23 Aralık 2011 Cuma

PALYAÇOLAR ARANIYOR

Toplumumuzda başarıa tahammülümüz yok dersem çok mu abartmış olurum?
Galatasaraylıyım ama Fenerbahçe’ye yapılan şike operasyonunu, kısıtlı futbol bilgime rağmen, off sayta düşmemeye çalışarak izliyorum. Suçlular varsa, tabi ki cezalandırılır ama öyle bir baskı var ki, Fenerbahçe’li futbolcuların artık iyi bir performans sağlamaları gittikçe zorlaşıyor.
Futbolda çok büyük paralar döndüğü için, tabi ki yolsuzlukların üzerine gidin bunu da yapmaya cesaret gösteren ilk hükümet olun, , ama bunu öyle bir hassasiyet içinde yapın ki, takım ruhunu öldürmeyin.
Yurtdışında bir çocuk lisede futbol, tenis, voleybol şampiyonuysa, hangi ülkeden gelirse gelsin saygın üniversitelere yüksek bursla kabul edilir çünkü o üniversitenin sadece spor takımını değil, takım ruhunu geliştireceği iyi bilinir. Kaldı ki, başarılı futbolcu mezun olduğunda, okulunun adını en iyi şekilde temsil edecek, belki bazı röportajlarında dillendirerek, dolaylı da olsa mezun olduğu okuluna prestij kazandıracaktır.
Bizde ise, başarılıysanız cezalandırılırsınız..
Türkiye daha çok onunculardan sonrakilerin (bazen de sonuncuların) sevildiği bir memlekettir!
Her birincinin, ortalarda yer alan “ortalama” başarıdaki kişilerin yerini sarsacağından korkulur çünkü.
Tiyatromuzda da farklı değil bu! Nice dahiler vardır ki, evlerinde oturmaya, üretememeye mahkum edilirler, çünkü özellikle ödenekli tiyatrolarda , o tiyatroyu ele geçirmiş olan klanın karşısında bir tehlike oluştururlar.
Oysa, başarı paylaşıldığı zaman güzeldir.
Birinciler, birinciliklerini paylaşacak olgunluktadırlar çünkü kendilerine güvenleri vardır.
Onlar, birinciliğin bir kerelik bir başarı olmadığını çok iyi bilirler.
Oysa, “ortada sallananlar” mesela politikada Deniz Baykal gibilere sırtlarını yaslayarak, “zorunlu” olarak başarılı seçmek zorunda kaldıklarımız arasına girerler. Hazır sol demişken, Kılıçdaroğlu’nun da Türkiye’de alternatif yaratabilecek öyle dahi kadroların önünü açtığı söylenemez. Sosyal demokrasiyi yanlış anlayarak, sosyalleşme sanır bizim solcularımız! Bu yüzden de devamlı “ “sen kimlerdensin”, “arkanda hangi köyün, aşiretin oyları (şimdilerdeki deyimle hangi tarikatlar var) gibi sorularla, başarılı olabilecek insanların önünü önden keserler.
Bu hafta rating operasyonunu da gördü bu gözler. Türkiye’nin zevklerinin kabaca birkaç deneğe teslim edilmesine oldum olası karşı çıktım, fakat operasyon için seçilen şirketlerin büyük bölümü hep birinciliklere imza atanlar.
Biz birincilikleri hep sorguladığımız için, operasyonun oradan başlaması normal sayılabilir ama bu durumda dördüncülük beşinciliğe razı olarak küpünü dolduranlar, sakin sakin hayatlarına devam ederler.
Televizyon ratingleri, anında reklamla ödüllendirildiği için, bu hafta reklamcılar bile “pastayı yanlış mı kestik” diye paniklediler. Büyük paralar dönen sektörü sorgulayan adalet mekanizması konusunda boynumuz tabi ki kıldan ince, ancak ne yazık ki kılıçlar çok fazla keskince!
Beğenin ya da beğenmeyin “Muhteşem Yüzyıl” en azından bir tabuyu yıkmış ve merak uyandırdığı için izlenmiştir, her daim birinci olan “Fatmagül’ün Suçu”, başarılı senaryosu tarafından, ilk bölümdeki iğrenç tecavüz sahnesine rağmen artık sosyal mesajlar vererek başarıyla toparlanmıştır. Genelde Pazar geceleri birinciliği elde eden “Umutsuz Ev Kadınları”, zoru başararak çok başarılı bir adaptasyon ve çok iyi oyunculuklarla öne fırlamıştır.
Rating skalasıyla oynayan varsa tabi ki cezalandırılmalı! Sadece reklam pastasını çaldıkları için değil, kimi zaman aşırıya kaçarak Türk halkının zevkini köreltkleri için bile ağır ceza almalılar..
Ancak, bu operasyonun gelişmeleri ve yansımaları , yine birincileri tahttan indirmeye dönüştü. Gazetelerde başarılı yapım firmalarının sevilen yapımları “suç işlemiş” gibi boy boy yer aldılar.
Birincilerin başına hep çorap örülen ve sizden “ortalarda bir yerde karışmayan görüşmeyen vatandaş olmanız istenen “, toplumda palyaçoluk yapmaya var mısınız?
Çünkü yakında Tiyatrokare’de sahneleyeceğimiz Emile Ajar’ın Onca Yoksulluk Varken adlı yapıtında belirttiği gibi, palyaçolar ölümsüzdürler.
Sanat, ölümsüzlüğü insan vücudunda olamasa bile hayata taşımak olduğuna göre, birinci olmasına tahammül edilemeyen sanatçıların palyaçolara dönüşmeleri ( aman palyanço demeyin) çok iyi fikir değil mi?
Bir yaşam koçundan, insanın vücudunun sol kısmında çocukluğubarındığını öğrendim. Yani beynimizin sağ kısmıyla komut verdiğimiz sol tarafımızda yaratıcılığı, ve büyüdükçe yitirdiğimiz komikliği, sıcaklığı yaşatıyormuşuz.
Bu durumda, toplumun otuzbirincileri tarafından hakları yenilmiş, bir sanal birinci olmaktansa, gelin gep birlikte palyaço olalım. Nasılsa palyaço olarak düzenin karşısında durmak daha kolaydır, çünkü en basitinden sürekli pantalonu düşen bir adamı kimse ciddiye almaz ve düzeni bozmakla suçlamaz!.
Bu nedenle Tiyatro Boyalı Kuş’un Sınır Tanımayan Palyaçolar'ın İsveç başkanı, Stockholm Sahne Sanatları Akademisi’nde eğitmen olan Pelle Hanæus ‘u, 2/4 Ocak tarihleri arasında İstanbul’da konuk ederek, palyaçoluğa giriş semineri düzenlemesi gerçekten bulunmaz bir fırsat!
Şimdi palyaço olmaya cesaret edecek ciddi kişilere gereksinimimiz var.
Alışveriş merkezlerinde çocukların yüzlerini boyayan palyaçolar değil, düzeni ti’ye alabilecek kadar cesur, gerekirse “ortada duran, ortaklama insanlar tarafından” itilmekten kakılmaktan korkmayan palyaçolara!

17 Aralık 2011 Cumartesi

YERLİ YAZARLAR: HAYDİ MUTFAĞA

eçtiğimiz hafta, yıllar önce yerli oyunlarla ilgili bir konferansta, Türk Tiyatrosu’nun gerçek kurtuluşunun mutfaktan geçtiğini söylediğimde, çok saygın bir yazarımızın bana “bu yaştan sonra bana mutfakta yemek mi pişirteceksin?” dediğini yazmıştım.

Bu konuda sabit fikitliyim, halen gerçek anlamda kurtuluşunun mutfakta yetişen oyun yazarlarımızla sağlanacağına inanıyorum. Bir yanım “iyi oyunun memleketi ve cinsiyeti yoktur” derken, öteki yanım Türk Tiyatrosu’nda yazılacak yeni ve çağdaş metinlerin mutfakta pişmesi gerektiğini söylüyor.

Öncelikle, iyi oyunun niye memleketi yoktur, açıklamalıyım. İyi oyun, nerede, hangi koşullarda, kim tarafından yazılırsa yazılsın evrenselliği yakalar. Öte yandan örneğin bir kadının duygularını anlamak, çözümlemek için “kadın” olmak gibi bir gerekliliğin olduğuna inanmıyorum. Böyle bir gerçek olsaydı, Madam Bovary’nin bir kadın tarafından yazılmış olması gerekirdi. İbsen’in Nora’sı, Denizden Gelen Kadın’ı ve daha nice oyunu kadınların dünyasını çok iyi yakalar, ama İbsen oldukça tutucudur, hatta özel hayatında ne yazık ki kadını küçümseyen bir tavır içindedir.

A.B.D’de 80’li yıllarda kadınlar ve azınlıklara ait yazarlar için çok uzun süre pozitif ayrımcılık uygulandı, bazı yazım bursları almak için mutlaka siyah ya da kadın olmanız gerekiyordu mesela. Ancak, perspektif daraldığı, ortaya daha iyi eserler çıkmadığı için, zamanla “kadın meselesi” yerine “bir kadının meselesini” anlatan oyunların ortaya çıkmasından rahatsız olunur hale gelindi. Bu lafı tersyüz ederek, Türkiye’de kadın yazarlarımızı , azınlıklara ait sorunları dile getiren aydınlarımızı dışlamak için bir bahane bulunmamalı tabi (!)

Bu yılın Haldun Taner’in 25. ölüm yıldönümü olması nedeniyle, yaz boyunca bir Haldun Taner kabaresi derlemek için uğraştığımda, Bilge Şen ve Demet Taner’den, Haldun Hoca’nın da ne kadar sık mutfağa girdiğini öğrendim. Sık sık tiyatroya uğrar, Zeki Alaysa/ Metin Akpınar ve diğer oyuncularla oyun üzerinde güncellemeler yapar, provalara girerek bazı sahneleri değiştirir, ertesi gün yeni sahneler yazarmış. Çünkü, o tiyatro sanatının masabaşına indirgenemeyeceğini çok iyi kavramış olan bir dahiymiş.

Yönetmenler arasında “en iyi yazar ölü yazardır” gibi bir espri dolaşmasının nedeni de yazarı

mutfağa sokamama derdi olmalı! Yazar, 15 yıl önce Ayvalık’taki yazlığında yazdığı tirada tapıyor olabilir, ancak yönetmenin yorumunda bu tirada yer olmadığını gördüğünde küskünlük yapar, oyuncuların diline bir türlü yaraşmayan cümleleri değiştirmemekte direnir.

Oysa mutfaktan çıkan yazar, tiyatro sanatının başka bir gerçeklik taşıdığını bilir, mutfakta tercihen oyuncular ve yönetmenlerle workshop sürecinde biçimlendirilen oyunlarda zaten oyununu daha önceden duyma, küçük de olsa bir seyirci kitlesinin önünde deneme şansına ulaştığı için, tiyatroda her prodüksiyonun, hatta her temsilin farklı bir oyun niteliği taşıdığının ayrımındadır.

Okuma provalarını yazar ile beraber gerçekleştirmek yeterli değil. Yeni yazılan oyunların kendini yeni yazarlara adayan dramaturglar, yönetmenler ve oyuncularla önce okuma tiyatrosu, sonra bir laboratuvar görevi gören minik prodüksiyonlarla şekillenmesi, yazarın mutfakta çalışma sürecine girer.

Batıda sırf yeni yazarların yeni oyunlarına şans vermek için kurulan tiyatrolar vardır, bölgesel tiyatrolar da yeni oyunlara büyük şans tanırlar. Bizde Muhsin Ertuğrul’un düşlediği gibi bir bölgesel tiyatro devrimi yapılamamış olduğu ve bölgesel tiyatrolarda itilmiş kakılmış politikaları uygulandığı için, ne yazık ki yeni oyunların filizlenmesi değil, eskimiş oyunların tekrar tekrar pişirilerek seyirciye gına getirilmesi sözkonusudur.

Kültür Bakanlığı, yerli oyun oynayan özel tiyatrolara birkaç bin lira fazla vererek, yerli oyunları yüzeysel olarak destekliyor. Oysa, özel tiyatroların verdikleri yaşam savaşı içinde yerli ya da yabancı oyun oynamak gibi bir dertlerinden öte, “iyi oyun oynama” mecburiyetleri var.

Devlet, ödenekli tiyatrolara yerli ve yabancı oyun kotası koyuyor. Bu durumda da, ödenekli tiyatroların yöneticilerine parmak hesabı yaptırtarak, “iyi oyun oynamak yerine”, ille de bizden olsun diye bazen çok kötü oyunlara imza attırıyor..

Oysa devlet, yerli oyunların önünü açmak istiyorsa, tiyatrolara oyun geliştirme fonları ayırabilir, yeni bir eserin, yazarın kazanılması için olanaklar tanıyabilir. Yarışma açmak hiç yeterli değil, çünkü masabaşında yazılmış nice” birinci “eser vardır ki, sahnede hayat bulamış, ya da seyirci önünde tökezlemiştir.

