30 Ekim 2011 Pazar

DEPREMİN ÖTEKİ YÜZÜ

Geçtiğimiz hafta bu sütunlardan “Güneydoğu hakkında yüzeysel bir yazı” başlığıyla bir yazı yazmış, ne kötü bir tesadüftür ki, Güneydoğu konusundaki ilgisizlik ve kültür politikası yoksunluğumuza değindiğim yazının yayınlandığı gün Van’daki depremle sarsılmıştık.
İstanbul’da bir alışveriş merkezinde film izlediğim ve telefonumun kapalı olduğu saatlerde, depremin haberini birkaç saat gecikmeyle aldım.
Bazı alışveriş merkezlerinde genellikle koca koca ekranlar asılı olur, ya benim o gün gittiğim AVM’de yoktu, ya da nasılsa sürekli reklam yayınlıyorlar diye bakmak aklıma gelmedi.
Ama işin kötü yanı, binlerce insanın cirit attığı İstanbul’un en sosyetik merkezinde hiç kimsenin yüzünde bir kaygı, bedeninde bir korku hisetmedim.Dakika başı indirim anonsları yapılırken, Van’da deprem oldu diye en ufak bir bilgilendirme yapılmadı.

Yıllar önce bir sunucunun ulusal yayında “Bugün havada bulut yok ” demesiyle ilgili olarak, Van’da, Kars’ta, Ardahan’da o gün yoğun tipi nedeniyle çocuklarını okula götüremeyenlerin,haberleri içinde dinledikleri ve sığındıkları battaniyenin altında “Vay İstanbul’un haline” dedikleri şehir efsanesi olmuştur.
Şimdi sunucular sadece hava raporu vermekle kalmıyor, bildikleri ya da bilmedikleri her konuda ahkam kesiyorlar. Üstelik havada bulut yok demiyorlar, havayı bulutlandırıyorlar.

“Onlar polise, askere taş atıyorlar ama polis, asker yardımlarına koşuyor” diyerek, afet durumlarında salt güvenlik görevlilerinin değil, bu toprakların her köşesinde yaşayanların asal görevi olan bir meseleyi, bir ırk ayrımına dönüştürmek, insanlık ayıbıdır.Kurtarma ekipleri göcük altında bir kişiye depremin ana sloganlarından birine dönüşen “sesimi duyan var mı” demek yerine “sesimi duyuyorsan Kürt olup olmadığını söyle” diye mi sorsunlar Ya da deprem başka bir bölgede olsa, aynı sunucu “onlar kimseye taş atmadıkları için taşın altında kalmayı hak etmediler mi” diyecekti?

Bu söylemlerin sosyal medyada da devam ettiğini, depreme yardım sağlayan kuruluşlar arasında bile ayrımcılık yapıldığını görünce dayanamadım doğrusu. O anda Ergenekon davasından delilleri yok ederler diyerek yıllarca içeride çürütülen yazarlar, bilim insanlarını bir an için unutmuş, Deniz Feneri davasından “delilleri ortadan yok etme” şüphesi olmadığı için aklandıkları için, çok kısa zamanda hapisten çıkartılanları düşündükçe, deprem yardımını Deniz Feneri’ne mi bağışlasam diye bile düşünür olmuştum açıkçası!.
Deprem vergilerinin duble yollara gittiğinden şüphelenen vatandaş, tabi ki yardımın yerine ulaşıp ulaşmadığından korkar ama salt politik olarak yandaşı olduğu kuruluş, parti, derneğe yardım ederse, bu fazlasıyla “şüpheci” bir millete dönüştüğümüzün kanıtıdır. Üstelik şimdi bazı havayolları Van’a 1 TL’ye uçak kaldırıyor, çok şüheci ama gerçek yardımseversen, kalk da Van’a git derler adama!

Marmara Depremi’nin onuncu yılı sırasında Tiyatrokare olarak, Liberty Sigorta’nın sponsorluğunda “Birimiz Hepimiz Hepimiz Akut” adlı bir çocuk oyunu hazırlamış, çocuklarımıza sadece deprem değil, afet anında neler yapmalarını gereken bir güvenli yaşam öyküsü anlatmayı seçmiştik. Üstelik her gelen çocuğa güvenli yaşam konusunda Liberty Sigorta’nın hazırladığı çok güzel bir bilgilendirme kitapçığı da sunmuştuk..
Ne acıdır ki, bu oyuna çok az belediye sahiplendi. Oysa çocukları, gençleri eğitmek yerel yönetimlerin, devletin göreviydi! Üç yıldır ısrarla sürdürdüğümüz bu sosyal sorumluluk projesine ne yazık ki veliler bile rağbet edip, çocuklarını götürmedi. Çocuğum “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” izlesin diyerek, belki de evlatlarının korkmasını istemediklerinden oyuna uzak durdular.

10 yıl süren Dr.Stress programımın sunuculuğu sırasında en yüksek ratinglerden birini “Marmara Depremi” sırasında 7 saat süren canlı yayınımda almışken, bir yıl sonra “Deprem Tedbirleri” programımdaki seyredilmeme oranı (!) nedeniyle, neredeyse televizyondan kovalanır hale gelmiştim.
Unutkan mıyız, bize dokunmayan tehlike konusunda duyarsız mıyız siz karar verin artık!
Twitter hesabımda “depremi doğa yarattı, bizler sürdürdük” yazdım, afetlerin “Tanrı’nın bir cezası” olduğu cevabını aldım.

Bedri Baykam bıçaklandığı gün, belki duyarsızlığı, belki de politik duruşu nedeniyle yaralıyı arabasını almayan bir milletin çocuklarına dönüşüyoruz. Oysa tüm dünya bizi misafirperverliğimizle tanımaz mıydı? Şimdilerde misafirperverliğimiz , Sultanahmet’te halı satanların “come please” söyleminde kaldı.
Bugün tiyatrolar da “come please” diyor.
Geçtiğimiz yıl Yapı Kredi ile TEGV’in ortak projesi “Sahneyi Çocuklara Bırakıyorum” ile Güneydoğu’ya giden meslektaşlarım Cem Davran ve Bahtiyar Engin ile gurur duyuyorum.

Bu hafta Tiyatro 0.2 “Limonata, Tiyatro Gerçek “Üstü Kalsın”, Sadri Alışık Tiyatrosu “Oğluma Bir Haller Oldu”, Tiyatrokare “Büyük İkramiye”, Metin Zakoğlu Tiyatrosu “Bir Delinin Hatıra Defteri”, Kaşmir Mektebi ve Alpay Erdem de tek kişilik oyunlarını depremzedeler için oynuyor.

Eğer tiyatrolarımızın da yardım paralarıyla iki katlı dekor yaptırmadığı konusunda şüpheci olmadıysak (!), “come please” misafirperverliğini halıcılara bırakmayıp,,sadece depremzedelerin yaralarını değil, kendi önyargı ve gizli ırkçılık duygularımız, duyarsızlığımızı sarmalamak için tiyatroya bilet almaya ne dersiniz?

GÜNEYDOĞU HAKKINDA YÜZEYSEL BİR YAZI

Onların asker, polis olmalarının yanı sıra, çocuk olmalarını da çok önemsiyorum. Bir anneyi çocuksuz bırakmak, bir bebeyi öksüz bırakmak ne demektir?
Onların Türk, Kürt olmasından öte, barışı hak etmiş bu topraklarda yıllarca bitmemiş, bitirilmemiş bir savaşın içine düşürülen farklı kültürler, farklı kökenler, farklı şehirlerden gencecik insanlar olarak öldürülmüş olmalarını önemsiyorum.
İnternette dolaşan bir mail var. 1988’den bu yana başımıza geçirdiklerimizin hepsi sözleşmiş gibi terörle ilgili olarak “bıçak kemiğe dayandı demiş, gazetelerde bu manşetler altında hepsinin demeçleri var, ancak o bıçak hangi kemiğe dayandıysa çıkartılamamış, aksine her gün daha çok ananın yüreğine saplanmış.
Özdemirelalyılmaçillererzecevitdoğan!

Gel de çık bu bulmacanın içinden!
Ateşböceği Ercan yukarıdaki sözcüğü bir bulmacaya yazsa, karşılığında “bizi yönetenler” diye mi yazar, terörü bitiremeyenler mi?
1988’de Turgut Özal, “bu devlet haince kan döken teröriste bedelini ödetecek güçtedir” dedikten sonra, Çiller “ya bitecek, ya bitecek” dedi, Erdoğan birkaç ay önce “Ramazan ayına hürmeten bekliyoruz ama sabrımız tükendi” diye açıklama yaptı.
Bıçak kemiğe dayandı ama neden bir türlü o kemikten çıkmıyor?
Genelde hoşgörülü söylemleriyle tanınan Cumhurbaşkanımızın bile söyleminde öç olması şaşırtıcı!

26 kişi ölmüşken insan açıklamalarında duygusallaşıyor. Ancak acaba gerçek çözüm öç almak mı? Zamanında doğuyu sürgün olarak gören öğretmenler, hekimler, devlet memurlarının tavırları, sadece Batı’ya yapılan yatırımlar, ilaç, kitap, battaniye bulmaktan mahrum kalanlar, en kötüsü çatışmalarda hepten yakılan köyler, bir anlamdaki öç ve göç politikaları kardeşin kardeşi vurmasına etken olmamış mıdır acaba?
Silah satıcılarının eski silahları tüketmek zorunda olmasından, terör örgütünün koca bir bölgenin uyuşturucu trafiğini elinde bulundurması, “bu işin içinde başka ülkeler var” demek, Arap dünyasının dengesinde Güneydoğu Anadolu’nun ’nun önemli bir geçiş noktası olması gibi şeyleri geçin.
Ben Güneydoğu hakkında yazılan en “yüzeysel” yazıyı yazarak, barış günlerine ışık tutmak istiyorum.

20 yıl önce kurduğumuz tiyatromuzda ,“solcu” geçinen sanatçıları bile Doğu’ya ve Güneydoğu’ya turne yapmaya ikna etmek hiç kolay olmadı. Geçen yıl Bingöl’den Mardin’e kadar gittiğimiz doğudan dönenler “sanki başka bir dünyaya gitmişiz” deyince daha pek çok annenin yüreğinin yanacağını hisetmiştim.
1 Mayıs günü Diyarbakır’da oyun oynadıktan sonra, sokağa çıkmayalım düşüncesiyle gittiğimiz bir konuğun evini terk edilmiş hücre evi sanarak, sokakta patlayan lastk sesinin bile bomba olduğunu düşünerek, savaş durumunu ne kadar kanıksamıştık aslında!

Oysa en azından başarılı oyuncu Volga Sorgu’yu, Tunceli’de, Enver Aysever öncülüğünde organize edilmiş bir oyunu izledikten sonra mesleğimize kazandığımızı hatırlamak, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi dernekleri tarafından açtırılan kız yurtlarına elimizden geldiği kadar yardımcı olmak gerekmez miydi?

Diyarbakır’da esnaf lokantasında yemek yerken, yanıma oturan devlet görevlisinin kalaşnikofuyla birlikte çorba yudumladığımı hisettiğimde bu toprakların kalaşnikofla değil, eğitim, bilim ve sanatla korunacağını düşünebilmeliydim. “Kuş uçmaz kervan geçmez”, Maden kasabasından geçerken, turne otobüsünde “sessiz” bir korkaklığı seçmek yerine, bu ülkenin aydınları olarak gencecik insanların dağa çıkmasını nasıl önleyebileceğimize kafa yormalıydık. Ama biz ne de olsa okullarda “orda bir köy var uzakta” şarkısıyla büyüyen kuşaktık.
Yeri gelmişken bu bağlamda Sabancı Holding desteğiyle doğu illerine turne yapan Mehtap Ar Çocuk Tiyatrosu’nu kutlamak , şimdilerde Profilo Alışveriş Merkezi’nde komşumuz olan Adım Tiyatro gibi topluluklara sahiplenmek, doğuyu, güneydoğuyu korsan tiyatrolara, kim tarafından oluşturulduğunu bilmediğimiz kumpanyalara terk etmemek, oyuncularıyla anlaşırken “merak etmeyin İzmir, Ankara dışında turne yapmam” diyen Haluk Bilginer paşaya devlet tiyatrosunu kapatma yetkisi vermeyi tartışmak yerine, Van’dan, Erzurum’a kadar en zor koşullarda perde açan Devlet Tiyatromuza sahiplenmek , derdi televizyonda ün, para edinmek yerine doğuyu ışıklandıran bu tiyatrodaki eğitimli ve yetenekli sanatçıları, İstanbul’da elinde kıyafetiyle setten sete dolaşan, hiç değilse “Kurtlar Vadisi” gibi dizilerde savaşçılık oynayan ağabeylerinin alkışlaması gerek.

Bugün 26 genç daha öldü, bir sürü anne evlatsız, bir sürü çocuk babasız kaldı.
Ben Shakespeare’in “Troilus ve Cressida”sı ile büyüyen, sadece Türk değil, dünyanın bütün topraklarından üretilmiş anonim masalları kanıksayan, Münir Nurettin Selçuk dinlemiş, Beethoven’ı duymuş birisinin silaha sarılacağına inanmıyorum.Opera, bale, tiyatronun sadece yurtdışındaki fonlarla değil, bizim oluşturduğumuz ödeneklerle Doğu’da sanat ışığını yakabilmesi lazım.
“Bu işin içinde petrol var” demek yerine “bu işin içinde sanat yok” diyerek Güneydoğu hakkındaki en yüzeysel yazıyı yazma riskini aldım.
Bu topraklarda kültür devrimi yaratmak için geç kalmış sayılmayız!
Hadi, bugünden tezi yok doğudaki bir kız çocuğunun bursunu üstlenin, kullanmadığınız eşya, okuyup attığınız kitabı değil en sevdiğiniz şeyi paylaşın onlarla.

Savaşı tetikleyen duvarı sevgi ve ışık saçarak yıkabiliriz ancak , savaş çığırtkanlığı yapıp, meydanlarda toplaşarak değil.

16 Ekim 2011 Pazar

BİR DERGİNİN ÇÖKÜŞÜ

Cağaloğlu yokuşundaMilliyet Gazetesi’nin kapısından girip, küçücük bir odada dört kişi oturan Milliyet Sanat Dergisi ekibi ile tanıştığımda, 15 yaşındaydım, Kurduğum Beş Kafadarlar Tiyatrosu’nda kah sokaklarda, kah parklarda oynayan, Sennur Sezer, Samed Behrengi, George Orwell’den oyunlaştırdığımız oyunları salonlarda oynayan bir topluluğa yeni hayat vermiştim. Sanat Dergisi’nin kapısından korkusuzca girip, kuruluş bültenimizi verdiğimde, derginin editörü ve varolmasına büyük katkısı olan Zeynep Oral, daha ortada sadece iki kalas, bir heves varken, o hevesi Milliyet’teki haftalık yazısında tam sayfalık bir yazı konusu yapmıştı.
O zamanlar çok zor koşullarda Anadolu’daki bölge tiyatrolarına bile yetişerek her oyunu izleyen değerli Tahir Özçelik’ten bir sabah 09.15’de telefon aldığımda, o gün 10.30’da başlayacak olan çocuk oyunuma gelmek için nazikçe davetiye istemesini unutamam. Derginin sanat ajandasını toparlamak gibi çok önemli bir göreve sahip olan Zekai Abi'ye her ay bültenlerimizi elden teslim eder, sanat üstüne sohbet ederdik.

O zamanlar “Milliyet Sanat” ve “Gösteri”ye kimler uğramazdı kimler! Entelektüel sohbetler Cihangir kafelerinin dedikoduları değil, Cağaloğlu’nda esnaf lokantalarında ya da dergilerin minicik odalarında yapılırdı. O zamanlar sanat dergicilerinin tek sorunu, her Salı evinde temizlikçi olduğu için “karısı tarafından” sabah dergiyi açıp, akşam kapatmakla görevlendirilen ünlü bir yazarın uzun ziyaretleriydi.
Ne garip bir dünyadan söz ediyorum değil mi?
1) Faks çok kısıtlı yerde vardır, internet keşfedilmemiştir . Bültenler elden teslim edilir..
2) Sanatçılar, 15 yaşında da olsalar dergilerde en güzel biçimde ağırlanır, sanat ,, sanat adına önemli bulunan her olay kişiselleştirimeden değerlendirilir.
3) İstanbul’da sanat dünyası belki o kadar “şenlikli” değil, ama internetin olmadığı bir ortamda ajandaları derlemek epey güç.

Bir gün “Milliyet” te devrim (!) oldu, gazetenin tirajını arttırmak ve daha çok Abdi İpekçi’nin çocuklarını ayıklamakla görevlendirilen Ufuk Güldemir, kısa bir süre yayın yönetmeni olup, işten attı. Bugün bir basın kahramanı olarak anılan Güldemir’in, Habertürk portalını ve bu dünyayı kurmuş olmasına tabi ki saygım var. Ama “avcılık” hobisiyle de meşhur olan rahmetlinin Milliyet’te yenilik yapma adına, yaptığı kıyım hala aklımda! İşin kötüsü, o zaman bu operasyonlar da ters tepti, gazetede tiraj düştü, prestij kaybı oldu.

Şimdi Milliyet’te, oyuncusu öldüğü gün tiyatroyu arayıp “cinsel hayatında sorun mu vardı” diye soran bir magazinci yetkililer var.

Milliyet Sanat’a, yukarıda anlattığım tamamen duygusal sebeplerle yazı yazmaya talip olduğumda derginin sorumlusu Filiz Aygündüz ile tanıştım, kendisini çok sevdim. Yasemin Bay’ın editörlüğünde dergiye, dünyamıza pek yansımayan iyatro dosyaları hazırladım. Aldığım 100 lira telif ücretiyle Mersin’de bir köyde “Hamlet” oynayan kadınlara ulaşan ilk Türk tiyatrocu olma ünvanını kazandım, “Kürt Tiyatrosu”, "Travestilerin Oynadığı Tiyatro" gibi araştırmalar yaptım, tiyatroda sansürü kaleme aldım.

Derginin Eylül 2011 sayısında referandum ile sıkıyönetim zamanındaki tiyatroya baskıları karşılaştıran oyunları araştırdım, o dönem tiyatro dergileri çıkartan Seçkin Selvi’den bile belge bulamaz kütüphaneleri dolaşırken, aylarca verdiğim araştırmamın bana haber verilmeksizin sudan sebeplerle çıkartılıp, derginin basıldığını öğrendiğimde, dergiye bir daha yazmadım..

Yasemin Bay’dan sonra derginin tiyatro editörü olan Maro’da, ne yazarlara, ne sanatçılara karşı önceki editördeki saygıyı bulamamıştım. Üstelik “açılım döneminde” Kürtçe oyun sergileyen Dormen’in Diyarbakır’daki provasını gözlemlediğim yazımı Filiz Aygündüz araya girmese hepten kaldırtmış, Türkiye’ye bir yenilik getirdiğini ama Royal Court’tan fazla etkilendiğini düşündüğüm DOT Tiyatro hakkındaki yapıcı eleştirimi de sansürlemişti.

Aynı Asu Maro ile, bir yıl önce kaybettiğimiz Onur’un cenazesinin ardından perde açılmasında ters düştük, haklı bulmadığım halde düşüncelerine saygı duydum, ancak kendisine bu sütunlardan verdiğim yanıtı kabullenemeyen kişinin, DJ’lik yaptığı bara gidersem, müziği keseceği kadar kişiselleştirerek, nefret kustuğuna tanık oldum.

Milliyet Sanat’la artık okur olarak da bir ilişkim yok. Son sayısını, hangi tiyatroda ne oynanacak diye aldığımda, bu geleneğin de kaldırıldığını Zekai abinin, Tahir Hoca’nın her tiyatroyu tek tek arayarak mevsim seçkisini yayınlamaya çabaları da silinmişti.

Okuyucuları kocaman bir tiyatro sezonu hakkında bilgilendirmek yerine Bilginer’in yetkisi olsa Devlet Tiyatrosu’nun kapatılmasını emredenAsu Maro röportajına yer verilmişti. Bu röportajın bir gazetede yayınlanması durumunda, Bilginer’in de fikirleri belki tartışılırdı, ama tiyatroya sahip çıkması gereken dergiye “Allah belalarını versin”sözcükleri kullanılarak yapılmış sansasyonel açıklamalar yakışmadı. Bilginer’in bir yıl önceki bir olayı ısıtarak, “ perde açılması pornografidir” demesini, pornografiyi kendisi kadar bilmediğim için olsa gerek anlayabilmiş değilim. Bence ölülerimizi rahat bırakıp, “canlı” meslektaşlarımıza tiyatrosunda çektirdiği eziyet ile ilgili olarak önce Melih Anık’ın sorularını yanıtlasın.

Beni Milliyet Sanat’tan bile soğutmayı başaran DJ arkadaşımıza ise , yüzyıllardır her yerde uygulanan perde açma geleneğini sorgulayacağı yerde,genç arkadaşımızın ölümünün daha birinci haftasında sözümona barlarda onun sevdiği şarkıları düzenleyip, cebini doldurmaya çalışanlarla röpotaj yapmasını öneriyorum.

15 Ekim 2011 Cumartesi

İYİ OYUNLAR

Yeni tiyatro mevsimi yaklaşır, tiyatrolar yeni oynayacakları oyunları ilan ederken, içimde tiyatroya gitme dürtüsünün neden hala harekete geçemediğini düşünüyorum. Dünyada en çok beğendiğim oyunculardan biri olan Kevin Spacey, 5 Ekim’de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın öncülüğünde İstanbul’a geliyorsa ve bu bile beni hala olması gerektiği kadar heyec anlandırmıyorsa, o zaman artık İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nı değil, kendimi sorgulama zamanı geldi diye düşünüyorum. Tabi ki bu yine de İKSV’nin daha önce üç star ile Fanny Ardant, Jeanne Moreau ve John Malkovich rezaletlerini aklamaz ama ortada festival bile yokken Kevin Spacey gibi dev bir aktör ile aynı havayı soluyacağımı düşününce, şimdiden onun gitmesi muhtemel kafelere parfüm kokumu salgılamam gerekirdi diye düşünüyor ve bunu niye yapmadığımı sorgulayarak kendime çok kızıyorum.
Mesleğimin otuzuncu yılında heyecanımı yitirmiş olamam, psikolojimin şu sıralar en azından dalgalı olduğu çok doğru ama aksine bu ruh haliyle Wagnerin coşkun müziği beni kovalıyormuşçasına itelenmeli, sezon heyecanı ile çok hızlı koşabilmeliyim.Hadi sizi çok yormadan, yitirdiğim şeyin ne olduğunu söyleyeyim: Oyun duygum!
İnanmayacaksınız ama hayatta benim en iyi oyun arkadaşım, 60 yaşında resim yapmaya başlayan, tiyatro heyecanıma tanık olduğu zaman, beni bu yıl kaybettiğimiz Deniz Uyguner’in çocuk oyununa her Cumartesi sabahı götürerek, “Birlikte Oynayalım” adlı çocuk piyesini 64 defa izleyerek Guiness Rekorlar Kitabı’na geçen babaannemdi. Onun artık oynayamayacak kadar yaşlandığını hisettiğim zaman, içimdeki çocuk öldü. Belki daha büyük bir sanatçı oldum, ama ben küçük bir çocuk olarak üretmeyi tercih ederdim.
Setlerde, provalarda “bu adam çocuk ruhlu” sözünü bir çok kez çok güvendiğim sanatçılardan duydum ama bir yaştan sonra kontrol duygunuz o kadar ağır basıyor ki, birlikte ürettiğiniz arkadaşlarınızla bile, birlikte oynayamaz hale geliyorsunuz. Egonuz üretiminizin önüne geçiyor, sanki kalp ameliyatı yapıyormuşçasına kendinizi kanıtlama sevdasıyla yazıyor, yönetiyor, rol yapıyorsunuz.
Şimdi, twitter sayfamda “Nedim abi ne içtin” dedirterek takipçilerimi şaşırtan sorunun cevabı geliyor: Dört tane yeğenim var, hepsi değişik yaşlardalar ama onlarla da oyun oynayamıyorum çünkü beni televizyonda izledikleri için midir nedir, mühim adam sanıp önemseyerek, benimle oynamak yerine büyük adam gibi seviyemi yakalamaya çalışıyorlar. Büyük insanlar gibi konuşup, genelde akıl yarıştırıyorlar.
Şu hayattaki tek oyun arkadaşım köpeğim: Çiço. Kendisi american cocker olup, çiftleşme ihtiyacı var, ancak o konuyu Ertuğrul Özkök’e bırakıyorum. Dün keşfettim ki ben yun oynama ihtiyacımı köpeğimle gideriyorum, olursam belki Çiço’nun sayesinde daha küçük bir tiyatrocu olabileceğim. Beni büyük sanatçı olmaktan kurtarsa kurtarsa kurtarsa ancak Çiço köpek kurtaracak.

Çiço’yu okurlarım, seçim zamanı tartışmalarımızdan filan tanırlar. Ancak, dün onu İstanbul’un bir alışveriş merkezine özel izinle sokup (işi yukardan bitirerek yani), bu ayrıcalığını koruması ve güvenlik görevlileri tarafından kovulmaması için altı saat bağlı tuttum, üstelik beş buçuk saat yalnız bıraktım. Hayvan, en önemli markalarla bezenen bir mall’da olduğunu ne bilsin, küstü tabi.( Oysa defalarca Clayderman dinleyerek, evde hiç alışkın olmadığı bir müzik türüyle bile tanışma şansına ulaşmıştı.) Küsünce beni kulak ardı etmesini bırakın, verdiği ceza tüm evi, anlarsınız ya şöyle bir yoklamak oluyor. Kendimi, bir avm’de bağlı tutulmuş köpeğin gönlünü almak için kemikler yediren, çeşitli oyuncaklarla kakafonik sesler çıkartan, top peşinde koşturan, kedi taklidi yapan biri olarak buldum: Çiço ile oynuyordum.

Tekrar babaannemin torunuydum.

Artık büyük sanatçı değil, çok şükür küçük bir tiyatrocuydum.
Şimdi Nişantaşı sokaklarını dolaşacağız. Köpeklerin çiş yapma duyguları iz bırakmak içinmiş! Şu ölümlü dünyada, Kevin Spacey’nin bizim parfüm kokumuzu duyması için, bizim de bir zamanlar dünyanın bir yerinde oyun peşinde olduğumuzu bilmesi için Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne kadar her ağacın önünde stop ederek, birlikte yürüyeceğiz.

Köpeğiniz olmayabilir, babaannenizi hiç tanımamış ya da onunla oynayacak kadar şanslı olmamış olabilirsiniz.
Ama fazlasıyla oyun alanı var yaşamınızda belki de hiç fark etmediğiniz Bu haftaki Fenerbahçe maçında 40.000 kadın kendilerine yepyeni bir oyun alanı açtı mesela. Doyasıya eğlendiler.Onları seyirciden saymayarak ayrımcılık yapanlara da çok iyi bir ders verdiler. Bir gazete manşet attı: Saha parfüm kokuyordu! Gördünüz mü bakın, bundan sonra maça gidecek olan erkekler için de bir çığır açılmış oldu: Duş almak, deodorant sıkmak, daha az küfür ederek oynayarak medeniyete ermek!
Demek ki, oynayarak sadece kendimizi değil, toplumu da zenginleştiriyormuşuz.

Futbol oynayanlarla mı oynarız, tiyatro izleyerek mi oyun oynama keyfini çıkartırız, yoksa köpeğimize sığınırak anti sosyal takılmaya devam mı ederiz bilmem ama iyi oyunlar olsun hepimize!

BABALARI DAHA FAZLA YAKMAYALIM

"Siz sayın devlet yöneticileri nasıl ki 18 yıl önce günler öncesinden planlanan kalkışmanın piyonu olan binlerce kişinin 35 insanı diri diri yakışını 8 saat boyunca eliniz kolunuz bağlı izlediniz, öyleyse bugün orada kayıplarının yasını tutan birkaç yüz kişinin otelin önünde toplanarak karanfil ve türkülerle acılarını paylaşmalarına ve o meşum günü hatırlatmalarına mani olamazsınız!

Siz ki cumhuriyet tarihinin en insafsız ayaklanmalarından birinin temelinde yatan bu ortaçağ zihniyetine göz yumdunuz, siz ki bu katliamın ardından adil bir hukuk süreci işletmediniz, sadece kalabalıktan göstermelik olarak topladığınız sanıkları yargıya taşıdınız, elebaşlarının örgüt liderlerinin peşine düşmediniz, siz ki ‘sözde’ aranan firari sanıkların T. C. Sınırları içinde evlenmesine, askerlik yapmasına, ehliyet almasına olanak sağladınız, siz ki bir insanlık suçunu zaman aşımı ile yüzyüze bırakacak altyapıyı sağladınız, siz ki 18 yıldır eyleme geçen cehalet ile savaşmadınız, Sivas katliamının ardında kalan karanlıkları aydınlatmadınız! Öyleyse bugün bu insanların senede sadece bir gün -o da kendi başlarına geldiği için- toplanmalarını yasaklayamazsınız. O günü tekrar yaşamak bile ne kadar ağırdır bilir misiniz?

Sizin hiç babanız yandı mı? “
Yukarıda bazı bölümlerini alıntıladığım yazı deneyimli iletişimci, yazar ve edebiyat gurusu Zeynep Altıok’a ait.
Cemal Süreyya’nın “sizin hiç babanız öldü mü” şiiri hep ağlatmıştır beni Babası, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli aydınlarla birlikte diri diri yakılmış olan Zeynep de bu yazıyı yazdığı gün, 2 Temmuz 2011’de yine çok ağladım.
Bir zamanlar Madımak Oteli’ni bir ara kebapçıya çevirecek kadar “ince kıyım” düşünenler, Solingen’de yakılan Türkler gibi, tarihimizin bu utanç sayfasıyla yüzleşmek zorundaydılar. Bir utanç müzesi açıldı açılmasına ama katillerle mağdurların yan yana anıldıkları bir müze! Buna itiraz eden Zeynep’in yazısından sonra babasını tekrar yaktılar.
Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük edebiyat eleştirmenlerinden Prof. Füsun Akatlı’nın kızı olan Zeynep, annesinin yüzlerce öğrenciyle bilimin ışığını paylaştığı Doğuş Üniversitesi’ne işe alınmıştı, burada eğitim camiamız için bir kazanç olacakken, yazısının tetiklediği baskılarla okuldan kovuldu.
Doğuş Üniversitesi Zeynep’i önce konuşmama konusunda uyarmış, ardından işine son vermiş. Babası yakılan bir kızın haykırışı nasıl böyle cezalandırılır? Zeynep’in okuldan atılması demek, tarihimizde Madımak ile yüzleşilmeyeceği, üniversitelerimizde de bu konuların örtbas edileceğinin habercisi.
Yıllar önce Erzurum’da oyunculukta, beden ve ses eğitimine eşofmanla giren bir asistanın kravat takmadığı için istifaya zorlandığını duyunca, devlet üniversitelerimizin durumu beni ürkütmüştü.
Öte yandan sözümona özerk kurumlardan akademisyenler susturuluyor, en son Prof. Ataol Behramoğlu Beykent Üniversitesi’nden uzaklaştırıldı, Bilgi Üniversitesi genç sanatçıları “pornocu” olarak teşhir ederek, onları öğretim üyeleriyle birlikte kovdu.
Demokrasinin ileride olduğu ülkelerde , genç yaşında böyle afişe edilen öğrenciye ağır bir tazminat ödenir çünkü onun gençliğini çalmışsınızdır. Öte yandan Zeynep’in yazısı soykırım müzelerinde arşivlenir.
Berlin’deki soykırım müzesinde Almanların, Hitler faşizmiyle, soykırım ile nasıl yüzleştikleri ortada! Bu onları küçültmediği gibi, ırkçılık konusunda özür borcu olanları yüceltiyor kanımca!
Bizim stratejimiz ise ortadan kaldırmak. Gerçeği söyleyen sanatçıların bazıları dizilerden atılmakla tehdit edildler, bazıları “açılım kahvaltılarında” saf değiştirdiler , düzen onlara açıkça “sus ki seni besleyebilelim” dedi! Şimdi aynı kıyım akademisyenlere yapılıyor. Kürt, Alevi açılımlarıyla barış sağlayabilecek olanlar, bu kez akademisyenlere baskı yaparak, onları yakıyorlar.
Ne acıdır ki, daha bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nın onuncu sınıflarda okuttuğu tarih kitaplarında “Süryaniler” hain olarak gösteriliyor, aşağılayıcı ifadeler kullanılıyor. Bu durum halkların kardeşliğine hiç yaraşmadığı gibi, Türkiye’nin imza attığı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ne de aykırı.
Toplum olarak, halkların kardeşliğine en çok ihtiyacımız olan dönemde, gerçeği söyleyenleri üniversiteden atıyorlar, her şeyi bırakın bir genç kızın babasına haykırışını cezalandırıyorlar.
Bu durumda, ileride Madımak’ı, Dersim’i, Diyarbakır Cezaevi’ni, Bayrampaşa’da diri diri yakılanları anlatmayan, kendinden olmayanın hain” olduğunu öğreten, kravatla tiyatro dersine girerek sinik, pısırık, korkak dizi oyuncuları ve en önemlisi kötü insanlar yetiştiren bir toplum haline dönüşeceğiz.

Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.

Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;

İçimde cesetler ve daha ölmemişler var."

diye bitirmiş Zeynep yazısını , bense bu yazımı iyiniyetimle “ çeşitli açılımlar” yapmaya çalışan devlet erkanımızdan içimizdeki cesetler ve ölmemişlere sahip çıkan , gelecekteki kuşaklara her kim olursa olsun insan insandır diyen eğitmenlere yol vermek yerine, yol açmasını bekliyorum.