13 Aralık 2009 Pazar

RİZE VALİSİNİN İZNİ, OBANIN KAVLİYLE ÖZGÜR TİYATRO

RİZE VALİSİNİN İZNİ, OBAMANIN KAVLİYLE ÖZGÜR TİYATRO


NEDİM SABAN
nedimsaban@superonline.com



İçim içime sığmıyor. (Herhalde içim dışıma sığdığı için sabahtan beri kusuyorum)
Başbakan “ Türkiye’de basın A.B.D’den daha özgür demiş!
2008 yılında sınır tanımayan gazeteciler örgütünün 173 ülke arasından 102. seçtiği ve basın özgürlüğü konusunda Tanzanya, Bahreyn, Kuveyt’ten sonra gelen Türkiye’nin kısa zamanda aldığı yola bakınız hele…
Madem bu kadar özgürüz, bir yazı döşenip, bu yazının yazıldığı gün itibarıyla 283 gündür tutuklu olan Balbay’a korkusuzca ithaf edebilir miyiz? Aydınlık Gazetesi’ne dört hafta yayın yasağı getirilmiş,Yayınlarının içeriğine katılsak da katılmasak da, Amerika’dan daha özgür olmanın müjdesini oradaki gazeteci dostlarımızla paylaşabilir miyiz?
Bir şiir okuduğu için hapis yatan bir başbakanın memleketinde yaşıyoruz. İfade özgürlüğünün kısıtlanmasının acısını en çok o bilir.
"İnsan düşüncesini rahatça açıklayabilmelidir" diyerek, Erdoğan’ın başını yakan Ziya Gökalp’ten uyarladığı şiiri kendi sesinden dinlemek için You Tube’a bir bakayım dedim. Tabi You Tube’a girme konusunda henüz özgür değiliz. Eee Amerika’dan daha özgür olduğumuza göre, demek ki, Amerika’da da You Tube’a girmek yasak!
Erdoğan’a şiir okuduğu için hapis yattırdıkları zaman ne kadar utandıysam, Balbay’ın hapiste çürümesinden aynı derecede utanıyorum.
Ergenekon derin bir mevzuuuuu olabilir . Ancak yazarın, artık (varsa bile) delilleri karartması ve yurtdışına kaçması sözkonusu olmadığına göre, neden fikir üretme özgürlüğü elinden alınır , anlamak mümkün değil! Neyse konu basın özgürlüğüne giriyor. Amerika’dan daha özgür olduğumuza göre, demek ki Amerika’da en az 284 gündür tutuklu olan en az 2 tane Balbay var.
Allaha şükür basın fevkalade özgür, peki ya tiyatromuz?
Kapatılan (!) DTP Altındağ Örgütü’nün düzenlediği “33 Kurşun Yaslı Tarih” oyunu hakkında soruşturma başlatılmış. Belki, abartılacak bir şey yoktur, sanatçılar beraat edecektir!
Ama bir tiyatro oyununun suç unsuru olarak anılması bile sevimsiz. Hele hele demokratikleşme, açılım sürecinde.
( Bu arada, sözlüklerimize parti kapatarak, "açılım yapmayı" da kazandırdık ya, dilimizi bu kadar zenginleştirdik... bu kadar zengin bir dil yaratabildiğimiz için.helal olsun bize)
DTP bünyesinde gerçekleştirilen oyunu görmedim ama kutluyorum.
Tayyip Erdoğan’ın başını belaya sokan şiirde olduğu gibi içeriğine katılsam da katılmasam da, cezalandırılmasını kınıyorum. Aynen Recep Tayyip’in şiir okuma nedeniyle hapse atılmasına karşı çıktığım gibi!.
30 Temmuz 1943 günü, Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsü, gözaltında tutuldukları sınır karakolundan alınmış ve kurşuna dizilmiş. İçlerinden sadece biri gizlenerek katliamı izlemiş. Tiyatro sanatı, resmi tarihi sorgulamayıp da ne yapsın? Sanatın sorumluluk alanı değil mi bu?
Ders kitaplarını bocalamak, tarihte yazılmayanlara ayna tutmak? Çağdaş halkların tarihinin yanlışlarından, utanılacak olaylarından ders almasını sağlamak ya da çağdaş kahramanlar üreterek çağın pislikleriyle savaşmak için varolmuyor mu sanatçılar?

“Bu maçu alacağum uşaklarum başka yolu yok”
Geçtiğimiz yıl Laz Marks diye bir karakter türedi! Henüz yakalayamadım ama çok sevdim onu. Çağımıza tanıklık eden zeka ürünü bir kahraman olduğunu düşündüm.
Bir taraftan Genco Erkal’ın ustalığıyla ortaya çıkan Amerika’nın Soho’sundaki Marx, öte yandan Haldun Açıksözlü’nün oynadığı Laz Marx süslüyordu sahnelerimizi. Şansa bakın ki, ikisi de Beyoğlu Belediyesi’ne ait Karaca Tiyatrosu’nu paylaşıyorlardı
Bir belediye başkanı için bundan daha güzel bir fırsat olabilir mi? Bu yoklukta,kriz zamanında, boy boy, çeşit çeşit Marx’lar ayağınıza kadar gelmiş. Sevsenize, anlasınıza onları. Hatta işi büyütüp “Marksist Felsefe ve Sanat” diye paneller düzenlesenize!
Eğer karşı düşünce üretmek istiyorsanız, düşüncenizi olgunlaştırmak için bundan daha uygun bir ortam olabilir mi?
Her hafta “Ustalara Saygı “adıyla, sanat dostu bir imajla gönülleri fethetmeye çalışan Beyoğlu Belediyesi ise Laz Marks’ı Karaca Tiyatrosu’ndan yok etmeyi seçti.
Aynen Zülfü Livaneli adına tahammül edemediği için Tiyatrokare’yi sınırdışı eden Cumhuriyet Halk Partili Kadıköy Belediyesi gibi!
Caddebostan Kültür Merkezi'ni tahsis etmemek için binbir bahane üreten, 21 Mayıs'ta dilekçe verilmişken kamuoyuna "başvuru tarihini kaçırdılar"gibi yanıltıcı beyanlar veren bir belediye başkanı,bir oyuna salon tahsis etmek için işi bir metin istemeye kadar götüren ve bunu da doğal hakkıymış gibi gören bir kültür merkezi yöneticisi, Cumhuriyet Halk Partisi adının Adalet Ve Kalkınma Partisi ile birlikte, aynı yazıda, sansürcüler listesinde anılmasında bir sakınca görmüyorsa, gerçekten yazıklar olsun!
“ Paçilar, uşaklar haberunuz olsun da, habu demokrat olduguni öne süren hatta Alevilere, Kürtlere bazi haklar verduğuni söyleyen koloti kafali Beyoğlu Belediyesi Karaca Tiyatrosu’nu keyfi olarak bize kapattı. Bunlar tarihun çoplugindeki yerlerini alacaklardur.”
Oyunun yaratıcıları kendilerine yaraşan muzurlukla Beyoğlu Belediyesini bu sözlerle protesto etti ama tam Amerika’dan daha özgür bir basına sahip olduğumuza sevindiğimiz bugün, bu kez de Rize’de Başbakan’a hakaret edildiği gerekçesiyle savcılık tarafından haklarında soruşturma başlatıldı.
Yılmaz Okumuş’un yazdığı oyunda anlatılan fıkra, soruşturma konusu oldu.Bir fıkra da soruşturulur mu demeyiniz! Dün Beyaz Saray’ın önünde Obama aleyhinde fıkra anlatan 74 kişiyi sallandırmışlar. (Duymamış olabilirsiniz çünkü A.B.D’de basın özgürlüğü yok)
Geçtiğimiz yıl, Yahya Kemal’in Şehir Tiyatroları’nda sansürlenmesine nasıl isyan ediyorsam, Başbakan fıkralarının soruşturma konusu olmasına da isyan ediyorum.
Topluma mizah yoluyla deşarj olma izni de vermezseniz, tehlike çanları çalar diyerek, internette hızla yayılan fıkrayı paylaşıyorum:
Rize Valisinin izni, Obama’nın kavliyle sizlerle paylaşıyorum:
Vesile Ana Kasımpaşa’da bakkala gider. Yaşlı Bakkal Vesile’ye görünce başlar yakınmaya:
“ Nasıl bir evlat yetiştirmişin yahu, böyle başbakan mı olur? Hayat pahalılığı, filan işlerimiz tam durdu!”
Vesile, elindeki boş fileyi bakkalın başına geçirir,
“ Elli yıl önce senden niye borç istedim, işte bu yüzden! Verseydin, oracıkta kürtaj yaptıracaktım”

12 Aralık 2009 Cumartesi

VJ BÜLENT MESELESİ

VJ BÜLENT, CEM UZAN,
HOMOFOBLAR VE ÖTEKİLER

Vj Bülent’in, Kral TV’den kovulması, kibarcası, işine son verilmesinden sonra, Oray Eğin, medyada homofobi tartışmasını başlattı. Aslında alevlendirdi demek daha doğru olur düşüncesindeyim, bu konuya Yiğit Karamehmet’in Akşam Gazetesi’ndeki çok sağlam yazısı öncülük etmiştir.
(Aslında alevlendirdi demek ne kadar doğru olur bilmem , medyada pek az insan bu konuya giriyor ediyor çünkü)

Öncelikle, medyanın her türlü fobiyi üzerinden atmasının önemli olduğunu düşündüğüm için, Oray’ın yazar olarak alevlendirdiği homofobi tartışmasının önemli olduğunu düşünüyorum ama bizim medyanın bu konuda daha alacağı çok yol olduğunu düşünüyorum. Daha on yıl öncesine kadar kadın yazarlardan, kadın yayın yönetmenlerinden uzak duran erkek egemen bir medyadan bahsediyoruz. Eski Sabah binasının koridorlarından yükselen ağır tavla sesleri hala kulağımızda!
Öte yandan kadından, eşcinselden yana, azınlıktan yana pozitif ayrımcılık yaparken güçlü kalemlere haksızlık yapan bir medya yaratma tehlikesi de var! Rengarenk gazetem olsun derken, ister istemez güçlü kalemler aleyhine ayrımcılık yapmak sözkonusu olabilir. Pazardan mal seçer gibi medya grubu yaratma tehlikesine de düşmemek lazım fobilere yenilmemek için! Kusura bakmayın ama heteroseksüel yazar kontenjanımızı doldurduk, cinsel tercihinizi değiştirdiğinizde görüşelim diyen bir yayın yönetmeni düşünebiliyor musunuz?

A.B.D tiyatrosunda pozitif ayrımcılık o kadar uç noktaya dayandı ki, Arthur Miller gibi politik duyarlılığı olan bir yazar bile, sadece beyaz, erkek ve heteroseksüel olduğu için yeni oyunlarının ülkesinde oynatılamadığından şikayet ederek, mecburen son üç oyununu İngiltere’de başlattı. Bana sorarsanız, derdi sadece beyaz, erkek ve heteroseksüel olmak değil, üst perdeden yazmaktı, yani öğrenerek yazmıyor, öğreterek yazıyordu!
Bizim medyada da öğreterek yazan beyaz Türkler bir gün kendilerini dışarıda buldukları zaman, pozitif ayrımcılığın sınıra dayandığını düşüneceklerdir. İşte o gün islamfobiden tutun, kadın düşmanlığına, cinsel ayrımcılıktan tutun etnik ayrımcılığa kadar her türlü pisliği “savunma” amaçlıymış gibi yapan bir medya ortaya çıkacaktır. Bu medyadaki,son artıklar , düşen kalelerini yitirmemek için, Miller’in öğretici tavırlarıyla “medyayı ötekiler ele geçirdiler” tavırlarıyla üstten üstten yazacaklardır.
Politically incorrect medya o gün başlayacak işte! Vuruşa geçilecek… Bunu herkes mi yapacak? En güvendiğiniz köşe yazarı, sırf köşesinden olmamak için, “ötekine” vuracak mı?
Herkes yapmaz belki! “Vurulmanın da şanı vardır” diyen pek çok yiğit yetiştirmiştir mutlaka medyamız.

Dönelim Vj Bülent’in kovulma meselesine!
Yazar Oray Eğin sahipleniyor şimdi ona ama aslında televizyoncu Oray Eğin’in ağına yakalandı çocukcağız.
Canlı yayında eski patronu Cem Uzan’ın iki tane sevgilisi olduğunu söyletti Oray ona!


Bu kesinlikle bir televizyonculuk başarısıdır!
Yıllar önce, kendimi çok iyi bir televizyoncu sanırken, üstelik iyi kötü canlı yayın tecrübem de varken, üstelik canlı yayınlarda bir tek pot da kırmamışken, üstelik hem de bant yayınına katılmışken, demek ki benden daha iyi bir televizyoncu olan Cem Özer’in tuzağına düştüm. O dönem bir yandan Dr. Stress’i sunarken, bir yandan bir yarışma sunuyordum. Cem Özer, büyük rating alan Dr. Stress’in yanında sadece para için yapıldığı besbelli olan bu yarışmadan tatmin olup olmadığımı sorunca, saf bir biçimde “bence kööötü” deyiverdim ve uuups, sen misin kendi yaptığın işi kötüleyen (!) , kovuldum.

O zaman internet de yoktu, yarışma programının çekim günü kimse çekim saatini bildirmeyince , keskin zekam sayesinde öğrendim kovulduğumu!
Televizyonculuğumun ilk yıllarıydı.
Cem Özer’e şapka çıkardım.
Cem, kesinlikle kötü niyetli biri değildi, sadece iyi bir televizyoncuydu.
Dr. Stress programını yaptığım on küsur yıl boyunca hiçbir konuğuma tuzak kurmadım, sadece canlı yayında, onları çok iyi dinledim ve en güzel anda en iyi cevabı alabilmeyi bildim.
Aynen Oray’ın Bülent’ten alabildiği gibi!
14 yıllık televizyoncu Bülent’in de, çiçeği burnunda televizyoncu Oray’a şapka çıkarması lazım bence!
Oray kısa zamanda iyi televizyoncu olmuş demek ki.
Aynı zamanda iyi yazar ki, konuyu ısrarla homofobiye çekiyor.
Bülent’in kovulmasına çok üzüldüm. Ekranların renkli yüzü, çok sevdiğim bir arkadaşım.
Oray’ın, Bülent üzerinden homofobi tartışmasını başlatması, medyanın bunu sorgulaması da çok önemli ama bence konunun homofobiyle uzaktan yakından alakası yok.
Kral TV’nin yeni yönetiminde son yılda acı çekmiş ve bu mesele konuya tuz biber ekmiş olabilir belki ama…

Bu basit bir etik meselesi!
Bülent, gey barda çalışsa ve eski patronunu kötülese oradan da kovulurdu.
Çünkü yeni patron, eski patronu hakkında bunları söylüyen kişinin, bir gün buradan ayrıldığı zaman kendisi hakkında da atıp tutacağından korkardı.
Kaportacıda çalışsa, kaportacı da onunla yollarını ayırırdı.
Kaldı ki, Bülent Cem Uzan’ın ne kötülüğünü görmüş?
Ne kadar ayıp bir şey!
Siz, medyanın özel hayatlara saygı göstermesini beklerken, bir medya patronun özel hayatını bir medya grubunda, hem de onun eski yayın organında, dillendiriyorsunuz.
Ne kadar acıtıcı!
Üstelik bu kişi şu anda zor durumda, cevap hakkı yok. Çoluğu çocuğu var.
Ekmeğini yediğiniz bir insana ihanet ediyorsunuz.
Paranızı alamamışınızdır, size haksızlık edilmiştir , cinsel kimliğiniz yüzünden ezilmişsinizdir, bir derece saygı duyarım.
Madem Uzan’ın iddia ettiğiniz sevgililerinden o kadar rahatsızdınız, o gün Kral TV’de Cem Uzan patronunuzken protesto etseydiniz de, kahraman olsaydınız, yine alkışlardım sizi!
Sevgili Bülent, kovulmayı hak etti demiyorum ama kovulduktan sonra, canlı yayında yaptığı bu etik dışı hareketten dolayı ders almalıdır demek istiyorum. Benim tanıdığım Bülent, bundan ders çıkartacak olgunluğa sahiptir.
Evet mağdur bir insan belki, ama bir medya mağduru!
Mağdur etmeye çalışırken mağdur oldu, burası çok önemli.
Kahramanlığa oynamasın, bundan sonra yapacağı projelerde daha gerçekçi adımlar atsın.
Onunla Cem Uzan döneminde birlikte çalıştık. Temiz bir kalbi olduğunu biliyorum. Umarım
yüreğinden geçen projeleri er geç gerçekleştirir.