Sağlam kalemleri, yeni sesleri tiyatroda barındırmak çok önemli. Sadece tiyatro oyunu yazmak değil, tiyatrocularla beraber çalışmayı öğretmek ve oyunun gişedeki başarısı dahil olmak üzere her türlü aşamasına dahil etmek gerek yazara.

Tiyatrokare’yi kurduğum yıl böyle bir laboratuar kurmuş, altı haftada altı yeni oyunun sıfırdan yazılarak, workshop olarak sahnelenmesini sağlamıştım. Hayatımın en güzel altı haftası, bu işin önemi konusunda ikna edemediğim sponsorun aradan çekilmesiyle sonlandı.

Halen bir tiyatro eserinin ortaya çıkmasının uzun ve çok aşamalı bir süreç gerektirdiğini kavrayan kurumların olduğuna inanmak, devletin oyun yazım sürecine destek vermek istediği halde, doğru yolu bulamadığına inanmak istiyorum. Aksi halde, gerçek anlamda bir Türk Tiyatrosu’ndan söz etmek mümkün olmayacak çünkü.

KLONLANAN KOYUN VE TİYATROMUZ

KLONLANAN KOYUNUMUZ VE TİYATROMUZ



Facebook sayfanızda geçen haftaki doğumgünleri etkinlikleri arasında gördünüz mü bilmiyorum ama Türkiye’nin ilk klonlanan koyunu Oyalı , dört yaşına bastı.
Oyalı, dünyadaki klonlanmış hayvanlar arasında en uzun süre yaşayanlar arasında yer alıyor..
Bu Türk bilim adamlarımızın başarısının delili olduğu gibi, klonlanmış hayatlar yaşadığımızla ilgili kötü bir havadis de olabilir.
Malum, hayvanlar yaşadıkları ortamlara uyum gösterirler.
Sanatçılar, insanların klonlanmış hayatlar yaşamaması için topluma ışık tutarlar, ayrıksıdırlar.
Ancak ne yazık ki, son dönemlerde sanat dünyasındaki bu ayrıksılık sadece özel hayatlara, magazin sayfalarına yansıyor. Toplumu değiştirmesi, en azından geliştirmesi beklenen cesur sanat insanlarımızın sayısı yok denecek kadar az!
Ben, bunun en önemli nedenleri arasında “otosansürü” de görüyorum. Düzenin insan üzerinde öyle bir baskısı var ki, ilerici düşünceler daha sanatçının kafasındayken siliniyor.
Politik söylemlere otomatik olarak “delete” tuşuna basan bir tarikat var sanki.
Tabi, sözkonusu baskılar, ruhlarda her anlamda yaratıcılığı da söküp attığı için, televizyon dizilerimiz bile birbirine benziyor. Seyircimiz monotonluktan, aynı saatlerde ayrı kanallarda aynı şeyleri izlemekten son derece şikayetçi!
Bir yenilik lazım ama ne?
İçi boş, politikadan arındırılmış yenilikçilik sadece biçimsel kalır, yüzeysel olur, düzene farklı yoldan hizmet etmenin bir yoludur. Ancak, bu ayrı bir tartışma konusu.
On yıl önceye kadar Türkiye’de, batıdaki off broadway ya da fringe anlamındaki alternatif tiyatro yok denecek kadar azdı. Bunun nedeni kuşkusuz alternatif tiyatronun barınak bulamamasıydı. 250/300 kişlik salonlarda, ağır kiralarla kapitalizmin rekabetçil sistemiyle baş etmesi zordu alternatif girişimlerin.
Tiyatrokare’den biliyorum, Frank Wedekind’in gençlik oyunu “Bahara Uyanış”ı , Nesrin Kazankaya’nın harika çevirisiyle haftaiçi matinelerde sergilediğimizde bile, “ gençlik tiyatrosu” seyircimizin yaş ortalaması 60’ın üzerindeydi! Çünkü oyunun oynandığı mekan yanlıştı. Steve Martin’in Picasso ile Einstein’ı sanal alemde bir araya getirdiği “Şerefe Yirminci Yüzyıl”ın prodüksiyonuna çok özendiğimiz halde, “Şerefe Yirminci Yüzyıl” ile öyle bir battık ki, bir özel tiyatro olarak bir türlü yirmibirinci yüzyıla giremedik.
Ancak, DOT çok büyük bir yeniliğe imza atarak, alternatif mekanlarda alternatif oyunları başlattı, akım olarak in yer face’i seçtiler, bu durumda bazı projeleri Royal Court Theatre’dan direkt olarak ithal edilmiş olduğu için, bana fazla “yabancı” kaldı, ama sanırım o oyunları da benden daha beyaz olan Türkler sevdi.
DOT’un açtığı yolu takip ederek, Türk Tiyatrosu’nu klonlanmaktan kurtaran nice grup var.
Bu grupların yarattığı mekanlar, yeni grupların oluşumuna da yol açtı. İçerik değilse de, en azından tiyatromuzun formunu değiştirdi
Ben gerçek değişimin, yeni oyun yazarlarının yetişmesiyle başlayacağına inanıyorum.
Yıllar önce, “Tiyatromuzda Yerli Yazar Sıkıntısı” konusundaki bir konferansta, yazar yetiştirmek için bir laboratuar kurulması konusundaki konuşmamla katılmıştım. Usta yazarlarımızın bile yazdığı yeni oyunların, öncelikle oyun yazma laboratuarlarında pişirilmesi gerektiğini belirtmiştim.Rahmetli Recep Bilginer bana pek kızmış, “bu yaştan sonra laboratuarda yemek mi pişireceğim?” demişti.
Oysa “Angels in America” gibi dev bir proje bile, laboratuarda biçimlendi, bölge tiyatrolarında geliştirildikten sonra, önce Broadway’i, sonra tüm dünyayı sarstı. Kısacası, yazar Tony Kushner, Amerika’da nice laboratuarda yemek pişirdi!
Bizim önde giden yazarlarımız sürekli Kültür Bakanlarına baskı yapıp, oyunlarının ödenekli tiyatrolarda oynanmasını sağlama yolunu seçerler. Belki de bu yüzden “önde giden yazar” sıfatını almışlardır. Oysa, ödenekli kurumların ısrarla aynı oyunları oynaması, Türk Tiyatrosu’nun klonlanmasından başka bir işe yaramaz.
Şimdi, Kumbaracı 50’de Yiğit Sertdemir, oyun yazma, ( adı oyun yazamama olan) atölyeye öncülük ediyor, genç yazarların önüne çıkan engellerle savaşması için yol açıyor. Usta çırak ilişkisinden gelen yıkıcı teatral geleneğimiz onda yok. Yiğit bilgilerini paylaşan bir tiyatro adamı!
Galata Perform’da ise dünyanın en önemli yazarlarının konuk edildiği oyun yazma atölyeleri var. Bu çalışmalarda biçimlenen yerli oyunlarımız Almanya’da bile oynanmış.
Bu atölyeler son derece önemli, devlet sadece sözkonusu oyun yazma atölyelerine bile ödenek ayırmalı bence.
Bu yolla kazanacağımız yazarları televizyonlar kapmazsa, ödenekli tiyatrolar da sahiplenecektir..Örneğin Devlet Tiyatrosu’nun, yabancı oyunlarda izlediği başarılı repertuar politikasın yerli oyun kalitesinin yükselmesine de yarayacaktır . “60 Yılda 60 Yerli Oyun” projesi çok önemliydi, ama Türk Tiyatrosu uzun süredir klonlandığı için oyunların çoğu başarısız diye nitelendirildi.
Bizlere düşen, bir yandan Oyalı koyuna happy birthday derken, öte yandan yeni seslerin alkışlanmasının önünü açmaktır. Bu yola kendini adamış Yiğit Sertdemir, Yeşim Gülan gibi insanların dışında, bir oyunun bitmiş ürün olmadığını sezebilen, yeni yazarlarla çalışmayı göze alabilen dramaturglara gereksinim var.
Bana kişisel olarak düşen görev ise, masamda bir yıldır duran 30’a yakın yeni yazarın eserini bir an önce okuyup , yapıcı biçimde eleştirmek, onları daha fazla oyalamamak!

29 Kasım 2011 Salı

TİYATRO UCUZLATMA FIRSATLARI

Bugün size Türkiye’nin ilk klonlanan koyunu Oyalı’nın dört yaşına basmasıyla, Türk Tiyatrosu’nun bağlantısını yazmaya hazırlanıyordum ki, Taksim’e çıkma gafleti gösterdim. Taksim meydanının Ayaspaşa mevkiine uzun süredir uğramıyor, ya da uğradığımda metruk biçimde duran Atatürk Kültür Merkezi’ni görmezden geliyordum.
Bu kez de çürütülen Atatürk Kültür Merkezi ile çürük değerlerimiz arasında paralellik kuran bir yazı yazmaya karar verdim .
Fakat, gözüme Atatürk Kültür Merkezi’nin yancağızına dikilen bir kulübe ilişti: Taksim’de hiç salonu kalmayan ve mecburen yıllarca sadece özel tiyatrolara tahsis edilmiş Küçük Sahne’yi kullanan Devlet Tiyatrosu gişesinin yanına yepyeni, şipşirin bir kulübecik dikilmişti. Bu kulübe Tom Amca’nın kulübesi değildi çünkü Tom Amca, çocukluğumuz bitince ölmüştü. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne ait bir gişeydi.
Aslında bunu çözene kadar biraz zaman geçti: Uzun yıllar önce, sahnede çok yetenekli olan ama araba kullanma konusunda çok kısıtlı bir yeteneğe sahip olan bir hanımın yanlışlıkla AKM’nin otoparkının yanına kulübe diken ve devlet baba dahil olmak üzere hiç kimsenin yıkamadığı bir” babaya” ait kulübeyi, frene basamadığı için yanlışlıkla yıkabildiği öyküsünü anımsadım.
AKM’nin yanında dikilen bu iki gişe bile, “biz oynayamadığımız binanın önünde bilet satıyoruz,i halen yaşıyoruz ” mesajını verdikleri için başlı başına birer ibret öyküsü. Ancak dünyanın bütün medeni şehirlerinde olduğu gibi, meydanlarda tiyatro gişeleri olur, bu gişeler tiyatroların o gece için kalan yerlerini indirimli olarak satarlar.
Bu yerlerin rin önünde çoğunlukla Japon turistler, 150 dolarlık müzikalleri indirimli izlemek için uzun kuyruklar oluştururlar. Bizim İstanbul’da böyle bir gişe bulunmamasının nedenini ben Türk Tiyatrosu’nda Japonları sevmemize bağlarım.
Oyunda birbirimize “Japonlar gelmiş” demek, reaksiyonsuz seyirci geldi demektir.
Yıllardır özel tiyatrolara yapılan ianelerin yerine köklü çözümlerden söz ederiz ya: benim önerdiğim köklü çözümlerden bir tanesi, özel tiyatroların da kentin meydanlarında biletlerini satabilecekleri gişeler kurulmasıdır.
Biletix, My Bilet filan var diyecekseniz ama bu çözüm ortakları, dünyadaki her türlü benzeri şirketler gibi, biletin üzerine haklı olarak kendi komisyonlarını ekledikleri için, tiyatro biletlerinin ucuzlamasına değil, tam tersine daha pahalı hale gelmesine neden olurlar.
Ben, aynen Londra, New York, Paris’te olduğu gibi, oyun günü boş yerlerini indirimli olarak satan ve tüm tiyatrolara hizmet eden bir gişeden söz ediyorum.
O gün yeriniz yoksa, gişeye tiyatro olarak bilet tedarik etmezsiniz ama sıraya girmiş olan bir kişiyi başka bir oyun izlemeye teşvik edersiniz.
Bizde ise, devlet, yılda bir kez teşvik verir, sonra çekilir. Hatta Maliye Bakanlığı, Devlet Tiyatrosu salonlarına turneye giden özel tiyatrolara zamanında sembolik kiralara verirken, üç katına çıkartır. Bir de size orada yüzünü bile görmediğiniz 10 elemanın yevmiyesini ödetir.
İrili ufaklı tüm özel tiyatrolara hizmet eden gişe düşüncemi Devlet Tiyatrosu’nun vizyonu geniş genel müdürü Lemi Bilgin’e iki yıl önce anlattım, hatta bu konuda söz bile aldım. Devlet Tiyatrosu Müdürü niye özel tiyatrolara ödenek masasında oturur, onun yerine bize böyle köklü yardımlarda bulunsun dedim. Tiyatro adamı olduğu için mantıklı karşıladı.
Tabi kimin meydanını kime bağışlıyorsunuz: Lemi Bilgin’in bir tiyatro sevdalısı olarak çok sıcak baktığı konuyu, çevresindeki büro/sanatçılar, bürokrasiye takmış olabilirler.
Devlet bu anlamda kenara çekildi: Onun yerine özel fırsat siteleri çıktı.
Çamaşır makinesi, Avşa’ya haftasonu tatili, eşofmanla birlikte tiyatro biletlerini yarı fiyata satıyorlar. Komisyonları da %50’lere kadar vardığı için, siz, tiyatro olarak dörtte bir fiyatına oyun oynuyor, paranızı da neredeyse 30 günlük vadeyle alıyorsunuz.
30 günlük en düşük faizin de %2’lerde olduğunu düşünürseniz, 40 liralık oyununuzu 9.5 liraya oynamış oluyorsunuz. Siteler kötü niyetli değiller tabi, ama tiyatro bileti iç çamaşırıyla beraber satılınca ortaya çıkan şeye en basitinden “içten” demek mümkün değil!
Üstelik tiyatronuzun seyircileri, oyununuzun nasılsa bu sitelere düşeceğini bildiği için, “ucuzlamasını” bekliyor.
Siz istediğiniz kadar çırpının, hatta gazetelere bizim tiyatromun biletlerini fırsat sitesinde bulamayacaksınız diye ilan vererek, üzerine bir de ilan masrafı yapın ! Daha oyununu iki gün önce çıkartan tiyatro fırsat sitesinde işi ucuzlatmış…
Tamam tiyatroya gitmek, ödenekli tiyatro ile özel tiyatro arasındaki dünyanın hiçbir yerinde olmayan farkı önlemek için “fırsatlar” yaratılmalı ama tiyatro bu kadar ucuzlatılmış bir şey olmamalı.
Tabi hiçbir konuda yan yana gelmeyen tiyatrocular, bu konuda da tartışmıyor, tiyatro için fırsatın fırsat sitesinde olmadığını kavramak istemiyor!
Taksim Meydanından sorumlu bakan yapmazsa, Şişli, Kadıköy, Bakırköy gibi meydanlarda
oluşsun bu gişeler…Belki oraların belediye başkanları bu öneriyi dikkate alabilirler.
Hiçbirşey olmazsa, şairin dediğini azıcık değiştirir:
“Bakakalırım Taksim’deki gişenin arkasından” diyerek , fikrimi “devletleştirerek”, bir kamu hizmetine dönüştüren Opera ve Bale’ye nice bilet satmasını candan temenni ederim.

