30 Ocak 2010 Cumartesi

SANATÇIYA VEFASIZLIK VE AYTEN ERMAN

ÖLMEMİŞ BİR SANATÇININ CENAZESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

NEDİM SABAN
nedimsaban@superonline.com



30 Ocak Cumartesi sabahı Teşvikiye Camii’de tek başımaydım. Hüngür hüngür ağlıyordum.
Caminin imamının yanına yaklaştım.
- Hatun kişinin hakkını helal ediyorum dedim.

Bana çok tuhaf bakışlarla baktı. Sabah sabah burada ne işin var demek ister gibiydi.

-“Beni tanımadınız mı?Hani Bayram sabahı, siz sabah namazından çıkmıştınız, ben de mahallenin çocuklarına çikolata dağıtıyordum. Bayramlaşmıştık”
- Aman efendim, sizi herkes tanır. Sevilen bir sanatçısınız, ailecek izliyoruz.
- Zaten ben Teşvikiye’ye , aksatmadan yılda 8 ila 10 defa gelirim Teşvikiye. Son olarak Cüneyt Gökçer’i uğurladık buradan. Şimdi de Ayten Erman’a geldim.
- Anladım Nedim Bey. Ama şu anda bir yanlışlık olmasın. Saat sabahın körü. Gördüğünüz gibi avluda da cenaze filan yok.

Avluya gözümü diktiğimde, bir iki güvercinin uçuşması, bir iki kedinin dolaşması ve soğuğun ruhumu sarmalaması, soğuğun beni acıtması dışında bir şey yoktu gerçekten. Öğle namazında Ömer Uluç Bebek Camii’den kalkacaktı, geçen gün Nedim Doğan adlı tiyatrocu ağabeyimizi Bakırköy’den uğurlamıştık. Ama ben Zaman Gazetesi’nde 30 Ocak sabahı okuduğum “Tiyatro patronlarına helallik vermeden öleceğim” başlıklı çarpıcı yazıdan sonra, Ayten ablanın da öldüğünden çok emindim.

100 kişilik bir ekiple Anadolu yollarını aşındırdığımız Zeki Müren Müzikali’nde, bir gün bile en ufak bir kapris yapmadan, sahnede en ufak bir disiplinsizliğe izin vermeden, tüm turnelerde otobüsteki en ön koltuğa tam zamanında oturarak genç meslektaşlarına örnek olan neşeli, dürüst Ayten Erman’ın hakkını helal etmeye gelmiştim Teşvikiye’ye. 59 yılın tiyatro emekçisi son olarak Cennet Mahallesi’nin Kısmet Ana’sı olmuş. Daha eski televizyon izleyicileri onu Cadaloz Mefaret olarak tanıyorlarmış. Cadaloz Mefaret, cenazesinde tabutunun içinden fırlayıp, onu zamanında sigortalamaysan, ya da sigorta primlerini yatırmayan, yevmiyelerinin üzerine yatan tiyatro patronlarını pataklamak istiyormuş.

Ah keşke Azrail cenazelerde ölülere son bir söz hakkı verebilse!

(Geçen gün emektar tiyatro sanatçısı Nedim Doğan’ın cenazesindeydim mesela. Rahmetlinin en büyük isteği bir bulmacada resminin çıkmasıymış. Sağolsun Levent Kırca , ona sürpriz yaparak, bunu sağlamış. Peki, kanserle boğuştuktan ve kanseri yendiğini sandıktan sonra, tiyatro organizasyonlarında birlikte çalıştığımız Nedim Doğan’ın, ruhundaki karanlık bulmacaları kim çözer? Örneğin Avcılar’da örnek bir belediye tiyatrosu kurmuşken, elinden kayıp giden bir tiyatroyu görmek onun gibi bir tiyatro aşığını tam anlamıyla hasta etmişti! O dönem haklı gerekçeleri de olsa, Avcılar’da yaşayan bir sanatçıya bu kadar büyük bir saygısızlık yapan bir belediyenin Bakırköy’den kalkan bir cenazeye en azından bir çiçek göndermesi gerekirdi diye düşünüyorum.)

Gelelim Ayten Erman’ın eski tiyatrolarının patronlarına helallik vermeme meselesine! Sağolsun beraber çalıştığı tiyatrolar arasından bizim tiyatromuz olan Tiyatrokare’yi ve Tuncay Özinel Tiyatrosu’nu ayırmış, diğer tiyatrolardan haklarını alamadığı için veryansın etmiş. Dormen Tiyatrosu’nun ne güçlüklerle kapandığını bildiğim için, bu yargının dışında tutulması gerektiğine inanıyorum. Ancak, sevgili Ayten Erman ablamızın 75 yaşında, ödenmemiş 30 milyar emeklilik primi nedeniyle halen emekli olamasının bir sanatçıyı yaşarken öldürdüğünü düşünüyorum.

Bu nedenle, sözkonusu miktarın toplanmasına öncülük etmeye ve kendi bütçemden katkı sağlamaya hemen hazırım.

Cenazelerde, gözümü tabutlardan alamam. Egoları şişik de olsa, dünyalıkları büyük de olsa, cüsseleri kocaman da olsa, tabut boylarının fazla değişmediğini görürüm.

Ayten Abla, şişman, tonton, cüsseli biri! Yürüme güçlüğü çekiyor yıllardır. Zeki Müren Müzikali’nin Bodrum’daki ihtişamlı galasında, sahne arkasında, karanlıkta düştü. Ben panikledim tabi.

“Abla, oyunu keseyim mi? “ dedim.

Tiyatrocuların, “the show must go on” sözüne hiç inanmam çünkü. Moliere sahnede ölmüş,
Türkiye’ye gelseydi, bence kırk yıl evel geberirdi. Biz tiyatrocularımızı sahnede değil, gazete röportajlarında kırk kez öldürüyor, gömüyoruz vefasızlığımızla.

Ayten Abla, oyunu gala gecesi ortada kesme teklifime çok şaşırdı,

“Ne diyorsun evladım, galada 3000 kişi var” dedi, toparlanarak.

“Abla, onlar yapımcı olarak benim düşmemi bekliyorlar, senin düşmeni değil” dedim.

Ayten Erman, acılar içinde oyuna devam etti ve bitirdi.

Bugün, Zaman Gazetesi’ndeki söyleşiyi okuduktan sonra, ben aynı acıyı duydum. Onu bayramlarda arardım, sonra I Phone’a geçince, numaralarım silindi, sanki bahaneymiş gibi, arayamadım. Kardeşi Ayşen Gruda’yı gördüğümde hatırını sormuştum, o da aksi kadın, anladığım kadarıyla ablasının onurunu zedelemek istememiş. Kimse Yok Mu Derneği’ne, eski bir dostumu bana tekrar hatırlattığı için teşekkürü borç biliyorum.

