24 Mart 2012 Cumartesi

12 TAKSİTTE TİYATRO GÜNÜ YAZISI

Sabah uyandığımda gözlerimi kaybettiğimi anladım.Benim içingünışığı yoktu artık. Körlük diyemedim buna,
körlerin bambaşka bir duyarlılığı olur çünkü.
Benimki başka bir şeydi: Aydınlığım körelmişti sadece.
Yatağıma döndüm. Düşlerimden
de olmuştum. Oysa 27 Mart Dünya Tiyatro
Günü yaklaşıyor, tiyatroyu bir yaşam biçimi olarak seçenlerin , daha çok düşleyebilmesi
gerekmez miydi?
Düş olsun da, karabasana bile razıydım.Ama karabasanlar da yoktu
hayatımda artık.
Bir an için öldüğümü sandım. Cennetin anahtarını satın
alabilecek param yoktu, dünyadaki tüm
yatırımlarımı TOKİ konutlarına ayırmıştım. Mecburen cehennemlik olacaktım. Ama cehennemi
de parsellenmişerdi. Cennetin prangaları geçirilmişti cehennemin
üzerine!
Kocaman bir alışveriş merkezi olarak üzerime çökmüştü
İstanbul.
O İstanbul ki, yedi tepeli şehir olarak biliriz , yedi büyük
markanın egemenliği altındaydı.
Bu bir şaka mı diye
düşündüm bir an! Ama şaka nedir, onu da unutmuştum. Şaka, özgürlüğün dışa
vurumudur. Şaka yapacak hal yoktu.
Kredi kartıma 12 taksit yaptırarak, kendi zincirlerimi satın almayı teklif ettim….
İşte taksitler:
1. Taksit: Atatürk Kültür Merkezi
kayıtsız şartsız açılacak. Ancak yeni sponsorlarla yapılan anlaşma gizli tutulacak.
Kabul!
2. Taksit: İstanbul Kültür
Başkenti’nin patronu olan kültür ajansıhakkında hiçbir bilgi sorulmayacak.Ajans hesaplarını savcılık yoluyla sorgulamaya çalışan sanatçıların böyle bir hakları olmadığı
koşulsuz şartsız kabul edilecek. Yunanistan’da
Kültür Başkenti’nin kasasını boşaltıp yargılanan Yunan Kültür Ajansı
hiçbir şekilde örnek teşkil etmeyecek. Kabul!
3.Taksit: Kültür Bakanlığı’nın AKM için para aktardığı , ancak bu merkezi atıl
bırakarak 30 milyon TL kasayla devr ettiği iddia edilen ajansın niye AKM’yi
onarmadığı, devletin niye bu parayı kullanmayıp, sponsor aradığı
sorgulanmayacak. Kabul!
4. Taksit: Avrupa Kültür Başkenti
kapsamında Ayazağa Kültür Merkezi’ni açmayı taahüt eden ajansın niye Ayazağa’da
yirmi yıldır, dört cumhurbaşkanı ve 8 başbakan, 21 kültür bakanı eskiten inşaatı bitirmediği sorgulanmayacak. Kabul!
5.Taksit: Ayazağa KültürMerkezi’nin yerine Ayazağa Eyyylence Merkezi açılması ve bunu Emek Sineması’nı da alışveriş merkezine dönüştürmeye çalışan şirketin yapması koşulsuz kabul
edilecek. Kabul!
6.Taksit: Emek Sineması’nın yanına Ses Tiyatrosu’nun da binası
alışveriş merkezi olarak dikilecek. Kabul!
7. Taksit: Taksim’in ortasındaki eski Taksim Tiyatrosu, da yıkılıp,
alışveriş merkezi yapılacak. Kabul!
8. Taksit: Beşiktaş’ın ortasınaçok şirin gökdelenler dikilerek, kentin silüeti güzelleştirilecek. Kabul!
9. Taksit: Haydarpaşa Garı, otel, rezidans, hastane, pastane ve çok gerekirse hapisaneye dönüştürülecek.Silivri’den taşanlar Haydarpaşa’ya gönderilecek, Tarlabaşı’nda tarih yeniden
yazılacak. Pislikler temizlenerek, hijyenik bir tarih başlatılacak.
Tarlabaşı’nın başında gerekirse kolonya dağıtan temiz önlüklü kadınlar olacak.
10. Taksit: Ankara’da Ulus’ta Opera, Küçük Tiyatro v.b yıkılarak, kentsel dönüşüm sağlanacak. Kabul!
11.Taksit: Zeynep Kamil Hastanesi kapatılacak . Yeni doğan çocuklara
Zeynep ya da Kamil ismi kati suretle verilmeyecek. Çocuklarımız Ahmet, Veli, Mehmet (AVM)
olarak sınıflandırılacak. Tarih yeniden başlatılacak. Resimleri Kenan Evren
yapacak, karikatür çizimi bir tarikata ihale edilecek , tüm yazılar ise tekelden
yazdırtılacak..
12. Taksit: Tiyatrolar Günü bildirisi, Rosenbergler’i ihbar eden Hadi Uluengin’e ya da en kötü ihtimalle divan edebiyatı uzmanı İskender Pala’ya yazdırtılacak. Pala, ödenekli
tiyatroların lav edilmesini aruz vezninde dillendirecek.Kabul!