19 Kasım 2011 Cumartesi

SONBAHAR

“Bir hazin tutkudur sonbahar
Sarı renkli yapraklar dökülüyor birer birer sanki ruhumuzla beraber
Baharla gelen gençliğim sonbaharla mı gidiyor ne?”


Yukarıdaki dizeler Esin Afşar’ın hastalanmadan önce yazdığı “Sonbahar” adlı şiirden.
İstemi Betil, Çetin Köroğlu, Erdoğan Göze ve Esin Afşar, sonbaharın kısacık bir haftasında kaybettiğimiz büyük değerler.

Pazartesi sabahı çok erken bir saatte sokaktaydım. Bir okul servisi, bir evin önünde duraklamış, geç kalan bir çocuğu bekliyordu. Hayatının ilkbaharında, belki uykuya,ya da uzayan bayram tatiline doyamamış, belki kahvaltıda ekmeğin üzerine sürülen çikolatalı fındık ezmesinden azıcık daha yeme derdinde…. Uykusunu alacak, yemeğini yiyecek, “büyük adam olacak” ve bir gün o da sonbaharda dökülecek. Şansın bol olsun ömrün bol olsun çocuk, aman hep tehlikeden uzak dur, fazla büyümek için çabalama ! Pek çok büyüğümüzü cezaevlerinde çürüttük, ya da amansız hastalıklara yenildiler. İnan bana bu dünyada “büyük” adam olmak için çabalamak yerine, küçük adam olarak kalırsan, çok daha mutlu olacaksın. Sakın bir şeyleri değiştirmeye kalkma! Bırak onlar seni değiştirsin, dünya seni düzeltsin. Sakın sen dünyayı düzeltmeye kalkma!

İlk gençliğimde Okul servisini camdan görüp, defterimi kitabımı unutarak koşturduğum nice gün olmuştur.. Annem akşam beni “bugün Fizik , Matematik dersi” nasıl geçti diye karşılar, yalan söylememe bile fırsat tanımadan unuttuğum defterlerimi, kitaplarımı gösterirdi. Fizik umurumda değil, Galileo önemliydi benim için. Matematik derslerim Tolstoy okumakla geçerdi. Hiçbir zaman pergel kullanmayı öğrenemedim, ama o pergel nedense çantamdan eksik olmazdı.

İnsan, kullanamadığı bir şeyin peşine niye bu kadar düşer, halen çözemedim. Biz de bu hafta yitirdiğimiz ustalarımıza o pergellerei kullandırmadık. Yeteneklerini kullanmaları için çok az fırsat verdik. Koskoca İstemi Betil’i “Kurtlar Vadisi”nin Laz Ziya’sına sığdırarak hatırlayacaksak, yazıklar olsun bize!

Gönül, Grace Kelly huzurunda Jacques Brel ile ödül alan Esin Afşar’ın ülkesinde çok daha fazla konser vermesini isterdi. Caz yorumuyla Aşık Veysel, Nazım Hikmet şiirleri besteleyen, Yunus Emre ve Mevlana’dan çok önemli resitallere imza atan Esin Afşar, tiyatromuz için de bir kayıp. Onun 80’lerde oynadığı “Kelaynaklar” oyunu halen yüreğimde çarpar, daha geçen yıl Devlet Tiyatrosu’nda repertuara alınan ve bölgelerde oynanan bir çocuk oyununu sahnelemek için nice sohbetimiz olmuştur.

Ama, servisi bekleten çocuğa hiçbir zaman olmamasını önerdiğim , nesli tükenen Kelaynaklar çok yalnızdırlar herhalde. Esin Afşar da, çocukları, torunlarına rağmen ülkenin çoğu ilerici aydınları gibi, Kelaynaklar”a benzeyen bir biçimde ayrıldı aramızdan. Oysa ona daha çok üretme hakkı tanısaydık, nesli tükenen hanımefendilerden değil, yeni nesiller yetiştiren aydınlar olarak yazardık arkasından.

Bu arada yıllardır hastalıkla savaşırmış, ben belki de pek çok galada, sanat etkinliğinde onu hep şık, zarif gördüğüm, çok sık karşılaştığım için hasta olduğunu aklıma bile getirmedim. Öte yandan Vahide Gördüm, herkesin çok beğendiği saçlarını kameraların önünde kestirerek, topluma hastalığı aracılığıyla çok önemli mesajlar verdi. Hayranı olduğum Gördüm’ün ömrünün çok uzun olmasını diliyorum! Onunki bir tür soyunma, tam anlamıyla bir arınmaydı. Çok az starın yaptığı bir şeyi yaparak, saçların, aynı servisi belki de fındık ezmesi için bekleten çocuk gibi, dünyada gelip geçici olduğunun mesajını kitlelere verdi ve bir anlamda sadece hastalğı değil, kader çizgisini de zorlayan bir masal kahramanı oldu.

Erdoğan Göze de, ortak dostlarımızdan, en azından şu an sağlık sorunlarıyla boğuşan Macide Tanır’dan tanıdığım kadarıyla yaşamda muzurlukla ayakta duran biriydi. Onun da hayatı Fizik, Matematik kitaplarını evde unutarak geçmiştir eminim. Son olarak Göze’nin kardeşi Arsen Gürzap’ın yönettiği “Giydirici” de avuçlarım kopana kadar alkışladım onu.

Toplum, gerçekleri deşerek birtakım ikiyüzlülükleri su yüzüne çıkartan sanatçılar yerine, “giydirici” leri seviyor. Oysa tiyatronun derdi “soymak”, “arındırmak”, gerçekleri su yüzüne çıkartmak olmalı.

Sonbaharda ağaçlar çıplak kalır, ama ayakta durur ve ilkbaharda tekrar açarlar. İnsanoğlu, sabreder bekler. Oysa biz sanatçılarımızı sonbaharlardan önce soldurduk, ilkbaharlarda açmasına hiç izin vermedik.

Servisi kaçıran çocuk sakın büyümesin!

13 Kasım 2011 Pazar

AVİGNON'DA VE MODERN TİYATRODA KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ

( Bu yazı Ağustos 2011 yılında Birgün'de yayınlanmıştır. )


Bu yıl gittiğim Avignon festivalinin farkı boyutlarını birkaç farklı yazıyla anlatmaya çalıştım.
Geçen hafta gündeme getirdiğim, Lübnanlı yazar/ yönetmen Wajdi Mouwad’ın ‘in “Kadınlar” temasıyla Sofokles’in oyunlarından uyarladığı 7 saatlik gösteri, ne yazık ki gerek eleştirmenler, gerek izleyicilerde büyük hayal kırıklığı yarattı. Artık Kanada’da yaşayan Mouwad 2011’de kadınların doğurganlık temasından yola çıkarak, 2015’de yaşlılık temasıyla özel bir seçki yapmak istiyordu besbelli, ancak bu satırların sabırsız yazarını ne yazık ki 2011’deki üçlemesinin birinci oyununda kaybetti. Üstelik oyunu, Peter Brook’lar, Arienne Mnouchkine’lere özenilerek özel bir mekanda, surların arkasında sergileniyordu, ancak mekana özel hiçbir yaratıcı tasarım ve uygulama olmadığı gibi, modern tiyatro adına oyuncuların seslerinin duyulmaması dışında hiçbir özelliği yoktu.
İstanbul Film Festivali’nde kaleme almış olduğu “İçimdeki Yangın” filmleri ile kitleleri büyüleyen, 2010’da Garajistanbul’da düzenlenen Rotterdaminİstanbul’da yazmış olduğu ve köklerini sorgulayan “Yangınlar” adlı oyunla tiyatro seyircimizle tanışan Mouwad’ın bir yönetmenden öte bir yazar olarak daha başarılı olduğu ve kendine daha yakın temaları sahnelemekte ön plana çıktığı oyunla ilgili öne çıkan eleştiriler arasındaydı.
….
Avignon’un büyüleyici mekanı Papaların Şatosu’nda ilginç bir gösteri, kendisini özellikle eğitime adamış olan Boris Charmatz adlı koreograf’ın 9 yetişkin, 27 çocuk dansçıyla beraber gerçekleştirdiği “Çocuk” temalı dans gösterisiydi.
20. yüzyılda sanat cinsellik ve üreme konularında yoğunlaşırken, 21. Yüzyılın hastalık, ölüm, varoluşu irdelemesi, insanoğlunun kahramanlıklarından öte uzayda bir hiç oluşuna ve gittikçe önemsizleşmesi, değer kaybetmesi, küçülmesine değinmesi, bu yıl sadece Avignon’da değil, genel olarak modern tiyatroda ve sanatta ön plana çıkıyor. Koreografın 2011 yılında “çocuk” , Mouwad’ın doğurganlık olarak belirlediği tema, 2015’lere doğru ölüm, yaşlılığa doğru bir karamsar bakış açısına yöneliyor.
Avignon’un Off kategorisinde izlemiş olduğum Marius Von Mayenburg imzalı “Le Moche” (Çirkin) birdenbire, bilinçüstü birdenbire yüzünün çirkin olduğu konusunda harekete geçirilerek, aynanın karşısına geçirilen bir adamın, yavaş yavaş üst benliğini yitirerek, herkese benzemesini ve toplumda kişilik kaybına uğramasını anlatıyor.
Çağımızdaki oyunlar, Tanrılara karşı geldikleri için, hubris (kibir)’le karşı koydukları için ceza görmelerini değil, toplumda herkesin arasına karışarak, teknolojinin karşısında niteliksiz yaratıklar olarak kişilik kaybına uğramalarını anlatıyorlar. Bir anlamda kahramanların değil, sığınmacı karakterlerin öykülerine sığınıyorlar. Hastalık, ölüm, sağlıksız yaşam, kısa ve uğursuz ömürlere yakalanmamak için bir nokta, ya da bir bilgisayar nick’i olarak yaşamaya sığınan korkakların öyküsüne doğru yol alıyor tiyatromuz.
Belki bunun içindir ki, pek çok büyük tiyatro oyuncusu, artık sağlam muhteşem karakterler bulamadığı için hayıflanmakta… Medea’lar, Cid’ler, Oidipus’lar, Hamlet’ler, Hekate’ler, Macbeth’ler, Blanche Dubuois’lar, Villy Loman’lar tekrar yazılmamakta, çağın bu bakış açısıyla yazılamayacak da
Artık çabuk ölmemek, erken hastalanmamak, oyunun birinci perdesinde bir kazaya kurban gitmemek için silinmemek için anti-kahramanların yazıldığı bir çağdayız.
Belki de bu yüzden dramları korka korka, komedileri de bağıra bağıra oynuyorlar Avignon’da.