Eski oyuncularımıza vefa gösteren Okan Bayülgen’imiz, Cem Yılmaz’ımız var. Bir de kafalarını çeviren, ciplerinin camlarını buzlatan, telefona çıkmayan hayvancıklarımız var.
Amerikalı yazar ,A.R. Gurney’nin ” Yemek Odası” diye bir oyunu vardır. Prova edilmesi çok kolay, kısa sahnelerden oluşur. Gelin; halen insan kalanlarla bu sahneleri toparlayalım, şu eski oyuncularımız için jübileler yapıldığında bu oyunu farklı farklı kadrolarla sahneye koyarız, her defasında İbrahim Tatlıses’in, Sezen Aksu’nun kapısına gitmekten kurtuluruz.

Ulvi Alacakaptan’ı günahım kadar sevmem. Adamın politik olarak tutarlı olduğuna inanmıyorum ama Allah için, imanlı olduğuna inanıyorum. TODER başkanıyken, en azından zor durumdaki oyuncular için geceler düzenlendiğinde, elinden geldiğince bir şeyler yapardı. Özel gecelere kendi cebinden bilet aldığına şahidim Şimdiki Tiyatro Oyuncuları derneği ne yapıyor acaba? En son duyduğumda Kadıköy Belediye Başkanı’ndan lokal dileniyorlardı!

Zaman Gazetesi’ndeki bu yazı beni sadece Ayten Erman’ın değil, pek çok sanatçının cenazesine götürdü erkenden. Onlara ölmeden sahip çıkalım beyler! Tiyatro Oyuncuları derneği diye bir derneğimiz varsa, bu dernekten bunu istemek hakkımızdır. Yıllarca sendikalaşmaktan, politize olmaktan, direnmekten korktuk. Belki bugün gazetede Ayten Erman söyleşisi okuyacağımız yerde, TEKEL işçilerinin onurlu direnişi gibi, kültür baronlarına karşı tiyatro, sinema, televizyon sanatçılarının direnişini okuyor olacaktık!
Tartışılması gereken tek konu, sanatçılarımızın kiralarını ödeyememeleri, sigorta primlerini ödeyememeleri, ilaç alacak durumda olamamaları, işsizlikten intiharın eşiğinde olmaları da değil bence. Bazıları setlerde köle durumunda, şerefleri ayaklar altında…. Ayten Erman en azından özgürce konuşabilmiş!

Ya zincirlerine rağmen medyatik olduğunu sananlar?

26 Ocak 2010 Salı

YAŞASIN ÖZGÜR KÜBA

VİVA CUBA LİBRE


Küba’ya tabi ki, Motosiklet Günlüğü filminde olduğu gibi bir motorsiklet sırtında gitmek isterdim ama hayatımda binmedim ki! Eee yolculuk sırasında bol bol puro tüttürmeyi hayal ederdim tabi ama hiç sigaraya dokunmuşluğum yok, ciğerlerim cızlardı. Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu La Cancanchara adlı barda sabah 09.50’de bize sunulan özel romlu kokteylin cazibesine kapılıp, gün boyu sarhoş dolaştım, ama bu da kırk yılın başında olur!
Küba’da insanı sarhoş eden o kadar güzellik var ki, ne roma, ne bir şehir efsanesine göre, bakire kızların sardığı puroya ihtiyaç var!
Hadi motorsiklete binmeden deneyeyim bari bu büyülü dünyanın günlüklerini sizlerle paylaşmayı!
Dünya görüşünüz ne olursa olsun, bağımsızlığını korumayı başarmış bir ulusun çocuklarıyla
sabahın dokuz ellisinde siz de dans etmez misiniz? Zengin müziği dinlemek için ziyaret ettiğimiz salsa barlarda, hayatımda gördüğüm en güzel renkli, en güzel vücutlu kızların kons halinde beklediklerine şahit olduğum zaman, onların bağımsızlıklarını hiç yitirmemeleri için bildiğim tüm duaları ettim!
Küba devrimi, Fidel’in ölmesiyle değil, bu kızların para babalarına pazarlanmasıyla sonlanacak.
Belki de kusursuz güzelliğini mavi renkli lensle bozan o Kübalı bebek , ona bir lensten dolayı niye bu kadar kızdığımı, bu yazıdaki platonik aşkı dillendirdiğim zaman anlar.
Yazının Türkçe olması önemli mi? Nazım Hikmet’in 108.doğumgününü kutladığımız, Nicolas Guillen Vakfında, Türkçe ve İspanyolca şiirler okuyan Genco Erkal ve Claudia Rojas. öyle bir uyum sağladı, Orhan Şallıel “Karlı Kayın Ormanı”nı salsa ritmleriyle öyle bir süsledi ki, sanatın iradesi karşısında, dillerin, dinlerin ve sınırların nasıl yok olabileceğine hepimiz
bir kez daha tanık olduk.
Benim Türkçe haykırışım, kolalı içecekleri ülkesinden uzak tutan, fast food zincirlerine hala kapalı olan, sokaklarında birtek reklamın bulunmadığı onurlu Küba’daki platonik aşkımın batıdan ithal lensleri çıkarmasıdır.
Sovyetler’in çökmesinin ardından ekonomik sıkıntılar yaşayan Küba,geçimini bereketli topraklarından sağlayamıyor sadece, turizmden elde ettiği gelir tabi ki yadsınamaz! Umarım gelirken para getiren turist, giderken memleketin huzurunu kaçırmaz. Turist otobüslerinin önüne biriken birkaç dilenci sırf turist tuzağı gibi geldi bana.
İngilizlerin Kaşımıza yaptıkları gibi, giderken yılan dişi kolyenin yanında, şurdan iki dönüm arazi kapatalım mantığıyla kaş yapiim derken göz çıkartma taktikleri Küba’da sökmez, çünkü hem yabancının mülk alması yasak, hem de Cienfuegos, Havana gibi kentler UNESCO tarafından korunmaya alınmış durumda!
Küba’da zaman 1959 yılında, devrim sabahında dondurulmuş gibi sanki. Kendini rantiyelere kaptırmamış binaların kimileri otel, lokanta gibi mekanların işletimine verilmiş, kimilerinde dışişleri yetkilileri, bilim adamları oturuyorlar. Nazım Hikmet Vakfı’nın, Nazım Heykeli’ni, Havana’ya dikmek için düzenlediği etkinliğe katılan ve daha önce SSCB’yi görmüş olanlar, bu ülkeye son yıllarda hakim olan “herkes özgürdür ama kimileri daha fazla özgürdür” görüşünün Küba’ya yansımadığı için gurur duyuyorlar!
Özgürlüğün ülkesinde bir hafta boyunca kolluk kuvvetlerine bile rastlamadık, hatta otobüs şoförümüz yanlışlıkla Fidel Castro’nun evinin bahçesine girdiğinde bile hepi topu bir iki askerle muhatap olduk. Küba’yı önceden görenler, sokaktaki devrimci sloganların da günbegün azaldığını fark ettiler. Devrim Meydanı’na şaibeli bir uçak kazasında ölen Cienfuegos’un heykelinin dikilmesi ise, cep telefonlarının serbest olduğu, televizyonların siyah beyazdan renkliye geçtiği, sınırlı da olsa internet bağlantısının bulunduğu ülkenin demokratikleşme yolundaki sağlam adımlarının bir göstergesi!
Heykel demişken, Che Guerva’nın anıt mezarında, Che’nin heykelinin kolunun kırık olarak resmedildiğini gördüm. Kendisini kıstıran CIA ajanının yüzüne tüküren, ölüm öncesinde işkence anında bile konuşturulmayan Che’nin kolu devrim yaptığı sırada kırıkmış! Kahramanlarının insani zaaflarına sahiplenen ülke, Che’nin heykelini kolu kırık olarak dikmekten yüksünmemiş. Oysa bazıları, kısa boylu liderlerinin heykeline üçbuçuk attırırlar.
Granma adlı gemiyle, Küba açıklarında devrim yapmayı bekleyen 82 kişiden sadece 12’si hayatta kalır. Bunlardan biri de astım hastası olan Che’dir.Devrim gerçekleştikten sonra sağlık bakanı olarak hizmet ettiği ülkesinde yaptığı köklü sağlık reformu sayesinde, artık Küba’da doğum sırasında ölüm, A.B.D’den de ileridedir: %0. Herkesin sağlık hizmetlerinden, eğitimden eşitçe yararlanma hakkı vardır. Okuma yazma oranı %98.7’dir.
Che’nin literatüre armağan ettiği, “Gerçekçi olalım, imkansızı isteyelim” düşüncesini tersten yorumlayan kapitalistlerin bankaları onlar daha çok istedikçe battı, ekonomik kriz kapılarını daha çok çaldı.
Tarihin en önemli diktatörlerinden Batista’yı devirerek, bağımsızlık istemek gerçekçiydi ama imkansız değildi! Batista giderayak, din bezirganlığı yapıp, tam devrimden bir hafta önce, kentin ortasına kocaman bir İsa heykeli dikerek, kitleleri peşinden sürükleyeceğini sanmış ama bütün diktatörler gibi yanılmıştı.
Dedemin zamanından kalma Chevrolet’ler ile meydanları gezerken, Amerika’nın Washington’daki Capitol binasının aynını Havana’ya dikecek kadar hırsla sahiplenmek istediği Küba’nın gerçekçi olup, imkansızı başardığı için çok mutluyum.
Küba halkı da mutlu olmasa, Arnavut kaldırımlı sokakların her köşesinden bir salsa grubu fırlamaz, bu şarkılar böyle coskuyla söylenmezdi. Ya da şarkıların içine abuk sabuk Amerikanvari pop ritmleri musallat olur, bizim seyahatin ritminin içine edilmiş olurdu.
Mavi lensli güzel kız, Havana’ya bir daha geldiğimde, gözlerinin doğal renginde, kömür renginde olmasını istiyorum. Gözlerinden ateş fırlasın, vücudun hep özgür kalsın. Bu yazımı okuyup beni facebook’tan ekler ya da twitter’dan takip edersen, sakın ha bana alışveriş merkezinin açıldığı bir Havana’da randevu vermeyesin! Gerçekçi ol, imkansızı başar.