29 Kasım 2009 Pazar

TÜRK SİNEMASININ BAYRAMI: NEŞELİ HAYAT

Bayram sabahı uyandığınızda Çanakkale’de bir kız isteme meselesinin, 2500 kişinin katıldığı bir “Kürtlere ölüm” gösterisine dönüştüğünü okuduğunuzda, yatağınıza geri dönmek mi istersiniz, inadına sanat üretmek mi?
Bir sanatçı olarak, topluma varoluşunuzla katkı payı sunarken, bırakın toplumu kökten değiştirmeyi, üzerinizde varolduğunuz topraklarda en ufak bir hareketlilik sağlayamadığınızı hisettiğiniz gün artık yaratmanın bir anlamı kalmamış, zaten derin uykulara dalmışsınızdır. Artık çevrenizde olanlara gözünüzü kapatmanız mümkün değildir çünkü çevrenizde olanlara gözünüzü kapatmanızla, bayram sabahı yatağınıza dönmeniz arasında hiç fark yoktur!
Uğur Vardan, Radikal Gazetesi’nde, Yılmaz Erdoğan’ın “ Neşeli Hayat” filmini, bir yılbaşı filmi olarak niteliyor, filmin kurban bayramında vizyona girmesini bir zamanlama hatası olarak görüyor. Bense, filmi zaten bir yılbaşı filmi olarak değerlendirmemekle birlikte, iyi ki bayramda vizyona girmiş diyorum!
Yılmaz Erdoğan, bizi bayram sabahına uyandıran bir sanatçı! Öyle bir film yapmış ki, siz gazetelerde toplumu birbirine düşüren ayrımcılık haberlerini okuduğunuz bu bayram sabahında yatağınıza dönmeyi değil, inadına sokağa çıkmayı istiyorsunuz.
Filmin bütün karakterlerine sarılmak, onları sarmalamak, onları kucaklamak istiyorsunuz.
Yılmaz Erdoğan, tam da bayramda ihtiyacımız olan bir birlik filmi yapmış.
Çanakkale’de kız istediği için kapısına 2500 kişinin dayandığı Kürt delikanlının nasıl baskıları aşıp aşkına kavuşmasını yürekten istiyorsam, yeni keşfettiğim sımsıcak oyuncu Ersin Korkut’un evlenmeden hamile bıraktığı kıza kavuşmak için para bulmasını da aynı sıcak duygularla istiyorum.
Birbirimizi sevmeye ve anlamaya o kadar ihtiyacımız olan bir dönemde, bu genç kızın iki ağabeyin , “sizin gibi tutarsız adamların düğününe gelmeyeceğiz” dediği anda, yine Ersin Korkut’un tutarsız sözcüğünün küfür olmadığını anladığı sırada, “pek de kötü bir şey dememişler” dediği dakikanın sinema tarihimizin en komik anlarından biri olduğunu iddia ediyorum!
Yoksulluk, sefalet ve kıç korkusuyla, her hakareti kabul etmeye hazırken, “tutarsız” sözcüğünü bu kadar olgunlukla karşılayarak, moderniteyle dalga geçebilmek, yazarın ince zekasının ürünü!
Bir alışveriş merkezinde bir palyaço kostümünün içine beş metrekareye mahkum edilen bu zavallı adam, akşamları gecekondusunda yaşarken, gündüzleri geçici bir süre için en beylik şehir jargonlarıyla çocukları mutlu etmeye çalışır.
Bir iki yıl önce çok okunan bir gazete, ünlü yazar Selim İleri’yi filmin mekanına benzer bir alışveriş merkezine götürmüş ve yürüyen merdivenlerin tepesine kondurduğu yazarın şaşkınlığını görüntülemeyi başarmıştı. Mekanik şehir yaşamıyla arası hiç iyi olmayan bu kentli entelektüelin gizlemediği şaşkınlık bile hafızalardan silinmemişken, neşeli hayat uğruna kötü bir saadet zinciri deneyimi yaşamış ve bu uğurda karısının altınlarını bile satmış temiz kalpli bir köylüyü aynı yapay dünya içine kilitleyerek Türkiye panoramasına ışık tutmak dahiane bir düşünce.
Yazar Yılmaz Erdoğan, “palyaçolar mutlu eder ama kendileri mutsuzdur” klişesine sapmadan, içinde hiçbir karakterin stereotip olmadığı iyicil bir film yapmayı başarmış. Öyle ki, Noel Baba’ya iş veren sert ve acımasız mağaza müdürünü bile tanıdıkça, onun dünyasını anlıyor ve karmaşık şehir hayatını çözümlüyorsunuz. Cuma namazında imamın yılbaşı kutlamalarının İslam camiasında fuzuli olduğunu anlatmasıyla, düğün salonunda yılbaşı hariç hiçbir gecenin boş olmaması ve aynı fuzuli yılbaşı gecesinde yılbaşı kahramanımız Noel Babanın gecekondularda mutluluk dağıtması Erdoğan’ın bir senarist olarak ustalığın ötesine geçtiğinin bir kanıtı!
Yönetmen Erdoğan ise sinemasal olarak nefes kesen iki ana imza atmış: Biri, saadet zincirine katılan Sinan Bengier’in pazarlamacılığa başladığı anda çantayı açamadığı sahne, diğeri ise
mahkemede hakimin karşısında sinir bozucu şekilde çalan cep telefonuyla özetleyen ve koca bir duruşmayı tek bir olaya indirgeyen zengin sahne!
İşte bu ustaca, insana dair davranışlar ve sade hayat parçacıkları sayesinde, “Neşeli Hayat”, bizim için bir film oluyor.
İşte bu sıcaklık sayesinde, bu film, köy ve kent gerçeğini, yoksul ile zenginin iç içe geçen dünyasını bu kadar derinden analiz edebiliyor.
Geçtiğimiz haftalarda, bu sütundaki 21. yüzyıla espri üretmek başlıklı yazımda, yazar Erdoğan’ın televizyon skeçlerinde eşcinsellikle ilgili espriler konusundaki kaba çizgisinden arınması gerekliliğinden söz etmiş ve çok izlenen programında “homofobi”ye değinmesini önemli bir adım olarak değerlendirmiştim.
Şimdi, aynı Yılmaz Erdoğan’ın, Türkiye’ye bayram ettiren, aslında yoksulluğun dünyasını anlatırken, zenginliğin sefaleti ve kentliliğin yalnızlığını anlatan ince, duyarlı filmini onurla alkışlıyoruz.
Yıllar önce Yasemin Yalçın’ın başrolünü oynadığı “Kadınlık Bizde Kalsın”ın bir erkeğin , Yılmaz Erdoğan’ın kaleminden çıktığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Yine Yılmaz’ın imza attığı , Demet Akbağ’ın başrolünü oynadığı, De “Bana Bir Şeyhler Oluyor” da, çok önemli bir oyundu ve mizah açısından daha rafineydi. O günden bu yana Yılmaz, tiyatro adına, aktif bir üretimin içinde olmadı.
Geçen yıllar belki bize Türk Tiyatrosu adına iyi bir yazarı kaybettirdi ama kanımca sinemamız için çok önemli bir usta kazandırdı.
Salt bizi neşelendiren bir komedyen, iyi bir yönetmen, usta bir senarist değil bayram sabahına uyanmamıza neden olan, bizde tekrar yatağa sığınma ihtiyacı doğurmayan , önemli bir insan aynı zamanda!

Nedim Saban
26 Kasım 2009

BİRGÜN GAZETESİ

28 Kasım 2009 Cumartesi

İZMİRİN ETİLERİNDE RASİM OZAN KÜTAHYALI'YA KOLONYA DÖKMEK

Çocukluğumda, ordudan emekli edilmiş bir astsubay komşumuz vardı. Bahçeli bir evde oturur, mahallede birtek benimle anlaşırdı. Entelektüel seviyesi yüksek, fiziksel kapasitesi düşük bir çocuk olduğum için, arkadaşlarım raydan çıkıp, bahçesine top filan kaçırdığında, önce toplarını patlatırdı. Tabi sınırlı harçlıklarıyla hergün bir topu gözden çıkarmak istemeyen veletler, bazen elma çalma, dut ağacını talan etme, adamın köpeğini gıcık etme, çamaşır ipin i kesme gibi “alternatif”karşı oyunlara girdiğinde, adam önce uzlaşma niyetiyle bana hakemlik teklif eder, çok sinir basarsa da, hakemliğimi filan ittir edip, çocukları gün boyu kıçından düşmeyen çizgili pijaması ve silahıyla kovalardı.
O silahın aslında bir gün raydan çıkarak patlayabileceğini, bir tiyatrocu dostumun komşu kavgasında öldürüldüğü otuzlu yaşlarıma kadar kavrayamamıştım.
Yani şöyle söyleyeyim, benim çocuklarım olsa, yine komşularımı silahla kovalayan aynı derecede sıyırtık bir komşum olsa, lagaluga dolu çocukluk günlerime kanıp, bugün şiddet karşısında korkması gereken bir baba olduğumu asla anlayamazdım.
Zafer bayramında elimizde artakalan çatapatlarla o patlak komşumuzun köpeğinin kuyruğunu yakmak gibi sadomazoşist düşünceleri bile beynimizden geçirdiğimizi hatırlıyorum. Ya biz çok kötüymüşüz, ya da o zamanlar korku bu kadar yer etmemiş toplumumuzda…
Aynı manyak komşunun kapısını bayramlarda çalıp çikolata isterdik. Ya biz çok yüzsüzmüşüz, ya da o zamanlar önyargı bu kadar yer etmemiş toplumumuzda…
…..
Bu bayram sabahında çocuğunuzu komşunuzun bahçesine salmaya cesaret eder misiniz?
Aman oğlum biz Aleviyiz, onlar CHP’li! Sakın top oynama o evin bahçesinde. Onur Amca, çıkar ve çok üzer seni.
Aman oğlum biz Kürdüz, onlar İzmirli! Sakın top oynama o evin bahçesinde. Sarışın teyze çıkar ve taş atar sana.
Aman oğlum biz Etiler sosyetesiyiz, onlar AKP’li! Sakın top oynama o evin bahçesinde. Davut Amca çıkar ve terbiyesiz ilan eder seni!
Aman oğlum biz İzmirliyiz, sakın top oynama evin bahçesinde! Ev sahibi ile aramız iyi değil, yedi sülalene küfreder senin.
Bayram ziyaretine ailecek gitsek, ben kolonya sevmiyorum demekten korkarız çünkü ben kolonya sevmiyorum demek, ben Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bize dayattığı düzenin yandaşlarını ve bu yandaşların yaşam biçimini sevmiyorum demek oluyor! Kolonya sevmediğini söylediği için habercilik kariyeri bitirilenler var.Kolonya kullanmadığı için habercilik kariyerine başlayamayanlar da cabası!
Ama bize tutulan kolonyayı kabul etmesek , domuz gribine yakalanma tehlikesi var! Televizyonlar, “eller dezenfekte edilecek ” diye bas bas bağırıyor. Kolonya kullanmamak düzen karşıtlığı olarak algılanabilir ama bir yandan da, başbakanın yanında, sağlık bakanının karşısında bir tavır olarak düşünülebilir Öte yandan kolonyanın çok fazla üzerine gitmek sanki hükümette bir huzursuzluk, tutarsızlık varmış gibi algılanıp, can sıkıcı bir hale dönüşebilir. En iyisi fazla kokmayan, fazla bulaşmayan, etliye sütlüye dokunmayan bir kolonyayı kimseyi rahatsız etmeyecek dozda kabul etmek.
Peki ya bayram gezileri?
Hava pek güzel ama İzmir, Çeşme, Alaçatı, Foça, Kuşadası v.b. şimdilik biraz sisli!
Ertuğrul Özkök/ Ahmet Hakan çifti oraları ziyaret edip, aklayana kadar, kendimizi boka batırmanın manası yok.
İzmirliler “sosyal faşist” olmadıklarını ya AKP’ye daha fazla oy vererek, ya Taraf Gazetesi’nin Ege tirajını arttırarak, ya da Rasim Ozan Kütahyalı’yı daha fazla imza gününe davet ederek kanıtlasınlar hele bir!
Rasim Ozan Kütahyalı’nın ısrarla İzmir’den edebiyat eserleri çıkmıyor demesini, ancak Rasim Ozan Kütahyalı ve Ahmet Altan’ın katıldığı edebiyat matinelerini ağzına kadar doldurarak çürütecekler ki, biz korkmadan İzmir’e gidebilelim.
Ya da Yılmaz Özdil, her Perşembe, İzmir’in tarihi ile ilgili bir yazı yazacak. Düşman şöyle kovuldu böyle kovuldu demeli ki, biz gelecek bayramda elimizi kolumuzu sallaya sallaya,
Çeşme’de midye yiyebilelim!
Ama Çeşme’ye gittiğimizde Özdil’in özenle tarif ettiği Ahmet Türk’ün yazlığına yakın bir otele gitmememiz lazım, çok yanlış anlaşılırız. Tabi Ahmet Türk, yazıdan korkmayıp, o güne kadar yazlığını satışa çıkarmazsa!
Bence şu aralar Ayvalığa takılalım çünkü orada Erbakan hocanın da yazlığı var! Kimse bize bir şey demez ama tabi Çanakkale’den uzak durmakta yarar var çünkü malum bayramda orada da 2500 kişi “Kürtleri istemiyoruz” diyerek, masum gençlerin kapısına dayandı.
Bayramiç’e gitsek MHP’li sanılma tehlikemiz yüksek! Kızılcahamam desen, orası hükümete biraz fazla yakın. E, Abant, demode olmakla beraber, zaten malum.
Aslında en güzeli sabah Abant’ta yürüyüş, öğlen Kızılcahamam’da termal banyo, akşamüstü Foça’da balık rakı, ertesi gün İzmir’de kumru ve çöp şiş, Altınoluk üzerinden, Armutlu gecekondularını ziyaret, Etiler’de kısa bir kahve molasından sonra, Gazi Mahallesi selamlaşması ve Arnavutköy sapağından eve gitmeyi kapsayan kısa bir bayram tatili yapmak.
Peki ya bayram televizyonu?
Eeee öyle sağda solda, ailecek Aşk-ı_Memnu izlememekte yarar görüyorum. RTÜK Başkanı, bu diziyi değerlendirirken “toplumun milli değerleriyle, Etiler’de oturanların milli değerleri aynı mı?” demiş! Zaten dizi boyunca evde niye uzun elbise ve topuklu pabuçla dolaştıklarını hiç anlayamamıştım ama diziyi ortalama 8 milyon kişinin izlediği düşünülürse, görmeyeli Etiler’in nüfusu epey kalabalıkmış. Orada altyapı sorunları baş göstermiştir, sular akmıyordur, internet ağları çökmüştür, Starbucks’un kahve kaynakları kurumuştur. Bence bu semtten de şimdilik uzak durmakta yarar var. Hele hele Etiler’de 8 milyon komşunuzun üst katta topuklu potinlerle bütün gece kafanızı şaaptığı bir evde ne yapacaksınız ki?
Acaba Aşk-ı-Memnu, Yaprak Dökümü’nün filan kitaplarını yazmayı akıl etmişler midir senaristler? Belki bu dizileri artık kitap olarak okumak faideli olabilir. Nasılsa konuyu bildiğimiz için, kalın olsa da, kolay biter. Hatta NTV Yayınları, işi kolaylaştırmak için,bu kitapları, çizgi roman olarak da basabilir. Ama belki kitapları dosdoğru internete yükletip, bir kitap kapağı yüzünden, konu komşu tarafından yanlış anlaşılmamak daha akıllıca olur!
Zaten kurban kessen de, kesmesen de sorun.
Onu hangi fakire bağışladığın, niye, neye, nasıl bağışladığın apayrı sorun.
Nerede oturduğun, nerede doğduğun, nerede olduğun, kimlerle olduğun, kimlerden olduğun başlıbaşına sorun.
Nerede doğduğun anda nerede doğmadığına cevap vermek zorundasın.
İnsan bir yerde doğar ama dünyada yüzbinlerce yer var!
İnsan bir dinden doğar ama dünyada onlarca din var.
İnsan bir dil konuşur ama dünyada yüzlerce dil var.
Nerede olduğun değil, nerede olmadığın çok büyük sorun ama insan doğası gereği şu anda bir dakikada ancak bir yerde olabiliyor. Henüz ışınlanmak mümkün değil tabi!
Bayrama bayram desen sorun, demesen sorun.
Bayramlık ağzını açsan sorun, açmasan bambaşka sorun.
Bayramda “mutluyum, umutluyum” diye yazı yazsan sorun, “her şey bombok” diye yazsan, daha da büyük sorun.
Savaş, açlık, katliam, ayrışma, ayrıştırılma, kardeşin kardeşe düşürülmesini yazsan, “ay bayramda yaza yaza bunları mı yazdın” sorunu yaşarsın, kolonyayı kabul etsen başka dert, etmesen başka, komşular çocuğunun topunu patlatsa bir dert, patlatmasa da bu kez yandaşlık tarikat, cemaat, mahallelilik meseleleri çıktı, o apayrı bir dert!
Biz tiyatroda, hiçbir espriye gülmeyen, hiç tepki vermeyen seyirci geldiğinde “Japonlar gelmiş” deriz kendi aramızda!
Galiba bu bayramı, Japonlar için kutlamak en iyisi.
Biz bu topraklarda yaşayanlar olarak, bu bayramda birbirimizi anlayamadık çünkü.

Nedim Saban
28 Kasım 2009

24 Kasım 2009 Salı

TÜRK SAĞCISI HENÜZ SANATÇI OLAMAZ

Şu anki Türk sağcısının sanatçı olabilmesi için daha kırk fırın ekmek yemesi lazım desem, bu deyim tam anlamıyla yerine oturmayacak, belki de Türk sağcısı son zamanlarda kırk fırın ekmek yediği için sanatçı olamıyor.

Tartışmayı Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı tetikledi. Birkaç hafta önce yazdığı bir yazıda, muhafazakar kesimin sanatçı yetiştirme konusundaki boşluğundan söz edince, ben de Birgün Gazetesi’nde Pazar günkü sütunumdan ( 22.11.2009), sağın sanatçı yetiştirmesi için önce iktidardan vazgeçmesi, muhalefete düşmesi gerektiğini yazdım. Sanat yapısı gereği muhaliftir çünkü!

Ardından Zaman Gazetesi benimle bir söyleşi yaptı, herhalde yer darlığından olsa gerek, sağın sanatçı yetiştirmesi için muhalefete düşmesi gerekliliği yazılmamış, sadece biraz süreye ihtiyacı olduğu söylenmiş. Aynı röportajda sağ cenahtaki aydınların son yıllarda kendilerini inanılmaz derecede yenilediklerini, komünizmin yıkılmasıyla, solun yeni arayışlar içine girerek bir zorunlu toparlanma süreci yaşadığı, Türk solcularının 12 eylül darbesinden sonraki depolitizasyon süreciyle de kan kaybettiklerinden söz ettim. Samimiyeti tartışılsa da Nazım şiirleri okuyan bir Türk sağı, adil düzen söyleminde Marksist felsefeden etkilenen bir sağ söylemden söz ediyoruz. Samimiyeti tartışılsa da, Sivas’ı, Maraş’ı en sonunda katliam olarak kabullenen bir Türk sağı, Dersim katliamı konusunda halen gaf yapabilen bir Türk solundan bahsediyoruz. Öte yandan sağcı aydınların kendilerini belki solculara oranla daha fazla geliştirdikleri doğru olabilir ama, sağda aydınlanma bir noktada mutlaka durur çünkü sağın kesin doğruları vardır. Bu doğrular aydınlar tarafından geliştirilen, tartışılan, değiştirilen tezler olamaz tabi, yüzyıllardır gelenekselleşen, tabulaşmış, bağlayıcı doğrulardır. Yani, sağ entelijensiya ne kadar gelişirse gelişsin, bence bir yerde durmaya mahkumdur çünkü kesin doğruların içinde dönüp dolaşmaya mahkumdur.
(Neyse o kadarını ben düşünemeyeceğim, entelijensiyanın kendisi düşünsün)

Entelektüel yetiştirmek başka şey, sanatçı yetiştirmek bambaşka!
Bir sanatçının entelektüel birikiminin olması önemli tabi ama kimse tiyatroya koca sözlerin arka arkaya sıralanmasını duymak için gitmez. Aksine, en güzel söz, en sade biçimde söylenebilendir.