Oniki taksiti kabul ettim ve hayırlısıyla anlaşmayı imzaladım. Nasılsa hiçbir şey göremediğim için ne imzaladığımı bilmiyordum ya,
vicdanım rahattı.
O sırada bir taş düştü kafama…
Nasılsa İstanbul’un taşı toprağı beton ya, önemsemedim. Görmeyen adamın nesi kanayacaktı
ki? Başucuma düşen taş, hiçbir ucumu
kanatmamıştı.
Bir bebek ağladı sonra.
Duymadım…Kanı olmayan adamın kulağı da olmazdı nasılsa!
Bebek ağladı, çok ağladı.
Bir daha, bir daha ağladı… Cep
telefonunu ısrarla çaldıran eski dost gibi ağladı bebek. Artık dönüşü olmayan bir yoldaydım.
Hani o taş var ya, beni
kanatmayan… Hani bir çocuğun attığı taş vardı ya, beni acıtmayan!
O taşı aldım, yeni doğan bebeğin
suratına fırlattım.
Neyse ki öldü bebek… Ağlaması da
durdu öldükten sonra!
Bebeğin beşiği de , mezarı da bir alışveriş merkeziydi.
Bebeklerden sorumlu marka yöneticisinden
vicdanıma da 12 taksit yapmasını
istedim.
Zaman sıfırlandığı için, çok aydınlık sanmıştım
geleceği…
Geçmişi rüşvete bağlayarak, ağlayan bebeğin geleceğini
de karartmıştım.
Şimdi bütün mesele???
Şimdi, ortada bir mesele filan da
yoktu artık! … Meseleyi peşin fiyatına 12 taksitle kapattım , oldu, bitti.…