Bu yazı 26 Ocak 2010 tarihinde Milliyet Cadde'de yayınlanmıştır.

NAZIM HİKMET KÜBA'DA

NAZIM’IN HAVANA’DAKİ DOĞUMGÜNÜNDE
KÜBA DEVRİMİ ÇOK GENÇTİ

Nedim Saban
nedimsaban@superonline.com
Bu dünyadan bir Nazım geçti. Büyük ozan sadece devrimci kimliğiyle, örnek kişiliğiyle değil, her dizesiyle, yaşadığı her yerde öyle derin izler bırakmış ki. Buna Havana’da da yakından tanık olduk!
Bir Türk vatandaşı olarak onur duydum.
Nazım Hikmet Vakfı, Nazım’ın 108. doğumgününü Küba’da kutladı. Büyük şairin Mehmet Aksoy tarafından yapılan olağanüstü güzellikteki büstü, Küba Büyükelçisi İnci Tümay’ın da gayretiyle, bürokratik engelleri aşarak, Havana’da açılıyor.
Medyamız Nazım’ın mezarı üzerinde yıllardır gereksiz tartışmalarla zaman kaybederken, Küba halkı üzerinde büyük etkisi olan ozanımızı ona yaraşan bir büstle taçlandırmak için kazanılan mücadele bence çok daha önemli.
Nazım, 15 Ocak 2010’da, Havana’da, halklarının bağımsızlığı için mücadele eden büyük liderlerin yanında, Mustafa Kemal’in heykelinin kentinde, ünlü felsefecilerin,ozanların, yazarların, gerçek kahramanların, Tagore’ların, Neruda’ların yanıbaşında yerini aldı.
1961 yılında, Küba Devrimi’nden, hemen iki yıl sonra, Havana’da Fidel Castro ile görüşen, ünlü ozan Nicolas Hernandez Guillen’a yoldaşlık eden Nazım Hikmet, Guillen vakfında, Kübalı aydınlar, yazarlar ve Guillen’in torununun da katıldığı duyarlı bir törenle anıldı.
Türkiye’den bu tören için Küba’ya Genco Erkal, Hıfzı Topuz, Prof. Füsun Akatlı Zeynep Oral, Pınar Kür, Umur Bugay, , Prof.Zehra İpşiroğlu, Üstün Akmen, Arif Keskiner, Zeynep Irgat, Orhan Şallıel, Zeynep Altıok gibi sanatçı, yazar, akademisyenlerin öncülük ettiği bir ekiple yolculuk eden şanslı kişilerden biriydim. Gıillen vakfındaki törende sadece dünyanın en büyük ozanlarını değil, dünyanın en büyük oyuncularını yetiştiren bir ülkenin evladı olduğum için onur duydum.
Genco Erkal, Nazım’ın dizelerini, ünlü Küba’lı oyuncu Claudia Rojas ile okuduğu zaman, Genco, "Bugün Pazar", dediği zaman, salonda töreni izleyen tüm Kübalı ve Türk sanatçılar, dizelerin devamını getirmiş, hepimiz çoktan güneşe çıkmıştık.
Meksika ve İspanya’da yaşadıktan ve Goya gibi saygın ödülleri kazandıktan sonra, aynen Nazım gibi memleket hasretini yaşayan Kübalı oyuncu Claudia Rojas, Genco Erkal’ın muhteşem şiirsellği karşısında, sadece 24 saat boyunca girmiş olduğu Nazım’ın dünyasındaki şiirsel derinliklerin içinde hüngür hüngür ağlıyordu. Bizler de, Genco’yu Türkçe, Claudia’yı İspanyolca dinlerken, sanki İspanyolca bir sonraki dizenin ne olacağını tahmin edermişçesine, sanatın evrensel dili karşısında boğazımız düğümlenmiş olarak soluksuz kalmıştık.
Orhan Şallıel piyanoya geçip, Harmandalı’nı salsa ritmiyle çalınca, "sanat uzun hayat kısa" dedik.Karlı Kayın Ormanı’nı hep bir ağızdan söylediğimiz zaman ise, artık hapislerde yatan, sürgünlerde vatan hasreti çeken, ülkelerinde ötekileştirilen, dışlanan, aşağılanan yurtseverlerin utanç duvarlarını çoktan yıkmış,sanatın zaferini bir kez daha ilan etmiştik.
Nazım, Havana’nın ardından Paris’e gitmiş, orada Hıfzı Topuz ile buluşarak, Havana’yı anlatmış. Hıfzı Topuz, yıllarca sakladığı bu tarihi belgeyi, artık vakıfla paylaşacak. Nazım’ın yeni gerçekleşmiş Küba devrimi ile ilgili izlenimleri son derece önemli olmakla beraber, biz Nazım’ın doğumgününde, bu büyük insanın devrime olan katkısını da hisettik. Fidel’in, Nazım hayranı olduğunu öğrendik. Fidel, Nazım’ı görür görmez, onun gençliğinden etkilenmiş. “Bu olgun şiirlerin sahibinin bu kadar genç görünebileceğini düşünemezdim” demiş.
Nazım hep genç kaldı, bütün devrimciler gibi genç öldü. Onu genç tutan şey, düzen karşıtı olmaktı. Gerçek devrimcilere de bu yaraşır zaten!
Mutlaka o da Fidel’in gençliğinden, devrimin tazeliğinden, devrimcilerin diriliğinden etkilenmiştir. Etkilenmemiş olsaydı, aynen Sovyetler’de olduğu gibi, ihtiyarlamış rejimlere karşı olan düşüncelerini dillendirirdi.
Devrimin 51.yılııydı, ben de Küba’yı genç buldum. Dişleri dökülmemiş Küba devriminin!
Bu tehlikeden korkan Hıfzı Topuz, ne güzel dillendirdi :
Mustafa Kemal’in, emperyalizmle olan mücadelesini, iç ve dış mihraklara boyun eğmeyen , devrimci, onurlu ruhunu burada tekrar bulduk ! Türkiye’de devrim bazıları için yaşlandı, kimi zaman yorgun düştü, bazen unutturulmak istendi. Türkiye iç ve dış mihraklara boyun eğdi, bağımsızlığını yitirdi. Dilerim Küba, yorgun düşmesin, burada devrim hiç ama hiç yaşlanmasın.