YANIK

YANIK

Nedim Saban
nedimsaban@superonline.com


Tiyatro sezonunu beni ertesi gün yeni bir oyun izlemek için heveslendiren, harika bir oyunla açtım: Devlet Tiyatrosu’nda “Yanık”!
Bazı sezonlara kötü bir oyun izleyerek başlarsam, o sezon hep “kötü şeyler izleyeceğim” korkusuyla bir süre tiyatrodan uzak durma kararı alırım.
Ancak, bu yıl sezonu özellikle açmak için bilinçli bir seçim yaptığım “Yanık” oyununu hararetle öneriyorum.
Bu satırların okurları, Avignon Festivali’nde “Sofokles” üçlemesiyle öne çıkan ve doğrusu yönetmen olarak beni çok heyecanlandırmayan, eleştirmenlerden de kötü not alan Lübnan asıllı Wajdi Mouwad‘ı hatırlayacaklardır. Ancak, o yazımda Türk seyircisinin Mouwad’ı 2010 yılında RotterdaminIstanbul festivalinde keşfettiklerini ve çağımızın en büyük yazarlarından biri olduğunu da anlatmıştım.
Türk seyircisi, daha önce yabancı bir dilde de olsa “Yanık” oyununu izledi, İstanbul Sinema Festivali’nde Mouwad’ın bu oyundan yola çıkarak yönettiği “İçimdeki Yangın” filmini de gördü.
Ailesiyle 1977’de iç savaştan Fransa’ya kaçan Mouwad, 2005 yılında “ Fransız eleştirmenlerin modern yazarlarla ve çağdaş tiyatroyla barışık olmadığı” gerekçesiyle Moliere ödülünü red etti., Kanada’ya yerleşen yazar, yönettiği oyunlarla 2006’da Kanada’nın en prestijli ödüllerinden biri olan “Siminovitch” ödülünü kazandı.
“Yanık”, Batı’dan doğuya bir bakış hikayesi!
Cem Emüler’in çevirisi ve nefes kesen yorumu sayesinde bir anlamda doğudan batıya bakamamayı işliyor, bizi suçluyor..
Devlet Tiyatrosu’na yaraşan büyük bir prodüksiyonla sunulan “Yanık” ta, ustalığı tartışılmayan dekoratör Ali Cem Köroğlu’nun dekoru bana bu kez macera hissi vermedi, slaytların çarpıcılığı bile doğuyla batı arasında rahatça dolaşımımı engelledi.
Ancak, tüm ekibin yadsınamaz başarısının yanı sıra en çok sade bir oyunculukla seyirciyi büyülüyen Emel Göksu gibi bir virtüöz sayesinde, kendimi savaş yolculuğunun içinde buldum. Göksu’nun pencerelerin içinde söylediği tiradlar, bize “ sağlıklı bakmaktan” fazlasıyla aciz olduğumuzu kanıtladı.
Yönetmen üç saatlik oyunun uzun bulunmasından etkilenerek umarım Emel Göksu’nun tiradlarına dokunmaz..
“Yanık” bana uzun değil, aksine fazla kısa geldi.
Dinler, ırklar arasında savaşlar, katliamlara, Lübnan’a, Lübnan’daki acımasız Sabra ve Şatilla katliamına gittim. Doğruyu daha çok öğrenmek, birbirinden daha etkili biçimde oynanan karakterlerle daha çok özdeşleşmek istedim.
Batıda yaşayan bir Musevi çocuğu olarak, doğuyu hiç bilmediğimi, kavrayamadığımı anladım, kendimle hesaplaşıp, üzerinde din ve ırk örtüsü olan katliamların dünyanın her yerinde tekrarlandığını kavradım. Kaldı ki, dünya Yahudilerinin İsrail’in bir ülke olarak benimsediği politikalardan, savaşçı bakış açısından sorumlu tutulamayacağını, kararlarını kendi veren bir ülke olarak algılanması gerektiğini düşündüm.
İnsanlık adına çok korktum!
“Yanık” aslında iki çocuğun köklerini arayışı olarak da algılanabilir. “Savaş” temasını oyundan tamamen çıkarttığınızda, sahnede Devlet Tiyatrosu’nun genç oyuncu yokluğu ve bu konuda bölgelerden kopuk politikası nedeniyle pek “çocuk gibi” durmayan, ama müthiş enerjileriyle bize gençlik esprisini yaşatan çocuklarımızın köklerini arama kavgası da denebilir.
Bu köklü ve saygın arayışta içine düştükleri savaş, tecavüz ve kapitalizmle gelen her pislik, aslında doğunun batıdan ithal ettiği pislikleri göstererek, doğudan batıya da bakıp, oyunun döngüsünü değiştiriyor.
Bu bağlamda “Yanık”, Devlet Tiyatrosu’nun çok büyük bir riski olan (kolay seyirlik olmayan ama bize bazı anlamlarda ne yazık ki söyleyecek çok sözü olan ) bir oyunu repertuarına alması ve müthiş bir ekip ruhuyla sunması açısından da alkışlanması gereken özel bir çalışma.
Yanık’tan çıktığımın ertesi gün, Van’daki artçı sarsıntıda çökenleri, oyunun dünyasına oturtarak acıyla izledim.
“Köklerini aramak için Doğu” ya gidip, bir savaşın içine düşmek ne demektir, sorguladım.
Hiçbirşeyi yadırgamadım. Savaşsız bir dünya olamayacağını artık öğrendiğim için, sadece savaşı bu kadar cesurca “dillendiren” Devlet Tiyatrosu’na tekrar tekrar gidip avuçlarım kopana kadar alkışlamak istedim.
Şimdi sırada Füsun Günersel’in çevirisiyle Şehir Tiyatrosu’nda izlemeyi dört gözle beklediğim geçen yıl kaçırdığım “Arzunun Onda Dokuzu” adlı oyun var!

6 Kasım 2011 Pazar

KURBAN PSİKOLOJİSİ VE BAYRAM

Bugün bayram, çocuklar erken kalkar mı, yoksa daha çok uyumak için bahane mi bulurlar bilemem.
Türkiye, çocuk olmanın zor olduğu bir ülke çünkü.
Bugünü çocuk olarak kutlamak ise daha da zor.
Daha geçtiğimiz hafta 13 yaşında bir kıza tecavüz edip, ceza indirimi alan muhtar, kaymakamlıktaki yazı işleri müdürü, devlet bankası veznedarı, ziraat odası başkanı, imarette hayır işleri sorumlularının yaşadığı bir ülkede, çocuklar nasıl bayram edebilir ki?
29 Ekim’de de “hassasiyet” yüzünden bayram kutlamalarına izin verilmemişken, ertesi hafta çocuk istismarı konusunda en ufak bir “hassasiyet” duyulmamışken hangi çocuk ve hangi veli gerçekten bayram kutlayabilir?
Çocuklar Cumhuriyet’in kurulduğu gün “erken kalkmadıları gibi, bu bayramda da erken kalkma ihtiyacı duymayacaklar, büyükleriyle bayramlaşmayacaklar. Zaten yüzbinlerce” büyük”, bayram tatili nedeniyle kaçmış,gitmiş, şehri, memleketi terk etmiş, çocukların bugün çaldıkları kapılardan boş dönme olasılıkları pek yüksek!
Bartın’da milli eğitim müdürü çocukların tiyatroya “eğitim öğretimi aksatmamamaları koşuluyla okul saatleri dışında” izin vermiş sadece. Bu da çocukların tiyatro izlemelerinin önünü neredeyse sonsuza kadar tıkamak demek.
Oysa, bizim çocukluğumuzda sırf büyüklerle bayramlaşmak değil, tiyatroya gitmek de bayramdı.

Bugün bayram ama ödenekli tiyatrolar bile “bayram dolayısıyla kapalı”!
Oysa şimdi hasta yatağında yatan Nejat Uygur’u izleyerek ne çok bayram kutlamıştım çocukluğumda. Gazanfer Özcan’lar, Feridun Karakaya’lar’la neşelenerek geçirdiğim güzel bayram matineleri, okulda hep beraber “Topkapı Müzesi”ni gezdiğimiz gibi, Yıldız Kenter’in “Ben Anadolu”sunu izlemek de bayram sevinçlerimizin arasındaydı.
Şimdi, eğitimi aksatır gerekçesiyle, “okul saatlerinde tiyatroya gitmek yasak”! Feridun Karakaya’yı anımsamak için onun adının yaşatıldığı sahnenin bile tabelasının söküldüğü günlerde kutlanan buruk bir bayram bu .. Sadece tiyatrocular, tiyatroseverler için değil yazarlar, çizerler, onların okurları için de kederli.

“Bugün bana bayram değil ya da ben bu bayramı sevmiyorum” diyenler de çıkacak mutlaka!
Sokakta derisi yüzülmüş zavallı hayvancıkların gerçekleriyle o gün yüzleşmek istemeyen kişiler bunlar. Ama nedense yalnızca o gün ve en çok sosyal medyada kahramanlık taslarlar!
Aslında, bıçak kemiğe dayandığı zaman, kendilerini sağa sola “hassas” göstermek isterler.
İstanbul’da et lokantaları deli gibi artıyor, et yemek tüm dünyada düşen trend’ler arasındayken, bizdeki et lokantalarının fiyatları Boğaz’daki denize nazır balıkçılarla yarışıyor.
“Bugün benim için bayram değil, sokağa bile çıkmaya tahammülüm yok” diyenlerin bir bölümü bu et lokantalarına takılıp, hava atanlar, belki fiyakalı deri ceket giyenler, soğuk kış günlerinde kürklerine sarılanlardan başkası değil..


Hayatını vegan ya da vejetaryen olarak mı yaşıyorsun da kurban bayrama karşı çıkıyorsun?
Cumhuriyet için ne yaptın ki, 29 Ekim’de törenler iptal edilince konuşma hakkını buluyorsun?
“Ablan kurban olsun sana” diyenlere alkış tutar, , “kurban olayım bana bunu yapma” sözünü ağzından düşürmezsin, ama kurban bayramına karşı çıkarsın.
Çocuklar istismara uğrarken, gözünü kapatır, saygın görevine rağmen tecavüz çetelerinin içinde yer alırsın, ondan sonra bayram için kapını çalan çocukları sever, onlara öğütler verirsin.

Bugün bayram…
Sadece İstanbul’da değil, Van’da da bayram…
Sadece senin evinde değil, cezaevinde de bayram…
Tutuklu 65 gazeteci ile dünya birincisi olan bir ülkenin bayramı! Üstelik yazının, suç ile ilişkilendirildiği, daha basıma bile girmemiş kitapların “kurban edildiği” bir bayram.
Bu akşam en çok rating toplayan haberlerin başında ipinden kurtularak mahalleye dehşet saçan boğalar, kesim sırasında “ehil ellere düşmedikleri için” acı içinde ölen zavallı yaratıklar yer alacak. Ne acı değil mi? Bu haberleri izlerken celladın bile “bilgilisini” arar, özler olacağız.
Tıpkı “ehil eller” tarafından yapılmadığı için depremde çöken binalar, malzemeden çalan müteahhitlerin yüzünden göçük altında kalan, kurban edilen insanları ağlayarak izlediğimiz gibi, Türkiye’de iş bilmezlerin her alanda ruhumuzda açtıkları derin yaraları “uzaktan”
izleyeceğiz.
“Bütün bunların suçlusu ben değilim, ben bayram yazısı” okumak istiyorum diyorsan, kandırma kendini, suçlusun.
“Kurban etmeye göz yummak” suç olduğu gibi, “kurban olurum psikolojisiyle susmak” da suç! Hele hele kurban olma psikolojisine kapalıp, “cellatlara söz geçirememek” daha da büyük suç!

Madem bugün tiyatrolar kapalı, tiyatroya gitme fırsatımız yok, hiç değilse Yunan trajedilerini tarayarak anlamaya çalışalım kurban psikolojisini.
Ne olur bu akşam Darülacaze’deki sahte bayramlaşma görüntüleri yanıltmasın bizi..
Yediden yetmişe herkesin “sağlıklı düşünüp, sağlıklı karar vererek” kutladığı bayramları yaşayabilmemiz için, “kurban” psikolojisini üzerimizden atıp, Ermenisi, Yahudisi, Kürdü, Çerkezi, Rumu, kadını çocuğunun ortak sevinçler yaşadığı bayramlar için bir fırsat olarak görelim bugünü…

Bu bayramda, hep birlikte daha “gerçek” bayramlar yaşamak için hiç değilse bayramlık bir adım atalım…

30 Ekim 2011 Pazar

DEPREMİN ÖTEKİ YÜZÜ

Geçtiğimiz hafta bu sütunlardan “Güneydoğu hakkında yüzeysel bir yazı” başlığıyla bir yazı yazmış, ne kötü bir tesadüftür ki, Güneydoğu konusundaki ilgisizlik ve kültür politikası yoksunluğumuza değindiğim yazının yayınlandığı gün Van’daki depremle sarsılmıştık.
İstanbul’da bir alışveriş merkezinde film izlediğim ve telefonumun kapalı olduğu saatlerde, depremin haberini birkaç saat gecikmeyle aldım.
Bazı alışveriş merkezlerinde genellikle koca koca ekranlar asılı olur, ya benim o gün gittiğim AVM’de yoktu, ya da nasılsa sürekli reklam yayınlıyorlar diye bakmak aklıma gelmedi.
Ama işin kötü yanı, binlerce insanın cirit attığı İstanbul’un en sosyetik merkezinde hiç kimsenin yüzünde bir kaygı, bedeninde bir korku hisetmedim.Dakika başı indirim anonsları yapılırken, Van’da deprem oldu diye en ufak bir bilgilendirme yapılmadı.