Halka en yakın kahramanı yazabilmek için sağcı da olmaya, solcu da olmaya gerek yok.
Sonuçta politik görüşlerimiz, insanı sevebilmek, insanı insanca anlatabilmek için var.

“O demdeki perdeler kalkar, perdeler iner”
“ Azraile hoş geldin diyebilmek hüner”

Şimdi bu dizelerin Necip Fazıl tarafından yazılmış olması, çarpıcılığını hafifletiyor mu? Bir tiyatro yöneticisi olsam bu dizelerin yer aldığı bu oyunu mu koşulsuz olarak seçerim, yoksa yıllardır kendini geliştirmek zahmetine katlanmayan bir solcu yazarın oyununu mu? Necip Fazıl Kısaküreğin şairliğe adım atması , annesinin veremli yatağında duyduğu derin acıyla, o an kağıda kaleme sarılmasının sonucudur.

Onun duyduğu bu acı, Nazım’ın hasret kaldığı yurdunda özlediği oğluna seslenişindeki şair duyarlılığına benzer:
“ Karşıyaka, Karşıyaka memleket
Deli hasret
Sana sesleniyorum
Varnadan,
Deli Hasret
İşitiyor musun?
Oğlum,
Ey Mehmet!”

İki şairin de çocuklarının adı Mehmet’tir. Onlar, sanatsal derinliklerini acılarıyla ve politik duyarlılıklarıyla yoğurmuşlardır. Birinin yüreğinde komünizm ideali, diğerinin yüreğinde büyük doğu ideali vardır. İdealleri için acı çekerler, hasta anneleri, kavuşamadıkları sevgilileri için acı çekerler.

Oysa bugünün Türk sağcısı, 12 Eylül’ün depolitizasyon sürecine yenik düşmüş ve çok öne çıkan bir politik kavganın içinde yer almamıştır. Kızının eğitim hakkı için meydanlara dökülmenin ve belki bu son günlerdeki açılım sürecindeki tavrının dışında, politize olmamış, uzun zamandır iktidarın ona tanıdığı ayrıcalıklardan yararlanmıştır. Bu durumda, iyi sanat yapmak, duyarlı şiir yazmak, çatışma düzeyi yüksek oyunlar üretmek zaman alacaktır.

Soldan sağa transfer edilen sanatçıların iktidar yanlısı söylemler üretmesinden söz etmiyorum tabi, ortaya çıkan sanat eserlerinden söz ediyorum! Dali’nin tablolarına baktığımız zaman onun faşist olduğunu bir an için unutabiliyorsak, İsmet Özel’in şiirlerini okuduğumuzda, onun sanatçı kişiliği politik kişiliğinin önüne geçebiliyorsa, acının süzgecinden geçmiş, acıtan, muhalif, samimi bir sanat eseri , ister bir sağcının , ister bir solcunun kaleminden çıkmış olsun, bizi büyüler.

Mesele bu sanat eserini izlediğimiz zaman , önyargılı kimliğimizden sıyrılıp, kendimizi sanatın büyülü dünyasına terk edecek kadar cesur olabilmektir.

10 Kasım 2009 Salı

SANATÇI TOPLUMUN GERİSİNDEN GİDEN KİŞİDİR

Zaman Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı birkaç ay önce, sağcılara bir çağrı yaparak, sağın kendini sanat anlamında yetiştirmesi gerektiğini vurguladı. Dumanlı, gazetecilik konusunda sağda önemli bir çığır açtı. Yıllarca Amerika’da eğitim aldıktan sonra ortaya çıkardığı gazetenin dünyaya bakışına katılmasanız da haberciliği, mizanpajı, reklam kampanyalarındaki öncülüğünü tartışamazsanız! Ancak kendisinin “sanatçı yetişecek, yetiştir” muhtırasını hayata geçirmek o kadar kolay değil. Sağın sanatçı yetiştirmesi için, iktidarın maddi olanaklarını seferber etmesi yeterli olmaz, muhalefete düşmesi lazım bence. En beylik deyimiyle, sanatçı acıyla yoğrulur çünkü!

Ortada bir gerçek daha var ki, solcular ise o kadar çok acı çekti ki bu memlekette, acılarını sanatlarına yoğunlaştıracakları yerde, bazen yol ayrımına giderek kaçmayı, dönmeyi seçtiler.
Ya da kurban psikolojisine dayanarak söylemlerini eskittiler. Böylece sanatçı toplumun önünde olacağı yerde, gerisine düştü. Cuntalar kötü dağıttı sanatçıları, şimdi de Mccarthy’sel yalnızlıklar yaşamalarını bir anlamda hoşgörmek gerek!

Zeki Müren, bir sanatçının toplumda sevilmesinin ideolojiden uzak durmasıyla mümkün olacağını düşünürmüş. Malum gazinoya sağcısı da gider, solcusu da. Bülent Ersoy’un transseksüel olduğu halde, Hüseyin Çapkın tarafından fişlenen bir transseksüel için kılını kıpırdattığını duydunuz mu? Aksine, müdüre hanım rolünü oynadığı televizyonda düzen savunuculuğu yapıyor. Kaseti burnunda genç kızların yapımcılar tarafından koklanmasının doğal olduğunu söyleyebiliyor. Neredeyse transseksüellerin dayak yemesinin normal (!) olduğunu söyleyecek anormal (!) makyajı ve ürkütücü saç modelleriyle.

Şimdi bir transseksüelin bile transfobik davrandığı bir çağda, sanatçıların politize olmasını mı, Zeki Müren üstadın yolundan devam etmesini mi beklersiniz? Sanatçının politize olması için, öncelikle kafasında empati sözcüğünü netleştirmesi gerekir.

Toplumda sanatçıyla empati yapılır, ancak sanatçı yarattığı tiple empati yapmaz. Yani, adam katil rolü oynuyor diye katil gibi yaşamaz ki! Genco Erkal’ın , “Bir Delinin Hatıra Defteri”’ni oynadıktan sonra delirdiğini söylemek deli saçması olur. Ancak bizim sanatçılarımız nedense, politize olurken bile, tribünlere oynuyorlar, hayranlarının onları sınıflandıracağından ve hayatta yanında durdukları kişilerle bile empati yapılmasına kurban gideceklerinden korkuyorlar.

“Ayrımcılığa uğrayan bir eşcinsel için imza verince eşcinsel olduğum sanılır”, “Barış İçin Sanat hareketine katılırsam hükümetin Kürt açılımına destek vermiş olurum” , “Aydınların hapisten çıkması için uğraşırsam, Ergenekon davasında yargılanan gerçek suçlularla beraber anılırım”, “Terör Mağduru Çocuklar İçin savaşırsam Kürtçülük propagandası olur ” gibi komplo teorileri üretenler var.

İşin daha da vahimi, ikinci cumhuriyetçi tayfayı pışpışlayan Taraf Gazetesi, sınıflı bir toplum yaratma konusunda o kadar başarılı olmuş ki, 10 Kasım günü eğitim seferberliği başlatmak amacıyla Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne üye olmak için ilişki kurduğum bazı sanatçı arkadaşlarım bile, toplumun onları fazla “Kemalist” olarak etiketlemesinden ürkebiliyorlar. Atatürk’ü koşulsuz sevmek solcuların bilinçaltında öyle kötü yer etmiş ki , toplumun yeni sol söylemlerin dışında kalan sanatçılar , naftalinli solcular olarak etiketlendirilmekten korkar hale gelmişler.

Haksız da değiller belki! Yüz yıldır aynı yazıyı yazan, aynı cümleyi söyleyen Kemalistlerin boşluğundan faydalanarak sözümona demokrasi havariliğine soyunanlarda tabi suçun büyüğü!

Demokrat olduğun için üniversitede türban takılmasına onay vermişsen birdenbire Fethullahçı sayılabileceğin gibi, işin daha da kötü yanı, yukarıda sözünü ettiğim müdüre hanımın doğruları arasında yer alan türbanlı popstarı da onaylar hale geliyorsun. Eğitim hakkı elinden alınan bir genç kız için ağlarken birdenbire, Kemalist kardeşlerinin de yalnız bıraktığı bir sanatçı haline geliyorsun.

Belki de en iyisi Zeki Müren üstadın dediği gibi, yaşarken hiç taraf tutmayıp, öldükten sonra Cumhuriyetçi kimliğini miras dağılımında noterin kulağına fısıldaman!

Ancak, sanatçı olarak yaşarken bir şeyler yapmak niyetindeysen, “taraflandırılmak”, “kümelendirilmek”, yalnız bırakılmaktan korkmamalısın. İnsan insandır diyerek, en geniş anlamda insanın yanında olmalı ve böyle bir duruş sergilemelisin. Hayat bir oyun değil, Güler Zere’ler, Cumartesi İnsanları, TMK Mağdurları ne yazık ki bu oyunun bir parçası değil!
Türbanlı bir kızın özgürlüğü elinden alınıyorsa, sağcı bir adam hapiste işkence görüyorsa, inançlarından ve düşüncelerinden ötürü düşmanın da dayak yiyorsa, onun yanında olmalısın!
Komplo teorilerine inanmadan…Bir gün aynı şey benim başıma gelirse, onlar benim yanımda olur mu diye düşünmeden!

Sanatçılar, empati konusundaki nevrozlarına yenik düştükleri sürece, bırakın topluma örnek oluşturmayı, toplumun yüz yıl gerisinde kalmaya mahkumdurlar. Bunu da hak ederler!

7 Kasım 2009 Cumartesi

KÖYDE HAMLET

Ümmiye Koçak’ı tanıdığınız zaman, Türkiye’de aydınlanmanın önünün neden kesildiğini anlayacaksınız.
Bu yazının “onu tanıdığım zaman Türk kadını adına, Türk köylüsü adına umutlandım” diye bitmesi gerekiyor değil mi? Ben daha başlarken , öyle bitirmeyeceğimi söyleyeyim..
Mersin ‘e 60 kilometre uzaklıkta bir dağ köyünde, Arslanköy’de bir tiyatro devrimi yaratan,
sekiz yıldır ona yakın oyun, yirmibeş öykü yazan ilkokul mezunu Ümmiye Koçak, altı köylü kadının oynadığı Hamlet’i sahneleyerek, dünya basınına konu oldu.
Muhsin Hoca’nın düşlerinin kahramanıdır Ümmiye hanım.
Metin And tanısaydı gurur duyardı onunla.
Ben ise, saatlerce tırmandığım yolları inerken sadece utanıyordum!
Köy ensitüleri kapatılmasaydı, halkevlerinin önü kesilmeseydi, Anadolu nice Ümmiye Koçak’lar yetiştirecekti.
Fakir Baykurt’lardan, Orhan Kemal’lerden sonra köyle kentin arasına birileri dinamit koydu.
Köylü adamların kahvelerde oturduğunu sandık bizler. Kimi zaman tarikat okullarından, kimi zaman cinayet romanlarından, kimi zaman varoşların intikam öykülerinden üçüncü sayfa haberi olarak köylüler!
Neredeydiler?
Üretmiyorlar mıydı?
Kuşkusuz üretiyorlardı, ama sesleri duyulmuyordu. Herkes Ümmiye Hanım değildi ki, bir yandan ocağa gözleme atarken, bir yandan yüreğimizi dağlayan öykünün inceliklerini en dinamik ve en esprili biçimde anlatadursun…
Ümmiye Koçak, üç çocuk annesi. Arslanköy’e otuz yıl önce gelin gelmiş. Sekiz yıl önce almış kalemi eline. Hayatında hiç tiyatro izlemediği halde ilk oyunu Çiçekler Solmasın’ı yazmış.
Ardından, kadına şiddet temalı bir oyun gelmiş.
“Şiddet mi yaşamış ki, yazmış?” İlgisi yok. Eşiyle gül gibi geçinip gidermiş.
Nasıl tiyatroyu bilmeden tiyatro eseri yaratabilmişse, şiddet görmeden de yazabilecek kadar derin bir ruha sahip bir aydın köy kadını o.
Sadece son öyküsünde, belki de yakından yaşadığı bir felaketi dile getirmiş: Spastik bir oğlu var. O da, son öyküsünde yaşayan bir kız çocuğunu dillendiriyor. Bazı anneler kızlarını hiç okutmazken, bu anne kız çocuğunu okula taşıyor…. Çocuk büyüyor, ağırlaşıyor, anne yaşlanıyor. Bu kez fedakar anne çocuğu bir yük arabasıyla sürüklüyor okula! Bu kurgu Çukurova’nın ünlü bir ressamını öyle etkilemiş ki, resmetmeye hazırlanıyormuş öyküyü.
Ümmiye Hanım’ın meme kanseri, ozon tabakasıyla ilgili oyunları, öyküleri de var.
Oyunlarını sahnelemek için oluşturduğu köy tiyatrosuyla Afife Jale ödülü bile almış, fakat her nedense bu ödül oyunu yazan Ümmiye Hanım’a değil de, köy okulunun müdürüne verilmiş.
Çağdaş Yaşam Derneği üyelerinin ona getirdiği kitaplar sayesinde Afife Jale’nin yaşamını incelemiş. Ödül almak umurunda değil ama keşke bu onurlu kadının adını ben taşısaydım diyor!
Köy tiyatrosu yaparken, bir gün muhtardan, “yahu tiyatro nasıl bir şey, bizi tiyatroya götürüver hele” diye rica edivermiş. Mersin’e “Fehim Paşa Konağı’”nı izlemeye gitmişler. Oyuncular, “tiyatro ne hale geldi, köylülerin eline düştü” diye aşağılamış Arslanköylü kadınları. Günlerce ağlamış lastik ayakkabılı, şalvarlı Ümmiye Hanım…”Bakmayın böyle giyindiğime, tepeden tırnağa Atatürkçüyüm diyor” parantez içinde.
Ama leyleği havada görmüş. Pelin Esmer, onun tiyatro macerasını bir belgesel haline getirerek, San Sebastian Festivali’nde ödül almış. Ümmiye Hanım, Mersinli tiyatrocuların küçümsediği şalvarı ve lastik ayakkabılarıyla festivalde ayakta alkışlanmış.
Ardından bir süre, salt çocuklarını üniversiteye yerleştirmek için büyük kente göçmüş. Burada bilgisayarla, internetle tanışmış. Yine de öykülerini elle yazıyor .
Ümmiye Hanım, kentte tiyatro kültürünün, köydekinden bile az olduğunu görmüş. Büyük oğlunu üniversiteye yerleştirdikten sonra, Arslanköy’e tekrar dönmüş.
Bu kez, eski arkadaşlarıyla yolları ayrılmış. Kapı kapı dolaşıp, yeni tiyatrosuna gönüllü olabilecek kadınlar bulmuş.
Kadınların gönüllü olması yetmiyor, eşlerinin de gönüllü olması gerek!
Örneğin Hamlet prova edilirken, erkek rolünde Prens Hamit çalışılırken köylülerin tarlada birbirlerine, “kocacığım” diye hitap etmeleri epey yadırganmış!
Ümmiye Hanım’ın, Shakespeare’i seçmesinin nedeni, koca koca sözlere anlam katabilmek.
“Bugüne kadar benim yazdıklarım artık küçük kaldı, şimdi büyük bir adamın büyük sözlerinden ders çıkarma zamanı” diyor.
Ancak köylülerin meseleyi yadırgamaması için, kılıçlar oklavadan yapılmış, taçlar tahtadan
kesilmiş. Ophelia Feraye olmuş, Hamlet Hamit!
Oyunda basma elbiseler , lastik ayakkabılar giyiliyor.
Provalar, marul dikerken yapılmış. Marul diktiğiniz zaman ayaklarınız su içinde kalırmış! Yani lastik ayakkabı olmazsa olmaz.
Dramaturji mi?
Ümmiye Hanım, oyunu en az otuz kez okuduğunu söylüyor.
Shakespeare’in diğer oyunlarını da okumuş.
Othello, Venedik Taciri’nden keyif almış. Macbeth’i bir türlü bulamamış.
Tüm bunları da mum ışığında yapmış. Çünkü bir sır gibi saklıyor ama evinin elektriğini dört aydır ödeyemiyor. Evinin üstü toprak, duvarları naylon. Benim ziyaret ettiğim gün Mersin’de hava 40 derece sıcakken, Arslanköy’de rüzgar esiyordu. Kışın ise kar ve fırtınadan yollar kapanırmış!
Neden Hamlet peki?
Köy meydanında sadece bir kez oynanan ve koşulsuzluklar nedeniyle seslerin duyulamadığı oyunu izleyemedim, ama anladığım kadarıyla mezarlıkta yoğunlaşıyor.
Köylüler, mezarlık sahnesinde yörenin türküsü
“vur kazmacı mezarım derin olsun, beni vuran kardeşim mezarım derin olsun” u kullanmışlar.
Ümmiye Hanım, Hamlet’i seçmelerinin nedenini Shakespeare’in çıkarcılık ve bencilliği zarif bir dille anlatmasına yoruyor. “Sakıp Sabancı bile olsa, parayı mezara götüremiyor” diye devam ediyor.
Paraya tamah olmamak, kardeşin kardeşi vurmaması, üfürükçüler, büyücülere inanılmaması oyunun diğer temaları.
“Ah anama anama, dayanamam anama” ise kullanılan başka bir türkü.
Zaten, köylülerin içtepisel olarak geliştirdikleri dramaturjik güdülerle oyun yetmiş dakikaya e inmiş.
Gözlemelerimizi yiyip, ziyafetimizi darılarla tamamladıktan sonra, oyunun oynandığı sahneye indik. Köylüler, “gibi yaparak” bana oyunu gösterdiler. Özellikle ağaçtan kiraz topladıkları zaman prova yaptıkları için, oyunun belirleyici gestusunun kiraz toplama hareketinde yoğunlaştığını gözlemledim.
İstanbul’a davet ettim onları. Hatta Emre Kınay’ın “Hamlet” hazırlığında olduğunu ve iki Hamlet’i peş peşe izlemenin ilginç olabileceğini düşündüm.
İşte o an Baş Mabenciyi oynayan 62 yaşındaki Gülseren Teyze’den müthiş bir azar işittim.
“ Dünyada başka oyun mu kalmadı! Emre’ye selam söyleyin, Hamlet’i bu yıl biz oynuyoruz.
Kendisine başka bir oyun bulsun!”
Arslanköy’ü ziyaret eden ilk tiyatrocuymuşum.
Arslanköy’den gece karanlığı basmadan ayrıldım.
Benden biraz sonra Ümmiye Hanım’ın eşi gündelikten dönmüş. Eve günlük ekmek parasını getirmiş.
Yeni belediye başkanı (Arslanköy belde olmuş) da beni ertesi gün arayarak, Arslanköy’e bir halk eğitim merkezi yapacağının ve Ümmiye Hanım’ın topluluğunun devletin özel tiyatrolara desteğinden yararlanması için girişimde bulunacağının müjdesini verdi. Bakanlığın politikasında Anadolu’daki tiyatroların desteklenmesinin olduğunu bildiğim için içim rahat.
Ancak, Türkiye son elli yılı nice Ümmiye Koçak’ı yetiştirebilecekken, bu zamanı kaybettiğimiz, aydınlanmanın önünü kesen bir devlet politikasına sahip olduğumuz için utanç duyuyorum.