Bu yazı 23 Ocak 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

23 Ocak 2010 Cumartesi

KÜRTÇE TİYATRO

12 Eylül’de İstanbul’da gerçekleştirilen Tiyatro Kurultayı’nda, sadece İstanbul’da faaliyet gösteren dört ayrı Kürt Tiyatrosu olduğunu öğrendiğimde, bu dergiye bir yazı önerisi sunmuştum. Ancak, zaman mı hızla aktı, demokrasi süreci mi hızla tıkandı bilemem: şansa ya da şanssızlığa bakın ki, Kürtçe Topluluklarıyla buluştuğum gün, DTP’nin kapatıldığı güne denk geldi!
Hani kendinizi, sanki öyle bir şey olabilirmiş gibi, bugün politika konuşmayacağım diye şartlandırısınız ya, bu kez onların ısrarla politikadan uzak durduklarını hisettim Sanki tiyatrodan konuşurken, politikadan konuşmamak mümkünmüş gibi.
Türkiye’de 1992 yılından bu yana Kürt Tiyatrosu var! Ancak Kürt Toplulukları, halen bir prodüksiyon yapacakları zaman bazen dekorlarını çöpten toplamak zorunda kaldıklarını söylüyorlar.
İstanbul’da faaliyet gösteren Mezopotamya Kültür Merkezi, Seyrü Mesel, DestAR-Theatre ve Teatra Avesta’nın birbirinden türemiş . Onlar, bu türemenin politik ayrışmadan değil, estetik kaygılardan kaynaklandığını belirtiyor
Seyri Mesel Tiyatrosu’nun Sanat Yönetmeni Erdal Ceviz, Kürt tiyatrosu konusunda en uzun çalışmaları yapmış olan kişi. Köklerini sözlü geleneklerden alan Kürt Tiyatrosunun artık estetik bilincini geliştirdiğini ve kendini estetik anlamda sorguladığını söylüyor. Shakespeare, Moliere, Brecht’in oyunları en yetkin kalemlerce Kürtçeye çevrildiği gibi, Kürt oyun yazarları da Musa Anter gibi aydınları anlatan oyunlar yazmışlar. Yani Kürt Tiyatrosu doğu kültürünün mirası olan sözlü geleneği aşmış,artık yazıya dökülen muhtelif eserler yaratmış.
Mezopotamya Kültür Merkezi oyuncuları, söyleşimize sıcak politik gelişmelerden dolayı katılamadı. Belki de haklıydılar! Son günlerde benim bile tiyatro konuşmak yerine, evde kalıp haberleri seyretmeyi seçtiğim günler oluyor.
Erdal Ceviz de değindi bu gerçeğe. Cizre’de çatışma varken, bölgede turne yapmak fazla mı romantik? Hele hele oynadığınız oyun bildik anlamda ajit-prop tiyatronun örneği değilse? DTP’nin kapatılmasının ardından nasıl ve nerede tiyatro yapılması gerektiğini sorgulamayı tekrar düşünür olmuşlar. Sokak tiyatrosu ile başlayan maceraları yine sokaklarda mı devam edecek?
Tiyatrolarının partiyle organik bir bağı olmamasına rağmen, partinin Güneydoğu’da seyirci örgütlemesine katkısı çok önemli katkısı varmış. Bu süreçte Kürt Tiyatrosu’nun ciddi bir seyirci kaybı olacaktır mutlaka!
Türkiye’de 100’e yakın Kürtçe Tiyatro yapan sanatçıdan söz etmek mümkün.. Diyarbakır Şehir Tiyatrosu’ndaki kadrolu oyuncuların dışında, diğerleri, ne yazık ki, henüz tiyatrodan geçinemiyorlar, başka meslekler yapıyorlar. Sadece İstanbul’da yılda 3 ya da 4 yeni Kürtçe oyun çıkıyor. Bazı oyunlar hemen kalkarken, Qalu Qır gibi 8 yıldır oynanan oyunlar da var.
Salon bulsalar, sadece Diyarbakır’da 30 gün turne yapabileceklerini söyleyen sanatçılar, kendilerine salon tahsis etmek yerine Haldun Dormen’i kente Kürtçe tiyatro yönetmek için konuk eden Osman Baydemir’in yaklaşımının sorunlu olduğunu düşünüyorlar!
Açılım rüzgarının katkısıyla, DestAR-Tiyatro, T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Devlet Desteği almış. DestAR, şimdi, bakanlığın desteklediği bir oyunun uzun vadede sanatsal süreçlerini ve izleyicilerini nasıl köstekleyeceğini merak ediyor!
Bir dönem Mezopotamya Kültür Merkezi, Kürtçe biroyunla bakanlığa destek için başvurmuş, o zaman açılım filan yokmuş, bakanlığın çelik kapıları fena halde yüzlerine kapanmış.
TRT Şeş’in göstermelik starları olmasında sakınca görülmeyen Kürt Tiyatrocular, İstanbul’da sokağa çıktıkları zaman kimliklerinden dolayı aşağılanıyorlar, polis tarafından potansiyel suçlu olarak görülüyorlar. Onlara TRT Şeş’in kapıları açık ama mesela Siirt Halk Eğitim Merkezi’nde, Cizre’de Kürtçe oyun oynamaları epey zor!
Daha da komiği, Kürtçe yazdığı oyunun Devlet Tiyatrosu’nda oynanması için açık destek isteyen Cuma Boynukara, yetkilisi olduğu Kadıköy Belediyesi Barış Manço
Kültür Merkezi’nin kapısından yıllarca içeri sokmamış onları!
1997 yılında Ankara Tiyatro Festivali’nde Kürtçe Tiyatro girişimleri festival komitesinin iyiniyetli yaklaşımına rağmen kolluk güçlerince engellenmiş. Ancak oyunlarını 1998 yılında aynı festivalde oynamayı başarmışlar.
Şaka gibi ama, aynı oyuncular aynı oyunu aynı dilde aynı aynı kentte festivalden birkaç gün sonra oynayınca, yasaklanmış. Ne yazık ki bu yasaklama nedeniyle Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından para cezasına çarptırılmış. 2001 yılında da Olağanüstü Hal kalktığı halde, Diyarbakır Festivali’nde yasaklanmışlar.