Yıllar önce bir sunucunun ulusal yayında “Bugün havada bulut yok ” demesiyle ilgili olarak, Van’da, Kars’ta, Ardahan’da o gün yoğun tipi nedeniyle çocuklarını okula götüremeyenlerin,haberleri içinde dinledikleri ve sığındıkları battaniyenin altında “Vay İstanbul’un haline” dedikleri şehir efsanesi olmuştur.
Şimdi sunucular sadece hava raporu vermekle kalmıyor, bildikleri ya da bilmedikleri her konuda ahkam kesiyorlar. Üstelik havada bulut yok demiyorlar, havayı bulutlandırıyorlar.

“Onlar polise, askere taş atıyorlar ama polis, asker yardımlarına koşuyor” diyerek, afet durumlarında salt güvenlik görevlilerinin değil, bu toprakların her köşesinde yaşayanların asal görevi olan bir meseleyi, bir ırk ayrımına dönüştürmek, insanlık ayıbıdır.Kurtarma ekipleri göcük altında bir kişiye depremin ana sloganlarından birine dönüşen “sesimi duyan var mı” demek yerine “sesimi duyuyorsan Kürt olup olmadığını söyle” diye mi sorsunlar Ya da deprem başka bir bölgede olsa, aynı sunucu “onlar kimseye taş atmadıkları için taşın altında kalmayı hak etmediler mi” diyecekti?

Bu söylemlerin sosyal medyada da devam ettiğini, depreme yardım sağlayan kuruluşlar arasında bile ayrımcılık yapıldığını görünce dayanamadım doğrusu. O anda Ergenekon davasından delilleri yok ederler diyerek yıllarca içeride çürütülen yazarlar, bilim insanlarını bir an için unutmuş, Deniz Feneri davasından “delilleri ortadan yok etme” şüphesi olmadığı için aklandıkları için, çok kısa zamanda hapisten çıkartılanları düşündükçe, deprem yardımını Deniz Feneri’ne mi bağışlasam diye bile düşünür olmuştum açıkçası!.
Deprem vergilerinin duble yollara gittiğinden şüphelenen vatandaş, tabi ki yardımın yerine ulaşıp ulaşmadığından korkar ama salt politik olarak yandaşı olduğu kuruluş, parti, derneğe yardım ederse, bu fazlasıyla “şüpheci” bir millete dönüştüğümüzün kanıtıdır. Üstelik şimdi bazı havayolları Van’a 1 TL’ye uçak kaldırıyor, çok şüheci ama gerçek yardımseversen, kalk da Van’a git derler adama!

Marmara Depremi’nin onuncu yılı sırasında Tiyatrokare olarak, Liberty Sigorta’nın sponsorluğunda “Birimiz Hepimiz Hepimiz Akut” adlı bir çocuk oyunu hazırlamış, çocuklarımıza sadece deprem değil, afet anında neler yapmalarını gereken bir güvenli yaşam öyküsü anlatmayı seçmiştik. Üstelik her gelen çocuğa güvenli yaşam konusunda Liberty Sigorta’nın hazırladığı çok güzel bir bilgilendirme kitapçığı da sunmuştuk..
Ne acıdır ki, bu oyuna çok az belediye sahiplendi. Oysa çocukları, gençleri eğitmek yerel yönetimlerin, devletin göreviydi! Üç yıldır ısrarla sürdürdüğümüz bu sosyal sorumluluk projesine ne yazık ki veliler bile rağbet edip, çocuklarını götürmedi. Çocuğum “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” izlesin diyerek, belki de evlatlarının korkmasını istemediklerinden oyuna uzak durdular.

10 yıl süren Dr.Stress programımın sunuculuğu sırasında en yüksek ratinglerden birini “Marmara Depremi” sırasında 7 saat süren canlı yayınımda almışken, bir yıl sonra “Deprem Tedbirleri” programımdaki seyredilmeme oranı (!) nedeniyle, neredeyse televizyondan kovalanır hale gelmiştim.
Unutkan mıyız, bize dokunmayan tehlike konusunda duyarsız mıyız siz karar verin artık!
Twitter hesabımda “depremi doğa yarattı, bizler sürdürdük” yazdım, afetlerin “Tanrı’nın bir cezası” olduğu cevabını aldım.

Bedri Baykam bıçaklandığı gün, belki duyarsızlığı, belki de politik duruşu nedeniyle yaralıyı arabasını almayan bir milletin çocuklarına dönüşüyoruz. Oysa tüm dünya bizi misafirperverliğimizle tanımaz mıydı? Şimdilerde misafirperverliğimiz , Sultanahmet’te halı satanların “come please” söyleminde kaldı.
Bugün tiyatrolar da “come please” diyor.
Geçtiğimiz yıl Yapı Kredi ile TEGV’in ortak projesi “Sahneyi Çocuklara Bırakıyorum” ile Güneydoğu’ya giden meslektaşlarım Cem Davran ve Bahtiyar Engin ile gurur duyuyorum.

Bu hafta Tiyatro 0.2 “Limonata, Tiyatro Gerçek “Üstü Kalsın”, Sadri Alışık Tiyatrosu “Oğluma Bir Haller Oldu”, Tiyatrokare “Büyük İkramiye”, Metin Zakoğlu Tiyatrosu “Bir Delinin Hatıra Defteri”, Kaşmir Mektebi ve Alpay Erdem de tek kişilik oyunlarını depremzedeler için oynuyor.

Eğer tiyatrolarımızın da yardım paralarıyla iki katlı dekor yaptırmadığı konusunda şüpheci olmadıysak (!), “come please” misafirperverliğini halıcılara bırakmayıp,,sadece depremzedelerin yaralarını değil, kendi önyargı ve gizli ırkçılık duygularımız, duyarsızlığımızı sarmalamak için tiyatroya bilet almaya ne dersiniz?

GÜNEYDOĞU HAKKINDA YÜZEYSEL BİR YAZI

Onların asker, polis olmalarının yanı sıra, çocuk olmalarını da çok önemsiyorum. Bir anneyi çocuksuz bırakmak, bir bebeyi öksüz bırakmak ne demektir?
Onların Türk, Kürt olmasından öte, barışı hak etmiş bu topraklarda yıllarca bitmemiş, bitirilmemiş bir savaşın içine düşürülen farklı kültürler, farklı kökenler, farklı şehirlerden gencecik insanlar olarak öldürülmüş olmalarını önemsiyorum.
İnternette dolaşan bir mail var. 1988’den bu yana başımıza geçirdiklerimizin hepsi sözleşmiş gibi terörle ilgili olarak “bıçak kemiğe dayandı demiş, gazetelerde bu manşetler altında hepsinin demeçleri var, ancak o bıçak hangi kemiğe dayandıysa çıkartılamamış, aksine her gün daha çok ananın yüreğine saplanmış.
Özdemirelalyılmaçillererzecevitdoğan!

Gel de çık bu bulmacanın içinden!
Ateşböceği Ercan yukarıdaki sözcüğü bir bulmacaya yazsa, karşılığında “bizi yönetenler” diye mi yazar, terörü bitiremeyenler mi?
1988’de Turgut Özal, “bu devlet haince kan döken teröriste bedelini ödetecek güçtedir” dedikten sonra, Çiller “ya bitecek, ya bitecek” dedi, Erdoğan birkaç ay önce “Ramazan ayına hürmeten bekliyoruz ama sabrımız tükendi” diye açıklama yaptı.
Bıçak kemiğe dayandı ama neden bir türlü o kemikten çıkmıyor?
Genelde hoşgörülü söylemleriyle tanınan Cumhurbaşkanımızın bile söyleminde öç olması şaşırtıcı!

26 kişi ölmüşken insan açıklamalarında duygusallaşıyor. Ancak acaba gerçek çözüm öç almak mı? Zamanında doğuyu sürgün olarak gören öğretmenler, hekimler, devlet memurlarının tavırları, sadece Batı’ya yapılan yatırımlar, ilaç, kitap, battaniye bulmaktan mahrum kalanlar, en kötüsü çatışmalarda hepten yakılan köyler, bir anlamdaki öç ve göç politikaları kardeşin kardeşi vurmasına etken olmamış mıdır acaba?
Silah satıcılarının eski silahları tüketmek zorunda olmasından, terör örgütünün koca bir bölgenin uyuşturucu trafiğini elinde bulundurması, “bu işin içinde başka ülkeler var” demek, Arap dünyasının dengesinde Güneydoğu Anadolu’nun ’nun önemli bir geçiş noktası olması gibi şeyleri geçin.
Ben Güneydoğu hakkında yazılan en “yüzeysel” yazıyı yazarak, barış günlerine ışık tutmak istiyorum.

20 yıl önce kurduğumuz tiyatromuzda ,“solcu” geçinen sanatçıları bile Doğu’ya ve Güneydoğu’ya turne yapmaya ikna etmek hiç kolay olmadı. Geçen yıl Bingöl’den Mardin’e kadar gittiğimiz doğudan dönenler “sanki başka bir dünyaya gitmişiz” deyince daha pek çok annenin yüreğinin yanacağını hisetmiştim.
1 Mayıs günü Diyarbakır’da oyun oynadıktan sonra, sokağa çıkmayalım düşüncesiyle gittiğimiz bir konuğun evini terk edilmiş hücre evi sanarak, sokakta patlayan lastk sesinin bile bomba olduğunu düşünerek, savaş durumunu ne kadar kanıksamıştık aslında!

Oysa en azından başarılı oyuncu Volga Sorgu’yu, Tunceli’de, Enver Aysever öncülüğünde organize edilmiş bir oyunu izledikten sonra mesleğimize kazandığımızı hatırlamak, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi dernekleri tarafından açtırılan kız yurtlarına elimizden geldiği kadar yardımcı olmak gerekmez miydi?

Diyarbakır’da esnaf lokantasında yemek yerken, yanıma oturan devlet görevlisinin kalaşnikofuyla birlikte çorba yudumladığımı hisettiğimde bu toprakların kalaşnikofla değil, eğitim, bilim ve sanatla korunacağını düşünebilmeliydim. “Kuş uçmaz kervan geçmez”, Maden kasabasından geçerken, turne otobüsünde “sessiz” bir korkaklığı seçmek yerine, bu ülkenin aydınları olarak gencecik insanların dağa çıkmasını nasıl önleyebileceğimize kafa yormalıydık. Ama biz ne de olsa okullarda “orda bir köy var uzakta” şarkısıyla büyüyen kuşaktık.
Yeri gelmişken bu bağlamda Sabancı Holding desteğiyle doğu illerine turne yapan Mehtap Ar Çocuk Tiyatrosu’nu kutlamak , şimdilerde Profilo Alışveriş Merkezi’nde komşumuz olan Adım Tiyatro gibi topluluklara sahiplenmek, doğuyu, güneydoğuyu korsan tiyatrolara, kim tarafından oluşturulduğunu bilmediğimiz kumpanyalara terk etmemek, oyuncularıyla anlaşırken “merak etmeyin İzmir, Ankara dışında turne yapmam” diyen Haluk Bilginer paşaya devlet tiyatrosunu kapatma yetkisi vermeyi tartışmak yerine, Van’dan, Erzurum’a kadar en zor koşullarda perde açan Devlet Tiyatromuza sahiplenmek , derdi televizyonda ün, para edinmek yerine doğuyu ışıklandıran bu tiyatrodaki eğitimli ve yetenekli sanatçıları, İstanbul’da elinde kıyafetiyle setten sete dolaşan, hiç değilse “Kurtlar Vadisi” gibi dizilerde savaşçılık oynayan ağabeylerinin alkışlaması gerek.

Bugün 26 genç daha öldü, bir sürü anne evlatsız, bir sürü çocuk babasız kaldı.
Ben Shakespeare’in “Troilus ve Cressida”sı ile büyüyen, sadece Türk değil, dünyanın bütün topraklarından üretilmiş anonim masalları kanıksayan, Münir Nurettin Selçuk dinlemiş, Beethoven’ı duymuş birisinin silaha sarılacağına inanmıyorum.Opera, bale, tiyatronun sadece yurtdışındaki fonlarla değil, bizim oluşturduğumuz ödeneklerle Doğu’da sanat ışığını yakabilmesi lazım.
“Bu işin içinde petrol var” demek yerine “bu işin içinde sanat yok” diyerek Güneydoğu hakkındaki en yüzeysel yazıyı yazma riskini aldım.
Bu topraklarda kültür devrimi yaratmak için geç kalmış sayılmayız!
Hadi, bugünden tezi yok doğudaki bir kız çocuğunun bursunu üstlenin, kullanmadığınız eşya, okuyup attığınız kitabı değil en sevdiğiniz şeyi paylaşın onlarla.

Savaşı tetikleyen duvarı sevgi ve ışık saçarak yıkabiliriz ancak , savaş çığırtkanlığı yapıp, meydanlarda toplaşarak değil.

16 Ekim 2011 Pazar

BİR DERGİNİN ÇÖKÜŞÜ

Cağaloğlu yokuşundaMilliyet Gazetesi’nin kapısından girip, küçücük bir odada dört kişi oturan Milliyet Sanat Dergisi ekibi ile tanıştığımda, 15 yaşındaydım, Kurduğum Beş Kafadarlar Tiyatrosu’nda kah sokaklarda, kah parklarda oynayan, Sennur Sezer, Samed Behrengi, George Orwell’den oyunlaştırdığımız oyunları salonlarda oynayan bir topluluğa yeni hayat vermiştim. Sanat Dergisi’nin kapısından korkusuzca girip, kuruluş bültenimizi verdiğimde, derginin editörü ve varolmasına büyük katkısı olan Zeynep Oral, daha ortada sadece iki kalas, bir heves varken, o hevesi Milliyet’teki haftalık yazısında tam sayfalık bir yazı konusu yapmıştı.
O zamanlar çok zor koşullarda Anadolu’daki bölge tiyatrolarına bile yetişerek her oyunu izleyen değerli Tahir Özçelik’ten bir sabah 09.15’de telefon aldığımda, o gün 10.30’da başlayacak olan çocuk oyunuma gelmek için nazikçe davetiye istemesini unutamam. Derginin sanat ajandasını toparlamak gibi çok önemli bir göreve sahip olan Zekai Abi'ye her ay bültenlerimizi elden teslim eder, sanat üstüne sohbet ederdik.

O zamanlar “Milliyet Sanat” ve “Gösteri”ye kimler uğramazdı kimler! Entelektüel sohbetler Cihangir kafelerinin dedikoduları değil, Cağaloğlu’nda esnaf lokantalarında ya da dergilerin minicik odalarında yapılırdı. O zamanlar sanat dergicilerinin tek sorunu, her Salı evinde temizlikçi olduğu için “karısı tarafından” sabah dergiyi açıp, akşam kapatmakla görevlendirilen ünlü bir yazarın uzun ziyaretleriydi.
Ne garip bir dünyadan söz ediyorum değil mi?
1) Faks çok kısıtlı yerde vardır, internet keşfedilmemiştir . Bültenler elden teslim edilir..
2) Sanatçılar, 15 yaşında da olsalar dergilerde en güzel biçimde ağırlanır, sanat ,, sanat adına önemli bulunan her olay kişiselleştirimeden değerlendirilir.
3) İstanbul’da sanat dünyası belki o kadar “şenlikli” değil, ama internetin olmadığı bir ortamda ajandaları derlemek epey güç.

Bir gün “Milliyet” te devrim (!) oldu, gazetenin tirajını arttırmak ve daha çok Abdi İpekçi’nin çocuklarını ayıklamakla görevlendirilen Ufuk Güldemir, kısa bir süre yayın yönetmeni olup, işten attı. Bugün bir basın kahramanı olarak anılan Güldemir’in, Habertürk portalını ve bu dünyayı kurmuş olmasına tabi ki saygım var. Ama “avcılık” hobisiyle de meşhur olan rahmetlinin Milliyet’te yenilik yapma adına, yaptığı kıyım hala aklımda! İşin kötüsü, o zaman bu operasyonlar da ters tepti, gazetede tiraj düştü, prestij kaybı oldu.

Şimdi Milliyet’te, oyuncusu öldüğü gün tiyatroyu arayıp “cinsel hayatında sorun mu vardı” diye soran bir magazinci yetkililer var.

Milliyet Sanat’a, yukarıda anlattığım tamamen duygusal sebeplerle yazı yazmaya talip olduğumda derginin sorumlusu Filiz Aygündüz ile tanıştım, kendisini çok sevdim. Yasemin Bay’ın editörlüğünde dergiye, dünyamıza pek yansımayan iyatro dosyaları hazırladım. Aldığım 100 lira telif ücretiyle Mersin’de bir köyde “Hamlet” oynayan kadınlara ulaşan ilk Türk tiyatrocu olma ünvanını kazandım, “Kürt Tiyatrosu”, "Travestilerin Oynadığı Tiyatro" gibi araştırmalar yaptım, tiyatroda sansürü kaleme aldım.

Derginin Eylül 2011 sayısında referandum ile sıkıyönetim zamanındaki tiyatroya baskıları karşılaştıran oyunları araştırdım, o dönem tiyatro dergileri çıkartan Seçkin Selvi’den bile belge bulamaz kütüphaneleri dolaşırken, aylarca verdiğim araştırmamın bana haber verilmeksizin sudan sebeplerle çıkartılıp, derginin basıldığını öğrendiğimde, dergiye bir daha yazmadım..

Yasemin Bay’dan sonra derginin tiyatro editörü olan Maro’da, ne yazarlara, ne sanatçılara karşı önceki editördeki saygıyı bulamamıştım. Üstelik “açılım döneminde” Kürtçe oyun sergileyen Dormen’in Diyarbakır’daki provasını gözlemlediğim yazımı Filiz Aygündüz araya girmese hepten kaldırtmış, Türkiye’ye bir yenilik getirdiğini ama Royal Court’tan fazla etkilendiğini düşündüğüm DOT Tiyatro hakkındaki yapıcı eleştirimi de sansürlemişti.

Aynı Asu Maro ile, bir yıl önce kaybettiğimiz Onur’un cenazesinin ardından perde açılmasında ters düştük, haklı bulmadığım halde düşüncelerine saygı duydum, ancak kendisine bu sütunlardan verdiğim yanıtı kabullenemeyen kişinin, DJ’lik yaptığı bara gidersem, müziği keseceği kadar kişiselleştirerek, nefret kustuğuna tanık oldum.

Milliyet Sanat’la artık okur olarak da bir ilişkim yok. Son sayısını, hangi tiyatroda ne oynanacak diye aldığımda, bu geleneğin de kaldırıldığını Zekai abinin, Tahir Hoca’nın her tiyatroyu tek tek arayarak mevsim seçkisini yayınlamaya çabaları da silinmişti.

Okuyucuları kocaman bir tiyatro sezonu hakkında bilgilendirmek yerine Bilginer’in yetkisi olsa Devlet Tiyatrosu’nun kapatılmasını emredenAsu Maro röportajına yer verilmişti. Bu röportajın bir gazetede yayınlanması durumunda, Bilginer’in de fikirleri belki tartışılırdı, ama tiyatroya sahip çıkması gereken dergiye “Allah belalarını versin”sözcükleri kullanılarak yapılmış sansasyonel açıklamalar yakışmadı. Bilginer’in bir yıl önceki bir olayı ısıtarak, “ perde açılması pornografidir” demesini, pornografiyi kendisi kadar bilmediğim için olsa gerek anlayabilmiş değilim. Bence ölülerimizi rahat bırakıp, “canlı” meslektaşlarımıza tiyatrosunda çektirdiği eziyet ile ilgili olarak önce Melih Anık’ın sorularını yanıtlasın.

Beni Milliyet Sanat’tan bile soğutmayı başaran DJ arkadaşımıza ise , yüzyıllardır her yerde uygulanan perde açma geleneğini sorgulayacağı yerde,genç arkadaşımızın ölümünün daha birinci haftasında sözümona barlarda onun sevdiği şarkıları düzenleyip, cebini doldurmaya çalışanlarla röpotaj yapmasını öneriyorum.

15 Ekim 2011 Cumartesi

İYİ OYUNLAR

Yeni tiyatro mevsimi yaklaşır, tiyatrolar yeni oynayacakları oyunları ilan ederken, içimde tiyatroya gitme dürtüsünün neden hala harekete geçemediğini düşünüyorum. Dünyada en çok beğendiğim oyunculardan biri olan Kevin Spacey, 5 Ekim’de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın öncülüğünde İstanbul’a geliyorsa ve bu bile beni hala olması gerektiği kadar heyec anlandırmıyorsa, o zaman artık İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nı değil, kendimi sorgulama zamanı geldi diye düşünüyorum. Tabi ki bu yine de İKSV’nin daha önce üç star ile Fanny Ardant, Jeanne Moreau ve John Malkovich rezaletlerini aklamaz ama ortada festival bile yokken Kevin Spacey gibi dev bir aktör ile aynı havayı soluyacağımı düşününce, şimdiden onun gitmesi muhtemel kafelere parfüm kokumu salgılamam gerekirdi diye düşünüyor ve bunu niye yapmadığımı sorgulayarak kendime çok kızıyorum.
Mesleğimin otuzuncu yılında heyecanımı yitirmiş olamam, psikolojimin şu sıralar en azından dalgalı olduğu çok doğru ama aksine bu ruh haliyle Wagnerin coşkun müziği beni kovalıyormuşçasına itelenmeli, sezon heyecanı ile çok hızlı koşabilmeliyim.Hadi sizi çok yormadan, yitirdiğim şeyin ne olduğunu söyleyeyim: Oyun duygum!
İnanmayacaksınız ama hayatta benim en iyi oyun arkadaşım, 60 yaşında resim yapmaya başlayan, tiyatro heyecanıma tanık olduğu zaman, beni bu yıl kaybettiğimiz Deniz Uyguner’in çocuk oyununa her Cumartesi sabahı götürerek, “Birlikte Oynayalım” adlı çocuk piyesini 64 defa izleyerek Guiness Rekorlar Kitabı’na geçen babaannemdi. Onun artık oynayamayacak kadar yaşlandığını hisettiğim zaman, içimdeki çocuk öldü. Belki daha büyük bir sanatçı oldum, ama ben küçük bir çocuk olarak üretmeyi tercih ederdim.
Setlerde, provalarda “bu adam çocuk ruhlu” sözünü bir çok kez çok güvendiğim sanatçılardan duydum ama bir yaştan sonra kontrol duygunuz o kadar ağır basıyor ki, birlikte ürettiğiniz arkadaşlarınızla bile, birlikte oynayamaz hale geliyorsunuz. Egonuz üretiminizin önüne geçiyor, sanki kalp ameliyatı yapıyormuşçasına kendinizi kanıtlama sevdasıyla yazıyor, yönetiyor, rol yapıyorsunuz.
Şimdi, twitter sayfamda “Nedim abi ne içtin” dedirterek takipçilerimi şaşırtan sorunun cevabı geliyor: Dört tane yeğenim var, hepsi değişik yaşlardalar ama onlarla da oyun oynayamıyorum çünkü beni televizyonda izledikleri için midir nedir, mühim adam sanıp önemseyerek, benimle oynamak yerine büyük adam gibi seviyemi yakalamaya çalışıyorlar. Büyük insanlar gibi konuşup, genelde akıl yarıştırıyorlar.
Şu hayattaki tek oyun arkadaşım köpeğim: Çiço. Kendisi american cocker olup, çiftleşme ihtiyacı var, ancak o konuyu Ertuğrul Özkök’e bırakıyorum. Dün keşfettim ki ben yun oynama ihtiyacımı köpeğimle gideriyorum, olursam belki Çiço’nun sayesinde daha küçük bir tiyatrocu olabileceğim. Beni büyük sanatçı olmaktan kurtarsa kurtarsa kurtarsa ancak Çiço köpek kurtaracak.

Çiço’yu okurlarım, seçim zamanı tartışmalarımızdan filan tanırlar. Ancak, dün onu İstanbul’un bir alışveriş merkezine özel izinle sokup (işi yukardan bitirerek yani), bu ayrıcalığını koruması ve güvenlik görevlileri tarafından kovulmaması için altı saat bağlı tuttum, üstelik beş buçuk saat yalnız bıraktım. Hayvan, en önemli markalarla bezenen bir mall’da olduğunu ne bilsin, küstü tabi.( Oysa defalarca Clayderman dinleyerek, evde hiç alışkın olmadığı bir müzik türüyle bile tanışma şansına ulaşmıştı.) Küsünce beni kulak ardı etmesini bırakın, verdiği ceza tüm evi, anlarsınız ya şöyle bir yoklamak oluyor. Kendimi, bir avm’de bağlı tutulmuş köpeğin gönlünü almak için kemikler yediren, çeşitli oyuncaklarla kakafonik sesler çıkartan, top peşinde koşturan, kedi taklidi yapan biri olarak buldum: Çiço ile oynuyordum.

Tekrar babaannemin torunuydum.

Artık büyük sanatçı değil, çok şükür küçük bir tiyatrocuydum.
Şimdi Nişantaşı sokaklarını dolaşacağız. Köpeklerin çiş yapma duyguları iz bırakmak içinmiş! Şu ölümlü dünyada, Kevin Spacey’nin bizim parfüm kokumuzu duyması için, bizim de bir zamanlar dünyanın bir yerinde oyun peşinde olduğumuzu bilmesi için Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne kadar her ağacın önünde stop ederek, birlikte yürüyeceğiz.