17 Mart 2012 Cumartesi

Tiyatro Kare - Onca Yoksulluk Varken

BİR KÖPEK OLSAM

Bugün tiyatrocu olmak istemiyorum. Fazlasıyla oyun oynayan var! Bırakın onlar oynasın.
Bugün yazar olmak istemiyorum. Sözcüklerin anlamı kalmadı, bırakın cümleleri onlar kursun.
Bugün çocuk olmak istemiyorum. Bir TMK mağduru çocuk daha, Hebun da sabahın karanlığında apar topar gözaltına alınmış.. Bırakın çocukları onlar kelepçelesin.
Sigara yakmanın cezası 75 , tribünde meşale yakmanın cezası 1750, 37 insan yakmanın cezası yok demiş Beşiktaş Çarşı grubu. Bugün insan olmak istemiyorum..
“Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” demiş Cemal Süreyya. Bugün baba olmak istemiyorum.
Bugün haftanın hiç başlamadığı Pazartesi, anaların çocuklarına kavuşamadığı Cumartesi olmak istemiyorum.
Bugün sosyal demokrat olmak istemiyorum. Bırakın 1983 Sıvas katliamının basiretsizliği onların üzerine kalsın.
Bugün hükümet olmak istemiyorum. Bırakın zamanaşımına onlar “hayırlı uğurlu olsun” desin.
Bugün katil olmak istemiyorum. Bırakın onlar ellerini kollarını sallayarak dolaşsın..
Bugün gardiyan olmak istemiyorum. Bırakın, Pozantı’daki çocuklar onların yüzüne tükürsün. Bırakın düzeni onlar tecavüz ederek korusun!
Bugün adaletin terazisi olmak istemiyorum. Bırakın insanlığa onlar kendi diyetlerini ödetsin. Bırakın iki kez beraat eden Pınar Selek’e onlar müebbet istesin.
Bugün gazeteci olmak istemiyorum. Bırakın onlar, en çok tutuklu gazetecileri olan ülkenin rekorunu elde tutsunlar.
Bugün Avrupalı olmak istemiyorum. Bırakın her üç Avrupalıdan birinin ırkçı olduğunu onlar itiraf etsinler.
Bugün özgür olmak istemiyorum. Bırakın onlar hapishaneleri dolu memleketin sokakta “özgürce” dolaşan vatandaşları olsunlar.
Bugün işçi olmak istemiyorum. Bırakın çadırlarda köle gibi öldürülen işçilerin mezarlarını onlar kazsınlar, dualarını (!) onlar alsınlar.
Güneydoğu’da araştırmalar yapan duyarlı antropolog Müge Tuzcuğlu “Ben Bir Taşım” adlı bir kitap yazmış. O şimdi hapis. Tutuklandığı gün , “Ben de Artık Bir Taşım” demiş.
Ben de bir taş mı olsam acaba? Yüreğimin taşlanmasındansa, uçurtmalardan daha özgür bir taş olarak dünyaya bir daha düşsem mi?
Bir alev olup, hiç acımayan yürekleri yaksam mı?
Bir çiçek olup, hiç açamadan ölsem mi? Ana rahminde gebertilen bir umut mu olsam yoksa?
Bir kucak olsam, kayıp insanlara açılan! Bir yelken olsam, tanımadığım sularda boğulan…
Bir bulut olup, hiç yağmur yağdırmadan çekip gitsem mi? 1 güneş olup, insanlara sıcaklık versem mi? Yoksa 1 ay olup, insanlığın bu berbat haline gülsem mi?
Bir kusmuk olup, helaları mı tıkamalıyım? Bir hela olup, boklukları mı temizlemeliyim?
Tamam buldum!
Bir köpek olmak istiyorum ben.
Yok yok, 11 yıldır beni karşılıksız seven köpeğim gibi bir köpek değil…
Yarışma programlarında birinci seçilen,insanların kıskandığı bir köpek olmalıyım.İnsanüstü bir köpek!
Gündeme bir köpek olarak oturursam, belki insanlara layık görülen, “köpek gibi öldü”, “köpeği bağlasan durmaz”, “köpek muamelesi yapmayın” gibi jargonları değiştirir, insanlıktan nasibini alamayanlara derdimi anlatırım.
Dünyanın havladıktan sonra ilk ısıran köpeği mi olsam? Yoksa köpekleri bile ısıran bir insan yavrusu mu?Köpek olacaksam, şöyle medyatik bir köpek olmak isterdim . Sizlere de menejerlik teklif ediyorum. Ey sizi gidi aç gözlü insanlar sizi ! Köpeğin yüzdesinde de mi gözünüz var? ı Aramızda mutlaka halederiz.

16 Mart 2012 Cuma

SORULMAYAN SORULARA CEVAP VEREBİLME KILAVUZU

Tiyatrokare’nin 20. Yıl projesi,“Onca Yoksulluk Varken”in yaratım süreci ağır geçti ve bu süreç beni hem duygusal, hem düşünsel anlamda çok geliştirdi. . Kadrodaki Rüçhan Çalışkur, Gökçer Genç, Halit Karaata gibi tiyatro insanlarıyla beraber üretimin tadını çıkarttık. Tasarımcılarımız Özhan Özdil, Kemal Yiğitcan ve yardımcım Bilge Can Göker’ sayesinde dünyayı yeni gözlerle sorgulayabildim.
Artık , ufkumun 0.5 santim de olsa genişleyebilmiş olmasının değerini bilmeli, bu oyunun bana kazandırdığı çocuğu hiç kaybetmemeliyim. Onu gerekirse battaniyelere sarmalı, korumalıyım.
İşte bu duygularla, oyun başladığı günden bu yana yaşadıklarımın minik bir analizini , konu olan kişilerinin aracılığıyla paylaşıyorum.
Okan Bayülgen: Bu hafta programına davetliydim. Gecenin geç saatleri bana göre olmadığı için , uzun süredir izleyememiştim çocukluk arkadaşımı. Anılara daldık, ikimiz de gençliğimizi ne denli özlediğimizi itiraf ettik bir birimize. Yaş alıp almamak önemli değil, içimizdeki çocuğun yaşaması önemli. Emile Ajar, bizlere yardım etmek için mi yazmış koca romanı? Okan, TV 8’de mutluluğunun, zekasının, entelektüel birikiminin doruğunda. Ve son derece samimi! Onunla aynı ortamı paylaşmak, sohbet etmek güzeldi. Tarih şu sözünü kaydetmeli: “ Politikacıların sanatçılara ihtiyacı var, çünkü tarihi sanatçılar yazar. Ecevit, Demirel’e şiir yazamazdı herhalde! Siyasetçilerin sanatçılardan korkmaması lazım, çünkü tarihi muhalif de olsalalar hep sanatçılar yazar, siyasetçiler değil.”
Kenan Evren: Benim de imzalamaktan onur duyduğum “kaygılıyız” başlıklı bir bildiriden söz etmiştim geçen yazımda. Sanatçılar girişiminde, onlarca isim memleketin gidişatıyla ilgili kaygılarını dillendirdi. İmza atanlar arasında “ulusalcı” diye sınıflandırdığımız isimler çoğunluktaydı. Ben din ci, ulusal cı, sol cu gibi “culu”, şimdiki zamanı sevmiyorum. Ancak, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi Tarık Akan, Levent Kırca, Müjdat Gezen, Ferhan Şensoy gibi isimlerin dünya görüşünün “darbe yandaşlığı”na indirgenmesini son derece yüzeysel ve tiksindirici buluyorum. Hepimiz darbelerin en çok bu ustaları balyozla yaraladığını biliyoruz. Bugünlerde , kendilerini “liberal” diye adlandıranların ise bir eli yağda, öbür elleri balda. Kenan Evren ressam olarak, “kaygılıyız” diyenlere çoktan çizik attı. Artık olsa olsa, onu sözümona yargılayanların, düzenle barışık çiçekli böcekli resimlerini çizmek için ilham kaynağı arayşındadır..
Mustafa Erdoğan: Cihangir’de bir mekanda karşılaştık. Kapıya biriken magazinciler, Gülben’i soracaklar belli. Ona kameralar karşısında Pozantı cezaevinde tacize uğrayan TMK mağduru çocuklardan söz etmesini salık verdim. Mustafa, Pozantı’yı duyup, Cihangir sokaklarına kaçışan magazincilerin ardından rahat bir nefes aldıktan sonra, arabasına binip, yeni diyarlara gitti.. Geriye sadece Pozantı haberini yapan gazetecilerin gözaltında olup olmadığı ve Tabipler Odası’nın cezaevini ziyaret etmelerine izin verip verilmediğiyle ilgili sorularım kaldı.
Yasemin’in Penceresi: Bu hafta katıldığım programda, Yasemin, haftanın en önemli olayın Arda ile Sinem aşkının bitmesi olduğunu söyledi. Ben de ona Leyla Tekül, Rüstem Batum, Cem Özer, Nedim Saban’ın filan neden hala televizyonda olmadıkları halde , Yasemin’in penceresinin açık durduğunu sordum. Bana, televizyonculuk başarısının sırrını vermesini istedim. Sorunun cevabı bir önceki sorunun cevabında gizli! Arda ile Sinem’in aşkını haftanın en önemli gelişmesi sayar, Pozantı’yı görmezden gelirsen, televizyoncu olarak ard arda başarı öykülerine imza atman hiç şaşırtıcı olmaz!
Medyafaresi: Yazar olarak ailenin içinde bulunmaktan büyük keyif aldığım haber portalı 9 yaşına bastı. Gecenin coşkusunu, sağlık sorunlarım nedeniyle paylaşamadım. Öte yandan Nihat Doğan’a, Müjdat Hoca ile ilgili saygısızlık yapma şansı verilmesi, Fare ödüllerinin farelere değil de, bazı düzen yandaşı baykuşlara verilmesi beni rahatsız etti. Eleştiriye açık olduklarını bildiğim için, hoşgörülerine sığınarak, 10.yılda ödülleri gerçek farelere vermelerini , internet medyasında sansürün gündemde olduğu bugünlerde, en azından şimdilik , daha dik durmalarını bekliyorum. Aileden sayıldığım için, sanırım bu eleştirimi dikkate alacaklardır.
Türkiye’de aydınlar, sanatçılar, gazeteciler önemli bir sınav veriyorlar şu anda…Sınavın ilk sorusu, Arda ile Sinem, ikinci sorusu Mustafa ile Gülben olsa da, hiç . sorulmayanlara yanıt vermek uzun süredir bu kadar önemli olmamıştı!
Robert Kolej’deki haşarı öğrencilik yıllarımda fizik, matematik derslerini “Savaş ve Barış”ı okuyarak geçirirdim. Hocalarım bunu görmezden gelir, ben de onların “boşver, nasılsa ikmale kalacak, üstüne gitmeyelim” diye düşündüklerini sanırdım. Oysa, bugün Tolstoy’ların, Turgenyev’lerin, Dostoyevski’lerin, matematikçilerin çözemedikleri problemleri de çözdüklerini anladım. Bunu öğrenmek, beni gençleştirdi, hayatın incelen dallarına biraz daha sıkı tutunmamı sağladı.
Umarım, yaşadığım sürece , sorulmayan sorulara cevap verebilecek kadar genç kalabilirim

4 Mart 2012 Pazar

ŞİMDİ ÖLME VAKTİDİR

Tarık Akan, Nürnberg Film Festivali’nde onur ödülü almış ve törende yaptığı konuşmada, “Türkiye’de sanatçı olmak çok zor. Ancak ölünce rahatız” demiş.
Toplumumuz ne yazık ki, iyi sanatçılarımızın değerini ancak öldükleri, hastalandıkları, evsiz barksız kaldıkları zaman anlıyor. Basın için de cenazelerin ayrı bir yeri var. Sanatçı cenazelerinin gideni geleni bol oluyor, bol bol röportaj konusu çıkıyor. Onlar için düşkün bir sanatçıyı, “neydi ne oldu?” diye teşhir etmenin de farklı bir nostaljik boyutu var tabi.…
Tarık Akan’ın sözleri, tabi ki politik bağlamda ele alınmalı. Memleketini ve insanını seven duyarlı aydınlar, son nefeslerine kadar mücade ediyorlar. . Bu mücadeleyi verirken dışlanıyorlar, hele hele son dönemlerde neredeyse Mccarthy dönemini andıran bir ötekileştirme, dışlama, nefret söylemi var. Oyuncular, oynadıkları rollere göre sınıflandırıldıkları gibi, politik duruşlarına göre de ayrımcılığa uğruyorlar. Hükümet karşıtı bir sanatçının artık ekranlarda boy göstermesi neredeyse imkansız hale geldi. Özel televizyon yöneticilerinin bu içtepisel tutumlarında , sadece günlük politikanın değil, kapitalizmin acımasız kuraları işliyor. Şöyle bir düz mantık sözkonusu: Halkın %50’sinin sevdiği bir partiye karşı olan birisini, halkın %50’si sevmez, bu kişi zaten rating alamaz!
Oysa, oyun kahramanları, film kahramanları da tıpkı masal, öykü kahramanları gibi değil midirler? Oynadıkları rolleri üzerlerine yapıştırıp hele hele buna politik bir alt metin yazarsak, onları zaten öldürmüş olmaz mıyız?
Ya ölüme terk ettiklerimiz ? Bu yazı Ahmet Şık ve Nedim Şener’in içeriye tıkıldıklarının birinci yılında yazılıyor. Balbay’ların sadece kalemleri kırılmadı, uzun süre hücrede tecrit edildiler. Prof. Haberal, tüm dünyayı aydınlatabilecek bir bilim adamı, ama onun da yüreği karartıldı.
İçlerinde Tarık Akan’ın da bulunduğu bir sanatçı girişimi, geçen gün Ses Tiyatrosu’nu tıklım tıklım doldurdu. Benim de imzalamaktan onur duyduğum bir bildiriyle, “kaygılıyız” dediler...
İşin acı yanı, ülkemizde ilericiler, ne zaman harekete geçseler, daha çok döneklerden oluşan bir demokrat grubun (!) saldırısıyla karşılaşıp, darbelere alkış tutmakla suçlanıyorlar. Sanki postalların altında ezilenler onlar değilmiş gibi, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün cezaevlerinde çürüyenler, işkence görenler, yurtdışına kaçmak zorunda kalanlar şimdi de “darbe yandaşlığı “ ile sınıflandırılıyor. Suçlayanların çoğu ise ,Evren’in sopasını, askerin dayağını, polisin copunu sadece filmlerde izlemişler…
12 Eylül’den ağır biçimde nasibini almış , Tarık Akan gibi ilkeli bir aydın, kuşkusuz ölene kadar savaşacaktır… Savaşmadan, ölmeyecek, dolayısıyla ölmeden rahata kavuşmayacaktır.
Ben çeşitli nedenlerle savaşamayanların da, yaşananlar karşısında utanç duymaları ve gerekirse ölmeyi göze almalarını öneriyorum.
Toplumun çöküşünü durduramayıp, boyun eğmek, göz yummak, meseleye sessiz kalmak, ölmekten daha kötü çünkü! Tarih, ev kadını Ayşe Hanım’ın, emlakçı Mehmet Bey’in duyarsızlığını sorgulayamayabilir. Ama toplumunun önde giden aydınlarını sorgulamaz mı? Aydın, sadece kendisinden değil, çevresinden belki sorumluluk duyan insan değil midir?
Emile Ajar, “mutluluğun doruğundayken” ölmekten söz ediyor. İnsan,” mutluluğu yakaladığı zaman ölmelidir” diyor. Ben, başkalarını mutlu edemeyenlerin de tarihsel bir sorumlulukla, ölümü göze almaları gerektiğine inanıyorum. Mutluluğun doruğunda değil, mutsuzluğun dibinde ölebilmek bir erdem olabilir bazen!
Pozantı Cezaevi’nde TMK Mağduru çocuklar, adli suçluların önüne yem olarak atılıyorlar, cezaevi yetkililerinin tacizine uğruyorlarsa, bu çocukların yüzümüze tükürmesini er geç kabullenmeliyiz.Bunu kabul edemeyeceksek de, onlardan önce ölebilmeliyiz.
Geçenlerde bir arkadaşımın “baba” olduğunu müjdeleyen mesajına, “bu dünyaya çocuk getirmek mi?” diye yanıt vermişim.
İyi ki bir çocuğum yok. Çünkü olsaydı, ona üniversitelerdeki haksızlıklara baş kaldırmasını, doğru bulmadığı şeylerle mücadele etmesini salık verirdim..
İyi ki çocuğum yok, çünkü ben onu adil bir dünya, eşitlikçi bir düzen için savaşmaya yüreklendirirken , belki o da şu anda binlerce çocuk gibi cezaevine düşmüş olurdu.
İyi ki bir çocuğum yok, çünkü cezaevinden çıktığı gün, tacize uğramış, psikolojik işkence görmüş bir çocuğun bu şiddete taş atarak bile karşı çıkmasının yeterli olmayacağını bilir, bunu nasıl dillendireceğime karar veremezdim .
İyi ki bir çocuğum yok, olsaydı belki de sadece ona sahiplenir , bu coğrafyadaki diğer mutsuz çocukları göremezdim.
Şimdi, doğmak değil, ölmek zamanı!
Tarık Akan’ın söylediği gibi, sadece öldüğümüz zaman rahat edeceğimizden değil, yaşayarak rahat edemeyeceğimiz için!