Uluslararası festivallerde nasıl İngilizce, Almanca oyunlar izliyorsak, Kürtçe oyunlar da izleyebilmeliyiz diye düşünüyorum. Tabi ki, oyunların estetik standartları festivale uygusa! Azınlık tiyatroları için pozitif ayrımcılık yapılmalı, Bu tiyatrolar çağdaş mekanlardan yararlandırılmalı, bu çağda dekorlarını çöpten toplamamalı. Ancak, A.B.D tiyatrosunda siyah azınlıklar , kadın, eşcinsel oyun yazarlarının lehine uygulanan pozitif ayrımcılığın uzun vadede estetik yoksunluğa yol açtığı da unutulmamalı!
Kürtçe Tiyatronun emekçileriyle söyleşimizin en hassas noktalarından biri dil konusundaydı. “Kürt tiyatrosu sadece Kürtçe Tiyatro mu?” dediğim anda, ortamın gerildiğini hisettim. İstanbul’da büyüyen Mirza Metin , Kürtçeyi sahnede öğrenmiş mesela. Doğal olarak, böyle bir soru sorunca, özgürlük alanlarına müdahale ettiğimi sandı. Oysa ben konuyu daha geniş seyirci kitleleriyle buluşabilen bir Kürt Tiyatrosu yaratılabilmesi için açmıştım. Kaldı ki, DestAR’ın oyuncularından Berfin Zenderlioğlu’yla aynı sahneyi bir okuma tiyatrosu etkinliğinde paylaştığım ve ne kadar yetenekli olduğunu bildiğim için, Kürt Tiyatrocuların sadece Kürtçe oyunlarda yoğunlaşması durumunda onları geniş toplumun yitirme tehlikesi olduğunu düşünüyorum.
DestAR, tiyatroda dil sorununu aşmak için oyunlarını Türkçe üst yazıyla oynuyormuş. Ancak, söyleşiye katılan üç topluluk da, kendi dilinde varolmayan, kendi ezgisi ve tınısını bulmayan bir tiyatronun yaşamayacağının altını ısrarla çizdi.Kürtlerin çok dilli olmasından dolayı oyunlarda Kurmanca, Zazaki dilleri de kullanılıyormuş. Tiyatroda konuşma dili her ne kadar “ikincil” mesele olsa ve öncelikle sahne dilinden de söz edilse, onlar, azınlık tiyatrosu kimliğinde dil konusunun çok önemli olduğunu düşünüyorlar.
Dil demişken, “İki Dil Bir Bavul” ve “Nefes” filimlerine geliyor konu. Söyleşimize Teatra Avesta topluluğundan katılan Bilal Bulut “Nefes”’te oynamış, fakat daha sonra filmin yapımcılarıyla ters düşmüş. Film çekimi sırasında çok yalnız kaldıklarını ve medyada Güneydoğu gerçeğinin bavulun içinde kalmasının herkesin işine geldiğini anlatıyor.
Sanat ve tabu demişken, salt bir azınlık adına tiyatro yapmanın dertlerinden konuşuyoruz. Cemaat tiyatrosu olarak özgürler mi?
Öncelikle, cemaat tiyatrosu yakıştırmasını kabul etmiyorlar. Kürt gelenek ve göreneklerini rahatça eleştirebildikleri gibi, savaş karşıtı söylemler geliştirebildiklerini anlatıyorlar.
2007 yılında sahneledikleri “Xewn u Xeyal” oyununda savaşın iki tarafını da rahatça eleştirmişler. Burada silaha sarılan bir Kürt genciyle ilgili olarak da eleştirilerini dillendirmişler.
Qal u qir oyununda cinsellik içeren bazı sahneler varmış. Seyri Mesel topluluğu oyunu İstanbul’da sahnelediklerinde, Diyarbakır’da çok eleştiri alabilecekleri konusunda uyarılmış ama tiyatro tabuları yıkmalı diyerek sahnelere dokunmamışlar ve aksine Diyarbakır köylüleri tarafından ayakta alkışlanmışlar!
Murat Batgi’nin “Ziman direjé adlı stand up gösterisinde, Kürt kurum ve siyasetçilerine ironik göndermeler yapılır, DTP’li milletvekilleri ti’ye alınır, herkes de çok gülermiş.
Tiyatro ırkçılık, milliyetçilik, sınıf ayrımcılığı, etnik ayrımcılığın tuzağına düşmemeli. Kürt Tiyatrosu emekçileri de Kürt Milliyetçiliğinin sınırlarını çoktan aşmış, evrensel bir sahne dilinin savaşını veriyorlar.
Tiyatro Avesta Shakespeare’in Romeo Jüliet’ini hazırlıyor yeni sezon için. Yoo, yoo. O en beylik yorumla değil. Hani, Romeo Türk, Jülyet Kürt kızıdır filan!
Seyri Mesel, Jean Genet’nin Hizmetçiler’ini oynamış. Yoo, yoo. O ilk akla gelen, en klişe, ayrımcı yorumla değil.Ev sahibi Türk, hizmetçiler Kürttür mesela!
Tiyatro prototipleri kırarak, toplumsal klişelerin yerleşmesini önler. Gani Şavata v.b’nin alıştırdığı gırtlaktan konuşan Kürt imajının kırılması için, aynı biçimde Güneydoğu’da asker, polis, memur öğretmen kimliğinden dolayı “üniformalı” ya da “önlüklü” tanınan
Türk prototipinin yıkılması için mücadele ediyorlar. Bunun için de özgür bir tiyatroya ihtiyaçları var.
Bu yazıyı okurken, Kandemir Konduk’un“Yasaklar” oyununun bile yasaklandığı,Başbakan’la ilgili bir fıkra anlattığı gerekçesiyle “Laz Marks” adlı oyun hakkında soruşturma açıldığı, Kadıköy Belediyesi’nin Zülfü Livaneli oyunları için de salon tahsis etmediğini düşünüp, “ha Kürt, ha Türk” sorunlar aynı diyebilirsiniz!
Ne yazık ki son zamanlarda özgürlüklerimizle eğil, mahrumiyetlerimizle özdeşleşir hale geldik.
Söyleştiğim tiyatrocuların deyimiyle açılım saçılıma dönüştü.
Ancak, söyleşimizin ortak düşüncesi şudur ki: devlet “Kürlere bir oda verdim, hürmette küsur ederlerse geri alırım” mantığından vazgeçmeli.
Oyun yazarı Cihan Şan , Karamazof Kardeşler’den bir metaforla bitiriyor : “Babamız kızsa da,kızmasa da, biz bu evde yaşıyoruz ”