Köpeğiniz olmayabilir, babaannenizi hiç tanımamış ya da onunla oynayacak kadar şanslı olmamış olabilirsiniz.
Ama fazlasıyla oyun alanı var yaşamınızda belki de hiç fark etmediğiniz Bu haftaki Fenerbahçe maçında 40.000 kadın kendilerine yepyeni bir oyun alanı açtı mesela. Doyasıya eğlendiler.Onları seyirciden saymayarak ayrımcılık yapanlara da çok iyi bir ders verdiler. Bir gazete manşet attı: Saha parfüm kokuyordu! Gördünüz mü bakın, bundan sonra maça gidecek olan erkekler için de bir çığır açılmış oldu: Duş almak, deodorant sıkmak, daha az küfür ederek oynayarak medeniyete ermek!
Demek ki, oynayarak sadece kendimizi değil, toplumu da zenginleştiriyormuşuz.

Futbol oynayanlarla mı oynarız, tiyatro izleyerek mi oyun oynama keyfini çıkartırız, yoksa köpeğimize sığınırak anti sosyal takılmaya devam mı ederiz bilmem ama iyi oyunlar olsun hepimize!

BABALARI DAHA FAZLA YAKMAYALIM

"Siz sayın devlet yöneticileri nasıl ki 18 yıl önce günler öncesinden planlanan kalkışmanın piyonu olan binlerce kişinin 35 insanı diri diri yakışını 8 saat boyunca eliniz kolunuz bağlı izlediniz, öyleyse bugün orada kayıplarının yasını tutan birkaç yüz kişinin otelin önünde toplanarak karanfil ve türkülerle acılarını paylaşmalarına ve o meşum günü hatırlatmalarına mani olamazsınız!

Siz ki cumhuriyet tarihinin en insafsız ayaklanmalarından birinin temelinde yatan bu ortaçağ zihniyetine göz yumdunuz, siz ki bu katliamın ardından adil bir hukuk süreci işletmediniz, sadece kalabalıktan göstermelik olarak topladığınız sanıkları yargıya taşıdınız, elebaşlarının örgüt liderlerinin peşine düşmediniz, siz ki ‘sözde’ aranan firari sanıkların T. C. Sınırları içinde evlenmesine, askerlik yapmasına, ehliyet almasına olanak sağladınız, siz ki bir insanlık suçunu zaman aşımı ile yüzyüze bırakacak altyapıyı sağladınız, siz ki 18 yıldır eyleme geçen cehalet ile savaşmadınız, Sivas katliamının ardında kalan karanlıkları aydınlatmadınız! Öyleyse bugün bu insanların senede sadece bir gün -o da kendi başlarına geldiği için- toplanmalarını yasaklayamazsınız. O günü tekrar yaşamak bile ne kadar ağırdır bilir misiniz?

Sizin hiç babanız yandı mı? “
Yukarıda bazı bölümlerini alıntıladığım yazı deneyimli iletişimci, yazar ve edebiyat gurusu Zeynep Altıok’a ait.
Cemal Süreyya’nın “sizin hiç babanız öldü mü” şiiri hep ağlatmıştır beni Babası, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli aydınlarla birlikte diri diri yakılmış olan Zeynep de bu yazıyı yazdığı gün, 2 Temmuz 2011’de yine çok ağladım.
Bir zamanlar Madımak Oteli’ni bir ara kebapçıya çevirecek kadar “ince kıyım” düşünenler, Solingen’de yakılan Türkler gibi, tarihimizin bu utanç sayfasıyla yüzleşmek zorundaydılar. Bir utanç müzesi açıldı açılmasına ama katillerle mağdurların yan yana anıldıkları bir müze! Buna itiraz eden Zeynep’in yazısından sonra babasını tekrar yaktılar.
Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük edebiyat eleştirmenlerinden Prof. Füsun Akatlı’nın kızı olan Zeynep, annesinin yüzlerce öğrenciyle bilimin ışığını paylaştığı Doğuş Üniversitesi’ne işe alınmıştı, burada eğitim camiamız için bir kazanç olacakken, yazısının tetiklediği baskılarla okuldan kovuldu.
Doğuş Üniversitesi Zeynep’i önce konuşmama konusunda uyarmış, ardından işine son vermiş. Babası yakılan bir kızın haykırışı nasıl böyle cezalandırılır? Zeynep’in okuldan atılması demek, tarihimizde Madımak ile yüzleşilmeyeceği, üniversitelerimizde de bu konuların örtbas edileceğinin habercisi.
Yıllar önce Erzurum’da oyunculukta, beden ve ses eğitimine eşofmanla giren bir asistanın kravat takmadığı için istifaya zorlandığını duyunca, devlet üniversitelerimizin durumu beni ürkütmüştü.
Öte yandan sözümona özerk kurumlardan akademisyenler susturuluyor, en son Prof. Ataol Behramoğlu Beykent Üniversitesi’nden uzaklaştırıldı, Bilgi Üniversitesi genç sanatçıları “pornocu” olarak teşhir ederek, onları öğretim üyeleriyle birlikte kovdu.
Demokrasinin ileride olduğu ülkelerde , genç yaşında böyle afişe edilen öğrenciye ağır bir tazminat ödenir çünkü onun gençliğini çalmışsınızdır. Öte yandan Zeynep’in yazısı soykırım müzelerinde arşivlenir.
Berlin’deki soykırım müzesinde Almanların, Hitler faşizmiyle, soykırım ile nasıl yüzleştikleri ortada! Bu onları küçültmediği gibi, ırkçılık konusunda özür borcu olanları yüceltiyor kanımca!
Bizim stratejimiz ise ortadan kaldırmak. Gerçeği söyleyen sanatçıların bazıları dizilerden atılmakla tehdit edildler, bazıları “açılım kahvaltılarında” saf değiştirdiler , düzen onlara açıkça “sus ki seni besleyebilelim” dedi! Şimdi aynı kıyım akademisyenlere yapılıyor. Kürt, Alevi açılımlarıyla barış sağlayabilecek olanlar, bu kez akademisyenlere baskı yaparak, onları yakıyorlar.
Ne acıdır ki, daha bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nın onuncu sınıflarda okuttuğu tarih kitaplarında “Süryaniler” hain olarak gösteriliyor, aşağılayıcı ifadeler kullanılıyor. Bu durum halkların kardeşliğine hiç yaraşmadığı gibi, Türkiye’nin imza attığı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ne de aykırı.
Toplum olarak, halkların kardeşliğine en çok ihtiyacımız olan dönemde, gerçeği söyleyenleri üniversiteden atıyorlar, her şeyi bırakın bir genç kızın babasına haykırışını cezalandırıyorlar.
Bu durumda, ileride Madımak’ı, Dersim’i, Diyarbakır Cezaevi’ni, Bayrampaşa’da diri diri yakılanları anlatmayan, kendinden olmayanın hain” olduğunu öğreten, kravatla tiyatro dersine girerek sinik, pısırık, korkak dizi oyuncuları ve en önemlisi kötü insanlar yetiştiren bir toplum haline dönüşeceğiz.

Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.

Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;

İçimde cesetler ve daha ölmemişler var."

diye bitirmiş Zeynep yazısını , bense bu yazımı iyiniyetimle “ çeşitli açılımlar” yapmaya çalışan devlet erkanımızdan içimizdeki cesetler ve ölmemişlere sahip çıkan , gelecekteki kuşaklara her kim olursa olsun insan insandır diyen eğitmenlere yol vermek yerine, yol açmasını bekliyorum.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

BU DÖNEMDE NASIL BİR TİYATRO?

Geçtiğimiz haftaki yazımda, şu dönemde inadına tiyatro yapmak gerek demiş ve tiyatroyu bekleyen iki önemli tehlikeyi dikle getirmiştim. Bunların biri, tabi ki otosansür, diğeri ise, tiyatronun kendi içine kapanmasıydı.
Bir dönem, aydınlarımız İran Sinemasına bakarak sanatın baskı altında da olsa çok iyi şeyler üretebileceği tezini geliştirir, hatta Batı Avrupa ülkelerindeki tiyatronun sadece biçimsel arayışlar içinde olup, içerik geliştiremediği konusunda düşünceler ileriye atarak fazla özgürlük ve maddi imkanın her zaman sanatçının lehinde olmayacağı konusunda fikirler ortaya atarlardı. Ne tuhaftır ki, 2010’larda salt Panahi’ye özgürlük sloganında yoğunlaşan kampanyaları gözleyenlerin bile tanık olacağı gibi , bu tezler çürüdü.
Tabi ki, sanatçı aşırı özgürlük ortamlarında ilgi çekmek için kimi zaman dejenerasyona ve mutasyona uğrayabilir. Bunun en son örneği Cannes Film Festivali’nde Hitler’e abuk sabuk övgüler düzen Lars Von Trier da yaşandı. İlgi odaklı da olsa bir caniyi göklere çıkartan Von Trier tabi ki gözümüzde sıfırlandı ama onun en azından “önemli bir sinemacı” olarak bir yeri vardı.
Türk Toplumu’nda ise hiçbir mesleği olmayan magazin figürleri dejenerasyonun da etkisiyle ara sıra tuhaf çıkışlar yaparlar. Kaset çıkartan bir şarkıcının gündeme gelmek için bir şeyler söylemesi, evlenip boşanması, dizide 30/40 milyar alan bir oyuncunun çıtasını yüksek tutabilmek için meslektaşlarıyla uğraşabilmesi bir derece anlaşılabilir, ama hakikaten elle tutulur bir mesleği yokken, durup dururken gündeme gelmeyi meslek haline getirenler acınası duruma düşüyorlar!
Geçtiğimiz hafta, son filmi aynı gişe memuru tarafından defalarca izlendiği için kapalı gişe giden Sinan Çetin’in durup dururken tarikatçı kesilmesi ile koskoca Cihan Ünal gibi bir oyuncunun “sahnede taciz etmediğini kanıtlamak için (nasıl oluyorsa) ”, “ben ona kapalı giyinmesini söyledim ama ısrarla açık giyindi” demesi arasında bence çok fark yok. Konservatif düşünce ne yazık ki, Sinan Çetin’i oportünist bir biçimde tavlamış, medya baskısı da yılların virtüözü Cihan Ünal’ın bilinçaltında tiyatro ve çıplaklık arasında hasarlı bir bakış açısına yol açmış.
Birisi günün yükselen trendine uyarak okyanusa selam gönderiyor, öteki o kadar bunalmış ki, bilinçaltında kurnaz röportajcının sahnede kapanma tuzağına düşmüş. Öte yandan karşımızda daha önce magazinin her türlü cilvesi ve edasını kullandığı için, doğru söylese de, artık “inanılmayacak ve” neredeyse taşlanacak” bir “simge” var. Sanatçı olarak olmasa da, kadın olarak söylediği bazı şeylerde haklı olabilir ama düzen bize ona inanmamayı öğretmiş.
Ben bu koşullarda, “baba” olsam çocuğumun, her koşulda tiyatrodan uzakta durmasını isterim.
Öncelikle “tiyatrodan nefret ettiğini her fırsatta açıkça beyan etmiş olan ” ama televizyona pilot program çekmek için ücretsiz oyuncu bulmak adına “tiyatro okulu açan” Sinan Çetin’e bulaşmamasını isterim.
Türkiye’de tarikatçılık yasakken, çocuğumu açık açık tarikatçılığı öven Sinan Çetin’in okuluna göndereceğime, gerçekten dinine meraklıysa, din bilgisi edinmek istiyorsa, din liderinin sevgi ve ışık saçan ve dünyanın her yerine yayılmış okullarına burslu olarak gönderir, hiç değilse ilahi ışığı alnında hisetmesini sağlarım.
Yine, Cihan Ünal’ı yakından tanımayan, Tiyatro İstanbul’un sanatsal çizgisini bilmeyen bir baba olsam ve sadece Ayşe Arman röportajını okusam, tiyatronun soyunan kızların tacize uğrayabileceği bir yer olduğundan şüphe eder , kızımı tercihen hep giyinik kalacağı, hatta masanın öte yanından bacaklarının bile görülmeyeceği bir meslek okuluna yazdırırım.
Büyük oyuncu Ünal’dan şu sözleri duymak isterdim oysa: “Sahnede nasıl taciz edilir ey Ayşe Arman? Doktor ameliyatta çıplak hastadan huylanır mı, ne kadar akıl fakiri bir düşünce biçimidir bu?
Ünal’ı suçlamıyorum tabi, bir sanata böyle bakabilecek kadar hortlayan bir tehlikeden ve kocaman bir aktörü bu tuzağa düşürerek bu tarikata hizmet eden magazin kuşağımızı suçluyorum.
Magazinin bu kadar hortladığı ve bulaşacak alan kalmadığı için doğal olarak tiyatroya da bulaştığı bir ülkede, genç meslektaşlarımın tiyatro sanatında kendi içlerine kapanmaları doğal.
“Küçük mekanlarda büyük fikirler yaratma düşüncesiyle” deneysel sanatlara kayacaklar belki!
Zaten, sadece gece bültenlerinden absürdün alasının yakalanacağı bir memleket burası! Absürd ve deneysel tiyatronun kralı yaratılabilir şu dönemde.
Ancak unutulmamalıdır ki, yine geçtiğimiz hafta, parlamentomuzun renkleri ayıkland, korkarım, demokrasinin tanımının yanlış anlaşıldığı ve ezici çoğunluğun azınlığın haklarını gasp edeceği günlere gebeyiz .
Eğer bu koşullarda tiyatro kitleselleşmez, kabuğuna çekilirse, tiyatro da ötekileştirilecek, dışlanacak ve ezenlere ezilenleri anlatan ve çağına ışık yakan sanat olmaktan çıkıp, sadece haksızlıkların ardından ağıt yakılan bir karartma alanı olmaya mahkum edilecektir..

