26 Şubat 2013 Salı

ÖLÜMÜN DEĞİŞİK ADLARI


 

((((……. SEVDİĞİNİZİN ACI ÇEKMESİ

 
Önce fıtık teşhisi koydular, fıtık olduğum o kadar çok insan ve  o kadar çok şey var ki, “tamam , doğru teşhis” dememe kalmadı,  bu kez de kas problemi filan gibi şeyler çıkardılar.

Acılar içinde kıvranırken, çok önemli olmayan bir hastalıkta bile yaşama sevincinin ne kadar çabuk kaybedileceğini anladım. En ağır sorunlar karşısında savaşmayı ilke edinmiş olan bu yazarınız yalnız gecelerde yedinci kattaki penceresine bakarak, yaşamı sonlandırma fikriyle bile flört etti.

Stefan Zweig’ın politik seçimi olan intihara hep saygı duydum, çağa pasif tanık olarak gözlerini kapamak yerine, yaşama gözlerini kapamak  bana hep daha onurlu geldi..

Bir ağrı kesiciye bağlı olan yaşama sevinci ne kötüymüş! Yaşama sevincinin bir ağrı kesiciye bağlı kalacak kadar umutsuz bir çağa tanık olmak ne acıymış.Bedenin acıları  mutlaka geçer, ancak bedenin acı çekmesinden  sonra ruha bıraktığı mirastan kurtulmak epey acıtır!

Galiba, hepimizin en büyük acısı, ruhumuzun derinliklerindeki acıların bedenin his edebileceği en ağır acılardan bile acı olması. Çağa tanıklık etme acısı  ve inançsızlık, bedenimizin iyileşmesiyle bile iyileşemiyorsa, “geçmiş olsun” bize!

Dini inançları güçlü olan insanları kıskanmamak elde değil bu durumda… Biz solcuların inanacakları o kadar az şey kaldı ki!

Hanake’nin bu hafta Oscar ödülü alan filminde de gördüğümüz gibi, dünya, insanın sevdiğinin acı çekmesi karşısında neler yapması gerektiğini tartışıyor. Tiyatromuzun yüzakı yazarlar Berkun Oya “Babamın Cesetleri” ve Yiğit Sertdemir “Gerçek Hayattan Alınmıştır” da buna yakın  sorular  soruyorlar.

Sevdiğinin acı çekmesi karşısında sevdiğini öldürmeyi düşünebilecek kadar şefkatli olan biz insanlar, çocuklarımızın geleceğinin karartılması  karşısında nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyoruz?  Bugün bir ağrı kesicinin dindirebildiği acılarımızın yarının çocuklarının yaşamlarında önlenemeyecek kadar büyüyeceğinin farkında değil miyiz?

Hala nasıl susabiliyoruz? Yoksa farkında olmadan morfinman mı olduk?

 

 

GÜLRİZ SURURİ


Levent Kırca, Müjdat Gezen kimi zaman çok dik olduğunu düşündüğümüz çıkışlar yapıyor.

Kırca’nın bazı çıkışlarındaki eğlenceli biçeme takılarak, içeriği görmezden gelebiliyoruz. Bazı söylemler de fazla eski gelebiliyor. Ulusalcılık, milliyetçilik ve ümmetçilikle iç içe geçebiliyor bazen. Bazen de , kavramların içinde kaybolacak kadar ağır uyuşturulmuş hastalar olabiliyoruz.

Bu hafta Gülriz Sururi de bir politik  çıkış yaptı. Tiyatromuzun yetiştirdiği en büyük ustalardan, en önemli oyunculardan ve tabi ki en güzel, zevk sahibi kadınlardan biri olan Sururi’nin  bazı söylemleri biraz abartılı gelebilir. Ancak, söylemlerinin eskiyip eskimediğini tartışmak yerine, kendisinin eskimiş olduğunu söylemek, ne büyük ayıp!

Toplum olarak kaset çıkartanın gündem yarattığı insanlara alıştık. Oyuncular da bu kervana dizi tanıtımlarıyla katılıyor son zamanlarda. Sururi’nin hiç kimseden bir  beklentisi, çıkarı yok. Ayrıca eyvallahı hiç yok. İlkeli bir duruşu olduğu gibi, alkışlanma ya da onaylanma derdinde değil. Kaldı kihiçbir zaman bu yola başvurmayacak onurlu bir yaşamı oldu ustanın.