Bu yazı Milliyet Sanat Dergisi'nin Ocak Sayısı'nda yayınlanmıştır.

18 Ocak 2010 Pazartesi

TÜRKİYE'NİN KAYASI

Yıllar önce Amerika’daki eğitimimi tamamlayarak ülkeme döndüğümde, Tiyatrokare’de Macide Tanır’ın sahneye dönmesine öncülük ettiğim gün, virtüözlerin imza attığı önemli projelerin tarihte tabi i ki önemli bir yer tutacağını, ancak tiyatromuzun gerçek kurtuluşunun yeni kalemlerde yattığını vurgulamıştım.Bu amaçla, o gün yeni açılan Akbank Sanat Merkezi’nde bir laboratuvar oluşturmuş ve altı haftada altı yeni oyunun yazılmasına öncülük etme onurunu yaşamıştım. O dönem laboratuvara katılan yetmiş genci yeni binasında ağırlayan kültür merkezi, binanın yıprandığı ve tuvaletlerin çok kötü kullanıldığı gerekçesiyle, bir bankaya en önemli armağan olabilecek Hamit Belli’nin vizyonu ve ısrarına rağmen bu laboratuvarı durdurarak, bence tiyatronun geleceğine darbe vurdu. Şimdiki aklım ve gücüm olsaydı, her şeye rağmen kendi olanaklarımı seferber eder, bu çalışmayı sürdürürdüm.
Yıllar sonra Mehmet Ergen, yine Akbank’ın desteğiyle, bu kez İngiliz Kültür Derneği’nin de desteğini alarak, kesintiye uğrayan bu çabaları sürdürdü. Sibel Arslan Yeşilay, Yeşim Gülan, Ceren Ercan, Mark Levitas da genç yazarlara destek veren sanatçılar arasında! Biz köstek verenleri de biliyoruz. Devlet Tiyatroları repertuarına alınan bir oyunda küfürlü bir dil kullanıldığı gerekçesiyle kendisinden 55 yaş genç meslektaşını bakana ihbar eden şerefsizin adı bende saklı!Bir dramatik metnin oluşumu, roman ya da öykünün aksine, tiyatronun mutfağına girmeyi gerektiriyor.
Oyun yazarına, oyuncu, yönetmen, dramaturgla çalışma ve oyun sahnelenmeden önce, oyununun sesini duyma şansını vermek gerekiyor! Dünya tiyatrosu böyle gelişiyor. İngiltere’de Royal Court, Amerika’da Playwrights Horizons, New York Theatre Workshop örneği karşımızda. Son otuz yılda başarıya ulaşmış hiçbir oyun okuma tiyatrosu evresinden, laboratuvar tiyatrosuna, ardından bölgesel tiyatro denemesine gitmeden Broadway ya da West End’de perde açmadı. Okuma tiyatrosu deyip geçmeyin! Meryl Streep’ten, Al Pacino’ya kadar pek çok önemli isim gelişimine inandıkları oyunlara destek vermek için, daha oluşum aşamasında iki saatlerini okuma seanslarına ayırarak, yazarların emeklerini taçlandırıyor. Böylece tiyatro yazarları, televizyondan, sinemadan kazanacakları yüz binlerce doları oyun yazmaya feda etmeyi düşünebiliyor, yine ve yeniden, ısrarla tiyatro için yazıyorlar.Yıllar önce, damdan düşer gibi niçin yapıldığını halen anlayamadığım bir yerli oyun yazım panelinde laboratuvar fikrini ortaya atmış, ustaların da yeni oyunlarını workshoplarda biçimlendirmeleri gerektiğini söyleyince, rahmetli Recep Bilginer’in direnciyle karşılaşmıştım.
Deneyimli yazarların “biz yazarsak zaten iyidir” mantığını hemen terk ederek, mutfağa girmeleri şarttır. Bir oyunun klavyede değil, yaratıcı bir ekiple biçimlendirilmesi gerekir. Burada sadece yazarı değil, dramaturgu da, mutfağa davet etmek lazım tabi. Ödenekli tiyatroda haftada bir gün toplantıya uğrayıp, oyunlara resmi dille, yarım saman kâğıdına rapor yazma zamanı askerlikte kaldı!
Lemi Bilgin, Genel Müdür olarak Devlet Tiyatrosu’nda son derece yenilikçi çalışmalara imza atıyor. Bu yıl tiyatronun kuruluşunun 60. yılını da oynanmamış altmış oyunla kutlamak, kutsanacak bir düşünce, ancak ne yazık ki köksüz! Bu tiyatronun altmış yeni oyun çıkartabilmesi için kendini yeni yazarların gelişimine, yeni oyunların hayat bulmasına adıyor olması gerekirdi. Dramaturgların mutfakta bu oyunlar üzerinde çalışıyor olması gerekirdi.İstanbul Şehir Tiyatroları eski Genel Sanat Yönetmeni Gencay Gürün, ‘Lozan’ adlı oyundaki dönemsel hataları gördükten sonra günlerce uyumamış, İstanbul DT Müdürü Gürzumar’ı telefonla aramak istemiş. Bu zat, müdür olduktan sonra telefona çıkmamakla ünlü. Herhalde provaya gidip, bu hataları görmediği gibi, Gürün’ün de telefonuna çıkıp hataları dinlemezdi. Aynı biçimde ‘Fesleğen Çıkmazı’ oyununda hatırı sayılır derecede dramaturjik hata varmış. Bunların büyük bölümü, sahneye yansımadan, prova aşamasında düzeltilmiş ama insan, oyun yazarını provaya çağırıp metin çalışması yapmaz mı yahu?Devlet Tiyatrosu’nun bu iyi niyetli ancak haklı olarak kökü olmayan çalışmasının kurumsallaştırılmasının örneği, başka bir ödenekli tiyatroda veriliyor. Ayşenil Şamlıoğlu, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni olarak önemli bir çalışmaya imza atıyor. Eğer sabrederlerse, işte günün birinde, bu çalışmanın sonucundan altmış köklü oyun çıkacaktır. Kurumda okuma tiyatrosu örneği olarak sunulan, Fehime Seven’in ‘Türkiye’nin Kayası’ adlı oyunu okuyarak, kendime bir yılbaşı hediyesi verdim. Fehime, 16 yaşında bir Bulgar göçmeni. Öncelikle özgür bir dille yazmış, bildiği bir dünyayı, korkmadan yazmış.
O dönemlerde ben de yazmaya başlamıştım. En büyük korkum ,”babam kızar mı?” sorusuydu. Fehime, bu fobisini çoktan yenmiş çünkü oyundaki, otobiyografik olması olası olan hımbıl baba figürü o kadar sağlam geliştirilmiş ki!
Şu dönem yazan olgun oyun yazarlarımız babalarından korkmuyor olabilir ama çoğunun başka türlü babalardan ve statükodan ödü çıtlıyor! Hele hele İskender Pala’nın son yazısından sonra...İşte bu yüzdendir ki, Türkiye’nin kayalarını yetiştiren Şehir Tiyatrosu ve Devlet Tiyatrosu gibi kurumlara, kendilerini Fehime’lere adayan tiyatro insanlarına sahip çıkalım. Birleşelim ki, bu kayalar sağlamlaştıkça, İskender Pala ve onun gibilerin attığı minik taşları parçalamak çok kolay olacaktır.

