmesi, yakında buralarda barların, cafelerin de açılacağına kadar dayandı .
Biz boktan, aşağılık, sefil insanlar olduğumuzu düşünerek yukarıdan bizi aşağılayan bıyıküstü atletinin tükürüklü muhabetleriyle muhatap olurken, ne yazık ki amcanın üstüne üstlük tanınan bir sanatçı olduğuna biraz geç de olsa uyandık!
O gün komşuları da destek verdi kendisine, “Cihangir’imizin değişmesini istemezük” dediler!
Sonra ben de düşündüm, sokağımda her gece sabaha kadar içki içip, müzik yapan birileri olsa, ev halkım da altı çocuk, iki kayınvalideden oluşsa acaba aynı tepkiyi gösterir miydim diye?
Bir kız lisesinin karşısında oturuyorum. “Bornova Bornova” filmininin etkisiyle, kız tavlamak için apartman kapısında duran gençliğe şüpheyle bakarken yakalıyorum kendimi bazen.
Galataport projesi yapay ve kentin tarihsel yapısını bozmaya aday.
Ancak Tophane’de ardı ardına açılan sanat galerileri, tiyatrolar, atölyeler, yıllardır benim için çok özel bir yere sahip olan semtin olağanüstü dokusuna zenginlik kazandırıyor.
Tophaneliler’in muhafazakar olduklarını hiç sanmam!
Mesela “Fatmagül’ün Suçu Ne”’de Fatmagül’e nasıl tecavüz edildiğini izlerken televizyonu zapladıklarını sanmıyorum. Eğer gerçekten ahlak düşkünüyseler, rating aletlerini göstersinler kanıt olarak, Fatmagül’e gülmedik desinler!. Ya da bütün semtin bilgisayarlarını polise götürüp, “bakın biz temiziz, zaten Tophane hamamlarıyla ünlüdür, bu sahneleri indirmedik” desinler.
İmdi, bir sanatçının bile ufak bir doğumgünü kutlamasını kentsel dönüşüm fobisine çevirdiği travmatik bir çağda, arka arkaya galerilerin açıldığı Tophane’nin varoş kültürlü ahalisi ne yapsın?
Kentsel dönüşüme kurban gitmekten , yerinden yurdundan edilmekten ürküyordur mutlaka!
New York’da Soho’da , East Village’da, 42.Cadde’de yaşandı böyle şeyler. Adam sokağında rahatça uyuşturucu içememekten, kadın pazarlayamamaktan, hap satamamaktan tırstığı için çok direndi değişime. Bir de ghettosunu terk etmek istemedi, çünkü o New York kentinde değil, duvarları yalnızlıkla örülmüş bir ghettoda yaşıyordu.
Kendisi fuhuş yaparken, çocukları pazarlarken, uyuşturucu satarken “temizdi”, yabancılar orada el ele dolaşırken arsızdı. Açık açık uyuşturucu satılan 42.caddede tiyatroya gittiğim bir gün, Amerikan yasaları gereği biranın ambalaja sarılarak içildiğini gördüğümde çok gülmüştüm.
Harlem’e yıllarca yabancının girememesi yaşam alanına müdahale edilme korkusundadır. Harlem’de sanat galerileri, tiyatroların açılması, Harlem’de beyazların yaşamaya başlamasından önceye denk gelir.
Tophane’de üzücü olan şey ise, bu semtin tarihi dokusu içinde, Harlem’in aksine cinsel ve dinsel azınlıkları barındırmış olmasıdır. Şiddetin kökeninde, kentsel dönüşümün paniği vardır.
Tophane insanı, semt kültürünü sevmiş, sokakta yaşamayı benimsemiştir. Bu yüzden “ al sana şu kadar para, git TOKİ’den ev beğen” denilmesine razı gelmeyecektir. Cihangir’den kaçırılan eski İstanbul aileleri bunu nispeten kabul etmiş, Soho’daki milyon dolarlık loftlarda Andy Warhol satan sanat galerilerinde artık yaşama şansı kalmayan ev sahipleri rantiyeye dönüşmüştür. Tophane’deki kabul edilemez şiddetin arkasında, ahlak düşkünlüğünden öte, daha çok evinden barkından yok edilme fobinin ağır bastığını sanıyorum.
Burası Ankara’nın Keçiören’i ya da Kayseri’nin ortası değil sonuçta. Tophaneliler sokakta içilen nargileyi, şarabı hayatlarında ilk kez görmüyorlar.
Haa bir de sanatın dönüştürücü gücünden ürküyorlardır mutlaka!
Tiyatro Dergisi’nin Eylül Sayısı’nda da yazdım. “Vatan yahut Silistre”’yi izledikten sonra, halk veliaht Murat’ı istediği için “Muradımızı isteriz” diye sokağa dökülür. Son yıllarda ise tiyatro, resim, heykel, operanın burjuva sanatı olduğu iddia edilmiş, kitleler üzerindeki etkisi tartışılır olmuştur.
Niye tartışıyoruz ki? Sanat bu kadar etkili olmasa galeriler basılır, Kumbaracı 50, Garaj İstanbul’daki etkinlikler polis nezaretinde oynanır mıydı?

SIKIYÖNETİMDE SIKIYSA TİYATRO

13 Eylül 1980’de yolda beni çeviren jandarmaya, o gün tesadüfen İstanbul’da turnede bulunan Ankara Sanat Tiyatrosu’nun “Oyun Nasıl Oynanmalı ” adlı oyunun program kitapçığını gösterdiğimde, asker dipçiğinin gölgesinde oyun oynamanın hiç de kolay olmayacağını anlamış, ancak 1982 yılında Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nden (!) aldığımız izinle sıkıyönetimde sokakta tiyatro yapmayı becerebilmiştik.
Parklarda yolumuza çıkan polislere Park ve Bahçeler Müdürü’nün hayatında ilk kez kaleme aldığı şiirsel izni (!) göstererek, burası onlardan sorulur diyerek, çocuklar için sıkıyönetimde sıkıla sıkıla sokak tiyatrosu yapıyorduk.
1980’de dipçiğini gösteren darbecilerin, “tiyatroda oyun nasıl oynanmalı” konusunu yakın tarihimizde inceledikçe, 13 Eylül 2010 sabahı, askerin bize o dönemde %92 ile bir şekilde kabul ettirdiği anayasayı çöpe attırma iddiası taşıyan hükümetimizin de yıllardır tiyatro alanında benzer yasakları uyguladığını görerek, tiyatromuz adına sevindim.
Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” oyununun ilk gecesinden sonra halkı 4. Murat’ın kellesini isteyerek sokağa dökebilen tiyatronun haber malzemesi bile olmadığı günümüzde nasıl bir gücü varmış ki, yasaklar, baskılar aynı ağırlıkta devam ediyormuş?
Üniversite tiyatrolarımızda, İTÜ’de, Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nde, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde tiyatro kulüplerine baskıların oyun seçiminden öte, kulüpleri tasfiye etmeye dayandığı dönemimizi Milliyet Sanat Dergisi’ndeki yazılarımda belgelemiştim. Geçenlerde, İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi’nin kapatılmasını da yaşadık.
1979 yılında da Liselerarası Tiyatro Şenliği “sakıncalı” bulunmuş, tümden yasaklanmıştı. Mantık aynıydı. Öğrenciler örgütlenmemeliydi. Gerçekten de, liselerde pekçok başarılı oyuncu ve yazar, memleketine duyarlı çocuğu çil gibi dağıtmanın yolu İLTÖ’yü yasaklamaktan geçiyordu. Liselerdeki tiyatro örgütlenmesini sakıncalı bulan mantık, 30 yıl sonra İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrenci kulüplerindeki örgütlenmeyi sakıncalı buluyordu.
Ne kadar sevindirici değil mi? 1981’de kurulan YÖK ile beraber üniversitelilerin depolitizasyon süreçleri başlamışken, 2010’da tiyatro yapan üniversitelinin gücünden hala korkulabiliyordu.
12 Eylül’ün faşizan düşüncesi ile yüzleşmeye hazırlandığımız günlerde, Ayla Çınaroğlu’nun yazdığı antimilitarist “Miğfer”ini yasaklamayı akıl ediyorduk. Hem de 15 yıl oynandıktan sonra! 12 Mart’ta Brecht’in “Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti”’ adlı oyununda nasyonal sosyalizmin yaşama nasıl girdiğinin anlatılması, o dönemdeki askerleri çok rahatsız etmişti. Ankara Sanat Tiyatrosu, oyunu dört kez oynadıktan sonra, binası sıkıyönetim komutanlığınca mühürlenmek suretiyle kapatılmıştı.
Yani, tiyatroya baskı sadece oyun yasaklama ile sınırlı kalmamış, bina kapatmaya kadar varmıştı. Bu yıl benzer bir uygulama, Özen Yula’nın bir oyununa ev sahipliği yapan “Yala ama Yutma” adlı bir oyun nedeniyle, bu kez Beyoğlu Belediyesi tarafından “Kumbaracı 50”ye yapılmak istendi. Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca uyarmasa, tiyatro mekanı, bu oyunun sahnelenme döneminde, ruhsat alınmadığı gerekçesiyle süresiz olarak kapatılacaktı.
“Yala Ama Yutma”, meleklerin işine karıştığı için, 2010’da baskı gördü. 1957’de Adalet Cimcoz tarafından basılır basılmaz yasaklanan ve Şehir Tiyatroları repertuarından anında kaldırılan Berolt Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı”, toplumun çöküşünde iyi insanın ahlağını parayla sağlam tutabilmesi yönünde Tanrıların işine karıştığı için, şu an hasta yatağındaki Beklan Algan’ın öncülüğünde, belki de 60 anayasasının özgürlükçü rüzgarına kapılarak çevrildikten ancak 7 yıl sonra sahnelenebildi.
Ankara Sanat Tiyatrosu Maksim Gorki’nin “Ana” adlı oyunu oynadıktan sonra, lav edilmiş, bir süre için oyunlarını Ankara Tiyatrosu adı altında oynamak zorunda kalmıştı. “Ana”’da işlenen temalardan biri olan yoksulluk , bilinen nedenlerden dolayı her dönem hükümetleri rahatsız etmiş, Özal’ın memlekete “benim memurum işini bilir” mantığını armağan etmesinden sonra, her nedense devrimci tiyatro jargonumuzun outları arasına girmişti.
Bir dönemler Ankara Sanat Tiyatrosu’nda yasaklanan ve bir devlet memurunun (polisin) yolsuz yükselişini anlatan Oktay Arayıcı’nın “Nafile Dünya”sı, bu nedenle artık ödenekli tiyatrolarımızın hoş seyirlikleri arasına girmiştir.
Devrimci tiyatromuzun mihenk taşlarından biri Maksim Gorki’nin “Ana” oyunudur.
12 Mart yasaklarından nasibini alan oyun, sol tiyatronun özeleştiri yapmasına neden olmuş,
AST Bünyesindeki Rutkay Aziz ile Erkan Yücel’i SSCB konusunda karşı karşıya getirerek, büyük tiyatro oyuncusu Erkan Yücel’in AST’tan kopmasını ve Devrimci Ankara sanat Tiyatrosu adıyla yeni bir topluluk oluşturmasına neden olmuştur. O dönem solda oluşan yeni arayış ve düşünceler, 12 Mart döneminde düşüncelerinden dolayı hapis yatmış Erkan Yücel ve arkadaşlarının, Maocu bir bakış açısıyla sahneye taşıdığı “Toprak” ve “Deprem” gibi yeni oyunlar çıkartmalarına ve bu kez de bu oyunlarla yeni koğuşturmalara uğramalarına yol açmıştır. Soldaki bu düşünce arayışları ve kopmalara rağmen, ülkenin demokrat sanatçıları, 2000’lerin sonuna kadar her zaman muhalif kimliklerini korumayı başarmışlardır.
Solun demokratikleşme uğruna rejimle işbirliği yapması ise ikinci cumhuriyetçi düşüncenin şekillenmesiyle, bugünlere denk gelir.
Daha önce Vasfi Rıza Zobu ve şürekasının Şehir Tiyatrosu’ndaki 40 kişilik solcu listesini sıkıyönetime uçurduğu, benzer bir uygulamanın Devlet Tiyatrosu’nda da yapılmak istenince, Cüneyt Gökçer’in listenin başına kendi adını yazma koşulunu ileri sürerek, durumu engellediği bilinir. 12 Mart döneminde darbecilerin, solcu sanatçıları Ankara Devlet Tiyatrosu’nun prova salonlarından toplayarak, işkenceden geçirdikten sonra tekrar tiyatroya “paketledikleri”, 12 Eylül öncesinde sıkıyönetimde subayların Şehir Tiyatrosu’nda prova izleyerek, henüz çıkmayan oyunlara müdahale ettikleri, Dostlar Tiyatrosu’nun perdelerini açtırmadan oyunlarını yasaklattıkları bilinir. Sıkıyönetim döneminde gazeteler dağıtılmadan önce nasıl ön okumadan geçtilerse, oyunlar da ön izlemeden geçmiştir.
Şehir Tiyatroları’ndan “1402’lik” madde nedeniyle atılan sanatçıların yerine apar topar görevlendirilen, program dergisinden adları adi bir belediye mühürüyle silinerek, yerlerine elle başka isimler yazılmak suretiyle bir yönetmenin emeğini aşağılamaktan utanmadan oynanmaya devam edilen, “ Bahar Noktası”nının başına gelenler, (Çeviri: Can Yücel Reji: Başar Sabuncu) Darülbedayinin karanlık tarihinde yer alır.
Zeynep Oral, o dönemki Milliyet Sanat Dergisi’ne yazdığı bir eleştiride “ mühürün altından isimler okunuyor, emeği silememişsiniz” görülüyor gibi halen beynimde kalan çok çarpıcı bir tümce yazmıştır. Öte yandan, okumakta olduğunuz yazı için belge yardımı istediğim Seçkin Selvi’nin 12 Mart’ta tutuklandıktan sonra o dönem büyük fedakarlıklarla çıkarttığı dergilerin sıkıyönetim tarafından toplandığını ve kendisinde hiçbir belge kalmadığını söylemesi, sıkıyönetimde sadece tiyatroculara değil tiyatroya destek veren aydınlara da nasıl baskı yapıldığının acı bir göstergesi olarak beynimde yer edecektir.
Soldaki fraksiyonların yerinden yönetim gibi başarısız arayışlara sebep olduğu 12 Eylül im öncesinde, sol örgütler de Şehir Tiyatroları’nın oyunları sonrasında korsan gösteriler yaparlar..
Tiyatro basmak, solcuların faşistlerden devraldıkları bir davranış biçimidir. 1970’lerde Tunceli’de faşistler Halk Oyuncuları’nın oynadıkları tiyatroyu basmış, oyuncular linç edilmemek için tiyatro alanını tanınmayacakları kara çarşaflar giyerek terk etmek zorunda kalmışlardır. Tuhaf bir tesadüf eseri “Ergenekon” adlı oyunu sergiledikten sonra dağılan Halk Oyuncuları’nın Aksaray’da oyunlarını sunduğu Küçük Opera Tiyatro Binası da “Devri Süleyman” adlı oyundan rahatsız olan kişiler tarafından yakılmıştır.
1964 yılında, “ Sezuan’ın İyi İnsanı”’nın temsili sırasında, Dram Tiyatrosu Milli Talebe Örgütü tarafından basılmış, cüsseli yapıları nedeniyle Tanrı rollerine seçilmiş ü oynayan Kayhan Yıldızoğlu, Mete Sezer, Ertuğrul Bilda gibi oyuncular cüsselerine rağmen, canlarını zor kurtarmışlar, Dram Tiyatrosu bir süre sonra meçhul bir sebepten yanmıştır. Bu durumda anayasanın hak ve özgürlüklerinin toplumdaki bireylere yansımadığı, insanın içindeki faşistin her zaman dik ve uyanık olduğu apaçık ortadadır.
Sezuan’ın İyi İnsanı’nın tekrar seyirciyle buluşabilmesi için 12 yılın geçmesi gerekmiş, oyunun yeni yorumunda bu kez başrolü Ayla Algan’dan sonra Meral Taygun oynamıştır. Özgürlük ortamı ne olursa olsun insanın ruhundaki faşistin harekete geçerek tiyatroya baskı yaptırmasının bir örneği, Muhsin Ertuğrul döneminde “Eşeğin Gölgesi” adlı oyununun, bir muhbir vatandaşın ihbarı üzerine oyunun sahneden indirilmesiyle yaşanmıştır. Muhsin Ertuğrul o dönemde tiyatronun fuayesine eşek kulaklı bir belediye başkanı resmi astırmak istemiş, arkadaşları tarafından engellenmiştir.
Bir benzer baskı da, geçtiğimiz yıllarda Alevi vatandaşlarımızdan baskı olduğu gerekçesiyle “Yeditepeli Aşk” adlı oyuna yapılmış, oyun Şehir Tiyatrosu repertuardan kaldırtılmıştır.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz eleştirmen Selmi Andak 1967 yılındaki bir yazısında her ne kadar toplumcu tiyatro yapmayanları eleştirse de, bu topraklar vodvil tiyatrolarına bile baskı yapmayı başarmıştır. Ulvi Uraz, Andre Roussin’in “Nina” adlı komedisini oynarken, Elazığ’da oyunu açık bulan kişilerin saldırısına uğramıştır. Zeki Göker’in öncülüğünde kurulan Ankara Birlik Tiyatrosu’nun tüm toplumcu gerçekçi oyunları yasaklanınca, topluluk Nejat Uygur’un “Alo Orası Tımarhane mi” adlı oyununu sahnelemeye çabalar ama Nejat Uygur’un tüm Anadolu’da oynadığı oyunun Zeki Göker tarafından oynanması yasaktır. Tıpkı 2010’da Batman’da mahkeme kararıyla 5 yıl sanat yapması yasaklanan Arsen Paladov Tiyatrosu üyeleri gibi!
Şan Tiyatrosu’nda “Muzur Müzikal” oynanırken tesadüfen elektrik kontağı çıkmış, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun Moliere uyarlaması olan “Yobaz” 2000’lerde pek çok yerde yasaklanmıştır.
Yani tiyatrodan korkmak için asker olmak yeterli değildir!
Türk Tiyatrosu’nda yasaklanan oyunlara şöyle bir baksanız, haksız yere zengin olanların, yoksullara, yoksunlara zulmedenlerin, yobazların, diktatörlerin korku alanı olmuştur tiyatro!
2010’da yasaklarımız Zeki Alasya/ Metin Akpınar’ın yıllarca oynadığı “Yasaklar” oyununu yasaklayacak kadar komikleştiyse, 12 Eylül’de sandık başında alet edileceğimiz oyunun kara komedi mi olduğuna perdenin açılmasını bekleyen siz izleyicilerimiz karar versin artık!

Not: Bu yazının oluşumuna bilgi desteğini esirgemeyen Mehmet Esatoğlu ve Ersan Uysal’a teşekkürü borç bilirim.

Bu yazı Tiyatro Dergisi'nin Eylül sayısında yayınlanmıştır.
.

23 Eylül 2010 Perşembe

AÇLIK

U 2’nun o meşhur konserinin sabahında yolum İstiklal Caddesine düştü. Bir kitabevinin önündeki uzun bilet kuyruğunu görünce, doğrusu pek yadırgamadım. Bono hayranları stadyumda halen 50.000 adet boş yer kaldığını duymuşlar ve son anda ev ekonomilerinde yarattıkları mali çözümler sayesinde konsere gitmek üzere sıralanmışlar diye düşünerek yürüdüm geçtim.
Aynı günün akşam üstü iftar saatlerine doğru, bir tesadüf eseri, yolum tekrar İstiklal Caddesine düşmesin mi? Artık konsere yetişilmesi mümkün olmayacağı için teoride bitmiş olması gereken kuyruğun sadece üyeleri değişmiş, hatta tam karşısına da bu kez lokantada yemek kuyruğu bekleyenler dikilmişler.
Bir taraftan sanat etkinlikleri için bilet almak isteyenler, öte yandan sıcak Ramazan ayında uzun süre susuzluğa ve açlığa dayanıp oruç tutan ve ezan okunmasını sabırla bekleyen kalabalıklar…
Siyasallaşmanın kamplaştırmayla özdeşleştirildiği ucuz politikalara alet olmayıp, birbirlerine bulaşmıyorlar, laf atmıyorlar….
Önce ekmek, sonra sanat demiyorlar!
Ya da tam tersine sanat olmazsa, uzun vadede ekmek sorunu çözülmez diye sataşan da yok.
Bu dev kuyruk sadece U 2 için değil. İstanbul kentinin zengin kültürel etkinliklerinden beslenmek isteyenler, Taksim’de en rahat bilet satış noktasını bulmuşlar, yararlanmak istiyorlar…
Metruk halde çürümeye terk edilen Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde minicik bir Devlet Tiyatrosu bilet satış gişesi var. Geçen yıl DT Genel Müdürü Lemi Bilgin’le bir sohbetimizde, bu gişeyi azıcık genişleterek, özel tiyatrolara da açmasını önerdim. Londra, Paris, New York’da, tiyatro gişelerinin önünde biraz daha ucuz bilet almak için sıraya dizilmiş kişiler, her gece bir oyuna gitmek için birbirleriyle yarışan öğrenciler benim için medeniyetin simgesidir. Bu tip bir uygulama neden İstanbul’da olmasın? İstanbul, neden tiyatro, konser etkinliklerinin uzun kuyruklarıyla övünen bir metropole dönüşmesin? Lemi Bilgin, vizyonu geniş bir kişi. Önerime sıcak baktı, önüne çıkartılan bazı saçma sapan engellere de son derece pratik çözümler üretti. Şimdi iş, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bu fikri hayata geçirmesine kaldı!
Londra’da kötü müzikallere gitmek isteyen Japon turistler, sanki bok varmış gibi, kentin göbeğinde fink atıyorlar. İstiklal Caddesi’ndeki kuyrukları gözlemlediğimde ise dikkatimi çeken şey bir turistin, kültür etkinliği için sıra bekleyen kalabalık yerine, oruç açmak için sıra bekleyen kalabalığı fotoğraflaması oldu!
Memleketine gittiğinde, artık facebooktan “Türkiye’de insanlar sefil” diye mi yazar ? Ya da, “bakın Türkiye batı yerine doğuyla flört ediyor” mu der bilemem. Fotoğraf makinelerine musallat olan, fesle dolaşan turistlerin karşısına “Atatürk şapka devrimi yaptı” diye çıkıveren
diktatör ruhlu kentlilerden olamadığım için, turist kardeşime (bu yakıştırma fazla Ertuğrul Özkökvari mi oldu) objektifi bir de tam karşıya, sanat olayları için kuyrukta bekleyenlere çevir diyemedim.

Üstelik öyle zengin bir coğrafya ki burası, bilet kuyruğundaki pek çok kişi de sigarasını yakmak, çantasından su şişesini çıkartmak için topun atılmasını bekliyordur mutlaka.
Referandum gündemi nedeniyle gölgede kalan haberlerden biri, ekmeğe çok yakında zam geleceğiydi.
Memlekete uzun vadede refah gelmesi için, gişelerdeki kuyrukların artması gerekiyor.
Bunun için de, tiyatro, opera, bale, konser için, Perihan Mağden tayfasının başlattığı, plaza edebiyatçılarının “kimse gitmiyor ki” söyleminin aşılması, kuyrukların oluşturulabilecek zeminin yaratılması gerekiyor.
Yaz tatilimde Alaçatı’ya uğramıştım. Alaçatı’da her şey kimliğini kaybediyor, burası pek yakında kebapçılar cehennemine dönecek. Ancak, tam merkezdeki kitabevi kimliğini koruyor. Bu kitabevi, Aziz Nesin’in ölmeden önceki son imza gününü gerçekleştirdiği yermiş! Ayşe Kulin’in imza günündeki kuyruk, sinek avlayan Alaçatı’nın sosyetik mekanlarına örnek oluşturuyor!
Knut Hamson, “Açlık” romanında, açlığa tahammül etmek için parmaklarını kemiren ama yazan, yazmadan varolamayan, Andreas’ın öyküsünü anlatır. Andreas, açlıktan parmaklarını kemirir ama yazar! Yaşamak için yazmaya ihtiyacı vardır. Bir ekmek kapısı olmanın dışında yazmak bir varoluş biçimidir çünkü!
Ülkemizin siyaset politikaları son yıllarda tokluk propagandası üzerine kurulmuş olabilir. Aç kişiyi bir kez doyurarak, onun çocukları,torunları, komşularını da doyurmuyorsunuz ki, onun geleceğini teminat altına almıyorsunuz ki. Dünyada açlığın bitmesi tabi ki en büyük isteğimizdir, ancak bunu kumanyalar değil, kitleleri gelir dağılımı konusunda bilinçlendiren kitaplar yapabilir.
Gişelerimizin önünde oluşan kuyrukların, geleceğimiz için lokanta önünde oluşan kuyruklarımızdan daha önemli olduğuna gerçekten inandığımızda, egemenlerin üzerimizde kurmayı hedefledikleri baskı, korku ve kaos imparatorluğunda kaybolmadan yolumuzu bulmamız çok daha kolay olacaktır. .

19 Eylül 2010 Pazar

BEN ETTİM SEN ETME MALKOVİCH ABİ

BEN ETTİM SEN ETME JOHN MALKOVİCH ABİ!


NEDİM SABAN
nedimsaban@superonline.com
“Lütfü Kırdar’da John Malkovich işkencesini izledikten sonra, Malkovich’i sınırdışı edin desem mümkün değil, adam çoktan toplamış bavulunu, “ Being John Malkovich” e sığınarak hergün başka bir şehirde zaten ! Ben, bu oyuncuya T.C vizesi vermeyin artık diyorum! Bir daha böyle kötü oyunlarla Türkiye sınırlarından girmesin, giremesin!Yollayın onu kariyerine başladığı Steppenwolf Tiyatrosu’na, orada tekrar modern tiyatro hakkında yeterlilik eğitimi alsın, havaalanında audition yaptırtıp, sonra vize verirsiniz! Zaten gözünüzde büyüttüğünüz bu Malkovich’in dünya tiyatrosunda son yıllarda doğru dürüst oynadığı bir tek saygın tiyatro prodüksiyonu yok. Sözgelimi Shakespeare prodüksiyonlarında yer alan Al Pacino, Philippe Seymour Hofman gibi değil yani, almış eline bavulunu, Malkovich adına sığınarak, kent kent dolaşıyor. İstanbul Tiyatro Festivali’nde oynadığı bu oyun ise, Viyana Festivali’nin resmi programında yer almadı.Bu oyunun gizli görüntüleri önceden internete düşse, sorumlu teatral merciler mutlaka istifa ederdi ! Ama kentimizin tiyatro zevkini belirleyen Prof. Dikmen Gürün, koltuğuna sıkı sıkı yapışmış. ………….. Tiyatroseverlerin sabrını taşıran pek çok felakete rağmen, Dikmen Hoca gitmiyor, gidemiyor. Festivalin danışma kurulundaki saygın tiyatro adamları bu rezaletler Türk halkına reva görülmeden önce, şöyle bir izlemiyorlar mı Allah aşkına?”
Nedim Saban, televizyongazetesi.com, 16 Mayıs 2010
……

Bu yazıdan sonra ne mi oldu?
Mesela, Dikmen Gürün benimle selamı kesti.
O günden beri o kadar üzgünüm ki, mezarlıklara her ziyaretimde rahmetlilere ağlarken bir de yazılarımdan dolayı selamı kesenler için ağlıyorum. Gitmişken, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın umud vaad eden çiçeği burnunda genel sanat yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’dan da selam alabilmek için dua ediyorum.
…..
Malkovich fiyaskosunun da içinde bulunduğu tarihin en kötü festivallerinden birine imza atan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, ne yazık ki CHP misali! Başkan değişse de, kurumdaki atalet devam ediyor.
Nejat Eczacıbaşı’yı özlüyor ve ne yazık ki İKSV’yi Ramazan şenliği ile POP konseri düzenleyen, Ahmet San ile Erol Köse arası bir vizyona sıkıştıranlara üzüntüyle bakıyorum.
…..

Eleştirmenlerin eleştiriye tahammül edemediği bir ülkede, tiyatro yazıları yazan bir tiyatro sanatçısı olmak çok zor. Adama cız yaparlar ! “Eleştirmeninin düşmanı benim de düşmanımdır” felsefesi hakimken, oyun çıkartıp, er meydanında savaşmak, hem de özel tiyatro yapmak kolay mı?
….





Türkiye’de bunlar olurken, geçtiğimiz hafta Hırvatistan’dan bilgisayardaki posta kutuma düşen bir ileti dünyamı değiştirdi. Branimir Pofuk adlı eleştirmen, John Malkovich’in “The Music Critic” oyununda, yukarıda kısmen paylaştığım eleştiriyi büyük bir heyecanla sahneye taşıdığını yazmıştı bana.
Branimir Pofuk adlı birinden gelen mail, Önce, “Hırvatistan Bankasından 999,000 dolar kazandınız, kredi kartı bilgilerinizi beş dakikada girin” türünde bir tezgah gibi geldi bana. Ancak ısrarlı yazışmalar sonunda, Malkovich’in dünya festivallerinde sergileyeceği yeni oyununda benim ağır eleştiri metnimi seçtiğini öğrendim.
Oyun, Beethoven, Chopin, Prokofiev, Debussy, Ravel, Schumann gibi müzik adamlarının tarihte eleştirmenlerle ve eleştiri mekanizmasıyla olan maceralarını anlatıyor. Tchaikovsky güncesinde Brahms’ın ne kadar yeteneksiz olduğunu ve her çalışma sonunda kendisini çıldırttığını yazmış, Friedrich Nietzsche bir eleştiri yazısında Brahms’ı notaları hoyratça savuran bir yaratık olarak değerlendirmişti.
Fazıl Say gibi bir virtüöze, bırakın politik yorum, müzik ile ilgili bir kelam ettirmediğimiz demokrasi beşiğimizde, John Malkovich, bir Türk yazarın kendi hakkındaki eleştirisini sahnelemek cüretini gösteriyordu.
Oyunda, “bakın tarihte Brahms’a böyle yapmışlar, Ravel’i şöyle yaralamışlar, Malkovich’i de Türkiye’den yeteneksizliği dolayısıyla sınırdışı edeceklerdi” türünde alaycı ya da nobran bir ton var mıydı diye sordum sanal alemdeki dostuma.
Malkovich ile oyun öncesindeki söyleşisi sanırım çıkış noktası hakkında yeterli bilgiyi veriyor:
“ Eleştirmenleri okumam. Ancak Nedim Saban’ın yazısını önüme getirdiklerinde sadece saygı duydum ve iyi ki böyle biri varmış dedim. Bu yazının bir tiyatro sevdalısının kaleminden çıktığı besbelli çünkü!

Eee şimdi John Malkovich’den övgü almış biri olarak, büyüksün be John Malkovich demez miyim? Türkiye’de John Malkovich sokağı açılması için kampanya başlatmaz mıyım? O eski yazdığım eleştiriyi yalayıp, yutup, “ben ettim sen etme abi, Hollywood’da yanında yer yok mu, ne iş olsa yaparım, çanta bile taşırım” demez miyim? Sayın Başbakanımızdan, 12 dev adama geçtiği kıyak gibi bir kıyağı, memleketimize bu kadar büyük ustalar kazandıran organizasyon firmaları için de reca etmez miyim? Malkovich’i tekrar İstanbul’a davet edip, en yakın zamanda Üçüncü Köprü açılışında yürüyüşe davet etmez miyim?







“Lütfü Kırdar’da John Malkovich işkencesini izledikten sonra, Malkovich’i sınırdışı edin desem mümkün değil, adam çoktan toplamış bavulunu, “ Being John Malkovich” e sığınarak hergün başka bir şehirde zaten ! Ben, bu oyuncuya T.C vizesi vermeyin artık diyorum! Bir daha böyle kötü oyunlarla Türkiye sınırlarından girmesin, giremesin!Yollayın onu kariyerine başladığı Steppenwolf Tiyatrosu’na, orada tekrar modern tiyatro hakkında yeterlilik eğitimi alsın, havaalanında audition yaptırtıp, sonra vize verirsiniz! Zaten gözünüzde büyüttüğünüz bu Malkovich’in dünya tiyatrosunda son yıllarda doğru dürüst oynadığı bir tek saygın tiyatro prodüksiyonu yok. Sözgelimi Shakespeare prodüksiyonlarında yer alan Al Pacino, Philippe Seymour Hofman gibi değil yani, almış eline bavulunu, Malkovich adına sığınarak, kent kent dolaşıyor. İstanbul Tiyatro Festivali’nde oynadığı bu oyun ise, Viyana Festivali’nin resmi programında yer almadı.Bu oyunun gizli görüntüleri önceden internete düşse, sorumlu teatral merciler mutlaka istifa ederdi ! Ama kentimizin tiyatro zevkini belirleyen Prof. Dikmen Gürün, koltuğuna sıkı sıkı yapışmış. ………….. Tiyatroseverlerin sabrını taşıran pek çok felakete rağmen, Dikmen Hoca gitmiyor, gidemiyor. Festivalin danışma kurulundaki saygın tiyatro adamları bu rezaletler Türk halkına reva görülmeden önce, şöyle bir izlemiyorlar mı Allah aşkına?”
Nedim Saban, televizyongazetesi.com, 16 Mayıs 2010
……

Bu yazıdan sonra ne mi oldu?
Mesela, Dikmen Gürün benimle selamı kesti.
O günden beri o kadar üzgünüm ki, mezarlıklara her ziyaretimde rahmetlilere ağlarken bir de yazılarımdan dolayı selamı kesenler için ağlıyorum. Gitmişken, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın umud vaad eden çiçeği burnunda genel sanat yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’dan da selam alabilmek için dua ediyorum.
…..
Malkovich fiyaskosunun da içinde bulunduğu tarihin en kötü festivallerinden birine imza atan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, ne yazık ki CHP misali! Başkan değişse de, kurumdaki atalet devam ediyor.
Nejat Eczacıbaşı’yı özlüyor ve ne yazık ki İKSV’yi Ramazan şenliği ile POP konseri düzenleyen, Ahmet San ile Erol Köse arası bir vizyona sıkıştıranlara üzüntüyle bakıyorum.
…..

Eleştirmenlerin eleştiriye tahammül edemediği bir ülkede, tiyatro yazıları yazan bir tiyatro sanatçısı olmak çok zor. Adama cız yaparlar ! “Eleştirmeninin düşmanı benim de düşmanımdır” felsefesi hakimken, oyun çıkartıp, er meydanında savaşmak, hem de özel tiyatro yapmak kolay mı?
….

Türkiye’de bunlar olurken, geçtiğimiz hafta Hırvatistan’dan bilgisayardaki posta kutuma düşen bir ileti dünyamı değiştirdi. Branimir Pofuk adlı eleştirmen, John Malkovich’in “The Music Critic” oyununda, yukarıda kısmen paylaştığım eleştiriyi büyük bir heyecanla sahneye taşıdığını yazmıştı bana.
Branimir Pofuk adlı birinden gelen mail, Önce, “Hırvatistan Bankasından 999,000 dolar kazandınız, kredi kartı bilgilerinizi beş dakikada girin” türünde bir tezgah gibi geldi bana. Ancak ısrarlı yazışmalar sonunda, Malkovich’in dünya festivallerinde sergileyeceği yeni oyununda benim ağır eleştiri metnimi seçtiğini öğrendim.
Oyun, Beethoven, Chopin, Prokofiev, Debussy, Ravel, Schumann gibi müzik adamlarının tarihte eleştirmenlerle ve eleştiri mekanizmasıyla olan maceralarını anlatıyor. Tchaikovsky güncesinde Brahms’ın ne kadar yeteneksiz olduğunu ve her çalışma sonunda kendisini çıldırttığını yazmış, Friedrich Nietzsche bir eleştiri yazısında Brahms’ı notaları hoyratça savuran bir yaratık olarak değerlendirmişti.
Fazıl Say gibi bir virtüöze, bırakın politik yorum, müzik ile ilgili bir kelam ettirmediğimiz demokrasi beşiğimizde, John Malkovich, bir Türk yazarın kendi hakkındaki eleştirisini sahnelemek cüretini gösteriyordu.
Oyunda, “bakın tarihte Brahms’a böyle yapmışlar, Ravel’i şöyle yaralamışlar, Malkovich’i de Türkiye’den yeteneksizliği dolayısıyla sınırdışı edeceklerdi” türünde alaycı ya da nobran bir ton var mıydı diye sordum sanal alemdeki dostuma.
Malkovich ile oyun öncesindeki söyleşisi sanırım çıkış noktası hakkında yeterli bilgiyi veriyor:
“ Eleştirmenleri okumam. Ancak Nedim Saban’ın yazısını önüme getirdiklerinde sadece saygı duydum ve iyi ki böyle biri varmış dedim. Bu yazının bir tiyatro sevdalısının kaleminden çıktığı besbelli çünkü!

Eee şimdi John Malkovich’den övgü almış biri olarak, büyüksün be John Malkovich demez miyim? Türkiye’de John Malkovich sokağı açılması için kampanya başlatmaz mıyım? O eski yazdığım eleştiriyi yalayıp, yutup, “ben ettim sen etme abi, Hollywood’da yanında yer yok mu, ne iş olsa yaparım, çanta bile taşırım” demez miyim? Sayın Başbakanımızdan, 12 dev adama geçtiği kıyak gibi bir kıyağı, memleketimize bu kadar büyük ustalar kazandıran organizasyon firmaları için de reca etmez miyim? Malkovich’i tekrar İstanbul’a davet edip, en yakın zamanda Üçüncü Köprü açılışında yürüyüşe davet etmez miyim?

5 Eylül 2010 Pazar

OYNAMA ŞIKIDIMCILARA YETMEZ AMA HAYIR

28 Şubat tarihinde bu köşede Başbakan Erdoğan’ın, Kürt açılımı ile ilgili sabah kahvaltısı ile ilgili düşüncelerimi kaleme aldığımda, o gün elini taşın altına koyması için çağrı yaptığı sanatçıları, bir meslektaş sorumluluğuyla “ dikkat edin de taşın altında ezilmeyin” diye uyarma gereği hisetmiştim.

Başbakan, sabah kahvaltısında Necip Fazıl’ın “arı bal yapar ama balı izah edemez” sözünü sanatçılar için balı siz izah edeceksiniz diyerek müthiş bir metafora dönüştürmüş, o dönemlerde Nihat Doğan, Safiye Soyman, İbrahim Tatlıses’in başını çektiği bir grup tarafından çılgınca alkışlanmıştı.