ŞİMDİ TİYATRO YAPMA ZAMANI

12 Haziran gecesi Türkiye’nin seçim sonuçları nasıl çok kısa sürede belli olduysa, bu yazının da amacı çok kısa ve net: Tiyatro yapmalıyız !
Tiyatro yapmak için çok açık bir çağrı veya geleceğe dair aydınlık bir umut olmasa da, asıl şimdi tiyatro yapma zamanıdır!
Hatta güçleri birleştirme zamanıdır…
Dikkat ediniz, kimilerinin iddia ettiği gibi, pek az izlendiği iddia edilen tiyatro sanatımızun , kitleler üzerindeki etkisinden fazlasıyla korkulmaktadır. “Vatan Yahut Silistre” oyununun ilk gecesinden sonra, Abdülaziz'in ın kellesini isteyerek halkı sokağa dökecek kadar “tehlikeli” olan sanatımızı asıl şimdi, hem de en iyi biçimde icra etme zamanıdır!
Dizi yıldızları televizyondaki başarılarını perçinlemek, kazançlarını ve gündemdeki yerlerini daim kılmak için tiyatroyu yem malzemesi olarak kullanarak magazin malzemesi haline getirip “ucuzlaştırma” yoluna gitseler, tiyatroya hiç yolu düşmeyenler tam seçim arefelerinde bir oyunu “ayıp”, “müstehcen”, “gayrimeşru” bularak sanatımızın önüne gereksiz, yoz, çiklet gibi tartışmalar çıkarsalar da çağlar boyunca ayakta kalan tiyatro sanatı, her şeye direnecektir! Yeter ki 12 Haziran gecesinde seçim sonuçlarını izleyip “erkenden yatağa düşmeyenler”, 13 Haziran’dan sonra başlayan çekişmelere yenilmeyenler tiyatro yaparak ayakta durabilsinler!
Yıllar önce özel tiyatro yöneticileri ve azımsanmayacak sayıda seçkin oyuncuyla, tiyatro sponsorlarına vergi kolaylığı tanınması için dönemin başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz’ı ziyaret ettiğimizde, “Anadolu’da halk bizden tiyatro talep etmiyor” yanıtını alınca çok şaşırmış, “fuzuli işler” yapan kişiler olup olmadığımızı sorgulayarak dağılmıştık.
“Fuzuli işler” yapıyor olsaydık oyunlar yasaklanmaz, tiyatro sanatçıları hakkında davalar açılmaz, ( bu arada Sayın Başbakanımız yeni bir dönemin başlangıcında helallik isteyerek pek çok davayı geri çekmiş, ancak Müjdat Gezen’e açtığı hakaret davasına devam etme kararı almış, öte yandan kendisine sahnede “ İşportacı Tayyip” diyen Beyoğlu Kumpanyaya karşı açtığı hakaret davasını kaybetmiştir) , tiyatrolarımız yıkılmaz, ödenekli tiyatrolarımızın işlevi sorgulanmazdı.
Cumhuriyet Halk Parti’li olmadığım halde, 12 Haziran gecesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin ağır bir yenilgiye uğradığına inanmıyorum, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeni sol söylemine katılmakla beraber, bunu kısmen yanlış insanlarla gerçekleştirme hayaline kapıldığını i düşünüyorum.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin son yıllarındaki kaderinde ne yazık ki partizanlık, hizipçilik ve daha da kötüsü küçük hesapların güdümünde toprakçılık var, devam ediyor. Herkesin memleketindekini kayırdığı bir oluşumda, ne yazık ki, sanatın filizlenmesi, sanatçıya hak ettiği değerin verilmesi beklenemezdi. Partinin köklü bir kültür politikası olmaması ve seçimden önce kültür/sanatın alelacele bir beyanname ile geçiştirilmesi de bunun acı bir göstergesi.
Öte yandan, bağımsız blok adaylarının BDP’de grup oluşturduktan sonra, Kürt milliyetçiliğinin tuzağına düşmemeleri halinde, (çünkü sanat hiçbir şovenist düşüncenin kalıplarına sığdıralamaz) meclise sanat adına yeni bir söylem getireceklerine inanıyorum.
CHP, belki yine makus kaderine yenilerek iç çalkantılarla süre kaybedecek.
Tiyatronun ise günlük politika kulvarının içinde duralamadan yoluna devam etmesi gerekiyor!
AKP’li belediyeler ciddi bir kültür sanat politikasıyla tiyatro salonları açar, buralarda yoğun tiyatro faaliyetleri gerçekleştirirken , Cumhuriyet Halk Parti’li belediyeler vizyonsuz başkanları nedeniyle sanatçılara destek olacaklarına, köstek oluyorlar, sanatın önüne set çekiyorlar.
Ancak, tiyatro yılmadan devam etmeli!
Tiyatronun şu dönemde düşeceği iki tuzak vardır: Birincisi otosansür!
Nasılsa “yasaklarlar”, “yıldırırlar” korkusuyla, sanatçının doğmayan düşünceleri beyninde öldürerek, , seyircinin duymak istediği gerçekleri dillendirememesi en kötüsü olur!
Öte yandan, tiyatronun küskün bir çocuk edasıyla kendi içine dönmesi de başka bir tehlikedir. Çok savunduğumuz alternatif tiyatro düşüncesi şahlanmışken,1.ve 2. Dünya Savaşı sonralarında görüldüğü gibi, minik mekanlarda sadece birbilerinin dilinden anlayan arkadaşlara hitap eden absürd oyunların oluşumu “tiyatronun kitleselleşmesinin” önünü keser. Sakın küçük mekanlardan büyük düşünceler çıkmaz ya da saçma oyunlardan akıllı fikirler bulunmaz dediğim sanılmasın, ancak tiyatro sanatçısı sandıkta attığı oyun parlamentoya yansımasını izleyen seçmen gibi içine döner ve sadece “azla yetinirse”, bir gün memlekette tiyatro talep edilmeyen bir hale dönüşebilir.
Öte yandan, sanatımızı kitleselleştireceğiz, mutlaka yoğunluklu biçimde talep gören hale getireceğiz derken, 21. Yüzyıl insanının beğenilerini göz ardı eder ve kalite sınırını tutturamazsak, salt tiyatroda değil, bizi yönetenlerden yönetmeye talip olanlara, medyada yönlendirenlerden yönlendirmeye talip olanlara kadar kalite yoksunu bir kuşağın yaratılmasının önüne geçememiş oluruz.
Unutmayalım: iyi bir tiyatro oyunu bir kişinin beğenisini, öngörüsünü değiştirse ve o bir kişi insanlığa yararlı olabilecek bir vizyonla öne çıkabilse bile, bu bir kazançtır.
İşte bunun için: her ahval ve şeraitte tiyatro, çok tiyatro, çok iyi tiyatro yapmalıyız!

26 Şubat 2011 Cumartesi

BENİM ZİNDANLARIM

Televizyonculuk geçmişimde Dr. Stress programının temellerini Bilgi Üniversitesi’nin kurucularıyla attığım için , kendilerinin ne denli açık görüşlü olduğunu bilirim. Türkiye, Bilgi Üniversitesi’ni kazandığı zaman gururlanmış, adına yaraşan bir eğitim verecek bir kurum kazandığımız için onur duymuştum. Amerika endeksli düşünenlerden değilim, ancak eğitimime Amerika’nın en liberal okullarından Bennington College’da başlamış ve New York Üniversitesi’nde sanatsal özgürlüğün, ifade özgürlüğünün tadını sonuna kadar çıkartmış bir kişi olarak, Bilgi’yi her ziyaretimde en azından formatı Amerika’ya endekslenmiş bir üniversite kazanmış olmanın yüzeysel de olsa keyfini yaşadım.
Ardından, Bilgiciler, ikinci cumhuriyetin demokrasi kalıplarına kaydılar, duyduğuma göre arazi kapatmalar, sahte demokrasi oyunları, ifade özgürlüğünü statükoya endeksleme endişeleri, sırasıyla Amerikalı partnerlerine hoş görünmek için özgürlük heykelini bir özgürlük sembolu olarak görmek değil, hatıralık eşya olarak satma teknikleri, hükümete şirin görünmek için Taksim Meydanını pankartların açıldığı bir yer değil, arabaların park edilerek otoparktan rant sağlanan bir yer olarak gördüler.
Ne yazık ki, bu aşamada, İstanbul’a Santral İstanbul gibi modern bir sanat merkezi kazandırma vizyonu gösterenler, gencecik bir öğrencilerini ve iki öğretim görevlilerini harcamaya utanmadılar!
Pornoymuş!
Yesinler sizin pornonuzu…
İçeriğinde müstehcen öğeler taşıyan her sanat eserine porno mu denir?
Kadını, erkeği, çocuğu istismar etmeyen, teşhir etmeyen, satış amaçlı olmayan, genç bir beynin sadece yaşama bakış amaçlı uyarı niteliği taşıyan bu eserini “porno” olarak değerlendirip, bir öğrencinin geleceğini karartmaya ne hakkınız var?
Kaldı ki, yaz aylarında tamamlanan bitirme tezi basına sızınca mı birden porno oluverdi?
Üniversitenizde Atatürkçülüğün tartışılmasını demode bulunca demokrat oluyorsunuz da,
bir sanat eserinin kafasını kopartmaya gelince muhafazakar cadılara mı dönüşüyorsunuz?
Ayıp ettiniz, Bilgiciler…
Önce Bilgi adına, sonra Üniversite kavramına, sonra Özgürlük heykeline çok ayıp ettiniz…
İkinci Cumhuriyeti bilmem ama Birinci Cumhuriyet’e de çok ayıp ettiniz vallahi.
(Bimeras Kültür Vakfı tarafından Beşiktaş Meydanı için tasarlanan Free Zone İstanbul sergisinde Kemalist bir grup tarafından parçalanan “ibadet bölgesi” objesine ayıp edildiği kadar siz de ayıp ettiniz, bilgiyi, bilimi, sanatı kararttınız.)
….
Bu hafta, eğitim hakları için Odtü’de yürüyen bir grup, iktidar ile karşı karşıya gelince polis şiddetine maruz kaldı.
Öğrenciler, ne istiyor?
Parasız eğitim istiyorlar…
Harç parası bulamadığı için intiharın eşiğine gelen çocuklarımız var çünkü!
Polisimiz, 300 gaz bombası atarak bu çocuklarımızı acımasızca dövüyor, Bilgi Üniversitesi geleceğin sanatçılarının hayatını karatıyor…
Dövülenlerin derdi, başbakanla konuşmak, dertlerini anlatabilmek. Hani 11 Eylül günü, herkesin başbakanı olduğunu söyleyen Tayyip Erdoğan ile!
Döven polislerin belki de çocukları, kardeşleri de harç parası bulamıyor.
Keşke gaz bombası atmak yerine, parasız eğitimin olanaklarını tartışabilmek gibi bir çözüm olabilse!
Öte yandan, Bornova Şehir Tiyatrosu’nun provası sırasında, bir grup maganda, provayı basarak, taşlı, sopalı saldırı düzenliyor.


CHP’li başkanın açıklaması ise ürkütücü: gençler tiyatroyu hedeflememişler!
Şimdi, Tophane’de galeri basanlar da galeriyi hedeflemeyip, nasıl olduysa hedefi tutturmuşlardı, hükümet yetkililerimiz, aynen CHP’li başkanın söylemiyle işin içinden çıkmıştı.
Türkiye, şiddetin taçlandırıldığı bir ülke oldu.
Öğrenciyi döven polis, öğrenciyi kovan yönetici, domuz bağıyla işkence yapan Hizbullahçı, hapisten salıverilen seri katil, tesadüfen galeri basan “komşu”, tiyatroya saldıran iyiniyetli topluma kazandırılması gereken gencin hiçbir suçu yok, gazeteciler hapiste…
Geleceğin sanatçısı, aslında pornografik eserler veren bir sapkın…
Öğrenim görmek isteyen “öğrenci”, çete üyesi!
Üniversiteler hapishane, tiyatro provaları zülumhane, bilgisayar tuşları tımarhane, Türkiye büyük bir hapishane oldu.
Her yerde görünmez prangalar varsa,
galiba, en onurlusu, gerçek anlamda zindanlarda çürümek!