25 Ekim 2009 Pazar

FADİME'Yİ AKM'DE BASTILAR


HADİ 2010'U TARTIŞALIM
2.YAZI







FADİME’Yİ AKM’DE BASTILAR


İstanbul’un 2010’da kültür başkenti seçildiğini bugüne kadar mutlaka duymuşsunuzdur ! Aşağıda okuyacağınız yazıdan sonra, bu kültür başkentinin kültür projelerinden sorumlu kişinin renkli kişiliğini de paylaşmanın faideli olabileceğini düşünerek, Haziran sıcağında bir yazı kaleme aldım. Yazıyı
konuk yazar olarak yayınlaması için dört değişik gazetenin üst düzey yöneticisine önerdim ancak her nedense dört ayda özgür, muhalif, tarafsız basınımız bu yazıyı bir türlü değerlendirmeye alamadı!

Geçtiğimiz hafta CHP İstanbul milletvekili Çetin Soysal’ın 2010’a ayna tutmaya başlamasıyla, ajans yöneticisi Şekib Avagdiç’i tanıtan bu sevimli yazıyı artık bilgisayarımda tutmamın kanserojen olabileceği düşüncesiyle virüsü dışarı atmak zorunluluğu doğdu. Bilgisayarım, Fadime’li 2010 yazımı, artık tuşladı ve değerli okurlarla paylaştı.

Yazının başka bir anlam ve önemi, Kurtlar Vadisi tarafından kapışılan ve Kültür Vadisi içinde 29 Ekim’e yetişeceği vaad edilen ama 29 Ekim’de kongre vadisindeki yerinde gölgesinde mevsimler boyu uyuduğumuz o ağacın altını hatırlıyor musun şarkısı söylenen Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun açılışına denk gelmesidir!

Bir kent düşünün ki, Avrupa Kültür başkenti olmaya hazırlanıyor, tam merkezindeki kültür merkezine kilit vurulmuş, iki yıla yakın bir süredir
bir tek çivi çakılmamış, bir kent düşünün ki merkezinde bir tiyatrosu yok, bir heykel, bir ağaç bile yok. Kültür mü edersiniz, küfür mü edersiniz, kent kültür mü eder, kültürün içine mi eder, epey tartışılır.

Anton Çehov, “Vişne Bahçesi” adlı oyununda, Rusya’nın sınıfsal çöküşünü anlatırken, evin sahiplerinin konağı terk ederken içeride unuttukları yaşlı uşağı anlatır.

Uşak Firs, “beni burada unuttular” diye haykırır, ama bir türlü duyuramaz sesini.
Atatürk Kültür Merkezi’nden kim haykırıyor, peki 2010’a 2 ay kala?
Siz Mozart, Verdi, Wagner ya da Cemal Reşit Rey sanadurun halen !
Ülkemiz, 28 şubat sürecini yaşar, ılımlı İslam kisvesi altında bir evrim ve Çehovien dönüşüme tanık olurken, yaklaşık birbuçuk yıl önce, tadilat nedeniyle apar topar terk eylediğimiz Atatürk Kültür Merkezi’nin içinde, Fadime Şahin’i unuttuğumuz aklınıza gelir miydi?

Hatırlıyor mısınız o sürme gözlü, makyajlı, kah ağlayan, kah gülen nazlı kızı? Hani pek çok canlı yayına konuk olduydu?… Tarikat ağlarına nasıl düştüğünü, şeyhlerin pençelerinde nasıl ufalandığını anlatıp, geleceğin parlak cumhuriyet bebelerine dersler verdiydi? Magazin basınını da epey oyalamıştı o zamanlar!
O, kızcağız uzun zamandır yok artık ortalarda! Ahı gitti, vahı bile kalmadı.
İddia ediyorum, açın Atatürk Kültür Merkezi’nin kilitlerini, “Vişne Bahçesi’nin içeride unutulan yaşlı uşağı Firs gibi, “beni burada unuttunuz” diye çıkacaktır Fadime.

Bu durumda Gönül Yazar, AKM’nin önüne dikilen canlı aracın içinden “Fadime’yi AKM’de bastılar” şarkısını esirgemez onun için.
Oysa ne kadar önemli bir misyon yüklenmişti Fadimecik.

Tarikatların gizli yüzünü ortaya çıkartacaktı, Türkiye Cumhuriyetini tarikatlardan kurtaracak, aydınlıklara kavuşturacaktı sözümona.
Balçiçek Pamir’in, Habertürk Gazetesi’nde birkaç ay önce ortaya çıkarttığı bir belgeden yola çıkarak yazıyorum:
Ergenekon davasında tanık olarak aranan Fadime Şahin’in nüfus kayıtları bile silinmiş. Yani, devlet kayıtlarına göre, “o” aslında hiç yaşamamış.
Peki, kim bu Fadime Şahin? Mağdurenin yazdığı otobiyografiyi buldum! Kitabın 89. sayfasına dayanarak,
“ Pendik yakınlarında firmanın sahibi beyle görüştüm. Ben, kapalı çalışmak zorunda olduğumu söyledim. Herhangi bir mahsuru olmadığını söyledi. Ben iş tecrübem olduğunu, bilgisayar, on parmak daktilo, ön muhasebe bilgisi bildiğimi, çok iyi derecede Almanca bildiğimi söyledim. İşveren beni uygun buldu . Siz bana güvendiniz. Ama işçileriniz nasıl dedim?. O tür konularda, hiç endişelenme. Bizim işçilerimiz çok namusludur. Zaten sizin de muhatap olacağınız bir durum yok. Hava kararmadan evinize gidersiniz dedi”

Ali Kalkancı’nın cinlerine çarpıldığı için sözkonusu işyerinde değil on parmak daktilo yazmak, tek satır bile karalayamayan, değil Almanca, dili tutulduğu için Türkçe bile konuşamayan, işyerinin sahibi ŞEKİB AVGADİÇ, çok önemli bir plastik tüccarı ve şu anda İstanbul 2010 Ajansı Yürütme Kurulu’nun başındaki şahıstır.
Bir plastik tüccarının koskoca bir sanat başkentini nasıl yürüteceğini merak ediyorsanız, en azından plastik sanatlarda başarılı olacağından kuşkunuz olmasın!

Fadime Şahin’e zamanında kucak açan hoşgörülü kişinin, bir dönem İGDAŞ yolsuzluğunda zamanın belediye başkanı Tayyip Erdoğan ile fatura yolsuzluğu konusunda hakkında ağır iddialar ortaya atılmış olması sadece küçük bir ayrıntıdır. Bu mesele zaman aşımı denen hoşgörülü kavram sayesinde unutulmuş , o köprülerin altından çok sular akmıştır.
( Belki de bazı İstanbullular son sel felaketinde bu suların altında kaldı, onu ben bilemem )

Kaldı ki, 2010 Yürütme Kurulu Ajansında görev almak için aranan şartlarda dürüstlük arka sıralarda gelmektedir. Örneğin, “Direktörler ve Yönetmenler” arasında yer alan bir beyefendinin bir kitap basım ihalesinde yolsuzluk yaptığı ortaya çıkmış, ajans kadrosundaki en az eğitimli sıfatıyla yer alan lise mezunu' olan hanımın ajans genel sekreteri ve yardımcısından daha fazla maaş aldığı ortaya çıkmıştır.

Şu an sadece ortadan kaybolmak değil, T.C kayıtlardan da silinen yani hiç yaşamamış olan Fadime, aynen Çehovien uşak Firs gibi, Türkiye’de yeni bir dönemin başlamasına, yeni bir liderin çıkmasına, yeni bir hükümetin kurulmasına, Bush’un bizlere yeni bir don biçmesine, Türkiye bundan böyle ılımlı islamı denesin demesine neden olmuştur.

Fadime kendisini feda ederek, belki derinlere inmiş ama sınıfsal anlamda yeniliklere imza atmıştır. Fadime, tarikatlarla savaşmış, sözümona sınıfsız bir toplum için mücadele etmiştir. Toplum, Erbakan’dan dan dan dan Tayip Erdoğan’a doğru toplumu yumuşak biçimde yavaş yavaş sindire sindire alıştıra alıştıra seve seve geçerken, Fadime bir piyon olarak kullanılmıştır. O, sınıfsız, şeyhsiz, müridsiz, tarikatsız örnek bir dünya hayaliyle haritadan silinirken Pendik’teki hoşgörülü plastik tüccarı patronu Şekib Avagdiç’i unutmamıştır. Avagdiç’i unutmayan başka bir kişi de Sayın Başbakan’dır. Ona armağanların en büyüğünü, İstanbul gibi bir metropolün Unesco’dan gelen trilyonlarının yönetimini vermiştir. Hem de yıllar önceki İGDAŞ yolsuzluğunu unutarak !

Ben nedense Fadime’nin Atatürk Kültür Merkezi restorasyonundan ya da kültür vadisinin derinlerinden bir yerden çıkacağından eminim. Çünkü bu kültür meselesi sanıldığından daha derin bir konu. Fadime, Ya A.K.M’de aksesuar olarak kullanıldı. Ya da bir operette sesi çıkmayan bir figürandı. Belki de A.K.M’nin K.M’si onun kod adıdır.

Hadi açın kültür merkezinin kapılarını, salıverin şu zavallı kızı.
Birkaç lokma yedikten ve kimliğini tekrar bulduktan sonra, anlatacaklarına siz de inanmayacaksınız.
Nedim Saban

22 Eylül 2009 Salı

SEZEN AKSU: BİR STARIN AÇILIMI

9 Eylül günü İzmir’in kurtuluşunda Sezen Aksu’nun sahneye çıkmasını bekleyen İzmirliler,

Sezen’i kurtaramamışlar!

İzmir’den bir arkadaşım telefon etti, konserden gerisin geri dönmüş.

Sezen’in açılım desteği ardından “gitsin Kandil dağında konser versin” diye başlayan elektrikli havayı, “elektrikler kesik” diyerek dağıtmaya çalışmış konser yetkilileri.

“Su borularımız patladı” diye sudan sebeplerle iptal edilmiş İzmir konseri.

Sezen’in açılımına destek verseniz de vermeseniz de, bu ülkede salt düşüncesini söyledi diye bir insanın şarkı söyleyememesi insanlık dışı diye düşüne düşüne düşüncelere daldım.

Bilirsiniz, basında çok fazla Sezen Aksu karşıtı haber çıkmaz, çıkamaz, çıkartılmaz, çıkartılamaz.

Her nedense Sezen’in üzerinde bir gizli örtü vardır, ara sıra bir iki eğlence programında bir iki sivri dilli belalı çıkar ama , onlar da sonradan Sezen’in üzerinden şöhret olmakla suçlanır, zaten çoğunun derdi düzene asimile olmak olduğu için onlar da öyle geçinip, giderler.

Eh şimdi, aydınlarını hapis yatıran bir ülkede, Sezen’in şarkı söyleyememesinin derdine düşmek bana düşmez değil mi?

Zaten, çok ciddi bir sorun olsa, mutlaka birileri sahip çıkar.

Kötü bir şey varsa da, sümen altı edilir…

Sezen’in İzmir iptalini bu duygularla unutmaya hazırlanırken, Kuruçeşme Arena konserleri için bilet alma telaşında, Sezen biletlerinin alışılagelmiş temposundan daha yavaş gittiğini duyunca, bu işin içinde bir iş var diye düşündüm yine…

Nedir Sezen’in hızını kesen? Politik çıkışlarıyla şaşırtmış olamaz ki!

Aksu her zaman son derece duyarlı çıkışlar yapan biridir.

İlk politik çıkışı değil ki !

Daha önce genç kızların okula gitmesi için Kardelenler’i seslendirdi….,

Şiddet gören kadınlar için Güldünya ‘nın sesi oldu!

Duyarlı bir kadın Sezen…

Şimdi diyebilirsiniz ki, politik çıkışlarını, politik trendlere uydurdu.

Yani, çıkış yaparken zamanlamayı biliyor!

Eee o kadarını bilmese de star olamazdı zaten…

Kardelenleri haykıran Sezen Aksu’nun, Türkan Saylan’ın evi basıldığında, boğazında nodül vardı! Fazıl Say, piyanoyu akord etmeseydi suskunluğunu daha da koruyacaktı..

Aynı Sezen Aksu, acımasızca linç edilen Ahmet Kaya için “Dinle Sevgili Ülkem” albümünden geri çekildi! Geri çekilirken de gerekçesini “tepki almaktan korkmak” olarak açıkladı.

Bugün Tayip Erdoğan’a “yaşa başbakanım diyor” ama salt Kürt olduğu için kafasına çatal bıçak atılan büyük sanatçı dostunu yalnız bırakıyor…

Çünkü o zamanlar Ahmet Kaya’nın arkasında durmak, bu toprakların yetiştirdiği büyük sanatçı için ağlamak trendy değildi.

Sezen’in duruşu ise her zaman “trendy” oldu!…

Peki minik serçeyi daldan aşağı düşüren, yıldızını söndüren nedir son zamanlarda?

Bir zamanlar meşhurluğun kıyısına uğramış biri olarak, haddim olmadan söylüyorum: Sezen’i

düşüşe geçiren şey, tam da onu zamanında tetikleyen şeyin, yani trendin ta kendisidir!

Sezen, zamanlama hatası yaptı!

Zamanında, kardelenlerin ışığını gören, güldünyaya bir dünya armağan eden Sezen’in yaptığı büyük hata, açılıma destek vermek değil, başbakanı aramaktır !

Yakışmadı!

Örneğin Aksu, Demirel’i arasaydı yakışırdı!

Bakın, halkçı Ecevit’i demiyorum, Demirel’i diyorum çünkü Demirel’in köy çocuğu imajında

herkesin telefonuna çıkan, telefonda konuşurken bir yandan çekirdek çıtlatan, dinlemez gibi görünüp, en akıllı soruları soran, en hazır cevapları veren, gerektiğinde azarlayan bir baba imajı var! Yani Demirel, Aksu’nun telefonunun dördüncü dakikasında, “ peki açılımın sekizbuçukuncu maddesi hakkında ne düşünüyorsun kız çocuğu?” diye sorabilirdi.

Oysa Tayyip Bey, ona karşı gelen herkesi kötü azarlamış, Mehmet Ali Erbil’e bile bir yarışma programının cevabını başbakanlık kürsüsünden vermiş, karikatüristlerle cebelleşmiş bir başbakan. Kucaklayıcı değil., sevecen değil. Sanatçı dostu olduğunu söylemek galiba pek mümkün değil. Açılımın ilk günlerinde biraz daha şefkatliydi sanki. Kendisine dert yanan belediye işçilerine oturma eylemi yapın derken gözlerimi yaşarttı. Ama daha on gün geçmeden, İstanbul’da kongre vadisini protesto eden IMF karşıtı göstericileri yine içeri tıktırttı.

Sanırım Sezen’in yıldızının düşük olmasında bu telefon konuşmasının mühim bir payı var!

Hayranları Sezen’e bu telefon konuşmasını yakıştıramadılar.

Zaten geçen yıl köpeği arabada havasız kalınca, ayıplanmıştı. Olaylar üst üste geldi.

Örneğin Ece Temelkuran, Sezen’i bir yazıyla sözüm ona tebrik ederken, “lütfen başbakana hapisteki çocuklardan da söz et, beni dinlemiyor” gibi bir cümle kullanıyordu. Ne acı değil mi? Bir ülkenin başbakanı, Temelkuran donanımındaki bir gazeteciyi dinlemiyor, öte yandan bir aydın milyonlarca insanı ilgilendiren bir konudaki mesajını dillendirebilmek için bir stara gereksinim duyuyor? … Üstelik, “Beni dinlemez, seni dinler” diye alaycı bir üslup kullanarak!

Bu ülkenin bir aydını olarak, demokratikleşmeye, insanların özgürleşmesine, çocukların ölmemesine, silahların susmamasına, paraların silaha değil eğitime, sanata gitmemesine, halkların birbirine kuşkuyla bakmamasına destek vermemeniz mümkün mü?

Bunu sevdiğiniz bir partinin başkanı yapsa, tabi ki göbek atarsınız… Ama sevmediğiniz bir partinin başkanı yapıyor diye, göbek atanları kınama hakkını bulmazsınız. Alkışlarsınız.

Alkışlamayanları da ayıplarsınız.

Ama, pek çok aydın ve sanatçı, açılıma açık açık destek verirken kabak neden Sezen’in başına patladı? Neden söne söne Sezen’in yıldızı söndü?

2002 yılından bu yana Kürtçe şarkılar söyleyen Sezen’in açılıma destek vermesi bir sürpriz değildi ki zaten! Sadece bir zamanlama hatasıydı.

Ama keşke kontörü bitseydi de başbakanı aramasaydı.



Bir de tabi, yine şu dört talihsiz olay keşke üst üste ya da ard arda gelmesiydi!

1) O şirin köpecik arabada unutulmasaydı: Sezen’in hayranlarının çoğu hayvanseverdir.

Köpek ölür ölmez şoförün kovulması kapitalist bir yaklaşımdı. O da olmadı! Basın sustu, susturuldu. O da olmadı! İyi bir medya planlama yapılacak, sığınaklar ziyaret edilecek, kontör

alınacak, Panter Emel, Ediz Hun aranacaktı. Olmadı!



2) Sezen Sami Yusuf’a şarkı armağan etmeseydi: Herkes herkese armağan vermekte özgürdür ama Türk halkı hala Kayahan’ın Nilüfer’e şarkı armağan etmesini beklerken, Sezen’in Sami Yusuf adlı İslami popçuya oynaması yakışmadı. Daha doğrusu Sami Yusuf fos çıktı, Açıkhava dolmadı. Üstüne üstlük, Sami’ye edilen hediye tam açılımın ertesi gününde manşet olunca, Sezen hayranları öfkeden kızarmış ekmeğe döndü. Sami Yusuf’un da fazla hayranı yokmuş ki, Sezen’in konserlerinde potansiyel müşteriye dönüşsün!





3) Türkan Saylan Baskını’nda kontörü bitmeseydi: O gün edip Sezen Aksu napıp edip bir yerlerden kontör bulmalı, Türkan Hoca’ya bir geçmiş olsunu esirgememeliydi.



Andy Warhol’un söylediği gibi, şöhrete herkesin en azından bir saat için bile olsa yaklaşabildiği bir çağda yaşıyoruz. Benim önerim, Sezen Aksu’nun şu an kontörü ve enerjisi varsa, Nesin Vakfı’nda zorda kalan çocuklara yardım eli uzatmasıdır.



Ya da her şeyi bırakarak, sadece ve sadece şarkılarını söylemesi, yeni şarkılar yazması, bizi yeni yapıtlarından yoksun bırakmamasıdır. Sonuçta, o öyle bir yetenek ki, bu zamansız çıkışlarıyla değil, güzel şarkılarıyla hatırlanacaktır.



Nedim Saban

19 Eylül 2009

2 Ağustos 2009 Pazar

2010 REZALETLERİ

HADİ 2010'U TARTIŞALIMI
1.YAZI


IŞIĞIN OĞULLARI İLE KARANLIĞIN OĞULLARININ SAVAŞI

Bir oyuna gittiğinizde, seyirci ışıkları söndüğünde...Daha beşinci dakikada içinize bir sıkıntı çöktüğünde...Çocukken uyumak için anneniz size köydeki koyunları saymanızı öğütlemişken, bu kez siz uyumamak için son girdiğiniz denizdeki denizanalarını, evinizdeki yemek takımının bıçaklarını saymaya başladığınızda...Yanınızdakine çaktırmadan saatinize baktığınızda, cep telefonunuz kapalı mı gibi bakar gibi yapıp aslında oyunun bitimine kaç dakika kaldığını hesapladığınızda,IŞIĞIN OĞULLARI İLE KARANLIĞIN OĞULLARININ SAVAŞI'nı veriyorsunuz demektir.....

Aslında bir oyunu alkışladığınız gibi, yuhalama hakkına sahip olduğunuzu unutmamalısınız.Ama lokantada şarap tadarken şarabı geri yollamayan kibar hanımlar ve beyler gibi, oyundan yarıda çıkmayı bile garipser,karanlıkla savaşırsınız adeta.....Hele karşınızda İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı gibi, karanlığa karşı ışıkla savaşan, kültür dostu bir vakıf varsa...Onlara bir şans daha vereyim dersiniz!Ben onların ışığın oğulları ile karanlığın oğullarının savaşındaki mücadelelerinde pekçok şans verdim.Ama imza attıkları son rezaletten de yirmibeşinci dakikada ayaklarımı vura vura çıktım.....

İKSV'nin son tiyatro festivallerinde de içe kapandığını gözlemlemiştim. Özellikle yurtdışından getirttikleri oyunların kalitesi gittikçe düşüyordu. Tiyatro dünyası tavırlıydı, hatta birkaç dergide bu konuda yazılar, bazı sanatçıların görüşleri de çıkmıştı. Ben dünyanın pekçok festivalinde oyunlar izlemiş şanslı vatandaş olarak tiyatro festivalinin ruhunu yitirmesi, alternatif olmaya çalışırken amatörleşmesi meselesinde sessiz kaldım. Belki maddi koşullar el vermiyordur diye düşündüm. Kaldı ki, her yıl yapılan festivalin iki yılda bir yapılıyor olması bile koşulsuzlukların göstergesiydi.Ancak, biraz araştırıca vakfın gittikçe içe kapandığını, danışmanlarına danışmaktan vazgeçtiğini, ısrarla aynı kişilere adeta ısmarlama işler yaptırtarak kendisini bir kısır döngüye sürüklediğini gözlemledim.Kızamadım yine de. Sonuçta her festivalin bir karakteri vardır. Gitmeyiz, görmeyiz, olur biter dedim kendi kendime.Ya da, alternatif festivallerin oluşumuna destek veririz. Sanat kısır döngüyü zaten mayasında barındırmayacağı ve sisteminden kusacağı için, bu sinerji daha heyecan verici oluşumları yaratacaktır. ....

Ancak işin içine 2010 gibi iddialı bir söylem girince, sabrım taştı doğrusu!Rumelihisarı'ndaki Işığın Oğulları Sefaleti'nin Avignon, Barcelona ve Atina'dan sonra İstanbul'da oynandığı tamamen aldatmacadır.Amerikalılar wishful thinking diyorlar. Eee biz de, aldatmaca demeyelim de, keşke olsaydı, diyelim bari!

Bu oyun sözkonusu festivallerde, hastalık (!!!) bahanesiyle sergilenmemiştir.Zaten sahnelenseydi, şarabı geri göndermek cesaretini bulan Avrupalılar, bu çalışmayı, daha doğrusu çalışmamayı yuhalarlardı.İkinci aldatmaca, oyunun program dergisinde yazdığı gibi 75 dakika olmasıdır. Sözkonusu müsamere prova edilmediği için, 75 dakika olduğu sanılmıştır.Benim 25. dakikada kurtulduğum işkence, ben kendi kendimi azad ettikten sonra 80 dakika daha sürmüştür. Yani toplamda 105 dakikadır.İKSV gibi ciddi bir kuruluş, 2010 Avrupa Kültür Başkenti'nin halkına daha zamanlamasını bile bilmediği bir oyun projesi sunuyor. Yahu Avignon, Barcelona ve Atina'da saatler mi bozuktu? Hani orada oynamıştınız? Bir zahmet saat tutup, Türkiye'deki program dergisine de yazıverseydiniz........

Nuri Çolakoğlu/Dikmen Gürün gibi iki değerli kişinin bu projeye niye imza attıklarını çok merak ediyorum doğrusu.Daha önce İstanbul'a getirdikleri SEAS projesi de son derece tartışmalıdır çünkü projenin uluslararası küratörü paraya para demeyen ve daha çok ticari beklentileriyle öne çıkan bir figürdür. (Bu kişinin portresini ve projenin ayrıntılarını ayrıca yazacağım)Üniversitelerarası Tiyatro Şenliği deseniz, bunun için 2010'a gerek yoktu, zaten ODTÜ ve BOĞAZİÇİ, yıllarca en coşkulu şenliklere imza atmıştı.

Prof. Gürün'ün, tiyatromuza katkılarını azımsamak için kara cahil olmak gerek.Türk Tiyatrosu yeni Dikmen Gürün'leri kolay kolay yaratamaz. Ancak şahsen ben, şu anda 2010 ajansının kimlere teslim edildiğini de araştırmış bir kişi olarak, neden Çolakoğlu'ndan sonra direndiğini ve hangi projeleri geçmediği için istifa ettiğini çok merak ediyorum.

Bir de, geçmeyen projeler, "Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı gibi" idi ise, tiyatro eleştirmenlerinin oyunlardan sonra birbirlerine söylediği sözü tekrarlamak isterim: "Allah başka zeval vermesin", "En kötü günümüz böyle olsun"!

Gelelim oyundan niçin çıktığıma?Siz bir okuma tiyatrosunu, performans diye yıtturmaya çalışır, benim çocukluğumun "Jules ve Jim" filminin yıldızı Jeanne Moreau'yu ihtiyar masalcı olarak karşıma oturtarak, dramaturjisi "savaş kötüdür"den öteye gitmeyen yüzeysel bir metni barkovizyondan yansıtmaktan utanmazsanız, ben o oyundan çıkarım. Kaldı ki, Cüneyt Türel'e ilk tiradı ezberletip, ikinci tiradı okutur, üstelik orada bile Türkçe ustasının dilinin provasızlıktan sürçmesine neden olursanız, "Kara Tavuk" oyununda devleşen oyuncunun gözümden düşmemesi için ayaklarımı vura vura çıkarım. ( Keşke yanımda birkaç tane yüksek topuklu hanım olsaydı da, topuklarını vura vura birlikte çıksaydık. )Evrensel mesaj verme uğruna Türk ile Fransızı, Filistinli ile İsrailliyi bir araya getir, şakacıktan bir ağıt söylet, barkovizyonun durması gerektiği zaman teknisyenin kocaman elini ışığın önüne getirecek kadar ilkel bir teknik ham hum şorolop numarasıyla, bize performans sanatı numaraları yap.Vallahi Amos Gitai'nin büyük bir film yönetmeni olduğu zaten şehir efsanesidir. Tiyatrodan da , performanstan da ömür boyu uzak durmalı, hele İstanbul'u halen terk etmediyse, bir köşede şiş kebap filan yiyorsa, acilen terk etmelidir.

Bu yazı, 2010 için bir tartışma zemini başlatacaktır mutlaka.Ama bu performans için harcanan para yerine, 2010 Kültür Başkenti'nde hala Maslak'ta fuhuş yapmak zorunda kalan hayat kadınlarının performanslarına bakılsa ve ödenekler oraya aktarılsa çok daha iyi olur düşüncesindeyim.

Geçen hafta Urla'da Türkiye Tiyatrolar Birliği'nin düzenlediği 3. Tiyatro Buluşması'na katıldım. 48 derece sıcaklıkta Turgay Tanülkü'nün söylediği bir söz beni çok etkiledi. "Fahişeden büyük oyuncu var mı? Zevk almadığı zaman bile karşısındakini erkek gibi hisettirir. Onlar en büyük emekçilerdir!"2010 Avrupa Kültür Başkenti'nin ödeneklerinden prova yapmak,program dergisine oyun süresi yazmak, ezber yapmak gibi dertleri olmayan emeksizlerin nemalanması yerine, şehrin gerçek sahibi olan en büyük emekçilerin nasiplenmesi dileğiyle...

2 Ağustos 2009

11 Temmuz 2009 Cumartesi

İDİL BİRET KONSERİNİ PROTESTO EDEN ALPERENLER

ALPERENLERDEN FIKRA GİBİ PROTESTO


Eylemcileri oldum olası sevmişimdir.
Bir şeyi protesto etmek onurlu bir davranışdır.
Evde oturup “ne olacak bu memleketin hali” diye hayıflanmak yerine sokaklara dökülmek, bir ülkünün peşinden koşmak, bir devrimin rüyasını hayata geçirmek…
Tarih, yalnız egemenleri değil, asıl Urumçi’de Çin polisi ve zırhlı araçların önünde tek başına durarak direnişin sembolü olan kadınları yazar.
Uygur direnişinin sembolü olan Tursun Gül, polislere “özgür olmak ve kocamı geri almak istiyorum” dedikten sonra, artık dünyanın gözleri egemenleri değil, vurulanları, yok edilenleri,soykırıma uğrayanları, mazlum halkları görür.
Bush’a ayakkabı fırlatan gazetecide olduğu gibi! O gazetecidir Amerika’nın petrol kaynaklarını kurutan. O gazetecidir onbeş yıl önce Irak’ın Çin’in komşusu olduğunu sanan Beyaz Amerikalı’yı sandığa koşturan…
Dün gece Alperenler, Topkapı Sarayı’nı basarak, İdil Biret Konseri’ni protesto etmişler.
Sarayda konser mi olurmuş, içki mi ikram edilirmiş…
Eylemcileri oldum olası sevmişimdir.
Bir şeyi protesto etmek onurlu bir davranıştır.
Ama ben protestocunun akıllı olanını severim.
Bir Fransız Atasözü, “bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diyor ya, ben bu yazının uğruna, bana protesto biçimini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim demek istiyorum!
Alperenler’le dünya görüşlerim hiç uyuşmuyor, ancak sadece eylemcileri sevdiğim için, onlara “aferin çocuklar, size katılmasam da, sesinizi duyurun” diyebilmek isterdim.
Ancak biri bu çocuklara, İdil Biret’in kim olduğunu anlatmalı öncelikle.
Çağımızın yetiştirdiği dünya çapında bir virtüöz o! Bunu ben söylemiyorum, dünyanın en saygın gazeteleri yazıyor.
Çocuklar Türklüğe gerçekten sahip çıkacaksanız, Türkiye’nin yetiştirdiği bu büyük sanatçıya sahip çıkmalısınız.
Biliyor musunuz ki, halkevlerini kapatan zihniyet, İsmet İnönü’nün çıkarttığı yeni İdil Biret’lerin yetişmesine yol açan harika çocuklar yasasına da set çekerek, Türkiye’nin dahiler yetiştirmesine engel olmak istemiştir.
Ama hiçbir yasa şelalerin coşkulu akmasına engel olmamış, bu topraklar Fazıl Say’ları da yetiştirmiştir. Le Figaro Gazetesi, birkaç yıl önce “Fazıl’ın adını not etmeseniz de olur, zaten bu ismi unutmanız mümkün olmayacak” diye yazmıştı.
Bence Osmanlı’nın pek çok kuşatmasından daha heyecan verici… Çünkü belki o kuşatmalarda da orduların önünde tek başına mücadele eden mazlum kadınlar vardı. Belki o kuşatmalarda da pabuçlar fırlatıldı ama resmi tarih onları yazmadı. Uzun bir tartışma konusu bu.
Ancak şu bir gerçek ki, ortalığı ucuz Amerikan filmlerinin, vahşi Amerikan kültürü ve petrol savaşının sardığı bir dönemde, emperyalizmin karşımıza her sabah hamburger ya da çiklet kılığında hortlayarak çıktığı bir dönemde, bir Türk sanatçısı dünyayı kültürle kuşatıyorsa, ah be çocuklar, o konseri eylem alanına dönüştürmeden önce , insan biraz Tchaikovsky ya da Mozart dinleyerek sakinleşir.
Hadi Fazıl Say’a, “sen politik meselelere burnunu sokacağına, müzik yap” diyerek adama memleketin havasını suyunu fazla gördünüz, hayatını sadece müziğe adamış İdil Biret’ten ne istiyorsunuz?
Topkapı Sarayı’nda konser verilir miymiş? Verilir tabi!
Dünyanın bütün saraylarında veriliyor.
Ben Edinburgh ve Salzburg’da saray konserleri izleyen şanslı kişilerdenim.
Buckingham’da Kraliçe’nin huzurunda verilen pop konseri, Versailles’da gelenekselleşmiş konserler ve binlercesini hatırlatmak isterim yalnızca.
Tarih ve kültür dinamik kalırsa, belleklerde yer eder, hafızalarda diri tutulur. Resmi tarihe alet edilen kitaplarda Atatürk’ün pembe evinden söz ederek kuru milliyetçilik yaparsanız, Atatürkçülük kavramının içi boşaltılır, Türkiye’de bugün olduğu gibi gerçek Atatürk’ü tanımayan cahil bir kuşak yaratırsınız ve Atatürk düşmanlarının ekmeğine yağ sürersiniz.
Topkapı Sarayı’nda içki içilir miymiş? İçilir tabi!
Mekanlara tapınmak, insanlara tapınmak, taşlara tapınmak akıllı eylemcilere yaraşmaz.
Konseri dinleyen dinler, içki içmek istemeyen, ya da inançları gereği içmeyenler de konserden sonra çeker gider.
Tartışılması gereken asıl konu: konserlere o aptal cep telefonlarıyla girip zırt pırt mesaj çeken nevrotikler ,sözümona sessize alıp, İdil Biret sahnedeyken cırt diye cep telefonundan fotoğraf çeken hıyarlar, ota boka alkış tutup bir klasik konserin içine eden cahillerdir.
Dünyada hiçbir içki, klasik müzik atmosferini, o salak cep telefonlarından daha fazla bozmaz, merak etmeyin çocuklar.
Kaldı ki, sarayların korunmasından, tarihi eserlerin yıpranmasından filan ürküyorsanız, binlerce yıllık amfi tiyatrolarımıza arabesk kültürü getiren bakanlarımızı,arabalarıyla zart diye tarihi taşların ortasına park eden belediye başkanlarımızı, Michael Jackson’un Ereğli’ye geleceğini sandığı için o tarihi eserlere de eşek yüküyle ses düzeni kurup, milletin parasını çalan soyguncuları protesto etmelisiniz.
Çırağan Sarayı otel oluyor, orada her gece şampanyalar patlıyor.Swiss Otel için, Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesi gözden çıkartılıyor, sesiniz çıkmıyor, dünya çapında bir sanatçıya konser öncesi huzursuzluk yaratmaya mı aklınız eriyor? Tarihi mekanlara bu kadar duyarlıysanız, devlet erkanının saraydaki bir içkili yemeğini bassanıza sıkıysa! Böyle bir protesto planlarsanız, ben de size katılacağım, söz.
T.C Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ’ın öngörüsüyle Yıldız Sarayı’nı da tiyatroya açtılar.
Neredeyse yüz yıl sonra bu mekanda da tiyatro oynanacak. Tesadüfen ben de Tiyatro Kedi’nin “Figaro’nun Düğünü” adlı oyununda konuk oyuncu olarak sarayda oynuyorum.
Keşke, İdil Biret’i rahatsız edeceğinize, Yıldız Sarayı’ndaki tiyatroyu bassaydınız da, nasıl akıllı eylem yapılır anlatsaydım size!
Ha Figaro’nun Düğünü dedik de…
Yıllar önce, bir milletvekili, oğlunun düğün töreni için Atatürk Kültür Merkezi’nin tahsisini istemiş.
“Aman efendim ne münasebet” demiş müdür! Adam da sinirlenip , mecliste soruşturma açtırmış.
Gavurun Figaro’sunun düğünü için tahsis edilen Atatürk Kültür Merkezi’ni oğluma vermediler diye içerlemiş…
Şehir efsanesi değil, gerçekten olmuş. Kabul ediyorum fıkra gibi…
Kusura bakmayın ama sevgili Alperen kardeşlerim, sizin protestonuz da fıkra gibi olmuş.
Hele bir de protesto eylemine Uygur’lara desteği de karıştırmışsınız ya, fıkra kahramanına dönüşmüşsünüz. Bence, sadece İdil Biret’e değil, tankların önünde tek başına direnen Uygur kahraman Tursun Gül’e de ayıp ettiniz.
“Bravo çocuklar, fikirlerinize zerre kadar katılmam ama bu eylemde yanınızda olmak isterdim” diyebilmem için sanırım yeni bir protesto eylemine girişmeden önce Mozart’ın Türk Marşı’nı dinlemelisiniz!

Nedim Saban
12 Temmuz 2009

3 Temmuz 2009 Cuma

TRANSSEKSÜELLER SAHNEDE

TRANSSEKSÜELLER SAHNEDE


Dilruba Saatçi, “Fikriye ve Latife” adlı oyunda farklı bir oyunculuk üslubuyla dikkatimi çeken bir sanatçı arkadaşımdı. Sosyal konulara duyarlılığı o günlerde dikkatimi çekmişti.
Belgin Çelik ise, bir transseksüel aktivist. Onu hem çağrıcısı olduğum Çocuklar İçin Adalet Platformundan, hem transseksüeller için Lambda’da verdiği savaşta medya aracılığıyla tanıyordum. Ancak karşılıklı tanışmamız, onun buruk bir anına rastladı. Grup Opal isimli bir tiyatro topluluğunun oluşumuna öncülük etmişti Belgin. Transseksüellerden oluşan bu tiyatro topluluğunun ilk gösterisinin ardından , Belgin’in gay ve transseksüel hakları için savaşan Lambda’dan kopuşu aynı döneme denk geliyordu. Lambda İstanbul, azınlık haklarının sadece din ve etnik farklılık olduğunu sanan ve bugüne kadarki hükümetleri azınlık politikaları konusunda faşizan baskıcılıkla suçlayan yeni demokrat hükümetimizin kapatmaya uğraştığı derneğin ta kendisiydi. Hükümete karşı bir hukuk mücadelesi kazanmıştı Lamda’cılar , ancak bu kez de onların Türkiye’de ilk kez transseksüellerden oluşan bir tiyatro topluluğuna yeterince destek vermediği konuşuluyordu.
Gay hakları için savaşan Lamdba’nın transfobik olduğu düşünülemez tabi! Ancak bizim solcumuzun, bizim aydınımızın olsa olsa en fazla gay friendly olabileceği, ama yüzde yüz transfobik olduğu savını ortaya atıvereyim bari! Gay friendly, yani gay dostu vasfına sahip kişi olmaktan imtina etmeyen entelektüelimiz, “özgürlük başkalarının hakkını gasp etmemektir” battaniyesinin altına sarmalanarak, kimliğini gizleyen gay düşman olmamakta bir sakınca görmez. Ancak Taksim’de dayak yiyen transseksüelden, “haplanmıştır”, “üzerinde jilet vardır”, “fuhuş yapmasaydı” savıyla uzak durur. Transfobiktir bizim gay friendlilerimiz!
Bir hakemin peşinden Ayşe Arman’a 20.000 tane imza verirken, o hakemi mutlaka kimliğini açıklamaya mecbur ettiğini unutuvermiştir! Heteroseksüel erkeğe ya da kadına, eş seçimini “aileye saygı” nedeniyle sormayan ya da “erkekliğe saygı” nedeniyle habire soranlar, nedense üçüncü cinse kimlikleri konusunda sürekli baskı yaparlar.
Kimliğini açıkla!
Grup Opal’deki transseksüel dostlarımla buluştuğumda sanırım alt metinde, “aferin size, sanata yönelmişsiniz, bu yolla fuhuşun bataklığı kurutuluyor” ya da “herkes evinin önünü süpürse belediyelere gerek kalmaz” mesajını vermemi bekliyorlardı. Benden önce kendilerini ziyaret eden bazı gazeteciler , “neyle geçiniyorsunuz?” baskısı kurmuş onların üzerinde. Magazincilerin heteresoksüel sanat (!) kraliçelerine en fazla son sevgiliniz kim olarak sorulabilecekleri bir soru, Grup Opal’in sahne emekçisi transseksüeline hangi hakla fuhuş yapıyor musunuz şekline dönüşebiliyor?
Hakeme iş vermek için kimliğini açıklamasını şart koşan örümcek kafalı gay friendly toplum, transseksüele ekmek sağlamak için bu kez yatak odasının şifresini istiyor. Çünkü artık ona, kimliğini açıkla baskısı yapamayacak. Yarı aydın gay friendly trans halindeki seksüelin açıktaki seksüalitesiyle barışık değil ! Bu kez farklı bir yerden vuruyor. Sıkıysa yeni yetme film artizine sorsana ya da zımba makinesi gibi bakan dizi jönüne sorsa ya, magazin muhabiri son model arabasının kaynağını.

Dilruba Saatçi, Tevfik Başer’in senaryo yazım kursuna katıldığı zaman, derdinin sadece kendisine renkli bir senaryoda dişi bir rol yazarak, egosunu tatmin etmek olduğunu söyleyecek kadar açık sözlü! Rol arayışlarında transseksüellerin dünyasına girmiş ve birden bire kendisini Lamda’nın gacı toplantılarında bulmuş.
İlk toplantılar, transseksüellerin ona , onun da transseksüellerle bakışmasıyla geçmiş. Bir tür kimlik yarışı yani! Zamanla, “ayna ayna söyle bana kim daha güzel” türü bakışmaların gerçek nedeni ortaya çıkmış. Belgin ve diğer aktivistler, Dilruba’ya bugüne kadar toplantıları gerek yurtiçi, gerek yurtdışından ziyaret eden herkesin onları bir denek olarak kullandığını, sonra unutup gittiğini söyleyince, Dilruba bu kez senaryoyu unutmuş, kızlarla tiyatro kurslarına başlamış.
Böyle doğmuş Grup Opal. 6 kişi, Shylock’tan Hırçın Kız!a kadar farklı farklı tiradlara hayat vermişler.
Aslında hepsinin içinde sanat aşkı varmış. Didem Soylu, güzel sanatlar dalında akademi sınavlarının birinci aşamasını üstün dereceyle kazanmış. Her nedense(!) ikinci aşamada, takılmış kalmış. Didem kendisini tanıtırken, Grup Opal İstanbul doğumlu 1 yaşında bir yaşında olduğunu söylüyor. Seyhan Arman, ilk gençliğinde Adana’da tiyatro kurslarına gitmiş. Ancak İstanbul’da ameliyat olduktan sonra, yeni kimliğiyle, hangi sahnede, hangi rolde oynaması gerektiğini bilememiş. Gülden Ünlü, ses yarışmasında birinci olmuş çocukken. Babasına, “ben sanatçı olacağım” dediğinde, babası ondaki eğilimin farkına varmış olmalı ki, babası onu artist martist olmak diye aşağılayarak, eve kapatmış. Evden kaçıp İstanbul’a geldiğinde, ailesi yıllar sonra kabullenmiş kimliğini ! 2009’da anne, babası oyunda seslendirdiği şarkıları en önden izleyince, “bu kadar yıl sana ne yaptığını sorduğumuz için özür dileriz, gerçekten sanatla uğraşıyormuşsun” diyerek özür dilemişler Gülden’den! Gül Tekcan ise, 55 yaşlarında tiyatroyla tanışmaktan gurur duyuyor.
Transseksüellerle tiyatro yapmak için kendine yazdığı transseksüel rolünden ödün veren Dilruba, sahneye dört yeni yetenek kazandırmış. Oyunda kadın rolü oynuyorlar , ancak bundan böyle sanat alanındaki tüm transseksüel rollerine talipler. Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki transseksüel tiplemelerinin içini boş bulmuşlar. Bu rolü oynayan Cemal Toktaş’ın medyada, filmdeki diğer oyuncular kadar ön plana çıkartılmadığının çok iyi farkındalar. Hatta, filmden sonraki “bir daha bana kimse transseksüel oynatamaz. Tüm psikolojim bozuldu” gibi transfobik açıklamalarıyla Lamda’nın hormonlu domates ödüllerine aday gösterdiği oyuncunun aslında gay friendly olduğunu, sadece ataerkil toplumda yeni roller peşinde olmak için özellikle böyle açıklamalar yaptığını düşünüyorlar. Seyhan, küçük bir rol aldığı “Güneşi Gördüm “ filminin galasında rezalet çıkartsa, açık giyinse, yani toplumun transseksüellerden beklediği davranışlar içinde olsa, manşet olacağını ama bunları yapmadığı için haber bile olmadığını düşünüyor!
Oynadıkları oyunda da toplumun transseksüel söylemlerinden beklentilerini boşa çıkarttıkları ve kendi deyimleriyle yüksek sanat yaptıkları için medya maydanozu olamayacaklarını iddia ediyorlar! Bu yönleriyle aktivist transseksüel stand up sanatçısı Esmeray’ın bugüne kadar yaptıklarının üzerine de yeni bir taş eklediklerini düşünüyorlar. Esmeray’ın oyunlarında konu ettiği tecavüz, dayak ve ayrımcılık öykülerinin yerine Kurt Weil’in müzikleri, Bertolt Brecht’in tiradları ve John Gay’in Dilenciler Opera’sının metninden oluşturdukları metinde Yılmaz Onay’ın özenli diliyle anlattıkları yer altı dünyasını sunmuşlar izleyiciye. Kanımca, transfobik toplumumuzun Esmeray’ın pop kültürü ile de Grup Opal’in kabaresiyle de harmanlanarak, yüzüne yeni bir ayna tutmasın da ve sivilcelerini bu aynadan görmesinde yarar var.
Dilruba Saatçi, transseksüellerle bir yıla yakın devam eden çalışması sırasında bir gün kızlara opera dinletmiş. Ünlü Alman tenorları ve sopranolarını önceleri yadırgamış Grup Opal üyeleri. “Tanımadığınız şeyi sevemezsiniz ” demiş Dilruba! Sevmek için önce tanımak gerek.
Onlar o güzel aryaları tanımış olmalılar ki, muhteşem öykülerini dinlemek için kapıdan içeri girdiğimde beni opera eşliğinde karşıladılar.
Ben onları tanımış olmalıyım ki, çok sevdim.
Peki, oyunlarını oynadıkları Süzer Plaza binasını sırf Gökkafes olduğu için red eden yani binaya küsen, burada Tiyatro Maan’ın yaptığı olağanüstü çalışmaları bile görmezden gelen aktivistlerin olduğuna inanabiliyor musunuz? Ayça Damgacı ile Panter Emel,Grup Opal hatırına girmiş binaya! Işık Yenersu, Barbaros Şansal ise, onları koşulsuz olarak sevenler arasında.
Bu tiyatro yolculuğunu yarıda bırakanlar da var. Örneğin Deniz! Kimliği belirsiz kişiler tarafından korkunç şekilde dövülen, ölümden dönen bir transseksüel aktivist. Hortum Süleyman’ları besleyen, Münevver’in katilini bulamayan emniyet amirlerinin bağlı olduğu valilik makamından ısrarla destek isteyen Grup Opal’ı oportünist bulmuş.Ancak oyunculuk aşkı ve hevesi kursağında kalmış Deniz’in . Dilruba Saatçi sayesinde onun da anlatacak bir öyküsü var artık.
Dilruba bir rol feda etti bu kızlar için. Bir yaşam alanı açtı onlara.
Bense bir öykü çıkarttım. İnanır mısınız bu yazıyı yazarken, Lambda’nın gacı toplantılarından malzeme çıkarttıktan sonra ortadan yok olan malzeme hırsızlarını düşündüm. Ya onlardan birine dönüşürsem bir gün? Gözümün önünde bir insanı öldürürlerken, bir filmde oynamak, bir yazı yazmak, alkış toplamak uğruna bir insanın dövülmesine razı gelebilir miyim diye düşündüm.
Önce insan mı olmalıyım, sanatçı mı?
Acaba Dilruba gibi bir senaryo çöpe atacak ve mesleğime dört tane pırıl pırıl insan kazandıracak kadar cesur olabilir miyim günün birinde?

Bu yazı 1 Temmuz 2009 tarihinde Milliyet Sanat Dergisi'nde yayınlanmıştır.

30 Haziran 2009 Salı

BABALAR VE OĞULLARI

Yıllar önce, Dr. Stress adlı televizyon programının sunuculuğunu yaparken, "Babalar ve Oğullar" adlı bir program sunmayı tasarlamıştım.Çetin Altan, Mehmet ve Ahmet Altan kardeşler bir araya gelseler, ve Turgenyev'in romanında olduğu gibi, memleket meselelerini tartışsalar, fakat asıl mesele "oğlum ben bunu sana böyle öğretmedim", "oğlum bak ben solcu bir milletvekiliyken o yumruğu, senin yıllar sonra böyle olman için yemedim" olsa fena mı olurdu?

Bu uğurda Çetin Altan'ı Feneryolu civarlarındaki evinde ikna turuna çıktım. İster misin o gün elektrikler kesilsin!
( Bugünün Ahmet'i, o elektrikleri askerlerin kestiğini sanacak kadar sığ bir bilimsel çıkarım gücüne sahip ne yazık ki.)
O zaman da, bende bugünden fazla olarak 30 kilo var. Marş marş diyerek, Altan’lar uğruna 14, 15 kat merdiven çıktım.

Dünkü (29 Haziran) Akşam Gazetesi'nde Oray Eğin'in Altan ailesini inceleyen muhteşem yazısı beni Babalar ve Oğullar konusunda taraf olmaya tetikledi.

“Neyin mücadelesini vermişler, neye direnmişler, neyi feda etmişler ki?Babası 12 Mart'a alkış tutmuş, oğlu 12 Eylül olur olmaz solcu geçmişine küfretmiş ve Özal'a yaranmış. Cumhurbaşkanı'nı ayakta alkışlayan, iktidar sofrasında kadeh tokuşturan onlar. Hangi demokrasi mücadelesinden bahsediyorsunuz, tek amaçları ceplerini doldurmak ve kendilerine rant sağlamaktı.En büyük özellikleri ise ne modaysa onun peşinden gitmek...Önce solculara küfretmek, sonra Özalcılık, sonra dönemin modasına uygun olarak Kürtçülük, şimdi Fethullahçılık ve Siyasal İslamcılık... Bugün Türkiye'de gerçek bir darbe havası olsa, asker de gerçekten darbe yapmaya niyetli olsa, kamuoyunda bir darbe beklentisi olsa baba-abi-kardeş-torun-damat hep bir ağızdan en büyük darbeci olurlardı. Babasının 12 Mart'ta yaptığı gibi darbeye alkış tutarlar, askeri müdahalenin öneminden bahsederlerdi...Ama şimdi moda askere vurmak, onlar da modaya uyuyor...”
http://www.aksam.com.tr/2009/06/30/yazar/13322/oray_egin/entelektuel_ikoncan.html
Önce biraz Turgenyev.!. Gerçi Taraf'ta Murat Belge, Ferhat Uludere, Mehmet Güreli, Pakize Barışta gibi ustaların yanında bana edebiyat tahlili yapmak düşmez ama Turgenyev, Pavel Petroviç kahramanını boşu boşuna da Feneryolu'nda ondördüncü kata çıkartmaz değil mi? Bir klasiğin klasik olmasının nedeni, karakterlerinin her çağa, her çağdaşa hitap etmeleridir. Bu laf üzerine sakın ola ki dönekler, her çağa her çağdaşa hitap ederek, klasik olabileceklerinin çıkarımını yapmasınlar. Oray Eğin, son derece güzel özetlemiş Babalar ve Oğullarının , artık kelimenin wikipedia manasıyla klasikleşmiş dönekliklerini.
"Askerin gelmesini, hükümeti devirmesini alkışlamıştı Çetin Altan kendi darbe günlüklerinde...O yüzden şimdi hiç kimse kalkıp da Altan ailesinin darbeye karşı aldığı tavırları falan anlatmasın. Neyin mücadelesini vermişler, neye direnmişler, neyi feda etmişler ki?Babası 12 Mart'a alkış tutmuş, oğlu 12 Eylül olur olmaz solcu geçmişine küfretmiş ve Özal'a yaranmış. Cumhurbaşkanı'nı ayakta alkışlayan, iktidar sofrasında kadeh tokuşturan onlar. Hangi demokrasi mücadelesinden bahsediyorsunuz, tek amaçları ceplerini doldurmak ve kendilerine rant sağlamaktı.En büyük özellikleri ise ne modaysa onun peşinden gitmek...Önce solculara küfretmek, sonra Özalcılık, sonra dönemin modasına uygun olarak Kürtçülük, şimdi Fethullahçılık ve Siyasal İslamcılık... Bugün Türkiye'de gerçek bir darbe havası olsa, asker de gerçekten darbe yapmaya niyetli olsa, kamuoyunda bir darbe beklentisi olsa baba-abi-kardeş-torun-damat hep bir ağızdan en büyük darbeci olurlardı. Babasının 12 Mart'ta yaptığı gibi darbeye alkış tutarlar, askeri müdahalenin öneminden bahsederlerdi...Ama şimdi moda askere vurmak, onlar da modaya uyuyor..."

PAVEL PETROVİÇ: Sınıf ayrılıkları ve törelere inanan, kendini soylu sayan ; bir zamanlar Rus ordusunda da görev yapmış ve ileride Rusaya yönetimine geçecek biri olarak bakılırken bir anda kendini kardeşinin yanında; çiftlikte ömrünü geçirirken bulmuş biridir.NİKOLAY PETROVİÇ: Çiftlik yönetmekle uğraşan , her şeyi oğlu için yapan bir kahramandır.Katya ile evlenmekten çekinen fakat abisinin ve oğlunun desteğini aldıktan sonra o da törelerin zamanla değiştiğine inanarak onunla evlenen böylelikle kitapta yazarın betimlemek istediği kahramandır.

Bir an için Ahmet Altan'ın Pavel Petroviç, Çetin Altan'ın Nikolay Petroviç, çiftliğin de Feneryolunun o tarafları olduğunu düşünün.
Pavel'in Rus ordusunda görev yapmış olması , baba Nikolay'ın da Katya ile evlenme istemi dışında öykü neredeyse birebir tutuyor!
Koskoca Çetin Altan'ın, o zamanlar Dr.Stress'te stres atmaktan niçin korktuğunu şimdi daha iyi anlıyorum! Belli ki, Pavel Petroviç'in saçmasapan konuşmasından ürkmüş. Entellektüel bir baba için ne ürkünç bir şey değil mi?

80’ler….
Önce devrimcilerle alay etti Ahmet Altan. Yalçın Küçük'ün deyimiyle yazdığı küfür romanlarında, kendilerini doğru ya da yanlış, ama bir ideale adayanlara küfrederek, entellektüel elitistliğe soyundu. Robert Lisesi'nde öğrenciyken yazar tarafından katıldığı bir edebiyat söyleşisinde kendisini döneklikle suçladığım zaman, öğretmenlerimin gözünün içine bakarak beni nasıl da Kenan Paşa'sının Milli Eğitim'inin kanatlarına terk ederek, arkasına bakmadan kaçıvermişti. (Oysa şu sıralar bir panelde, ben konuşmacı olarak, soru soranı düzenle karşı karşıya getirebilecek bir soruyla muhatap olduğum zaman en önce soru soran öğrenciyi koruyorum)

90’lar….
Ahmet’in romantizm döneminin başladığı yıllar. Ucuz kağıtlara basılmış milyonlarca romanla kadınların gönlünü çeldi. Aşkı tarif etti. Bu dönemde onun küfür romanlarında alay ettiği solcuların bir bölümü işkencede ölmüş, bir bölümü ise reklamcı olarak doğru yolu (!) bulmuştu. Gençler aşk, sevgi,
vav, cız, öpücük diyerek, Evren Paşalarının hapislerinde çürümüş ve Ahmet paşalarının bile alay konusu olmuş ağabeyileri gibi olmamak için doğru yola kayıyorlardı. Globalizasyonu Bayburt’ta tenis kortu açmak “, Altan ailesinin şiar edindiği “Türklerin mesleği yoktur” sözünü “para kazanmayan kişinin mesleği olmaz” sanan gençler, depolitize olmuşlar, Ahmet Altan ağabeyileri de bu depolitizasyon modasını sonuna kadar kullanarak, onlara aşk edebiyatı satıp, milyonlarca baskıya ulaşmıştı.

2000’ler…
Ahmet Altan, Orhan Pamuk olamadı.
Çetin Altan, Yaşar Kemal olamadı.
Bu parlak zekalardan beklenen uluslararası başarılar, Pavel ile Nikolay’ın ondördüncü katında duvardan duvara halılar arasında kalan sığ sohbetlere dönüştü.
Çetin Altan için gazete değiştiren okuyucular , ne yazık ki üstadın artık hangi gazetede bile yazdığını hatırlayamaz oldular.
Yazılarından dolayı 300 kez mahkemeye gitme onuru taşıyan yazar, olsa olsa apartman yöneticisiyle ihtilafından dolayı mahkemeye çağrılır hale geldi.

2010’lar…
Önce entelektüelleri taraf olmaya çağırdılar. Sonra, yukarıda adını saydığım kültür alanında değerli ve bana hitap eden Neşe Düzel, Alper Görmüş, Rasim Ozan Kütahyalı, Halil Berktay gibi güçlü kalemlere sığınarak hem yazılı basının en donanımlı sanat eklerinden birini çıkardılar, hem de entelektüelleri gazetelerine bağlamak için çeşitli tuzaklara başvurdular. Bu yolla gazetelerindeki bazı taraflı köşe yazarlarının Cumhuriyet eskidi, Kemalizm ideoloji değildir, Atatürkçülük demode oldu, Militarizm kötüdür gibi, özünde tartışmaya açık ama tartışan kişinin sözünde tartışmaya değmeyecek konuları, donanımlı kültür ve sanat ekinin yanında promosyon olarak kokozladılar.

Karısına bok yediren bir yazara sayfa açtılar, kendi kadın yazarlarını “pavyondaki namuslu kadın” ahlakı söylemleriyle aşağıladılar…. Kadının özgürlüğüne evet diyerek türbana yeşil ışık yaktılar ama aynı sayfalarda, ataerkil genleriyle öyle bir kadın düşmanlığı pompaladılar ki,anlayan beri gelsin! Sözümona dertleri mazlumun yanında olmaktı ama kadını aşağılayarak, aslında türbanın yanında da olamayacaklarını , kadının bedenini pavyon malzemesiyle eşdeğerde gören eskimiş solcu değerlerini kusarak, sadece tiraj uğruna ve babalarını mutlu etmek uğruna çalıştıklarını net bir biçimde ortaya koydular.

Azınlık hakları, Kürt hakları, Ermeni konusu için mücadeleleri ise, sadece statükonun değerleri, hükümetlerinin politikalarıyla sınırlı. Taraf olması gereken gazetede; örneğin Radikal 2’de ya da Birgün’de okuduğunuz kadar bağımsız bir yazı okudunuz mu bugüne kadar?

Yine kendimden örnek vereyim… Etnik kökenimden dolayı bir magazincinin , 2010 Türkiye’sine yaraşmayan yazısına maruz kaldığımda, benimle tam üç saat röportaj yaptılar, ama asıl babalarından onay alamamış olacaklar ki, röportajı yayınlama cesaretini gösteremediler. (Belki tarafçılıkları tutar, bu yazıyı yayınlarlar, o zaman insanlara bok yediren yazarlarının kokteylinden bir tadımlık alırım vallahi)

Askere küfür etmeyi biliyorlar ama 12 Eylül’de solcuları, Kenan Paşa’yı mitleştirerek aşağılamayı, 12 Mart’ı alkışlamayı biliyorlar!

Gazetenizin değirmenin suyu nereden geliyor denildiği zaman, “batıyoruz” söylemlerine sığındılar.. Ondan sonra nedense mucizevi birileri ortaya çıktı, sermaye sağladı da, onları bir dakikada tüm maddi sıkıntılarından kurtardı! Yahu, bu mucizevi kişi niçin çıkıp da fakir yurdum insanının fikir üreticisine sahip çıkmaz, tesadüfen tarafı beslemeyi seçer? Hiçbir gazetenin batmasını istemeyiz tabi, ama bu millet her kazandığı savaşın faturasını kanıyla, canıyla, dişiyle, tırnağıyla ödemişken,
Durup dururken türeyen taraflı sermayeye inanmakta da azıcık güçlük çekeriz doğrusu!

Hadi Turgenyev’e dönelim. Babalarımızın nerede öldüğünü, niçin öldüğünü, neyin umruna öldüğünü, nasıl öldürüldüğünü, defalarca ve tekrar tekrar niçin can verdiğini, oğullarımızın nerelerde niçin, nasıl, gerekirse yoksullukla, gerekirse yoksun ve yalnız olarak ne zaman öleceğini çok iyi biliyoruz.

Bugün Atatürkçülük söylemini boş, demode ve sizin tarafta bulamayabilir, yazar son paragrafa kadar
iyi götürmüş, son paragrafta gereksizce hamaset, lüzumsuzca taraflılık, anlamsızca çığırtkanlık yapmış diyebilirsiniz.

Bu konuyu babalarınızla tartışınız. Babalarınızın uygun gördüğü cezayı kesiniz, kestiriniz.
Biz de oğullarımızla, mazlumu koruma ve aydının tarafında olma konusunda samimi olmadığınız konusunu sonuna kadar tartışırız.

15 Haziran 2009 Pazartesi

BENİM BABAM BİR KAHRAMANDI

… Sabahattin Ali, Abdi İpekçi, Ümit Kaftancıoğlu,
Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter,
Uğur Mumcu, Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı,
Cavit Orhan Tütengil, Doğan Öz, Bedri Karafakioğlu,
Bedrettin Çömert, Cevat Yurdakul, Nesimi Çimen,
Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin, Sevinç Özgüner,
Behçet Aysan, Necip Haplemitoğlu, Aziz Nesin,
Kemal Türkler, İlhan Erdost, Ümit Doğanay,
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Metin Altıok,
Onat Kutlar, Asım Bezirci, Asaf Koçak,
Ahmet Kaya, Hrant Dink,
Ve Diğerleri…

Yakın tarihimiz temelde bağımsızlık ve uygarlık adına emek verenlerin tırpan gibi biçildiği bir kanlı süreçtir. Dünden bu güne gelindiğinde çağdaşlık ve aydınlık yolunda yitirdiğimiz aydınlarımızın unutulmaya yüz tutmuş olmasını içimize sindiremiyoruz. Ülkesini ve halkını seven bu “gerçek” insanların, düşüncelerinin şiddet yolu ile sindirilmesini, yok edilmeye çalışılmasını kınıyor ve bunun çıkar yol olmadığını gururla haykırıyoruz. Ama bu aydınların düşünceleri yüzünden kurşunlara ve bombalara hedef olduğu gerçeğini maalesef değiştiremeyiz. Başka bir ülke yoktur onlarca aydınını kurşunlara hedef etmiş ve bu denli yönetenlerce sahiplenilmemiş olsun.

Düşüncenin özgürce ifade edilebileceği bir ülke arayışını dün aydınlarımız, bugün de biz sürdüyoruz. Düşüncelerinin bedelini canlarıyla ödeyen bu aydınlarımızın acılarının sadece ailelerinin değil, tüm toplumun olduğunu belirtmek istiyoruz.

Türkiye’de bir ilk olan bu etkinlikte, yakın tarihimizde katledilen tüm aydınlarımızı çocukları ve aileleriyle beraber babalar gününde anacağız Onlar yalnızca aileleri için değil, sosyal işlevleri ve uğrunda savaştıkları ilkeler ile onları yok eden bilinçli odakların bilinçsiz maşalarının da geleceği için bir umut idi. Bunun bilincine varan tüm insanların, düşünce farklılıklarına kanıtlanabilir düşünce ile yanıt vereceği, şiddetin her türlüsünün reddedileceği bir toplum kurma yolunda bizimle birlikte yürümesi gerektiğini biliyor ve davet ediyoruz.

Anneler Günü'nün annesi ölen minik bir kızın gözyaşı için değil, 41 yaşındaki Anna Jarvis adlı bir hanımın bir tekstil tüccarı ve köyün klisesinin desteğini alarak ortaya çıktığını biliyor muydunuz? Babalar Günü ise, özellikle bu yıl sigara yasağına rağmen kira indirimi yapmamakta direnen pekçok alışveriş merkezi için paha biçilmez bir fırsat olacak!

Ben bu babalar gününde, güneydoğuda polise taş attıkları için onlarca yıl hapis cezasına çarptırılan ve erişkinlerle aynı koğuşlarda yatan çocuklar için gözyaşı döküyorum.

Onlar, babalarına, belki de daha on yıl boyunca sarılamayacaklar demek, şiirselliğin en ucuz klişesine sığınmak olmalı.Peki hapisteki çocukların babaları için ağlamayı denemek?Bir babanın "baba" sözcüğünü yeterince duyamadan ölüp gitmesi?

İnsan niçin çalışır, niçin yaşar?

Şiirselliğin en ucuz klişesine sığınırsak, çocuğu için tabi!

Peki niçin ölür?

Şiirselliğin en ucuz klişesine sığınırsak, niçin öldüğümüzü bilemeyiz tabi. ( O tanrı ile bizim aramızdaymış)

Ama bu dünyada çocuğumuz için yaşama hakkımızı elimizden alanlar, öldürdükleri zaman da bizi niçin öldürdüklerini gizliyorlarsa , işte o zaman ağlamak gerek bu güzel toprakların babaları için.

21 Haziran Pazar 19.30'da, Babalar Günü'nde, Esenyurt Rıfat Ilgaz Açıkhava Tiyatrosu'nda çok önemli bir etkinliğe imza atılacak.
Babalarına bu dünyada yaşama hakkı verilmeyen çocuklar "benim babam bir kahramandı" diyecekler!

Bertolt Brecht, kahramanlara ihtiyacı olan ülkeye yazıklar olsun demişti Galileo Galilei oyununda.

Bu durumda, Biz ne kadar yüce (!) bir ülkeymişiz ki bu kahramanlara ihtiyaç duymamışız. Öldürmüşüz onları! Öldürtmüşüz! Öldürülmelerine göz yummuşuz, sessiz kalmışız. Öldürenlerin aramızda dolaşmalarına alkış tutmuşuz.

Ben bu babalar gününde, çocukları için yaşama hakları bile fazla görülen ve neden öldüklerini bilmeyen o babalardan özür diliyorum. Utanıyorum o güzel gözlü babalardan. Utanıyorum o nur yüzlü insanlardan.

Aydınlarının ışığından yararlanmak yerine onları kahraman yaparak ölüme terk eden, ölümüne terk eden, aydınlarının ölümünü izleyerek kendi geleceğinin kararmasına göz yuman, geleceğinin ölümüne izin veren çağdaşlarımdan, çocuklarını yetiştirmek, büyütmek yerine onları öksüz bırakan, onları bir kahramanın evladı ilan ederek mutsuz bırakan, onları mahkum ilan ederek cezaevine sürükleyen çağdaşlarımdan utanıyorum.

Ne olurdu engizisyon çağında yaşasaydım! Brecht'in Galilei'sinin yanıbaşında yaşasaydım keşke, o karanlık çağda! Galileo Galilei ne derse desin, dönmeyen bir dünyada yaşasaydım keşke!

Not: Geçenlerde Metin Altıok'un ardından "Bir Solcu İçin Ağlamak" diye bir yazı yazdım. Yazıda, ateşle oynayan ve elini kolunu sallaya sallaya dolaşan bir faşistin, Altıok'un ardından ağlarken neler hisettiğini ve sanal dünyada ozandan özür dilediğini ironik bir dille dillendirmeye çalıştım. Yazıyı zaplayan bazı kişiler hiç anlamamış. Yazının kahramanı ve yazar gözünün, yani ateşle oynayan kahramanın Nedim Saban olduğunu düşünecek kadar saçmalamışlar.Bunların arasında, aklı selim insanlar da var. Hakikaten dönmeyen, düz, boyutsuz bir dünyada yaşıyoruz galiba! Anlamayanlar için morg alfabesine çeviren Zeynep Altıok'a teşekkürler. Yazının aslı hacklenmediyse nedimsaban.blogspot.com'da okunabilir.

8 Haziran 2009 Pazartesi

ORHAN ALKAYA GÖREVDEN ALINDI

ALACAKARANLIK KUŞAĞI VE ÖZERK TİYATRO


29 Mayıs Cuma günü, İstanbul halkı, İstanbul’un fethini kutladığı sıralarda, tiyatroseverler İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda 17 aylık alacakaranlık kuşağı sona ererek, kurumun yeni bir kadın genel sanat yönetmenine kavuşmasını kutluyorlardı! Üstelik bu genel sanat yönetmeni bu kez okuma yazma bilen, bu kez yüksek öğrenim sahibi, bu kez iki yabancı dil bilen, bu kez konservatuar mezunu, bu kez sanatsal yeterliliği salt sanat dünyasında değil, idari makamlarda da tartışılmayacak, reji alanında ödüller almış Ayşenil Şamlıoğlu’ydu! 31 Mayıs günü de tiyatroseverler, bu kez Tiyatro Oyuncuları Derneği Başkanı Ulvi Alacakaptan’ın alaşağı edilmesi üzerine havalara uçtular, İstanbul’u yeniden fethettiler.

Gerek Al acakaptan, gerek Al kaya, aslında vizyonları geniş kişilerdi. Çok kritik bir dönemde, çok önemli koltuklarda oturdular. Ancak bilgilerini, donanımlarını sanat ve sanatçı için değil, koltuklarını sağlamlaştırmak için kullandılar. “İktidar için her yol mübahtır” diye düşündüler ancak iktidarlarını sağlamlaştırmak uğruna kullandıkları silahlar, onlara geri döndüğünde “demokrasi havariliğine” soyundular. Türk Tiyatrosu’nun sorunlarını, ülkenin sorunlarından ayrıştırmak tabi ki, düşünülemez. Demokrasinin değerini ona sahip olduğumuz bilmek gerekir. Demokrasiyi yitirdiğimiz zaman, demokrasi özlemi çekeceğimiz aşikardır. Alkaya’nın deyimiyle keskin bir virajdan döndüğümüz günlerde, bu stratejik noktalarda oturan kişilere mercek tutmak her aydının vicdan borcu, her tiyatrocunun sorumluluğudur.
Bu sorumluluk duygumla, onlara demokrasinin verdiği hakları, baskıcı bir rejime çeviren alacakaranlık kuşağı karakterlerinin zamanında bulundukları makamlarda demokrasi kültürü, sanatın özerkliği, sanatçının özgürlüğü, özgür üretimine hiçbir katkıda bulunmadıklarının altını kalın çizgilerle çizmek isterim.

Alkaya, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun yıktırıldığı , ülkenin üzerinde sansür tehlikesinin hortladığı (Darwin yasak, karikatür çizmek problem, üniversitelerde düşünce özgürlüğü darbe almış, medyada yazarlar taraflandırılmış), tayinlerin, atamaların, kadrolaşmaların her alanda politize edildiği bir dönemde Şehir Tiyatroları gibi köklü bir kuruma, Alacakaptan ise oyuncuların setlerde 24 saat köle gibi çalıştırıldığı, set çıkışlarında işçilerin yorgunluktan trafik kazalarına kurban gittiği , oyuncuların sendikal haklar için örgütlenmeye çalıştıkları, politizasyon ve örgütlenme ihtiyacı duydukları, Yaman Tarcan’ların işsizlikten intihar ettiği bir dönemde Tiyatro Oyuncuları Derneği gibi önemli bir sivil toplum örgütünün başına geçmişti.

Soyadlarındaki al takısını, kısa zamanda al acakaranlık kuşağına çeviren ve koltuk kavgası uğruna, sanatla politikayı birbirine karıştıran, politik ilişkileri mübah sayan alacakaranlık kuşağının iki kadim dostu, alaşağı edildi, ancak bu kez her nedense, herkese, her keseye gerekli olan demokrasinin cilvelerine başvurmaya çalıştılar.

Alacakaptan soluğu noterde alarak, kendisinin alaşağı edildiği görev değişiminin yasal olmadığını , Amerikanın parmağının (!) işe karıştığını ve alaşağı edildiği günde elektriklerin kesildiğini (!) söyledi.Alkaya ise, tiyatroda özerklik söylemlerine başvurarak, demokrat tiyatro eleştirmenlerine bile arkasından ağıt söyletmeyi başardı. 2006 yılından bu yana özerklik söyleminin içinde olan ve bu konuda parmağını kıpırdatmayan Alkaya’nın, koltuğu kaybettikten sonra özerklik havariliği yapmasını samimi bulmuyorum! Koltuğu işgal etmek için İstanbul Belediye Başkanı ile bir Ramazan Günü, Sultanahmet’te gizli gizli buluşan, o zamanın çiçeği burnundaki sadrazamı, bugünün devrik sultanlığını bir antidemokratik sürgün hikayesine dönüştürerek, yeni bir öykü kahramanına dönüşmek istiyor olabilir! Ancak, bu yazıyı okuyanlar, tarihte alacakaranlık kuşağından aydınlığa geçmenin pek kolay olmadığını bilmelidirler. Alkaya, belki Cumhuriyet ya da Birgün gibi saygın gazeteler aracılığıyla bilgi kirliliği yaratmak peşinde olabilir, ancak kendisi tarihe karşı sorumludur. Kaldı ki, Şehir Tiyatroları üzerinde oyunlar oynadığını iddia ettiği Kenan Işık’ın, ışık saçıp saçmadığı tabi ki tartışılır. Ama Kenan Işık’ı, alacakaranlık kuşağına çeken, başkana sanat danışmanı olarak öneren kişi Orhan Alkaya’nın kendisidir! Başkası değil!

Şehir Tiyatrolarının 2005 yılında Belediye’nin katma bütçesinden çıkartılarak, genel bütçeye geçirilmesi sonucunda, tiyatro yönetiminin eli kolu her anlamda bağlanmıştı. Belediyenin genel bütçesiyle hiç uyuşamayan niteliklere sahip olan sanat kurumunda, sözgelimi bir peruk alımı, oje alımı, şampanya alımı gibi kalemler genel bütçede tanımlanmadığı için, bir oyuna aksesuar almak, belediyeye 300 tane çöp kamyonu almaktan daha zor hale gelmişti. Öyle ya, belediyeye bağlı başka hangi kuruma oje ya da şampanya alınırdı? Bu dönemde Mazlum Kiper genel sanat yönetmeniydi. Gala davetiyelerinde bile sanatçılar mazlum olmuştu! Artık oyunların galalarında, çok gerekliymiş gibi, tiyatro müdürünün de imzası vardı.

Kiper’den Nurullah Tuncer’e geçen genel sanat yönetmenliği sırasında, sıkı muhalif Alkaya, yönetim kuruluna oy çokluğuyla tiyatroyu özerkleştirmek üzere görevlendirilmişti. Üç adet farklı yönetmelik üzerine çalışmalar yapıldı. Ancak belediye, (d) hiçbiri maddesini seçti. Belli ki, özerk tiyatro istenmiyordu. Yönetim kurulu kararları alındı, tiyatronun içinden yetkin ve duyarlı isimler toplantılar yaptılar. İçişleri Bakanlığı ve Başbakanlığa, özerk tiyatroyla ilgili talepler iletildi.

Özerk bir tiyatroyu kim istemez?

Ancak Alkaya’yı atarken başkana bağlı, görevden alırken özerk bir kurum henüz yaratılmadı!

Bir ülke düşünün ki, genel sanat yönetmenleri, mezarlıklar müdürleri gibi, tayinle göreve geliyor, birkaç ay sonra belediyenin danışmanıyla bozuşuyorlar, görevden alınıyorlar. Bu durumu kim ister?

Özerk tiyatro çalışmaları sırasında arkadaşlarının haklarına sahip çıkması beklenen demokrat Alkaya, belki de Şehir Tiyatrosu’nu kurtarabilirdi. Ancak, muhalefette direnerek çözüm üretmek yerine, iktidarın çarkına elendi. Belediye Başkanı’na, Şehir Tiyatroları’nda özerklik için yürütülen onurlu mücadeleyi aktarmak yerine, sanırım ki, yanlışlıkla Sultanahmet Meydanı’nın özelliklerini anlattı. Şehir Tiyatroları gibi bir kalabalık bir kurumda oy farkıyla yönetici olmak ne demek? Aklaya, arkadaşlarının bu güvenini, onurlu bir biçimde taşımak yerine, iktidara oynadı.

Ardından Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun yıkılması gündeme geldi. Tiyatroda yine saygın sanatçılardan oluşan 35 kişilik bir komisyon sadece iki toplantı yapmıştı ki, tiyatronun yıkılması durumunda buldozerlerin altına yatacağını söyleyen Alkaya, belediye tarafından (!) genel sanat yönetmeni olarak atandı.

Ustalarının adını taşıyan tiyatro yıkılırken özerkliği filan unutan, en son 27 Mart 2008 Atatürk Kültür Merkezi’nde görülüp, o günden bu yana ortadan kaybolan, setlerde işçiler ölürken, 18 Mayıs’ta farklı düşüncelere ait yüzlerce kişi yürürken telefonları kapalı olan İSTİŞAN ( İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçıları Derneği) ‘nın sesi soluğu çıkmadı.
Orhan Alkaya, asaleten atanmış genel sanat yönetmeni Nurullah Tuncer’i koltuğundan indirirken ve 17 aylık genel sanat yönetmenliğinin 16.5 ayını halen geri dönme süreci mahkemede devam eden Nurullah Tuncer’in kadrosuyla uğraşmakla geçirirken, İŞTİSAN özerk tiyatroyu unutmuştu. En son, 15 yıl önce Gencay Gürün’ü koltuktan indirme konusunda faal olan İŞTİSAN’ın özerklikle ilgili yayınladığı son bildiriyi bu nedenle inandırıcı bulmadım. Bu derneğin genel kurulunda yedek üye seçecek kadar bile sayıda üyesi olmadığını biliyorum, ancak ben niceliği değil, tiyatro alanındaki saygın adlarını yani niteliklerini önemsediğim için, İŞTİSAN üyelerini, acilen gerçekçi memleket meseleleriyle uğraşmaya davet ediyorum.


Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu kuşkusuz daha iyisinin yapılması için yıkılmıştır. Ancak iyiniyetli başkan Kadir Topbaş, “tiyatrolar sadece alkıştan yıkılsın” rozeti taktığı halde, sihirli bir rantiyenin eli, tiyatroyu talan etti. Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun tarihi aksesuarları çöpe atıldı, Türk Tiyatrosu’nun tarihi gözler önünde yok edildi. Şehir Tiyatrosu’nun genel belediye bütçesine geçmesiyle bir perukanın ne kadar zor alındığını bilenler, Bedia Muvahhit’in elbiseleri, perukları yok edilirken neredeydiler?

Başkanı bile aşan o sihirli güç, 9300 metrekarelik bir tiyatro sözü vermişti ve fakat amma ve lakin, bugüne kadar hiç kimse, birkaç ay sonra açılacağı iddia edilen tiyatronun nasıl bir şey olacağını bilmiyor, hayal bile edemiyor, hayal ne demek efendim, tasavvur bile edemiyor. 29 Ekim’de Muhsin Ertuğrul’da prömiyer olacaksa, herhalde o oyunun dekoratörüne, en azından sahnenin ölçülerini 28 Ekim gecesine kadar vermeyi akıl ederler. Dekoratörün yeni tiyatro projesini bilmesi önemli olmayabilir ama beni prömiyere çağıracaksanız, en azından 10 gün öncesinden haber verin, smokin diktireceğim!

Tiyatro dünyasının son şövalyeleri 27 Mart 2008’de yas tutarken, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu önünde İstanbul halkı Alkaya’yı yuhalıyordu. Tiyatrolarının yıkılmaması için mum yakan, sessiz eylem yapan Şehir Tiyatrosu oyuncuları o gün her nedense yoktular.( Sayıları azdı diyelim, zaten Haldun Dormen’den Mücap Ofluoğlu’na kadar herkesin destek verdiği eylemleri yavaş yavaş pasif ve sessiz protestolara, bilgilendirme toplantılarına filan dönüştürerek kaygan zemini hazırlamışlardı. ) Alacakaranlık kuşağının başrol oyuncuları Ulvi Alacakaptan, aynı saatlerde Beyoğlu Belediyesi ile kol kola bir kutlama yaparken, Orhan Alkaya sözümona yeni açılan bir tiyatronun basın kahvaltısını aynı saatlere denk getirerek, hedef şaşırtmayı başarmıştı.

Görevden alındıktan sonra tiyatronun özerk olması için mücadele veren Alkaya’nın bu basın toplantısında başkanla ve belediye üyeleriyle çektirdiği fotoğraflar, uzun süre makamında baş köşeyi süslemişti.

Özerk bir tiyatroyu kim istemez?

Ancak gerçekçi olalım! Türk Tiyatrosu, Muhsin Ertuğrul gibi, şapkasını alıp giden prensip sahibi bir genel sanat yönetmeni yetiştirdi mi ki? Alkaya, görevden alındıktan sonra düzenlediği basın toplantısında, Yeditepeli Aşk sansürünü, Kenan Işık’a yükleyerek, o günden bu yana, danışmanla görüşmediğini ve görevden bu yüzden alındığını ima etmiş.

Bu oyunla ilgili ilk yazıyı utana sıkıla yazmış ve hem Kenan Işık’ın, hem Alkaya’nın sansürdeki payını gayet net biçimde tanımlamıştım. Alkaya’nın sansüre kılıf uydurmak için bir oyuncuyu makamına çağırarak, “rapor al ya da dizi çek, ortadan yok ol, oyun kalksın” dediğini de belirtmiştim. Hadi hepsinin yanlış olduğunu farz edin. Alkaya’ya,
o tarihte, Muhsin Ertuğrul gibi şapkasını alıp gitmek yaraşmaz mıydı?

O tarihte böyle onurlu bir davranışa imza atsaydı, özerk tiyatro söylemleri tabi ki inandırıcı olacaktı. Kaldı ki, üç ay boyunca emek verdiğim ve devletin bütçesiyle hem cep tiyatrosu, hem geniş sahne için iki dekor yaptırtılan “Geçmişten Gelen Kadın” adlı oyunu, galası bile yapılmadan, 11 temsilde salt şahsi nedenlerden dolayı kaldırdığı halde, kendisinin görevden alınmasına ilk ben isyan edecektim.

Ama Alkaya, şapkasını almak yerine, şapkanın arkasında gizlenmeyi seçti. Yahya Kemal gibi bir büyük ozanın 10 yıldır sahnelerde okunan dizelerini yasaklattı.

Yeni genel sanat yönetmeni Şamlıoğlu, Habertürk Gazetesine verdiği röportajda, Yahya Kemal ya da Yeditepeli Aşk sansürüyle ilgili bilgi sahibi olmadığını söylemiş. Şamlıoğlu, akıllı ve politik bir kişidir. Sadece tiyatroyu düşünür. Akşam tiyatroya yenilik getirmek için yatar, sabah bu düşünceyle uyanır. Bu açıklamasının polemikten uzak durmak için yapılmış olduğuna inanmak istiyorum. Eğer sokaktaki simitçinin bile üzüldüğü sansürü takip etmemişse ve bu görevi de kurumun gerçeklerini bilmeyerek kabul etmişse , Allah kolaylık versin! O zaman yenilik yapmak yerine, o da pek yakında alacakaranlık kuşağına katılacaktır.

Peki neydi alacakaranlık kuşağının karanlık öğeleri?

Tiyatronun yıktırılması, oyunların sansürlenmesini sağır sultan duydu. Alacakaranlık kuşağının diğer öğesi ise belediye ile kol kola vererek, sanatçılara aşı kampanyasının başlatılmasıydı!

Bir sanatçının bir diğerine cız yapması ne acı bir şeydir değil mi? Hele hele iğneci tutarak?

Bu aşı kampanyasında ilk önce arkadaşım Hülya Karakaş yaralandı. Ancak o kadar çetin cevizdir ki, kendisini nasıl koruyacağını çok iyi bilir. Hülya, kendisine yakıştırılanın aksine (!) internet polemiklerine filan girmedi, yasal yollara başvurdu. Sanırım olumlu sonuçları pek yakında kamuoyuyla paylaşacaktır. Hülya, salt muhalefet yaptığı için, hakkında soruşturma açıldı. Bunun yasal olmadığını söyleyince, disiplin kuruluna verildi. Oysa Orhan Alkaya bir dönem muhalefet yaptığı ve basına bu yönde demeç verdiği için Kültür İşleri Daire Başkanlığı, kendisi hakkında soruşturma açmış ve sanat camiası olarak hepimiz bu yakışıksız davranışı ayıplamıştık.

Hülya, tiyatronun işleyişiyle ilgili bir yazı yazdı, basına demeç verdi ya, bu kez Alkaya tarafından disiplin kuruluna sevk edildi!. “Vay sen nasıl üstlerine hakaret edersin” diyerek meslektaşını disipline verdi ve özerk olmasını istediği kurumda bir ilki başlattı! Sen demokrat adamsın. Ne demiş Hipokrat? “Meslektaşlarım kardeşlerimdir”. Hadi o kadar ileri gitmeye gerek yok, meslektaşın, düşmanın da olsa, al karşına bir konuş. Üstelik altında koltuk da var. Tadını çıkarta çıkarta işkenceci polis, iğneci baba rolü oyna.

Ancak, görevden alındığı zaman özerk tiyatro isteyen Alkaya, Karakaş’la, belediye temsilcilerinin önünde hesaplaşmayı yeğledi. Hülya’yı öyle bir disiplin kuruluna sevk etti ki, içinde sadece, metrobüs şoförü yok. Tiyatronun iki sanatçı temsilcisi dışındaki herkes belediyeden gelmiş!

Yahu sevgili Alkaya, zaten Hülya’ya cezayı dayamışsın. Galası yapılmadığı halde saygın eleştirmenlerden güzel eleştiriler alan oyunu, Hülya ile husumetin uğruna Muhsin Hoca’nın aksesuarları, Bedia Hanım’ın peruklarıyla birlikte çöpe atmışsın! Meslektaşını hedef göstermek” sana yaraşır mı? Bunu ben Hipokrata nasıl açıklarım? Kaldı ki, disiplin kurulunda “suç yoktur” diye karar çıkıyor, sen karara güvenmediğini söyleyerek, ara kararları istiyorsun, yani bağımsız yargıyı (!) da etkiliyorsun, ortalığı Ergenekona çeviriyorsun.

Yahya Kemal sansüründe beni şerefsizlikle suçluyorsun. Bunun üzerine Toron Hoca ve Engin Uludağ Hoca’dan özürler dileyerek, belgelendiriyorum. Bu kez de kulise sızan “bir fare var” diyorsun! Tasarımcı Rıfkı Demirelli, “fare filan yok, tiyatroya sıçanlara karşı ben varım” diyor, Rıfkı Demirelli’yi yine belediye yetkililerinin bulunduğu bir yönetim kuruluna çağırtıyorsun! İğnenin ucunu gösteriyorsun. Nerede kaldı özerklik? Hanimiş benim özgür tiyatrom?

Rusya’da Muhsin Hoca’nın tiyatrosunu temsil edeceksin. Köklü bir kurumun yöneticisisin. Senin yöneticilik yaptığın tiyatro oralara davetler alıyorsa, Muhsin Hoca’nın zamanında ısrarla ve inatla Shakespeare oynamasındandır. İngilizlerin Türkler Shakespeare oynuyor diye çizdiği ırkçı karikatürü hatırlasana. Ardından hem Kenan Işık, hem Nurullah Tuncer, tiyatronun uluslararası diyaloglarını geliştirdi. Ben Moskova’yı görmedim, Çehov’un Üç Kızkardeş’inden dinledim ama muhtemelen onlar da yalancıdır! Moskova’nın tarihi yerleri zengin, barları, restoranları şahaneymiş! Ama Moskova ne kadar güzel olursa olsun, senin tiyatron oyun oynarken, tiyatronun genel sanat yönetmeni olarak ortada olmak yaraşmaz mı sana? Sen yoksun, yerine belediyenin atadığı kişiyi gönderiyorsun. Hadi yerine bir sanatçıyı göndersen neyse ama hani özerk olup, belediyeyi sanat ve zanaat işlerine bulaştırtmayacaktık?

Turne dönüşü ilk iş olarak, bu durumu sorgulayan Melahat Abbasova’yı alacakaranlık kuşağına kurban ediyorsun.Tiyatro zor bir virajdan geçerken, sen, seni seven ya da sevmeyen, her sanatçıyı korumak zorundayken, bir sanatçını daha belediyeyle karşı karşıya getiriyorsun!

Genel sanat yönetmenliğine projelerinle gelmiştin. Sanatsal vizyon ve estetiği tartışmak, bana yaraşmaz. Her sanatçının gönlünde farklı bir aslan, farkı bir repertuar anlayışı, farklı bir estetik yaklaşım yatar. Kaldı ki, bu kadar sorunlu bir yapıda 17 ay gibi kısacık bir dönemde koca bir repertuarı tartışmak hiç gerçekçi olmaz.

Orhan Alkaya, halkın vergilerini son derece güzel biçimde değerlendirdi, her hafta yeni bir oyun çıkartmayı, gala yapmayı başardı, Doğal olarak bu kadar seçenek arasından , birkaç tane iyi de çıktı. Kurum “Maskeliler” ile ödül almanın onurunu yaşarken, maskesi düşmeden şapkasını alıp gitseydi, Türk Tiyatro tarihine tiyatro yıkan, oyun makaslayan, meslektaşlarını cezalandıran kişi olarak değil, özerk tiyatronun özel insanı olarak geçecekti.

Umarım bu özelliğini ve güzelliğini basın toplantısında söylediği gibi, reji masasında kullanır.
Benim korkum, özerk olmayan kuruma tekrar genel sanat yönetmeni olmaya çalışması ya da karşımıza belediyenin sanat danışmanı olarak çıkıvermesidir!