27 Kasım 2010 Cumartesi

ONUR'SUZ YAŞAMAK ONUR'LU ÖLMEK

Bu yazı senin için Onur….
Tiyatro yapmayı seçtiğin, tiyatro yaşadığın, adın gibi onurlu bir tiyatro mücadelesi verdiğin için teşekkür etmek istedim sana.
Başka söyleyecek bir şey de bulamıyorum ….
İyi bir insandın ama bunun için de teşekkür edilmez ki değil mi? Kötüye kızılır…
Telefon mesajlarına bakma fırsatı bulmuş muydun ölmeden?Kadromuza yeni katılan genç bir oyuncuya yardım ettiğin için teşekkür mesajı çekmiştim, görüp görmediğini bilmiyorum.
Tiyatronun doğasında yardımlaşma, dostluk vardır.
Oysa, gençleri ezmek, kıdemsizi terslemek gibi ters durumlara pek mi alıştık ne? Sana genç meslektaşına sahip çıktığın için de teşekkür etmek istedim.
Sen genç öldün, gençken öldün.
Oysa ne çok genç var…. Gençken ölmüşler zaten, içleri geçmiş, yaşlanmışlar! Halbukki öldüğünde bile gençtin sen!
Daha oynanacak çok oyunun, yazacak çok oyunun, söyleyecek çok sözün vardı…
Son otuz yılda on tane felsefeci üretemeyen biz Türkler twitter filozoflarımızı yarattık.
Twitter’da yazdıklarının alt metni bir intihar çağrısıymış meğerse, öyle karar vermiş felsefecilerimiz( !)…
Madem intihar gibi bir düşüncen vardı,beni niye bindirmedin o motorsiklete?
Bu toplumda düşünerek, düşünenler için acı çekerek, düşünce üreterek ve tiyatro yaparak hergün intihar etmiyor muyuz zaten? Yalnızlar kampını terk etmek için motorsiklet gerekiyorsa ona da birlikte binerdik gerekirse…
Nasılsa, perde açıldığında ömrümüzden ömür gitmiyor mu? Zaten kaygan zeminlerde yaşamıyor muyuz ömür denen lanet belada? Ömrümüzden ömür kısaltmak için başka kaygan yollar aramaya gerek var mıydı? İntiharı düşünen adam ertesi sabah araba satın almayı düşünür müydü zaten bunu sorgulamak yerine, ölümünle de yargılamak istediler seni.
Ama sen araba da alsan o motorsikletten inmezdin, inemezdin..
Motorsiklet sadece özgürlük alanı değil, seni yeni dünyaların keşfine götüren bir araçtı.
Aynen tiyatro gibi!
Birlikte çalıştığımız “Leyla’nın Evi”nde oyun o kadar beğenilirken, birinci perde niye alkışlanmaz diye düşünür düşünür dururduk ya, tam da alkış yerini bulmuşken, alkışlar size kalsın deyip, perde henüz kapanmadan çekip gitmek hiç yaraşmadı.
Mutlu ol her neredeysen ama şunu da bil ki, seni aramızdan alan tiyatro tanrılarını af etmiyorum.
Bu kaçıncı giden yav?



Seni güldüreyim biraz, şimdiden özledim çünkü o gevrek gülmeni: Öldüğün gece çok saygın bir internet sitesinde senin ölüm haberinin altında sürücü kursu reklamı vardı! Bir genç aktör ölmüş, kime ne? Yani kapitalizmin acı kuralları diyor ki: “ Bırak motoru, benim otomobil kursuma gel, yoksa sonun Onur gibi olur! İnadına, gitmeyeceğim ulan hıyar turşularının açtığı otomobil kursuna. Mesele onurlu yaşamak ve onurlu ölmekse, motorun altında ya da üstünde , nerede olursa olsun, senin gibi ilkeli ve dürüst öleceğim. Otomobil kurslarını pazarlayamayıversin bu sefer pezevengin evlatları!

14 Kasım 2010 Pazar

ÖL Kİ SEVEYİM

KİTAP FUARININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Cebime 100 lira koyduğum gibi kitap fuarına gittim, “fazlasını harcamak yasak” diyerek.
İnternet çıktığından bu yana okuma oranımın ciddi biçimde azaldığını ve okumam gereken kitapların yığıldığını farkedince, 100 lira sınırı kendime cezaydı. İyi ki TÜYAP’ın büfesindeki servis berbat, kuyruklar beklenilir gibi değil de, sandviçten artakalan 7 liramı da kitaba yatırabildim.
Kitap fuarı, coşkulu kalabalıklar adına umut verici, Türkiye coğrafyası adına umut verici, bu coğrafyada beraber yaşamak adına umut verici. Ancak bu yıl ziyaret edilme rekorları kırsa da, yine de kapalı bir dünya!
Dış dünyayla ilgili yaşadığım iki basit olay bu iddiamı perçinledi. Beylikdüzüne kadar gitmişken, orada oturan bir arkadaşımı aradım, kitap fuarında değil, yeni açılan alışveriş merkezindeydi.
Kitap fuarının çıkışında güvenlik görevlileri toplu taşıma araçlarına zamları protesto bildirisi dağıtan TKP’li gençlere binbir zorluk çıkartıyordu. “Dağıtsınlar çocuklar” dedim, aldığım yanıt ürkütücüydü, “ama siyasi içerikli yayın dağıtıyorlar!”.
Hürriyet’teki bir beyefendi köşe yazarı Cihangir’de İşçi Parti’li gençlerin dergi satmalarına müdahale edince, “senin gibi memleketi satmıyorlar hiç değilse”cevabını almış ya, ben de ironik bir cevap verecektim, ama ironik yazı yazmayı yeğledim.
İşte kitap fuarı çıkarımlarım:
1) Balbay gözleri yaşla karşıladı beni. Cumhuriyet Kitap’ın standından ulaşamadığı okurlarına “özlem mesajı” yollamış. Bu ülke pekçok aydınını cezaevinde çürüttü, çürütmeye devam ediyor.Tiyatrocu abimiz Misak Toros’un cenazesinde Ermenice bir deyim söylendi, “öl ki seveyim!” Aydınlarımızı öldürüp, sevmekte ustayız…
2) Birkaç ay önce kaybettiğimiz Füsun Akatlı’nın anısına bir panel düzenlendi. Pınar Kür’ün konuşması da “öl ki seveyim”le örtüşen zenginlikler içeriyordu. Aralarında Akatlı’nın eşi Metin Altıok’un da bulunduğu 37 aydının Sıvas’ta hunharca katledilmesinin ardından Cengiz Çandar’ın yazdığı “aklayıcı” yazıyı dinledik, sonra Hilmi Yavuz, Akatlı’nın Yeditepe Üniversitesi’nden nasıl kovulduğunu anlattı. Kanser olmakta geç kalmışsın Füsun Akatlı diye geçirdim aklımdan. Türkiye’de aydınlar bu kadar baskı altındayken, ölmekte çok geç kalmışsın!
3) Tüyap’ta panellerin yapıldığı Büyükada, Kınalıada salonlarının adlarının acilen Silivri, Karacaahmet, Aşiyan olarak değiştirilmesi gerekiyor. Sevdiklerimizin çoğu orada, Tüyap’ta imza verenler de ya orada olmaktan korkuyor ya da istiyor gibi geldi bana. (Tabi imza gününe gelen Grange adına konuşamam)
4) Türban konusundaki görüşlerim ulusalcılarla örtüşmüyor, ancak bu konudaki özgürlükler tartışılırken neden kadınlara söz hakkı tanılmaz merak ederim. İnsanların din ve vicdan özgürlükleri konusunda mümkün olduğunca açık görüşlü olmakla beraber henüz yaşamlarında kavramlar tam olarak oluşmamış ilkokul çocukları için bu fuarda sayısız orandaki dini yayın dikkatimi çekti. Kim denetliyor bunları? Din, ahlak değerleri iyi hoş da , çocuklara hep doğru şeyleri mi öğretiyor bu yayınlar merak ettim?
5) Öte yandan edebi değeri tartışılmaz olan çocukluğumuzun Samed Behrengi’leri nerede? Nerede Aytmatov’lar? Kaybomuşlardı sanki!
6) Solcu bir gazetede yazıyorum ama bu fuarda sol adına yeni yayınların hiç heyecan verici olmadığını, aynı teranenin okunduğunu, öte yandan sağcıların kendilerini acaip geliştirme heyecanı (hatta telaşı) içinde olduklarına, sanki dünyaya yeni gelmiş gibi standlara saldırdıklarına,yeni yazarlar çıkartma dertlerine düştüklerine tanık oldum.
7) İstanbul’un bile varlığını pek yakında tartışacağımız günlerde, çok tartışmalı projelere
imza atan 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın bu kez iyi bir şey yapması beni
çok mutlu etti. Zehra İpşiroğlu gibi bir tiyatro değerimizin Ayaspaşa’yı, Sennur Sezer’in Kasımpaşa’yı, Piraye Şengel’in Acıbadem’i, Cem Erciyes’in Galatasaray’ı, Deniz Kavukçuoğlu’nun Mühürdar’ı, Güngör Gençay’ın Kuledibi’ni yazması dikkatimi çekti. Artık istedikleri kadar yıkabilirler. Yık ki, o semti seveyim!
8) Mitos Boyut ve Yılmaz Öğüt denilen kişinin heykelinin dikilmesi gerekiyor bence.
Sinema kitaplarının bile azınlığa düştüğü bir dünyada, üstelik tiyatrocular göğsünü
gere gere, oyun okumaktan sıkıldıklarını söylerlerken, ısrarla oyun yayınlıyor. Sevgili
Yılmaz Öğüt, öl ki seveyim!
9) Murat Gülsoy, dinlediğim panelde edebiyatımızda “ironinin” eksikliğinden söz etti. Kapitalizm ironiyi sevmez çünkü malını pazarlamak için doğrudan söylemek zorundadır” dedi. Oysa edebiyatın derdi mal satmak olmadığına göre, ironi ile edebiyatın ve sanatın ironi ile arasının prensipte iyi olması lazım! İroni akıl gerektirdiği için midir nedir, bizler sözü tersten söylemek yerine, terslemeyi, küfür etmeyi daha çok sever olduk son zamanlarda.

İşte bu yüzdendir ki, kitap fuarında karikatüristleri, mizahçıları, aynı gazetede
Muhalefet liderini dansöz olarak çizebildiği gibi, ertesi gün aynı fırçayla başbakana
da dokundurabilecekleri aradı gözlerim.Ama galiba onlar tanıdıklarına iş bağlama
peşindeydiler .
Yok yahu ironi yapmıyorum. Basbayağı laf geçiriyorum !

EMEĞİM ONURUMDUR: TÜRKAN ALBAYRAK

Bugünkü yazımın tiyatroyla doğrudan bağlantısı yok.
Doğrusu bugün hiç tiyatro yazasım yok.
Hatta, geçen hafta çeşitli nedenlerle bir ay geciktiğimiz oyun provalarına açlık grevine başlayacağını duyar duymaz destek ziyaretine gitmeyi borç bildiğim Türkan Albayrak nedeniyle bir saat daha geciktim. Buradan kendimi ihbar ediyorum. İster sorumsuz, ister tembel deyin bana.
2. Dünya Savaşı ile ilgili bilindik bir laf vardır : Dışarıda savaş varken, içeride tiyatro oynanıyordu diye.
Bense,dışarıda Türkan Albayrak savaşırken, içeride tiyatro yapmayı içime sindiremedim.
Tekel İşçileri’nin Ankara’daki yürüyüşlerine de Büyükçekmece’de oyun oynadıktan sonra uçağa binip, ardından İstanbul’da bir gece sonraki oyuna zorlukla yetişerek katılmıştım.
Hani baban, anan ölse bile sahneye çıkacaksın ya….
Yüzlerce, binlerce işçi açlıktan ölse, o gün onların yanındaysan ve sahneye çıkamıyorsan, seyirci mutlaka anlar bunu diye düşünüyorum!
Tekel İşçilerinin yürüyüşüne katıldıktan sonra sinemada bana kendi cebinden patlamış mısır ikram eden büfecinin gözünün ışığından, sokaktaki simitçinin teşekküründen sezdim bunu.

Sağlık işçileriyle tanışmam, on yıl önce çok sancılı geçen bir check-up’ta annem yaşında bir hanımla göz göze gelmemle başladı. Acılar bittiğinde, kendisine uzattığım üç kuruşu da almayı red ettiği zaman, onun gökten inen bir melek olduğunu düşünmüştüm.
Yıllarca yüksek tansiyon hastalığı ile hastane köşelerinde sürünürken, uyku apnesi teşhisimi de Rus kökenli bir sağlık işçisinin koyduğunu, ancak bir türlü dillendiremediğini çok iyi anımsarım. Onun kökeni dolayısıyla, kaçak işçi olarak hiçbir hakkı verilmeden çalıştırıldığını anlamıştım.
Türkan Albayrak ile tanışmam ise Paşabahçe’de işten atılmasının ilk günlerine rastlar.
Türkan Abla, hayatımda önemli yeri olan Rus kökenli işçi gibi, sağlık sektöründe artık işlerin taşeronlara devredilmesinden dolayı, kendi ülkesinde hiçbir hakkı verilmeden çalıştırılmış, anladığım kadarıyla, bu konuyu irdelediğinden dolayı durup dururken işinden çıkartılmıştı.
İşten atılınca, hastane bahçesinde çadır kurmuştu.
Onu yaz sıcağında ziyaret ettiğimde, onu işten çıkartanların nasılsa kışa kadar dayanamayacağını düşündüklerini söylüyordu. Oysa yakıcı sıcaklarda direnmek daha zordu.
Ece Temelkuran, Nuray Mert, Memet Ali Alabora, Cezmi Ersöz, Pınar Sağ gibi aydınlar direniş sürecinde, yağmurda, çamurda da Albayrak’ı hiç yalnız bırakmadı, sivil toplum örgütleri kendisine sahip çıktı, “Tiyatro Simurg” çadırın önünde oyunlar oynadı, “Grup Yorum” onu hiç yalnız bırakmadı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Türkan Albayrak’ı direnişinin 100. Gününde, çok geç fark etti ve başbakanla polemik için malzeme olarak kullandı, ama ne yazık ki, hiçbir çözüm üretmedi. Albayrak’ın çare tükendi düşüncesiyle başlattığı açlık grevinde CHP’den bir tek temsilci yoktu. Herhalde Önder Sav mı, Kılıçdaroğlu mu diye kulis yapmakla meşgulduler.
Oysa, “Müslüman Sol” kimliği le Mehmet Bekaroğlu gerçekten örnek bir dayanışma sergileyerek, daha ilk günlerden beri çadırdaydı.
Emeğin, emekçiye destek verirken sağcılık, solculuk, islamcılık, Türkçülülük, Maoculuk oynamanın doğru olmayacağını düşünüyorum.
Check up koltuğunda acılarla can çekişirken göz göze geldiğiniz kadın belki akşam evine ekmek götüremiyordur, ama size, kim olursanız olun, en donanımlı profesör kadar kollarını açıyor, sevgiyle kucaklıyordur. Bu yüzden siz de bir işçinin haklarını almasına destek verirken, onun etnik ve siyasi kimliği ne olursa olsun, yardım etmekle yükümlüsünüz.

Albayrak, açlık grevine başladığı gün, belki bir daha onu göremem endişesiyle, çadırdan gözyaşları içinde, hoşça kal Türkan Abla diyemeden bile ayrıldım. Ne mutlu ki, bugün, açlık grevinden bir hafta sonra, Sağlık Bakanlığımızın ve Tabipler Odasının Albayrak’ın sorununa çözüm bulduğunu öğrenerek çadırın sökülmesine tanık oldum.
Hastanenin bahçesinde bugün mutluluk hakimdi. İşçi sınıfı Türkan Albayrak’ın bireysel olarak elde ettiği zaferi sahiplenmişti. Aynı heyecanı Tekel işçilerinin gözlerinde hisediyordum. Çadır sökülürken Türkan Albayrak, sanki vücudundan bir parça sökülüyormuş gibi heyecanlıydı. Hepimiz “sen çadırsız yaşayamazsın, artık bunu bahçene kurarsın” gibi espriler yaparak bu toplumsal dramı hafifletmeye çalışıyorduk.

Albayrak, direnişin güncesini tutmuştu. İşçi sınıfının direnişinin belgelenmesi çok önemli çünkü bugün medya çoğunlukla egemen sınıfı yazıyor . (Beykoz halkı Albayrak’a sonsuz destek verirken Dost Beykoz Gazetesi onunla bir türlü dost olamadı nedense)
Bense, yeni bir dost kazanmaktan öte, Albayrak’ın açlık grevindeki basın açıklamasından “EMEĞİM ONURUMDUR” sözünü öğrendim.
Biz tiyatrocular da onurlu bir işe imza atıyoruz, biz de emek veriyoruz.
Ama, nedense, kamuoyunun gözünde emeğimizle onurumuz yan yana gelemiyor bir türlü.
Belki aramızdan kof şöhretler çıktığı için, belki işimizin ne kadar emek yoğun olduğunu bir türlü dillendiremediğimiz için, belki haklarımız için mücadele etmekten korktuğumuz, aramızdan Türkan Albayrak’ları çıkartamadığımız için!
Albayrak Sarıyer’de bir hastanede sözleşme imzalamış. Meğer orada oturur, her gün Paşabahçe’ye gider gelirmiş çünkü daha önceki işinden de sendikal faaliyetlerde bulunduğu için çıkartılarak Paşabahçe’ye sürgün gönderilmiş ve bu ağır koşullara tam beş yıl dayanmış. Ne kadar zor bir yaşamı geri kazanmak için direnirmiş meğer değil mi? Aynen halen çadırlarda 4 C’ye direnen Tekel İşçileri gibi…
“Benim tankım topum yok. Benim yasa çıkarma, karar verme gücüm yok. Kendime ait bir bedenim ve iradem var. İşte ben de bedenimi mücadele silahım yapıp, Açlık grevine başlıyorum” demişti.
Zafer sevinci olarak, bir şehir efsanesini de paylaşayım, :
Sanatçılar Albayrak’ı ziyaret ettikçe başhekime haber uçuyor, başhekim bu kişiler hastaneye geldi diye pek seviniyormuş. Anlamlandıramamış bir “temizlikçi” kadın için kopartılan şamatayı!
O temizlikçi kadın, bize çoktandır bir araya gelmeyen emek ve onur sözünü hatırlattı sayın başhekim.