10 Ocak 2010 Pazar

ÖZÜR DİLERİM BAŞKANIM

nedimsaban@superonline.com

Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, başbakanın da katılacağı bir törenle açılıyormuş. Hatta başbakan katılsın diye, 18 Ocak diye ilan edilen son dakikada değiştirilmiş.
Bir İstanbullu olarak açılış coşkusunu yaşamak isterdim, ama o tarihte Küba’da olacağım. Açıkçası Topbaş’ı alkışlamaktan gocunmazdım çünkü benim lügatımda kin, nefret, karalama olmadığı gibi, akyuvarlarımda tiyatronun kırmızısı akar! Tiyatroyu sevenleri yaşamda sevmek zorunda değilim, ama sayarım… Kaldı ki, sanata bakışım siyasi görüşümden çok daha geniştir çünkü sanat politikadan bağımsız değil ama politikadan çok daha geniş ve sonsuzdur. Hele hele günlük politikadan!
AKM ve Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun yıkımına karşı çıkanlardanım. Bugün o merkezleri yeniden yıkmaya yeltenseler , aynı onurlu kişilerle birlikte çok daha sert biçimde mücadele verirdim. Bu protestolar bana hayatımda çok şey kaybettirmiş olabilir , ama hem yalnızlığı, hem gerçek dostları kazandırdı. Bu apayrı bir yazı konusu.
Protestolar sırasında, buldozerlerin altına yatacakken, herhalde adresi karıştırıp yıkanların tarafına yatanlar oldu. Ama yıkmanın jargonunu çok iyi bilenler, ayakta kalmak için birkaç ay sonra önce onları yıktı. Hem de Allahın tekmesi yok diyerek!
Bu süreçte, dışarıda tiyatro yıkılırken, içeride tiyatro dünyası da yıkılmak istendi. Belediye Başkanı’nın danışmanı İskender Pala, Zaman Gazetesi’nde zamanlaması hiç de tesadüf olmayan yazısında, bir yandan Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nu açıyor, öte yandan ödenekli tiyatroların lağvedilmesini istiyor ve bunun için açıkça Kültür Bakanı’nın kellesini talep ediyor!
Yani Muhsin Ertuğrul açılacak ama içinde Şehir Tiyatrosu olmayacak. Oynanmak istenen oyun bu.
İmdi, biz protestoculardan özür dilememizi istiyorlar. Daha da ileri giderek, sözümona tiyatro yıkılırken, “yıkacaklar cami yapacaklar” gibi şeyler söylendiğini iddia ediyorlar. Din bezirganlığı yaparak, o zamanlar başaramadıklarını yapıyorlar, halkı kışkırtıyorlar. Bazıları daha da ileri gidiyor, fırsattan istifade ederek protestoya katılan rahmetli Türkan Saylan’a 13.dalga hareketi uyguluyor.
Oysa, herkes kongre vadisinde cami yapılmayacağını bilecek kadar akıllı değil mi?
Bu vadi conilerin rahat rahat konferans izlemesi için alelacele IMF kongresine yetiştirilmiştir. 4000 metrekarelik tiyatrocuk 120.000 metrekarede süstür, aksesuardır.
Hangi sivri akıllı, coniler içeride dünyanın kaderiyle oynaşırken , ayrı bir giriş kapısı bile olmayan bir tiyatroda, 8 TL’ye bilet alan mazbut bir ailenin Lüküs Hayat izleyeceğine inanır Allah aşkına?
Komplo teorisi üreterek, biz protesto etmeseydik belki tiyatro bile yapmazlardı demek istemem ama lansmanını tam protesto sabahına denk getirdikleri Beyoğlu sahnesi ne oldu çok merak ediyorum!
Hadi, büyüklük bizde kalsın özür dileyelim, hatta evimizin adresini verelim de, bir daha sefer sözgelimi Tekel İşçilerinin yanında demokratik hakkımızı kullanırsak toplamaları kolay olsun, ama bir belediye başkanına, “teşhircilik” yakışır mı yahu? “Protestocuları belgesel yapıp teşhir edeceğim” demenin, sallandıracaksın Taksim’de üç tanesini ibret olsun diye?” demekten ne farkı var?
Bence başkanın daha akıllıca söylemler üreten bir basın danışmanına ihtiyacı var. Kendisine Aykut Işıklar’ı önerebilirim mesela!
Özür dilerim sayın belediye başkanım, ben artık münzevi bir hayatı seçiyorum ve evime kapanıyorum efendim, lütfen beni teşhir etmeyin efendim. Evimin kapısına kırmızı bir kurdela asınız. Saçlarımı zaten kazıttım. Artık herkes beni. “Aha, kazmaya karşı çıkan kazma” diye tanıyacak . Toplum karşısına çıkamayacak durumdayım. Bu utanç bana ömür boyu yeter. Kendimi eve kapatmadan önce son olarak şu soruları da sorabilir miyim?
1) Kongre vadisinde tiyatronmuzun çınarı Muhsin Hocanın heykeline yer olacak mı?
2) Danışmanınız İskender Pala size söyledi mi bilmiyorum ama tiyatro sadece salondan ibaret değildir. İdari kadro için sadece 11 adet oda yapılmış. Kim nereye sığacak?
3) Eski tiyatronun sahne derinliği 22 metreyken şimdiki tiyatronunki sadece 17 metre, sofita 14 metreyken 7.5 metre. Eski tiyatroda seyirciler için geniş bir fuaye alanı vardı, şimdi neredeyse yok. 600 seyirci nereye sığacak, oyundan önce nerde bekleyecek? Bu mu muazzam yeni tiyatro? Gizli gizli yenisini yapmadan, teknik destek alsaydınız keşke.
4) Eski tiyatroda oda tiyatrosu vardı. Bunda yok. Geçen yıl halkın parasıyla sözümona açılıp üç günde kapanan Harbiye Yapı Endüstri Merkezi’ne ödenen milyarlarca kiranın hesabını sorsak, bizi teşhir eder misiniz?
5) Kongre vadisi artık 120.000 metrekarelik bir alan. Tabi ki buranın velayeti tiyatroya ait değil. Ocak ayında ihale var. Kim kazanacak? Tahmin edeyim mi? Alfabenin yirmialtı harfini at, adı ilk üç harf içinde a, c ya da b ile başlayan biri mi?
Çok özür dilerim efendim yerim bitti. Müsaade ederseniz, yazıma ara verebilir miyim? __________ Information from ESET NOD32 Antivirus,