“Aman şarkıcı kardeşler, fazla bal yemeyin, zehirlenirsiniz….
AKP’nin demokrasi hanesi sıfır! Bugüne kadar bal yedirdiklerinin, bazıları mum sıçtı” demeye kalmadı ki, bu hafta Çevre Bakanı, Tarkan’ı fena azarladı: Sanatçılar işine baksın kardeşim! Ne işiniz var barajla? Siz ilgilenin garajla!

Gerek kürt açılımı, gerek evet/hayır meselesi konusunda ulusalcılar kadar katı değilim. İkinci cumhuriyetçilerin büyük bölümünün ne kadar düzen yalakası olduğunu bilsem, düzenden nasıl beslendiklerini somut olarak görsem de, yapı gereği demokratım. Gençlerimiz kollarımızda ölürken, taş atan çocuklarımız hapislerde çürürken, solcu gençlerimizin tırnaklarını çekenlere yargı yolu açılmışken, demokrat ruhum saygılı, sevgili olmayı öğretmiş bir kez bana.

Hastaneye ölüm döşeğinde bir hasta getirildiğinde onun sözgelimi Kürt, Alevi, kadın ya da transseksüel kimliğinden dolayı tedavisini red eden doktora nasıl kızarsam, o insanın iyileştirilmesinin önünün açılmasını nasıl istersem, demokratikleşmenin önünü açanlara da saygı duyarım. İster AKP’li olsun, ister benim tuttuğum ya da tutmadığım bir partili olsunlar, yeter ki insanlığa faydalı olsunlar der geçerim.

Ancak, bugüne kadar iş adamlarına, “bitaraf olursanız bertaraf olursunuz”, sanatçılara “elinizi taşın altına” koyun diyen AKP, işine geleni duymadığı zaman hemen tanklı, tüfekli saldırıya geçiyor.

Anayasanın sivilleşmesi adına “Yetmez ama evet” diyenler var!

Demokrasi adına evet diyebilmeyi çok istemiştim ama,

Ben YETMEZ AMA HAYIR diyeceğim.

Bu arada, referandumu protesto etmeyi seçenleri de sandığa hiç gitmemek yerine, sandığa gidip niye protesto ettiklerini anlatan birkaç cümlelik bir kompozisyon ya da resim yarışmasına davet edeceğim! Böyle bir tarihi fırsat kaçmaz! 12 Eylülün utancını, darbecileri utandırarak çıkartabilirsiniz. Sandığa darbecilerin karikatürlerini, kuru kafa resimlerini bırakıp , bilgisayar programlarının yarattığı harikalar sayesinde nefis resimler kurgulayabilirsiniz.

Yeni darbelerin olmaması için, eski darbecileri sadece sandıkta değil, vicdanda da yargılamaktır mesele. Bu hesaplaşma, hayır ya da evet demek istemeyenler için farklı bir protesto biçimi olabilir.

Referanduma yüksek katılım sağlanırsa, bu topraklarda can güvenliği nedeniyle sandığa gidemeyenler olduğu yargısı da silinmiş olacaktır.

CHP’liler, Tarkan Evetçi olsa, Çevre Bakanı onu bu denli azarlar mıydı diye sormuşlar. Tarkan Evet’çi olsa böyle bir çıkış yapar mıydı acaba şu dönemde? Bilemem

Tarkan’ın çıkışını da bu kış yaşadığı talihsiz olayın ardından, kendi çapında bir destekçi grubu oluşturmak için yapılmış bir çıkış olarak değerlendirenler olacaktır kuşkusuz.
Hüsnü Şenlendirici de benzer meselelerle yargılanınca, çareyi susmakta ya da hükümeti sevindiren yandaş açıklamalar yapmakta buldu, oysa zaten yaz boyunca konserlerinde kapıları kıran Tarkan duyarlı çıkışıyla hayranlarının kalbini bir kez daha fethetti. Kuraklık, sel, deprem, açlık tehlikesinin kol gezdiği dünyada toplumsal bilinç yaratmak için starlardan destek almak bu kadar önemliyken, gençlerimizin taptığı bu sanatçının örnek davranışını alkışlayacağımız yerde, onu azarlamak hangi akla sığar?

Son olarak Berlin’de Anadolu’dan araklanmış tarihi eserler müzesini gezerken içim acıdı. Topraklarımızdaki zenginliklere sahip çıkan sanatçıya “işine bak diyen bakana, birileri sanatçıların işlerinin doğa varlıklarını korumak, tarihlerine sahip çıkmak, kentlerinin, kültürlerinin talan edilmesini önlemek olduğunu anlatmalı. Aksi halde, şarkı besteleyecek, şiir yazacak, oyun kahramanı yaratacak ortam da kalmaz! Çevre bakanı sanatçıların alışveriş merkezleri ya da plazalarda, tekdüze toplu konutlarda, sevimsiz kentlerde daha rahat iş çıkartacaklarını sanıyor galiba!

Şimdi dönelim Tayyip Erdoğan ile kahvaltı eden sanatçılara!

Başbakanınız elinizi taşın altına koymanızı istemişti sizden. Hadi sıkıysa koyun.

Ya da Necip Fazıl’ın dediği gibi, “arı bal yapar ama izah edemez” denmişti kahvaltıda.

Hadi sıkıysa, balı izah edin de görelim bakalım.

Tarkan kadar cesaretiniz varsa, insan hakları, demokratikleşme, Kürt açılımı, Ergenekon, ifade özgürlüğü, Hrant Dink cinayeti, Allianoia kenti, Bergama’da siyanürlü altın meselesi, Karadeniz’deki nükleer santraller, Atatürk Kültür Merkezi’nden vazgeçtim, çiçeğin böceğin faydalarından sözedin lan!

Yanlış anlamışsınız: Tarkan oynama şıkıdım şıkıdım şarkısını sizin için söylememişti!