Engin Ardıç, “Gülriz Sururi intihar etti” diye başlık atınca, kimin intihar ettiğini düşünmeden edemedim doğrusu.

Hadi solcuların güçlü bir inanç sistemi olmadığı için boşlukta olduklarını var sayalım,

İnanç sistemlerinde ideoloji ya da din  olmayan,  her şeylerini hükümete endeksleyen dönekler yaşıyor mu?Hiç yaşadılar mı?

Kimbilir ne ağır acılar çektiriyor onlara inançsızlıkları. Ağrı kesicilerimden ikram edeyim diyorum ama şu aralar  ilaçların hepsi bana lazım…

SİDİKLİ KASABASI MÜZİKALİ
 

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda birkaç yıldır  oynanmakta olan “Sidikli Kasabası Müzikali”ni uzun zamandır izlemek istiyordum. Oyunu gördüğüm 17 Şubat’ı yaşamımın şanslı tarihleri arasına not ediyorum. Etki altında kalmamak için, izlemediğim oyun ve film eleştirilerini  hep ertelemeye çalışırım. “Sidikli Kasabası Müzikali”ni izlerken de , jüriler  kesin “Umut Veren Çalışma”, ya da “ En İyi Ekip Ödülü” filan gibi bir ödül uydurmuşlardır diye kendi kendime geyikler yapıyor ve tiyatromuzdaki tutucu yapılanmayı düşünüyordum.  Ancak bu kez onu bile  yapmamışlar. Bu şahane çalışma, hak ettiği ödülleri sadece seyirciden almış.

Oyunu izledikten sonra ciddiye aldığım eleştirmenlerin   olumsuz görüşlerini okuyup,  şaşırdım doğrusu.

Eleştirmen olmadığım için bu konuda fazla  sözüm olamaz,  ancak “Sidikli” beni bir tiyatrocu olarak çok  heyecanlandırdı  . Sadece mükemmeli dans eden, şarkı söyleyen o kadar çok genci bir arada izleyebilmek, adını daha önce duymamış olsak da sahnede müthiş parlayan genç starları alkışlamakla kalmadım , cesur bir içeriği, sahnelerimizde çok az rastlanan bir kara mizahla aktarabilen bu devrimcileri ayakta alkışladım. Oyundaki eşcinsel polis ve engelli karakterlerin kabaca karikatürize edilmiş olmasını dünya görüşümle bağdaştıramadıysam da, oyunun dünyası ve iletmek istediği mesajla bağdaştırdım.

 
V FOR VENDETTA

 Program dergisindeki çevirmen notunda , Sidikli’nin, müzikal tiyatrodaki yeri çok iyi anlatılmış. Broadway’de daha çok Japon turistler için hazırlanan Çin işkencesi müzikallere tepki gösteren Amerikan toplumu, AIDS sonrası toplumsal bilinçlenmede, “nasıl eğleniyoruz biz” diye  özeleştiri yaparak, ortaya 21. Yüzyıl burlesque gösterilerini koydu. (  “Artık bizlerin de  “nasıl eğleniyoruz ” sorusunu sormamız gerektiğinin zamanının geldiğini  düşünüyorum.)

Broadway tiyatrosundaki değişimi “Angels In America” ile Tony Kushner başlattı, “Rent”  ve “Avenue Q”müzikalleri de korkusuz biçimde  öncülüğünü yaptı. “Sidikli”yi bu noktada
müzikal tiyatronun “V For Vendetta” sı olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu olağandışı özgün ve olağanüstü yetenekli ekibe  yeni bir proje olarak  “V For Vendetta” yı da önerdiğimi
ayrıca belirtmek isterim.

 

TİYATROMUZDA DEVRİM

Oyunun sadece sahnelenmesi değil, sahneye taşınma süreci de çok heyecan verici. Şehir Tiyatrosu’nun en köklü geleneklerinden biri olan “Gençlik Günleri” nde, amatör bir ruhla  oynanıyor ve şu güzelliğe bakın ki,  Devlet Tiyatrosu Müdürü Şakir Gürzumar, CD’yi  seyrettikten sonra oyunu repertuara alacak kadar cesaretli davranıyor.

İşte bu bile tiyatromuz için başlıbaşına bir devrimdir!

Bugüne kadar   kurumdaki hassas dengeleri gözeterek , kurum içindeki sanatçıların getirdiği projelere” he diyen” kişiye, çoğunlukla  genel sanat yönetmeni  denirdi. Dramaturgların kuru kuru okuyarak raporladıkları oyunların  böyle sıradan biçimde hayata geçirilme süresinde yol kazaları olması, ekip ruhunun sağlanamaması, oyunda rol  asılan oyuncuların başka işlerinden ödün vermek istemeyerek projeyi sabote etmeleri sıkça rastlanan bir olguydu.

Oysa diğer sektörlerde olduğu gibi, tiyatromuzun da yenilik arayan  “head hunter” lara, yetenek avcılarına gereksinimi  var. Tiyatro sanatı masada kotarılmadığı  için, sokağa çıkmaktan üşenmeyen ve yeraltındaki projelerde, yetenekli insanları keşfederek, onları “yerüstü” nde, tiyatronun mutfağına davet eden sanat yönetmenleri lazım bize. Şakir Gürzumar başarmış bunu…. Umarım Türk Tiyatrosu’ndaki bu yenilik,  bir geleneğe dönüşür.

 

ÖZEL BİR ÖNERİ

Sidikli Kasabası Müzikali, 150 oyundur kapalı gişe oynanıyor… Bilet bulmak için kapıda yalvaran insanlar var. Genç seyirci için şimdiden kült olmuş durumda…ödenekli tiyatrolar  böyle büyük çaplı projeler yaptıkları zaman, ister istemez bütçelerini daha küçük prodüksiyonlarla dengeliyor, bazen oyun seçimlerinde özel tiyatrolarla bile haksız rekabete giriyorlar.

Başbakanın  köksüz ve   öfkeli  çıkışı olarak kalan özelleştirme modeli için somut  bir önerim var. “Sidikli Kasabası Müzikali”ni Cevahir’den daha büyük bir salona daha yüksek  bilet fiyatlarıyla transfer edersin. Hem tiyatrona ek gelir sağlarsın, hem Cevahir’de yeni oyunların önünü açarsın, hem de bir yeniliğe daha imza atmış olursun.

Bilmemne kanununun bilmemne maddesine sığınarak mazeret uydurma, yıllar önce Evita ile bunu deneyen Gencay Gürün’e atılan iftiralardan da korkma! Ödenekli kurumu riske atmayacak olan  şeffaf bir ortak yapım anlaşması yapmak mümkün.

West End’de National Theatre’ın çözüm ortağı olduğu kaç proje var, Broadway’de çıkış noktasını bölgesel ödenekli  tiyatrolardan alan yüzlerce  oyun var …

Genç Günler’de denenir, Cevahir’de iki yıl oynanır ve varsa donanımlı sahnelerimizden birinde en az 10 yıl daha devam eder, yüzbinlerce kişiye ulaşır…. Bir hayal olarak başlar, tarihe geçen bir başarı olarak biter.

Zaten böyle büyülü  ve özel  bir şey değil midir tiyatro?

12 Şubat 2013 Salı

MACİDE'M


 

((( AÇ PARANTEZ

 
 

MACİDE’M

 
 

Parantezin açılamadan kapandığı bir haftaydı. Macidem’i aldı benden.

Hıncal Uluç ,Macide Tanır için ,  soyadına ad ekleyenlerdendi  demiş. Doğru! Tiyatromuzun  Macidesiydi..Büyük Macide!Onu hak ettiği gibi  anlatmayı,  daha geniş bir yazıya  saklıyorum.Yine de sığdırabileceğimi sanmam!  

Tören boyunca  herkes farklı açılardan anlattı Macide’yi. Zeliha Berksoy,   tiyatro tarihinde   nerede konumlandırılması gerektiğini çok güzel dile getirdi, Gencay Gürün de  büyük bir oyuncunun role yaklaşımından söz etti. Ders niteliğinde konuşmalardı!Ama ne yazık ki, bu dersle ilgilenen  konservatuar öğrencilerinin sayısı yok denecek kadar azdı.

Bu çocuklara tiyatroculuğun , sadece rol yapmak olduğunu mu öğretiyor hocaları?  Macide’yi izleyecek kadar şanslı olamamışlar, bari uğurlama töreninde bir şeyler öğrenmeyi deneyemezler miydi?Dizilerde popüler olan bir yıldız  gitse, cenazede en ön sırada yer alırlar, kendilerini  yapımcılara sunarlardı kuşkusuz…

Ben konservatuar hocası olsam, “bugün derse gelmeyin, gidin Macide’yi araştırın” derdim.

Hadi konservatif konservatuarda yoklama zorunluluğu filan var diyelim, özel okulların öğrencileri nerede? Macide gibi insanların I Phone uygulamaları filan çıkmayacak. Ustalara yaşam sırasında tanıklık etmek gibi bir sorumluluğumuz  yok mu ?Toplumun belleği böyle çalınıyor, yok ediliyor işte.

Tiyatro Dergisi, tiyatro  ustalarının belgesellerini yapma fikrini harika biçimde hayata geçirdi. Önce Macide Tanır’dan başlamışlardı. O titiz insanı bile mutlu edecek harika bir iş çıkmıştı ortaya. Ne yazık ki  çabaları, maddi olanaksızlıklar yüzünden yarım kaldı, ne mutlu ki bize  12 ustanın belgeselini   hediye ettiler.

Şimdi Macide’nin arkasından açılması gereken birkaç parantez…

        

1)      İnsanlar, sadece anılara değil,  vefa duygusuna da  sığınırlar cenazelerde. Yolu Ankara’dan geçmiş olan tüm sanatçılar ve sanat dostları oradaydı.  O niye gelmemiş, bu niye yoktu diye yazmak yaraşmaz ama  gözlerim zamanında Macide’ye şiir bile yazmış olan bir edebiyatçıyı ve   yazdığı    ilk  oyunda Macide Tanır’ın oynadığı şanslı   yazarı çok aradı!

2)      Lemi Bilgin,  kendisiyle hiç ilgisi olmadığı halde, kurumun vefasızlığını kabullenerek,
bir kez daha ne kadar büyük bir tiyatro insanı olduğunu kanıtladı. Sadece göstermelik bir sahiplenme değildi bu, İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü de hastalığı süresince yalnız bırakmamıştı Macide’yi. Anma törenindeki önerimi dikkate alarak, Devlet Tiyatrosu bünyesinde bir Macide Tanır Sahnesi açacağından eminim.

3)          Devlet sanatçılığı nedir? Neye yarar? Tören boyunca bunu anlayamadık. Devlet erkanından birkaç çiçek vardı, ama o çiçekler kebapçı açılışlarına da yollanıyor.  Macide’nin: “Devlet sanatçısı uçağa önden binermiş, tabi uçağa binecek para bulursa” sözü bir kez daha doğrulanmış oldu.. İşin ilginç yanı,  kendisini Cumhuriyet çocuğu olarak tanımlayan ,Atatürk’e çiçek vermekle övünen Macide’yi uğurlamaya Atatürk’ün kurduğu partiden kimsenin gelmemiş olmasıydı. Onlar da çiçek yollamışlardı ama!  

4)      Bilgesu Erenus’un, tören sonrasında  benimle paylaştığı ve mutlaka belgelenmesi gereken bir not vardı. Macide,  2000’li yılların başlarında ölüm oruçları ve tecritler konusunda eylemci tavrını  koymuştu   ! Üstelik bunu devlet sanatçısı unvanıyla yapabilecek kadar dik bir duruşu vardı.

5)      Atatürkçüydü, laikti, inançlıydı, solcuydu. Bütün bunların aynı anda aynı bedende yaşanabileceğini ve birbirleriyle zıt kavramlar olmadığını kanıtlayan bir yaşam çizgisi vardı.

6)      Hayatında İstanbul’a gelmek, sahneye geri dönmek gibi doğru kararlar veren Macide’nin  en son verdiği doğru karar, mal varlığını Türk Eğitim Vakfı’na bağışlamak olmuştu. Türk Eğitim Vakfı, sanatçıya hak ettiği değeri verdi, onun bakımını en iyi şekilde üstlendi. Üstelik gerek Koç Ailesi, gerek vakıf yöneticileri bunu  kuru bir görev olarak değil, bir insanlık görevi olarak yaptılar. Evde, hastanede, ölüm döşeğinde hep yanındaydılar, hep içtenlikle ağlıyorlardı.

7)       Prof. Haberal, Macide’nin hasta yatağının başına şefkatli hemişireler, doktorlar yollamış, Başkent Hastanesi’nin tüm olanaklarını seferber etmişti. Her hastane ziyaretimde  , bu büyük bilim  insanını içeride tutarak, dışarıda kaç hastanın umutlarının öldürüldüğünü  düşünmüştüm. Haberal, hayat kurtarabilecakken, Haberal’ın hayatını kurtarmak zorunda kaldığımız bir Türkiye’de yaşıyorduk.

 

HASTABAKICI AYIBI

 

Sosyal medyada Macide, Süha Arın’ın “Safranbolu’da Zaman”  belgeselindeki nefis şiiriyle  hatırlanıyor. Ancak ona hasta haliyle horon teptiren bir densizin,  bence Macide’nin, kaydedildiğinin bile farkında  olmadığı bir aşağılık görüntü de dolaşıyor.  Macide dans etmeyi severdi, hayat doluydu ve  kuşkusuz öyle hatırlanmak isterdi.

Ancak, hasta haklarını ihlal eden bu kaydın, hem de kutsal bir meslek seçmiş olan  bir hastabakıcı tarafından paylaşılmasın,  değil meslek etiğiyle insanlıkla bile bağdaştıramıyorum. Çok iyiniyetli, sevgi dolu  bir şey  olsaydı, kaydı kendine anı olarak saklardı, ancak çirkin biçimde dans ederek,  kendi avamlığını ve zavallılığını da cömertçe sergilediğine göre, belli ki şöhret peşinde! 

Macide’min mezardan çıkıp  haddini bildirmesi imkansız  ama belki  bu yazı Silivri zindanına ulaşır  ve Prof. Haberal’dan   gerekli dersi alır .

   

 

4 Şubat 2013 Pazartesi


 

((( AÇ PARANTEZ

 

Nedim Saban

nedimsaban@superonline.com

 

 

Bu hafta  açacağım 3 parantezde, 3 konuda ezber bozacağım.  Sanat dünyamız da artık düşünerek tepki göstermek yerine, bir olayı irdeleme zahmetine bile katlanmadan alışılageldik, kanıksanmış tepkiler vererek, kolaya kaçıyor. Açtığım parantezler kolay kapanmayacak , tartışılacak. Tartışılırsa, farklı düşünceler çıkar ortaya. Sağlıklı olanları evlat edinir,istemediklerimizi  evlatlıktan red ederiz.

 

((((…..IN YER FACE

Son yıllarda tiyatromuza giren   , “In yer face” akımı bizleri pek heyecanlandırmış, gerçeğin yüzümüze vurulmasıyla  kendimizden bile sakladığımız duygularla yüzleşme fırsatı vermişti. Öncelikle Royal Court Tiyatrosu’ndan  “ithal” edilmiş duygular bize yabancı kaldıysa da, zamanla kendi toplumumuzun sorunlarını mercek altına alan oyunlar ortaya çıktı. Ancak, küçük mekanlarda alternatif tiyatro arayışları gibi görünen işlere, şimdilerde çağın vebası bulaştı.

1)      Bu oyunlarda ekip ruhu yerine, star sistemi ortaya çıkmaya başladı. Televizyon yıldızlarını izleme modası başladı.

2)      Oyunlardaki şiddet, dış dünyaya bir manifesto oluşturmak yerine, televizyonun bize dayattığı şiddetle örtüşmeye başladı. Şiddeti kanıksadık,  kınayacak yerde, ihtiyaç duyar olduk.   

3)      Oyunların tonunda erkek egemen, cinsiyetçi  bir hava var.

4)      Bu oyunlar burjuva geleneklerini sorgulamak yerine, burjuvaların gönlünü hoş eden seyirlik gösteriler olmaya başladı.

5)      Oyunların izleyici profillerini televizyondaki  jönü yakınında his etmek isteyen bankacı hanımlar ve onların mesai arkadaşları oluşturmaya başladı.

Hadi bana “demode” deyin, “yenilikçi” değilsin, “tutucusun” deyin. Deyin ama , yukarıdaki şu beş paranteze    bir tanecik  sağlam karşı parantez açın.

 

((((…  BAKIRKÖY BELEDİYE TİYATROLARI

Mehmet Ergen,  Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda,“Carrar Ana’nın Silahları” nı yönetmiş. Oyunun değiştirilmesi üzerine, oyunu yarıda kesip, sahneye fırlamış ve yönetimi  protesto etmiş. Şimdilerde yeni moda,  protesto biçimini beğenmeyip, hak vermek. Bu aslında, kişiliksizce, kaypakça bir  tutum. Tam olarak arkasında durmayarak, gerektiğinde toz olabilme zeminini hazırlamak..Birkaç kişiden “ protesto biçimi “ile ilgili tepkiler geldi yine.

 Bense  protesto biçimine bayıldım. Bu tür bir protesto biçimi yaraşır bu sanata, çünkü tiyatro dinamik, yaşayan bir şey.  Ancak bence  protestonun özü yanlış. Mehmet Ergen, daha önce Kocaeli’nde de böyle bir talihsizlik yaşamış, oyunu genel sanat yönetmeni tarafından genel provada kaldırılmıştı. Şimdi konuyu Mehmet Ergen, Kadriye Kenter ve Bertolt Brecht’ten arındırarak, sakince irdeleyelim.

Bir sanat kurumu yöneticisi seyirciye karşı belli sorumluluklara sahiptir. Konuk yönetmenler gelip, geçicidir, ama kurumu  genel sanat yönetmeni i ayakta tutar. Bu yüzden sinemada , filmin “last cut” tabir edilen son versiyonunda nasıl yapımcının hakkı varsa, tiyatroda da genel sanat yönetmeninin  hakkı vardır.

Sanat yönetmeni öncelikle yönetmenle prodüksiyon öncesinde bol bol  toplantı yapmalı, oyun yorumu konusunu netleştirmeli, oyun çıktıktan sonra sahneye yansıyamayan bir şey gözlemlerse yönetmenle tekrar konuşmalı, onu yeniden provaya davet etmelidir. Yönetmen gelmiyor, gelemiyorsa,  sanat yönetmenin seyirciye karşı bir sorumluluğu olduğu için, mantık çerçevesinde  değişiklikler yapabilir.  Bu durumda yönetmen oyundan imzasını çekebilir, ki  tiyatro tarihimiz böyle olaylarla doludur. Yönetmenin dünyasını karartmak ya da bir metne sansür uygulamak kabul edilemez, ancak yaşayan bir sanat olan tiyatroda, kağıt üstünden sahneye taşınamayan her şeye yeni önermeler yapılabilir.

Bu arada  Mehmet’in, Tiyatrokare’de yönettiği “Çelik Manolyalar”ın neredeyse her dakikasını değiştirdiğimi geç de olsa  itiraf ediyorum. O sıralar aynı anda, hem de farklı ülkelerde sekiz/ dokuz oyun yönettiği için fark etmemiş olabilir, ya da çocukluk arkadaşım olduğu için hoşgörmüştür belki.

 

(((….. TELİF HAKKI

“Okul tiyatrolarına telif darbesi” diye başlık atılır mı yahu? Telifin darbesi mi olur? Yazar emeğinin karşılığını tabi ki alır. Tüm dünyada oyunların amatör  tiyatro hakları denen bir şey var.  Dünyanın en büyük tiyatro yayıncısı Samuel French’in kitaplarını açın, lise tiyatrolarının telif ücreti bile net olarak belirtilmiştir.

Kaldı ki, bazı eserlerin amatör tiyatro hakları uzun zaman saklı tutulur. Yazar ya da onun varisleri, oyunun öncelikle profesyonel olarak yorumlanmasını ister. Konu sadece para meselesi değil, oyunun yazar kontrolünde yorumlanması…

Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları son derece önemli işler yapan bir topluluk. Ancak, medeniyetin beşiğinde bir üniversitenin öğrencileri, medeniyetin en önemli  gerekliliklerinden birinin telif hakkı olduğunu bilmiyor mu? Madem amatörler , o zaman marangoza da para vermesinler, kostümler i de evden getirsinler. Bir amatör prodüksiyonun bütçesinde yazara  mutlaka pay ayrılmalıdır. Amatör olan oyuncular olabilir, diğer emekçilerin suçu ne? 

Kemal Sunal her filminin tekrarından komşu hakları alsa, dolar milyoneri olmuştu. Lorca, Bernarda Alba’nın evinin oynandığı her kız lisesinden bir dolar istese, Salvador Dali’den bile zengin olmuştu.    

.