6 Ocak 2010 Çarşamba

GAZETELERİN BURÇLARI

Burçlara inanır mısınız bilmem ama artık sosyete kliniklerinde doğum yaptıran kadın doğumcuların potansiyel bebelerin dünyaya göz açma saatlerini bile velilerin yükselen burç siparişlerine göre ayar ettiklerini biliyorum. Sakın şaka filan yaptığımı sanmayın ! Tabi bu durumda anneyle babanın çocuğu burçlarken dokuz ay on gün öncesini bir kuyumcu titizliğiyle hesaplamaları gerekiyor.Eee ince eleyip, sık dokumak diye de buna denir. Aşkın metafiziğini ince ince ayarlayacaklar, çok sık da dokumayacaklar, taa ki burcu bir kerede tutturana kadar!
Tam bu çocuğu burca göre peydahlama gerçeğine kendimi alıştırmışken, Medyafaresi.com’da Yasemin Kutsi adlı astrolog bacımız gazetelerin de burçlarına göre yeni yıl tahminleri yaptığını okuyunca hakkaten fenna çakıldım.
Gazetelerimizin çoğu boğa burcundanmış! Hürriyet,Cumhuriyet, Milliyet, Sabah, Star hepsi burçdaş! Hepsi Mayısta doğmuşlar . Artık o gün kağıt mı bolmuş, yazar mı çokmuş, demokrasi mi çokmuş, basın kahramanı denen ve bugün tarihte mumla aranan zavallı yaratıklar mı varmış, orasını bilmiyorum.
Habertürk balık, Vatan başak, Posta kova…
Posta tipik bir kova mesela.Deli gibi tirajı var, başarı öykülerine imza atıyor.
Zaman ile Taraf da Akrep!
İşin bokunu çıkarıp, Zaman’ın Akrep erkeği, Taraf’ın da Akrep kadını olduğunu söyleyeyim. O yüzden Zaman’ın içeriğine katılmasam da , orada okuduğum çoğu habere güvenirim. Taraf’ın içeriğine kendimi nispeten daha yakın hisetsem bile, Akrep kadınına güvenmediğim için, haberciliğine zerre kadar itibar etmem.
Yasemin’e göre, bu yıl boğalar ektiklerini biçeceklermiş. Hürriyet, güçlü bir yabancı ortak buluyor, Sabah ile Cumhuriyet hata yapmazsa sıkıntılarından kurtuluyormuş. Ba baba bak! Kurşun döktürsünler diycem ama plazaları yaparken kurşun geçirmez biçimde yapmışlar . Kurşunlarlıya Uğur Mumcu’lar, Emeç’ler, Üçok’lımızı vurdular sadece.
Başak burcu olan ” Vatan” değişecekmiş! Sahibinin okulunu eğitim yılının başlamasından birkaç gün önce yık, gazetenin satış sözleşmesini iptal et, yayın yönetmenini , yazarlarını uçur, sonra da sen başak olduğun için değişeceksin de! Pardon ama artık bu durumda da değişmekte direnirse(!), başak kelimesinin baş harfini atarak yeni bir burç icat etmek zorunda kalacaklar!
Peki benim yazı yazdığım “Birgün” hangi burçtan? Çok merak etsem, gazetenin çıktığı ilk günü Google’dan bulur , bir burçla özdeşleştirirdim. Size de, “ bakın ben böyle karakterli bir gazetede yazıyorum” edebiyatı parçalardım.
Devrimci ,çağdaş,ilerici,demokrat,aydın,liberal,ezber bozan,entelektüel,namuslu,muhalif, hümanist,insan haklarına saygılı,sanatsever,tarafsız filan diyerek…duymak istediğiniz her şeyi sıralardım! Ya da mağdur, parasız, yoksul, yoksun, ezilmiş diyerek alışılmış sol edebiyatı yapardım. Ya da Cumhuriyet kadar ulusalcı değil, Aydınlık kadar seküler solcu değil, Evrensel kadar partizan , Taraf kadar TSK karşıtı deği, “bu yüzden burada yazıyorum”l gibi yuvarlak ama yeni yılda yürek okşayan cümleler ederdim.
Ya da, “ tek cümleme dokunmadan yayınlıyorlar” deyip kahramanlık edebiyatı parçalardım.
Birgün’ü sevmemin asıl nedeni Birgün’de bugün gördüğüm ilerici ve muhalif çizgiyi,birgün bile kaybetmeyeceğimi bilmemdir.
Sol, değişime gebedir. Ancak, solun bebelerini kim peydahlıyor, söylemlerini kim belirliyor, burçlarını kim ayarlıyorsa, sol birgün iktidar olduğu zaman bile, solun, bugünkü merkez sağ gibi, muhalif çizgisini hiçbir gün kaybetmeyeceği , bilinmelidir. Mesele bugün muhalefet yapmakta değil, birgün iktidar olduğu zaman da muhalif olan gazetenin yazarı olabilmekte!
İşte bu yüzden, bu gazetenin güdümsüz bir kalemi olarak hangi burçtan olduğu umurumda bile değil.

Bu yazı 2 Ocak 2010'da Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır