18 Aralık 2010 Cumartesi

BİRLİKTE OYNAYALIM

1976 yılında, bir cumartesi sabahı, annemin kuzeni, onun artık çoluğa çocuğa karışmış kızı ve kardeşimle beraber Tepebaşı Deneme Sahnesi adı verilen tiyatroda Deniz Uyguner’in yazıp yönettiği “Birlikte Oynayalım” adlı serüvene tanık olmamla başladı her şey.
Tepebaşı Deneme Sahnesi’nin, yanan meşhur tiyatroyu yaşatmak için marangozhaneye hayat verilmesiyle oluştuğunu, 9 yaşındaki o çocuğa söylememişlerdi.
Bizi tiyatro fuayesinde soytarı makyajı yapan Deniz Uyguner karşıladı. Nefis çocuk şarkılarıyla, oyun alanına davet edildik ve birlikte oynamaya başladık.
Ahmet Karagöz, kendisini çocuk tiyatrosuna adamış Deniz Uyguner ile birlikte, oyunun diğer rollerine eşlik ediyor, oyun izleyici çocuklarla sohbet edilerek, birlikte oynanıyordu.
Tiyatroya aşkım o gün başlamıştı.
Nüvit Özdoğru’nun sahneye koyduğu “Yarın Bütün Dünya” adlı oyunda Cem Davran, Şevket / Yalçın Avşar gibi kardeşlerimi de sahnede izledim, ardından Türkbank, Akbank Çocuk tiyatrosu derken, 9 yaşında tiyatroyu bir yaşam biçimi edindim.
O zamanlar Tepebaşı semti, küçük bir çocuğun tek başına gidebileceği bir yer değildi.
Birlikte Oynamak için hayatta beni en çok seven babaannemi bulmuştum.
1976 yılında anneannem kanserde gözümün önünde eriyip gitmişti , o dönem 60 yaşlarındaki babaannem ise sporcu ve sanatçı kimliğiyle benden sadece birkaç yaş büyük bir abla gibi görünüyordu gözüme!
Her Cumartesi sabahı Deniz Uyguner ile birlikte oynamak için soluğu Tepebaşında alıyorduk…
Oyunda sorulan bir bulmacayı bilirseniz kral rolü oynayabiliyordunuz. Uyguner, kendisine 9 yaşında bir tiyatro sevdalısından gönderilen bir mektuptan sonra oyundaki bulmacayı sürekli benim bilmemde bir sakınca görmemişti.
Bugünkü “önemli” adamlar gibi sekreteri olsaydı, ulaşılmaz bir şahsiyet olsaydı, belki de ömür boyu oynayamaktan mahrum kalacaktım!
Babaannemi Cumartesi sabahları yedibuçukta kaldırır, tiyatroya Deniz Hoca’dan önce, bir başrol oyuncusu ciddiyetiyle, 3 saat öncesinden girer, Beklan Algan’ın “Marat Sade” genel provası nedeniyle çocuk oyunu kaldırıldığı zaman çok üzülür, Marquis de Sade’ın ne kadar sadist olduğunu düşünürdüm.
O dönem Tepebaşı’nda oynanan Salozun Mavalı, Godot Geldi gibi oyunları çözümlemeye çalışır, “Birlikte Oynayalım” ile dönüşümlü oynanan “ Hoşu’nun Utancı” adlı oyuna biraz daha fazla seyirci gelse kıskanırdım. Birlikte Oynayalım’da kralı oynamaktan sıkıldığımda, Ahmet ağabey bazen kıyak olsun diye köpek rolü de oynatır, Deniz hoca kuralların dışına çıkıldığı için sinirlenirdi.
Benim gözüm “Hoşu’nun Utancı’ndaki “ balıklarda, istridyelerdeydi ama kimse yüz vermiyordu. Oyunun yazarı Şinasi’yi geçen yıl bir konserde koca adam olarak karşımda gördüğümde, çok kötü oldum. Yıllar geçmiş, Hoşu, hoş bir anı olarak kalmıştı.
Tepebaşı otopark oldu, TRT binası oldu… Sonra özel sermayenin oraya tiyatro yapmak istediği gibi sözler söylendi… Bu arada Harbiye’nin yıkımı gündemdeyken, Sayın Topbaş, Tepebaşı’nda bir tiyatro binası yapacağına söz verdi….
hBabaannem? Birlikte Oynayalım adlı oyunu en az 60 kere izleyen tek insan olarak tarihe geçti, melek oldu. Çok güzel filmler, oyunlar izledik beraber… Çok güldük, çok oynadık. Onu oyun arkadaşım sandığım için mi nedir, babaannemden sonra, yaşamımda çok az oyun arkadaşı arandım.
Babaannem, sokak tiyatrosu yapan bir torunu yakıştıramıyordu kendisine! Sokakta tiyatro yaptığım an bir silahla intihar edeceğini söylemişti korkutmak için beni. Yine de, yaşamımdaki en değerli varlığı kaybetmeyi göze alarak, 23 Nisan 1982’de Kenan Evren’in çizmelerine rağmen “Çizmeli Kedi” yi oynadım varoş mahallelerde tiyatroya gidemeyen çocuklar için. Bir yandan da, hayatımdaki en önemli varlığı yitirmekten çok korktuğum için, gün boyunca sürekli sessiz telefonlarla kolluyordum babaannemi! Gece de patlattım espriyi: “Aaaa sen ölmedin mi daha, biz oynadık vallahi sokakta!”
Tepebaşı’nda 1402’lik oldukları için oyun arkadaşlarından kopartılanların acılı günlerini yaşamış, Başar Sabuncu’nun “Bahar Noktası” adlı oyunundan sıkıyönetim tebligatıyla oyuncuların kovularak nasıl perde açıldığına tanık olmuştum. İnsanın birlikte oynayamayacağı arkadaş bulamaması kadar, birlikte oynadığı arkadaşlarıyla karşı karşıya getirilmesi de çok acıydı!
Tepebaşı’nda artık birlikte oynanacak bir alan yok! Olsa da artık kıymeti yok çünkü en önemli oyun arkadaşım, babaannem gitti.
Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde “Birlikte Oynayalım” diye bir oyun oynandığını keşfeden duyarlı bir kuzenim vardı, oyun arkadaşım olabilirdi, genç yaşında gitti.
Geçen hafta da Deniz Uyguner öldü.
Son yıllarını huzurevinde geçirmiş, hediye olarak bana Tiyatrokare’yi kurduğumda , 12 yaşında yazdığım, UNICEF ödülünü alan “İlkeler Kağıtlarda Kalmasın” oyununun afişini getirmişti.
Oyun arkadaşlarımın ölümü beni yıktı! Ama Deniz Uyguner’in ölümü bana getirdiği değerli hediyeyi yırtmam için doğru zamanlama oldu: Geçtiğimiz günlerde talihsiz ve zamansız ölümüyle beni çok sarsan dostum Onur Bayraktar’ın ardından yaşadığım saldırılar, birlikte oynadıklarımın afişlerini ağlaya ağlaya paralamam için bir neden oldu: Rahat uyuyun oyun arkadaşlarım: İlkeler kağıtlarda kalmadı ! O afişler duvarlarda içi boş söylemler şeklinde durmasın diye paralandı. Bu, yüreğimden de sökülüp atıldıkları anlamına gelmiyor pek tabi!

5 Aralık 2010 Pazar

GÜVENÇ DAĞÜSTÜN'E ZOR CEVAPLAR

Sayın Dağüstün,

25 Kasım'da yitirdiğimiz Onur Bayraktar, tiyatromuzun salt oyuncusu olarak değil, hayattaki duruşuyla da beni çok etkileyen, entellektüel yapısına değer verdiğim bir arkadaşımdı.
Onunla tabi ki rol arkadaşları kadar yakınlığım olmadı, olamadı ancak provalarda ve oyun sonrasındaki sohbetlerimizde sanat ve insanlık adına çok güzel düşler kurmuştuk.
Onur'un ölümünden sonra perdemiz bir gece kapalı kaldı ve 28 Kasım'da acılar içinde açıldı.
Bu kuralı ben koymadım, uyguladım.
Ne yazık ki çok üzücü, ancak tarih boyunca ülkemizde de, yurtdışında da böyle olmuş.
Moliere doktor uyarısına rağmen sahneye çıkıp hayatını kaybetmiş, Cahide Sonku Muhsin Ertuğrul'un uyarısıyla annesinin ölü bedenini komşusuna teslim edip sahneye çıkmış, arkadaşları ölen pekçok özel tiyatro, ödenekli tiyatro, bulvar tiyatrosu, politik tiyatro diye ayırt etmeksizin arkadaşlarının cenazelerinin ertesi gününde perde açmışlar.
OdaTv'de yayınlanan 10 sorunuzun 9'una yanıt vereceğim. Çünkü AKP'li belediyelere oyun sansürleme konusundan tutun, bazı okuyucu yorumları ne yazık ki bir ölümün arkasından 20 yıllık bir sanat kurumunu ve şahsımı hedef almak için bir ölümü fırsat olarak kolluyor .
Benim ticari faaliyetlerimin tiyatro için harcandığı, son prodüksiyonumun (adını reklam olmasın diye anmıyorum) hiçbir sponsorun katkısı olmaksızın çok zor koşullarla hayat bulduğu, kurumumdaki emek/ yoğun üretimimin ve bazen sayıları 60'ı bulan sanatçının/ tiyatro emekçisinin nitelikli çalışmaları gözardı edildiği, bu talihsiz kazanın ardından bazı kötüniyetli kişilerin çirkin saldırılarla yeni köşe kapmak ya da acılardan rant elde etmek istediği apaçık ortadadır
Bir sanatçı olarak verilemeyecek hiçbir hesabım yok. Alnım ak. Yedinci sorunuzun Onur'un ölümüyle ne alakası olduğunu anlayamadığım için, sizi de bu ölümden yola çıkarak saldırma fırsatı yaratanlar arasında sayıyorum üzülerek.
Bunun dışında yerinde olduğunu düşündüğüm sorularınızı yanıtlamak ise duygusal olarak çok zor.

1) Kaza haberini aldığımda hastaneye gittiğimde polis muhabirleri, hastane muhabirleri gibi kişilerle karşılaştım. Bu kişiler sanat camiasını tanımadıkları için doğal olarak Onur'u tanımıyordu, motorsikletin hızından yola çıkarak kamuoyuna çok yanlış tanıtacaklardı, hiç kimse Onur'un canını kurtarmak için hız yaptığını, aslında çok dikkatli bir sürücü olduğunu bilmiyordu. " Bunalımlı bir intihar mı? "sorulan soruların en hafifiydi. Oyuncumun değil, dostumun kamuoyuna doğru yansıması benim için çok daha önemliydi.
Böyle acılı bir durumda, "Leyla'nın Evi"nde oynuyordu demişim, dememişim farkında bile değilim. Böyle bir acıdan reklam üretmeyi kim düşünür? Ancak, siz bunu böyle deşifre ettiyseniz, reklam stratejileri konusunda kimden bilgi alıyorsanız, o kişinin vicdanını sorgulamanızda yarar var.
Kaldı ki, o gün orada acılı aile bireyleri de sakin sakin açıklama yapmayı görev bildiler ! Acı çekmediğimizi söylemek yaraşmaz.

2) Cenazede ben de oradaydım. Evet perde ertesi gün açılacağı için, cenaze kalkar kalkmaz toplantı organize edildi. Çok acıdır ama ne yazık ki ertesi günkü oyunun organizasyonu yapılmalıydı, zaman kısıtlıydı.

3) Oyunun oynanıp oynanmaması konusunu masaya yatırdık. Benim de gönlüm oynanmasını istemiyordu ama oynanması yönünde gönülsüz de olsa karar almak zorunda kaldık.

4) 10 kişilik ekipte 3 kişinin sözleşmesi yok. Bazı oyuncular sözleşme imzalarken Tiyatrokare'nin kurum kimliğine güvenerek gözü kapalı imzaladıklarını söylediler. Zaten meslek hayatım boyunca sözleşmenin bağlayıcı nedenleriyle sahneye çıkacak oyuncularla çalışmadım, çalışmam da. Kumpanyamıyız biz?
Ben şunu söyledim: Tiyatrokare yarın oraya dekorunu kurar, ancak sizler arkadaşınızın kaybından dolayı oynayamayacak halde olursanız , bunu seyirci anlayışla karşılar Ama Tiyatrokare, tiyatronun kuralları ve geleneklerine uymak zorundadır! Biz ustalarımızdan böyle gördük.

5) Biz bir ekibiz: iyi günde kötü günde birbirimizin yanında durduk. Sadece bu oyunda değil, pekçok oyunda böyle olmuştur! Bu fırsatı kollayarak ekip ruhumuzu kimse bozamaz. Kaldı ki, görüş ayrılıklarımızın olması da, ekibimizin sarsılacağı anlamına gelmez.
Oyuncuların bu durumda isteyerek sahneye çıktıklarını söylemek mümkün mü? Hepsi acı çekerek geldiler, oyuna üç dakika kala çok travmatik bir an yaşandı ve ben "isterseniz şimdi iptal edelim, seyirci bunu anlar çünkü kostümlerimizi giymiş, makyajımızı yapmışız ama çıkamıyoruz, bu çok insanca!" dedim. Hatta o günkü açılış konuşmamda oyunculara bu ağır yükü yaşattığım için özür diledim, belgelenmiştir.
Ne yazık ki, mesleğimiz sadece mutlu günlerde yapılan bir iş değil.
Oyuncular bir gece önce kendi aralarında da konuşmuşlar. Rapor alabilirlerdi, izin isteyebilirlerdi. Ama sanırım perde açma nedenimizi anladılar ve oyuna geldiler.


6) Değil elli kişi, on kişi ulaşabileceğimiz toplu bir grup olmazsa oyunu oynamak zorundaydık. Çünkü farklı yerlerden geliyorlar, biletlerini bir iki ay önceden almışlar. Üstelik çoğu gişeye "oyunu iptal etmiyorsunuz değil mi" diye telefon etmiş.
Bazen 1000 kişilik bir organizasyonu iptal etmek daha kolaydır çünkü tek elden ulaşabilirsiniz.
Biletix satışı olsaydı da kolay olurdu, çünkü iletişim bilgileri var.
Tiyatro bileti satmayı ticaret yapmakla eşdeğer görenler, ölüm anında perde açan ödenekli tiyatrolara ne diyecekler? 8 liraya bilet satarak ticaret mi yapıyorlar yani?
Böyle bir suçlamayla işin şahsi hakarete, aileme, ticaret ahlakıma kadar dokundurulması çok ayıp!

7) Fırsat bilerek sıkıştırdığınız bu sorunun,
Onur Bayraktar'ın ölümüyle ne alakası var?
Ama bu konuda herkesin içi rahat olabilir!

8) Oyuncunun elinde kağıtla sahneye çıkması Onur'u anmak içindir. Kaldı ki, bu da bir gelenektir ama tartışılabilir.
O gün rolü devralan Bülent Seyran, bu oyunun provalarında altı ay yönetmen yardımcısı olarak görev aldı ve tam 30 oyun Onur'la karşılıklı oynadı.
Ezbere oynar, mizansenleri uygulardı. Ama bir arkadaşımızın anısını bir günde silip atmak, koca role yepyeni birinin bir günde çıkabileceğini iddia etmek asıl o zaman saygısızlık olurdu.
Buradan aileye de yanlış aktarılan bir iddiaya yanıt vereyim: Biz o gün Onur'u andık, tesadüfen matine/suare vardı, acılı bir aileye Onur'un adını kullanarak iki kez oyun oynadılar gibi bilgi kirliliği yaratılmış.
Kaldı ki, Milliyet Gazetesi'nin muhabiri oyuna gelmiş, biz hiç kimseyi çağırmadık. Böyle acılı bir günü malzeme olarak kullanmak son düşüneceğimiz şeydir.

9) Ertelemek, oyunu başka salona almak, grup satışlarını başka yerlere kaydırmak, iptal etmek, Tiyatrokare'nin başka oyunları hatta hatta başka bir tiyatronun oyunlarıyla değiştirmek çaresizlik içinde düşünülen pekçok çözümdür.
Ancak 26 Kasım'da zaten bir oyun iptal etmiştik.
Ne yazık ki, tiyatro geleneği ağır bastı. Biz uydurmadık, uyguladık.

10) Böyle bir durumda sanat camiasının kenetlenmesi gerekirdi, tekrar kötü bir sınav verildi.
Allah acı yaşatmasın ama tiyatronun perdesi mümkün olduğunca kapanmaz. Savaşta da kapanmaz! Diyarbakırda çatışma oluyor, adamın arkadaşı o an sokakta ölüyor, perde açılıyor, seyirci için de oyuncu için de çok zor bir gün!
Tiyatromuzun perdesini dün kapatmadık, ancak yarın kapanması için ne çok meraklı varmış, onu gördük.
Bir de en acıklısı sette işçiler 30 saat çalışırken, patronuna kaç bilet satıldıysa parasını ödeyelim seyirciyi geri gönderin diye telefon açtırtan ahlaksızlar twitter'da canavar kesildiler ya onu gördük.

Onlar tiyatrocuysa, muhallebici olmaya on defa razıyım.

Nedim Saban
5 Aralık 2010

MUHSİN ERTUĞRUL BU HAFTA ÖLDÜ

Deri, mezbahadan çıkar, fakat kundura orada yapılmaz. Kumaş fabrikada dokunur, fakat elbise orada dikilmez, orman mütehassısı ağacı yetiştirir, fakat mobilya yapmaz, maden amelesi gümüşü topraktan çıkarır, fakat savatçılıktan anlamaz, balıkçı levreği tutar, fakat mayonezi beceremez, hele her kalem tutan, her yazı yazan tiyatrodan, piyesten hiç anlamaz. Bu bir ihtisas işidir.

Bu bir meslektir, bu bir san'at işidir, bu güzel san'atlar içinde en güç şubelerden biridir , derin tetebbu ister. Tiyatro başlı başına bir hayat vakfedilse bile, ciltlerle kitap okunsa bile, diyar diyar tiyatrolar gezilse bile, gene ucu bucağı bulunmayan bir san'at şubesidir. Böyleyken, hiçbir meslekte dikiş tutturamayanlar, bir takım sütün karalamacıları, bu sahayı serbest bulmuşlar, çala kalem yürüyorlar. Onlara höst demek lazım.
Höst diyorum. Artık o çomaksız oynadığınız sahanın etrafını ilmin, sanatın dikenli telile ördük, artık içeriye başıboş girmek yasak. Yalnız san'at bilgisi bilgimizden, san'at görgüsü görgümüzden, san'at sevgisi sevgimizden fazla olanlara kapımız ve kalbimiz ardına kadar açık.
Fakat sakın araya eskisi gibi türediler girmeye kalkmasın. Burası yirmi sekiz senemizi yıprattığımız, her türlü yokluk içinde göz nurumuzu, alın terimizi döktüğümüz, ömrümüzü törpülediğimiz bir meydandır, burada tufeylilerin, yaygaracıların yeri yok! Tiyatromuzun sahnesi, San'atkarların, salonu halkındır, ikisi arasındaki bezirganların, yazı komisyoncularının ipini pazara çıkaracağız!...
...
Biz kendilerini, kanatlarını yıkmaya mahkum eden pervaneler gibi, hayatımızı seve seve san'at sevgisi için sahnenin ateşi, san'atın alevi üstünde kurban vermiş kimseleriz. San'atla sahnenin yükselmesi herkesten evvel bizim isteğimizdir ve biz bunun tahakkuku için yapabildiğimiz kadarını yapıyoruz. Yazılarının arkasında gizli düşünce taşımadan bize yardım etmek isteyenlere bilgisiyle, görgüsüyle, yardıma gelenlere teşekkür eder, ölünceye kadar minnetlerini taşırız.
Fakat dillerinde yalan, yüzlerinde maske arkalarında şahsi menfaat kasasının maymuncuğuyla kapımıza yaklaşmak isteyenlerin vay haline... Öylelerin bileklerinden kıskıvrak yakalamak dillerindeki riyayı, yüzlerindeki maskeyi, ellerindeki her kapıya uydurmak istedikleri anahtarı teşhir etmek borcumuz. Bunu bize, mukaddes kitabımız olan, san'at sevgisi emrediyor, bunu bize yıkıcılıktan ziyade yapıcılığa muhtaç olan toprağımız emrediyor ve biz bunu yapmayı ahdettik. Veyl sahte bilgiçlere, san'at türedilerine! ...

(Perdeci, Darülbedayi, 1 Mart 1930, Sene 1, No: 2)

27 Kasım 2010 Cumartesi

ONUR'SUZ YAŞAMAK ONUR'LU ÖLMEK

Bu yazı senin için Onur….
Tiyatro yapmayı seçtiğin, tiyatro yaşadığın, adın gibi onurlu bir tiyatro mücadelesi verdiğin için teşekkür etmek istedim sana.
Başka söyleyecek bir şey de bulamıyorum ….
İyi bir insandın ama bunun için de teşekkür edilmez ki değil mi? Kötüye kızılır…
Telefon mesajlarına bakma fırsatı bulmuş muydun ölmeden?Kadromuza yeni katılan genç bir oyuncuya yardım ettiğin için teşekkür mesajı çekmiştim, görüp görmediğini bilmiyorum.
Tiyatronun doğasında yardımlaşma, dostluk vardır.
Oysa, gençleri ezmek, kıdemsizi terslemek gibi ters durumlara pek mi alıştık ne? Sana genç meslektaşına sahip çıktığın için de teşekkür etmek istedim.
Sen genç öldün, gençken öldün.
Oysa ne çok genç var…. Gençken ölmüşler zaten, içleri geçmiş, yaşlanmışlar! Halbukki öldüğünde bile gençtin sen!
Daha oynanacak çok oyunun, yazacak çok oyunun, söyleyecek çok sözün vardı…
Son otuz yılda on tane felsefeci üretemeyen biz Türkler twitter filozoflarımızı yarattık.
Twitter’da yazdıklarının alt metni bir intihar çağrısıymış meğerse, öyle karar vermiş felsefecilerimiz( !)…
Madem intihar gibi bir düşüncen vardı,beni niye bindirmedin o motorsiklete?
Bu toplumda düşünerek, düşünenler için acı çekerek, düşünce üreterek ve tiyatro yaparak hergün intihar etmiyor muyuz zaten? Yalnızlar kampını terk etmek için motorsiklet gerekiyorsa ona da birlikte binerdik gerekirse…
Nasılsa, perde açıldığında ömrümüzden ömür gitmiyor mu? Zaten kaygan zeminlerde yaşamıyor muyuz ömür denen lanet belada? Ömrümüzden ömür kısaltmak için başka kaygan yollar aramaya gerek var mıydı? İntiharı düşünen adam ertesi sabah araba satın almayı düşünür müydü zaten bunu sorgulamak yerine, ölümünle de yargılamak istediler seni.
Ama sen araba da alsan o motorsikletten inmezdin, inemezdin..
Motorsiklet sadece özgürlük alanı değil, seni yeni dünyaların keşfine götüren bir araçtı.
Aynen tiyatro gibi!
Birlikte çalıştığımız “Leyla’nın Evi”nde oyun o kadar beğenilirken, birinci perde niye alkışlanmaz diye düşünür düşünür dururduk ya, tam da alkış yerini bulmuşken, alkışlar size kalsın deyip, perde henüz kapanmadan çekip gitmek hiç yaraşmadı.
Mutlu ol her neredeysen ama şunu da bil ki, seni aramızdan alan tiyatro tanrılarını af etmiyorum.
Bu kaçıncı giden yav?



Seni güldüreyim biraz, şimdiden özledim çünkü o gevrek gülmeni: Öldüğün gece çok saygın bir internet sitesinde senin ölüm haberinin altında sürücü kursu reklamı vardı! Bir genç aktör ölmüş, kime ne? Yani kapitalizmin acı kuralları diyor ki: “ Bırak motoru, benim otomobil kursuma gel, yoksa sonun Onur gibi olur! İnadına, gitmeyeceğim ulan hıyar turşularının açtığı otomobil kursuna. Mesele onurlu yaşamak ve onurlu ölmekse, motorun altında ya da üstünde , nerede olursa olsun, senin gibi ilkeli ve dürüst öleceğim. Otomobil kurslarını pazarlayamayıversin bu sefer pezevengin evlatları!

14 Kasım 2010 Pazar

ÖL Kİ SEVEYİM

KİTAP FUARININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Cebime 100 lira koyduğum gibi kitap fuarına gittim, “fazlasını harcamak yasak” diyerek.
İnternet çıktığından bu yana okuma oranımın ciddi biçimde azaldığını ve okumam gereken kitapların yığıldığını farkedince, 100 lira sınırı kendime cezaydı. İyi ki TÜYAP’ın büfesindeki servis berbat, kuyruklar beklenilir gibi değil de, sandviçten artakalan 7 liramı da kitaba yatırabildim.
Kitap fuarı, coşkulu kalabalıklar adına umut verici, Türkiye coğrafyası adına umut verici, bu coğrafyada beraber yaşamak adına umut verici. Ancak bu yıl ziyaret edilme rekorları kırsa da, yine de kapalı bir dünya!
Dış dünyayla ilgili yaşadığım iki basit olay bu iddiamı perçinledi. Beylikdüzüne kadar gitmişken, orada oturan bir arkadaşımı aradım, kitap fuarında değil, yeni açılan alışveriş merkezindeydi.
Kitap fuarının çıkışında güvenlik görevlileri toplu taşıma araçlarına zamları protesto bildirisi dağıtan TKP’li gençlere binbir zorluk çıkartıyordu. “Dağıtsınlar çocuklar” dedim, aldığım yanıt ürkütücüydü, “ama siyasi içerikli yayın dağıtıyorlar!”.
Hürriyet’teki bir beyefendi köşe yazarı Cihangir’de İşçi Parti’li gençlerin dergi satmalarına müdahale edince, “senin gibi memleketi satmıyorlar hiç değilse”cevabını almış ya, ben de ironik bir cevap verecektim, ama ironik yazı yazmayı yeğledim.
İşte kitap fuarı çıkarımlarım:
1) Balbay gözleri yaşla karşıladı beni. Cumhuriyet Kitap’ın standından ulaşamadığı okurlarına “özlem mesajı” yollamış. Bu ülke pekçok aydınını cezaevinde çürüttü, çürütmeye devam ediyor.Tiyatrocu abimiz Misak Toros’un cenazesinde Ermenice bir deyim söylendi, “öl ki seveyim!” Aydınlarımızı öldürüp, sevmekte ustayız…
2) Birkaç ay önce kaybettiğimiz Füsun Akatlı’nın anısına bir panel düzenlendi. Pınar Kür’ün konuşması da “öl ki seveyim”le örtüşen zenginlikler içeriyordu. Aralarında Akatlı’nın eşi Metin Altıok’un da bulunduğu 37 aydının Sıvas’ta hunharca katledilmesinin ardından Cengiz Çandar’ın yazdığı “aklayıcı” yazıyı dinledik, sonra Hilmi Yavuz, Akatlı’nın Yeditepe Üniversitesi’nden nasıl kovulduğunu anlattı. Kanser olmakta geç kalmışsın Füsun Akatlı diye geçirdim aklımdan. Türkiye’de aydınlar bu kadar baskı altındayken, ölmekte çok geç kalmışsın!
3) Tüyap’ta panellerin yapıldığı Büyükada, Kınalıada salonlarının adlarının acilen Silivri, Karacaahmet, Aşiyan olarak değiştirilmesi gerekiyor. Sevdiklerimizin çoğu orada, Tüyap’ta imza verenler de ya orada olmaktan korkuyor ya da istiyor gibi geldi bana. (Tabi imza gününe gelen Grange adına konuşamam)
4) Türban konusundaki görüşlerim ulusalcılarla örtüşmüyor, ancak bu konudaki özgürlükler tartışılırken neden kadınlara söz hakkı tanılmaz merak ederim. İnsanların din ve vicdan özgürlükleri konusunda mümkün olduğunca açık görüşlü olmakla beraber henüz yaşamlarında kavramlar tam olarak oluşmamış ilkokul çocukları için bu fuarda sayısız orandaki dini yayın dikkatimi çekti. Kim denetliyor bunları? Din, ahlak değerleri iyi hoş da , çocuklara hep doğru şeyleri mi öğretiyor bu yayınlar merak ettim?
5) Öte yandan edebi değeri tartışılmaz olan çocukluğumuzun Samed Behrengi’leri nerede? Nerede Aytmatov’lar? Kaybomuşlardı sanki!
6) Solcu bir gazetede yazıyorum ama bu fuarda sol adına yeni yayınların hiç heyecan verici olmadığını, aynı teranenin okunduğunu, öte yandan sağcıların kendilerini acaip geliştirme heyecanı (hatta telaşı) içinde olduklarına, sanki dünyaya yeni gelmiş gibi standlara saldırdıklarına,yeni yazarlar çıkartma dertlerine düştüklerine tanık oldum.
7) İstanbul’un bile varlığını pek yakında tartışacağımız günlerde, çok tartışmalı projelere
imza atan 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın bu kez iyi bir şey yapması beni
çok mutlu etti. Zehra İpşiroğlu gibi bir tiyatro değerimizin Ayaspaşa’yı, Sennur Sezer’in Kasımpaşa’yı, Piraye Şengel’in Acıbadem’i, Cem Erciyes’in Galatasaray’ı, Deniz Kavukçuoğlu’nun Mühürdar’ı, Güngör Gençay’ın Kuledibi’ni yazması dikkatimi çekti. Artık istedikleri kadar yıkabilirler. Yık ki, o semti seveyim!
8) Mitos Boyut ve Yılmaz Öğüt denilen kişinin heykelinin dikilmesi gerekiyor bence.
Sinema kitaplarının bile azınlığa düştüğü bir dünyada, üstelik tiyatrocular göğsünü
gere gere, oyun okumaktan sıkıldıklarını söylerlerken, ısrarla oyun yayınlıyor. Sevgili
Yılmaz Öğüt, öl ki seveyim!
9) Murat Gülsoy, dinlediğim panelde edebiyatımızda “ironinin” eksikliğinden söz etti. Kapitalizm ironiyi sevmez çünkü malını pazarlamak için doğrudan söylemek zorundadır” dedi. Oysa edebiyatın derdi mal satmak olmadığına göre, ironi ile edebiyatın ve sanatın ironi ile arasının prensipte iyi olması lazım! İroni akıl gerektirdiği için midir nedir, bizler sözü tersten söylemek yerine, terslemeyi, küfür etmeyi daha çok sever olduk son zamanlarda.

İşte bu yüzdendir ki, kitap fuarında karikatüristleri, mizahçıları, aynı gazetede
Muhalefet liderini dansöz olarak çizebildiği gibi, ertesi gün aynı fırçayla başbakana
da dokundurabilecekleri aradı gözlerim.Ama galiba onlar tanıdıklarına iş bağlama
peşindeydiler .
Yok yahu ironi yapmıyorum. Basbayağı laf geçiriyorum !

EMEĞİM ONURUMDUR: TÜRKAN ALBAYRAK

Bugünkü yazımın tiyatroyla doğrudan bağlantısı yok.
Doğrusu bugün hiç tiyatro yazasım yok.
Hatta, geçen hafta çeşitli nedenlerle bir ay geciktiğimiz oyun provalarına açlık grevine başlayacağını duyar duymaz destek ziyaretine gitmeyi borç bildiğim Türkan Albayrak nedeniyle bir saat daha geciktim. Buradan kendimi ihbar ediyorum. İster sorumsuz, ister tembel deyin bana.
2. Dünya Savaşı ile ilgili bilindik bir laf vardır : Dışarıda savaş varken, içeride tiyatro oynanıyordu diye.
Bense,dışarıda Türkan Albayrak savaşırken, içeride tiyatro yapmayı içime sindiremedim.
Tekel İşçileri’nin Ankara’daki yürüyüşlerine de Büyükçekmece’de oyun oynadıktan sonra uçağa binip, ardından İstanbul’da bir gece sonraki oyuna zorlukla yetişerek katılmıştım.
Hani baban, anan ölse bile sahneye çıkacaksın ya….
Yüzlerce, binlerce işçi açlıktan ölse, o gün onların yanındaysan ve sahneye çıkamıyorsan, seyirci mutlaka anlar bunu diye düşünüyorum!
Tekel İşçilerinin yürüyüşüne katıldıktan sonra sinemada bana kendi cebinden patlamış mısır ikram eden büfecinin gözünün ışığından, sokaktaki simitçinin teşekküründen sezdim bunu.

Sağlık işçileriyle tanışmam, on yıl önce çok sancılı geçen bir check-up’ta annem yaşında bir hanımla göz göze gelmemle başladı. Acılar bittiğinde, kendisine uzattığım üç kuruşu da almayı red ettiği zaman, onun gökten inen bir melek olduğunu düşünmüştüm.
Yıllarca yüksek tansiyon hastalığı ile hastane köşelerinde sürünürken, uyku apnesi teşhisimi de Rus kökenli bir sağlık işçisinin koyduğunu, ancak bir türlü dillendiremediğini çok iyi anımsarım. Onun kökeni dolayısıyla, kaçak işçi olarak hiçbir hakkı verilmeden çalıştırıldığını anlamıştım.
Türkan Albayrak ile tanışmam ise Paşabahçe’de işten atılmasının ilk günlerine rastlar.
Türkan Abla, hayatımda önemli yeri olan Rus kökenli işçi gibi, sağlık sektöründe artık işlerin taşeronlara devredilmesinden dolayı, kendi ülkesinde hiçbir hakkı verilmeden çalıştırılmış, anladığım kadarıyla, bu konuyu irdelediğinden dolayı durup dururken işinden çıkartılmıştı.
İşten atılınca, hastane bahçesinde çadır kurmuştu.
Onu yaz sıcağında ziyaret ettiğimde, onu işten çıkartanların nasılsa kışa kadar dayanamayacağını düşündüklerini söylüyordu. Oysa yakıcı sıcaklarda direnmek daha zordu.
Ece Temelkuran, Nuray Mert, Memet Ali Alabora, Cezmi Ersöz, Pınar Sağ gibi aydınlar direniş sürecinde, yağmurda, çamurda da Albayrak’ı hiç yalnız bırakmadı, sivil toplum örgütleri kendisine sahip çıktı, “Tiyatro Simurg” çadırın önünde oyunlar oynadı, “Grup Yorum” onu hiç yalnız bırakmadı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Türkan Albayrak’ı direnişinin 100. Gününde, çok geç fark etti ve başbakanla polemik için malzeme olarak kullandı, ama ne yazık ki, hiçbir çözüm üretmedi. Albayrak’ın çare tükendi düşüncesiyle başlattığı açlık grevinde CHP’den bir tek temsilci yoktu. Herhalde Önder Sav mı, Kılıçdaroğlu mu diye kulis yapmakla meşgulduler.
Oysa, “Müslüman Sol” kimliği le Mehmet Bekaroğlu gerçekten örnek bir dayanışma sergileyerek, daha ilk günlerden beri çadırdaydı.
Emeğin, emekçiye destek verirken sağcılık, solculuk, islamcılık, Türkçülülük, Maoculuk oynamanın doğru olmayacağını düşünüyorum.
Check up koltuğunda acılarla can çekişirken göz göze geldiğiniz kadın belki akşam evine ekmek götüremiyordur, ama size, kim olursanız olun, en donanımlı profesör kadar kollarını açıyor, sevgiyle kucaklıyordur. Bu yüzden siz de bir işçinin haklarını almasına destek verirken, onun etnik ve siyasi kimliği ne olursa olsun, yardım etmekle yükümlüsünüz.

Albayrak, açlık grevine başladığı gün, belki bir daha onu göremem endişesiyle, çadırdan gözyaşları içinde, hoşça kal Türkan Abla diyemeden bile ayrıldım. Ne mutlu ki, bugün, açlık grevinden bir hafta sonra, Sağlık Bakanlığımızın ve Tabipler Odasının Albayrak’ın sorununa çözüm bulduğunu öğrenerek çadırın sökülmesine tanık oldum.
Hastanenin bahçesinde bugün mutluluk hakimdi. İşçi sınıfı Türkan Albayrak’ın bireysel olarak elde ettiği zaferi sahiplenmişti. Aynı heyecanı Tekel işçilerinin gözlerinde hisediyordum. Çadır sökülürken Türkan Albayrak, sanki vücudundan bir parça sökülüyormuş gibi heyecanlıydı. Hepimiz “sen çadırsız yaşayamazsın, artık bunu bahçene kurarsın” gibi espriler yaparak bu toplumsal dramı hafifletmeye çalışıyorduk.

Albayrak, direnişin güncesini tutmuştu. İşçi sınıfının direnişinin belgelenmesi çok önemli çünkü bugün medya çoğunlukla egemen sınıfı yazıyor . (Beykoz halkı Albayrak’a sonsuz destek verirken Dost Beykoz Gazetesi onunla bir türlü dost olamadı nedense)
Bense, yeni bir dost kazanmaktan öte, Albayrak’ın açlık grevindeki basın açıklamasından “EMEĞİM ONURUMDUR” sözünü öğrendim.
Biz tiyatrocular da onurlu bir işe imza atıyoruz, biz de emek veriyoruz.
Ama, nedense, kamuoyunun gözünde emeğimizle onurumuz yan yana gelemiyor bir türlü.
Belki aramızdan kof şöhretler çıktığı için, belki işimizin ne kadar emek yoğun olduğunu bir türlü dillendiremediğimiz için, belki haklarımız için mücadele etmekten korktuğumuz, aramızdan Türkan Albayrak’ları çıkartamadığımız için!
Albayrak Sarıyer’de bir hastanede sözleşme imzalamış. Meğer orada oturur, her gün Paşabahçe’ye gider gelirmiş çünkü daha önceki işinden de sendikal faaliyetlerde bulunduğu için çıkartılarak Paşabahçe’ye sürgün gönderilmiş ve bu ağır koşullara tam beş yıl dayanmış. Ne kadar zor bir yaşamı geri kazanmak için direnirmiş meğer değil mi? Aynen halen çadırlarda 4 C’ye direnen Tekel İşçileri gibi…
“Benim tankım topum yok. Benim yasa çıkarma, karar verme gücüm yok. Kendime ait bir bedenim ve iradem var. İşte ben de bedenimi mücadele silahım yapıp, Açlık grevine başlıyorum” demişti.
Zafer sevinci olarak, bir şehir efsanesini de paylaşayım, :
Sanatçılar Albayrak’ı ziyaret ettikçe başhekime haber uçuyor, başhekim bu kişiler hastaneye geldi diye pek seviniyormuş. Anlamlandıramamış bir “temizlikçi” kadın için kopartılan şamatayı!
O temizlikçi kadın, bize çoktandır bir araya gelmeyen emek ve onur sözünü hatırlattı sayın başhekim.

30 Ekim 2010 Cumartesi

15 YAŞINDAKİ ÇOCUĞU TİYATROYA GÖTÜRMEK

Geçtiğimiz haftaki yazımda, bu sütunda eleştiri yazısı yazmadığımı okurlarıma hatırlatmıştım. Eleştiri başka bir göz istiyor çünkü. Ancak Hıncal Uluç , Cengiz Semercioğlu, Ruhat Mengi, Hakkı Devrim gibi eleştirmen olmayan ama köşelerinde tiyatroya değinen kişilere kızanları anlamıyorum. “Tiyatroya gitmemeyi marifet sayan” yeni trendcilere karşı bu kişiler önemli bir yerde duruyor bence.
Bense, ne eleştirmenler, ne köşelerinde oyunlara değinenler konumundayım. Bugün, 2010/2011 sezonunda görmek istediğim oyunları Nedim Saban imzasıyla ama tamamen öznel olarak yazıyorum.
Tiyatroya başladığım 1982 yılından bu yana tiyatro yaparken de, izlerken de hiç heyecanımı kaybetmedim. O zaman gelin, 15 yaşındaki gencin heyecanı olarak değerlendirin bu yazıyı…

Öncelikle, tiyatromuzun yeni sihirbazı Yiğit Sertdemir, Şehir Tiyatrosu’nda Candan Seda Balaban ile “Surname 2010” da harikalar yaratmış. Yiğit’in kurduğu Kumbaracı 50’de imza attığı “Faili Müşterek” de politik olarak çok doğru bir yerde duruyormuş.
Şehir Tiyatroları’nın bu yılki çorak repertuar anlayışı içinde, Surname iyi bir sürpriz oldu. Sema Keçik’in yazdığı “Hayat Memattır Aşk”ı bir kadın sesine tanık olacağı için merak ediyorum, ayrıca bu tiyatronun Türk yazının en büyük isimlerinden Nezihe Meriç için bir seçki hazırlığında olmasını kutluyorum.
Şehir Tiyatrosu’nun son dönemdeki en önemli çalışması, Kağıthane’de gerçekleştirdiği oyun yazma laboratuvarı ve tabi ki gençlik günleri. Gençlik Günleri’nin ürünü olan ve geçen yıl Afife Jale ile taçlandırılan “Kafes”i çok merak ediyorum. Şehir Tiyatrosu bu yıl, repertuarını dört ay gecikmeli açıkladıktan sonra, ne demekse, üzerinde çalışılan oyunlar alt başlığıyla bir ek repertuar açıklamış. Eğer üzerinde çalışılanlarda hakikaten çalışıyorlarsa, Fehime Seven’in “Türkiye’nin Kayası” tiyatromuz 17 yaşında çok önemli bir yazar kazanacaktır.
Aynen, İstanbul Halk Tiyatrosu’nun çok sevilen oyunun yazarı Irmak Bahçeci’yi kazandığımız gibi! Konu genç yazarlardan açılmışken, Hayati Çıtak’ın Yıldız Kenter için kaleme aldığı “Alyoşa” adlı oyunu merakla bekliyorum. Aliye Berger’in ilginç yaşam öyküsü Yıldız Kenter’in yorumuyla herhalde aynı zamanda bir oyunculuk dersine dönüşecektir.
Geçen yıl, adeta oyunculuk dersi gibi izlediğim bir oyun “Profesyonel” di. Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler’den soluksuz bir oyunculuk dersi. Duyduğuma göre, Uğur Polat Kredi Kartı Vakaa’da da bir oyunculuk dersi veriyormuş. Ülkü Duru ve Zerrin Tekindor’u da,
her ne kadar Yasmina Reza’nın metninin yanlış yorumlandığını duyduysam da,”Vahşet Tanrısı”nda izleyeceğim için heyecanlanıyorum.
Devlet Tiyatrosu’nun çağdaş repertuar anlayışına hayranım. “Sokrates’in Son Gecesi” benim son yıllarda izlediğim en iyi oyundu. “İmparatorluk Kuranlar”a ve özellikle gençlere hitap ettiğini duyduğum “Temiz Ev”e de gideceğim. Bu arada repertuara alınan “Birdy” yi kıskandım, yıllar boyu gözümü diktiğim bir projeydi çünkü. Devlet Tiyatrosu’nda çok kısa bir dönem, yine psikolojik katmanları olan “Fareler ve İnsanlar” oynandı, ama erkenden yok oldu, anlam veremedim doğrusu. Serpil Tamur’un rejisiyle mükemmel olacağına inandığım, Tuncer Cücenoğlu’nun “Kadın Sığınağı” da kanımca DT’nin çağdaş repertuarına çok yakışacak.


Çağdaş repertuar anlayışımıza bir armağan olarak kurulan ve geçen yıl Philip Ridley’nin “Korku Tüneli” ve Mark Ravenhill’in “Açık Saçık Birkaç Polaroid” adlı oyunlarını sunan Tiyatro 2.0’ın heyecanını kaybetmeyeceğini umuyorum. Bu arada, Neil LaBute gibi önemli bir yazarın “Büyük Beden” oyununu repertuarına alan Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na bravo! Kurulduğu iki yıldan bu yana pekçok özel tiyatro gibi komedilerle ayakta duran Tiyatro Dialog bu yıl Can Gürzap’ın kariyerine yaraşan ve dünyada çok ses getiren “Kim Bu Adamlar” ı sergilemeye başladı. Oyunun, günümüz Türkiye’sine söyleyeceği çok söz var.
Tiyatrotem’in “Hakiki Gala”sı da özgün sözü açısından Türk seyircisine hitap ediyor.


Öte yandan, Türk seyircisine hitap etmediği için kimi zaman eleştirilen, bazen içeriği tekrara kaçsa da, biçem açısından tiyatromuza müthiş bir soluk kazandıran DOT’un yerli yazarlarımızla in yer face akımı denemelerine girişmesi sevindirici. “Malafa”’yı bu açıdan merak ediyorum.

Bu yıl üç adet “Vanya Dayı” varmış. Biri Ankara’da Devlet Tiyatrosu’ndan, diğeri , her ne kadar festival seyircisinden çok olumlu eleştiriler almadıysa da, Türk Tiyatrosu’nun sihirbazlarından Nesrin Kazankaya’nın mutfağından çıkmış. Üçüncüsü de Ahmet Levendoğlu rejisiyle Tiyatro Stüdyosu tarafından hazırlanıyormuş.
Klasiklere çağdaş yorumlar demişken Oyun Atölyesi’nin “Macbeth”’i, Müge Gürman’ın geçtiğimiz yıl bir cafede gerçekleştirdiği “Hizmetçiler” ve Tiyatro Boyalı Kuş’un Kürtçe Nora’sı da önceliklerimde yer alıyor. Tiyatro Kedi’nin sevimli “Bir Yaz Gecesi Rüyası” ise sade yorumuyla Shakespeare’ı herkese sevdirmek açısından önemli bir yere sahip.
Son olarak, bir deneysel çalışma da dikkatimi çekti: Merve Engin’in oynadığı Kıyıya Oturmanın Böylesi, “Commedia Del Arte” çıkışlı ilginç bir çalışmaya benziyor.Kim demiş tiyatromuzda gelişimci ruh yok diye? Şimdi size, içinizdeki 15 yaşındaki çocuğu tekrar uyandırarak tiyatroya götürmek düşüyor.

24 Ekim 2010 Pazar

TİYATROCULAR NEDEN YAZMALI?

“Jezabel’i oynadığımız günlerde ben sevdiğim adamla yeni evlenmişim. Liseden bir arkadaşım “Sende hiç mi akıl yok, günah değil mi o kocana, nedir o yaşlı kart karı olmuşsun?” Bu eser en ağır makyajı gerektiriyordu. Çok az peruk kullandım, bana yapay geliyordu. Hep saçımı boyattım. Beyaza, griye, “Düşman Çiçek Göndermez” eserinde kızıla, başka bir eserde tekrar beyaza… Şimdi sebebini unuttum, saçımı siyah iken beyaza boyatmak gerekiyordu. İzmir’de turnedeyiz. Son günü otelin berberine gittim. Bir kez orial sürüldü, açılmadı. “Bir kez daha sürün” dedim. Berber, “saçlarınız tümden dökülür, sorumluluk alamam, kağıt imzalayın” dedi. …. “İmzaladım verdim. İkinci kez sürdü, yine beyaz olmadı. “Bir kez daha sürünüz, sorumluluğu alıyorum dedim”Üçüncü kez orial sürüldü. Kafamda hala saç olduğuna göre kel kalmadım demektir. Yani, her şeyim, doğru, yapmacıksız tiyatro içindi. O zamanlar 40 yaşında bile değildim. Evliydim ve kocamı seviyordum.”
(Macide Tanır, Tiyatronun Cadısı Sayfa 47)

Geçtiğimiz haftaki yazımda, Müşfik Kenter’in 63.sanat yılı değerlendirmemde “sahnede insan olmak “ konusunda, çok saydığım ve sanırım karınca kararınca tekrar tiyatroya dönmesinde emeğim olan virtüöz Macide Tanır’ın sanat aşkı uğruna bir örnekleme yaparken “Tiyatronun Cadısı”nı çok iyi tanıdığım halde bir hata yaparak, tiyatronun cadısını yazıdaki kısıtlı cümleler nedeniyle istemeden de olsa yanlış aktarmışım. Tanır’ın meslek hayatında büyük desteği olan rahmetli eski eşini yanlış aktardığım için tüm okurlardan ve Sayın Macide Tanır’dan özür dilerim.

Arkadaşlarım bana “sen tiyatrocusun tiyatro üzerine yazdıkça dost yerine düşman kazanıyorsun, yakında bu yazılar yüzünden sana tiyatro yaptırmayacaklar ” (kim yaptırmayacaksa) diyorlar, oysa ben sanatımız üzerine düşünmeyi ve yazmayı görev biliyorum. Birgün’deki yazılarım oyun eleştirileri değil, eleştiri başka bir göz ister, ben o konuyu eleştirmenlere bırakıyorum. Ancak, bilim adamları, düşün adamları kendi mesleklerini geliştirmek adına fikir üretmiyorlar mı? Bizim mesleğimizde bu neden yapılmasın anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Bu işi akademisyenlere bırakalım desek, akademik kurumlarımızdaki baskı ne yazık ki gün gibi ortada! Üniversite tiyatrolarının tek tek kapatıldığı, öğrenci kulüplerinin lav edildiği, gençlerin bazen inatla koridorda tiyatro yaptıkları ortamlarda eski panel, söyleşi, fikir ortamları kaldı mı da akademisyenlerin güdümsüz yazıları çıksın?

Geçen haftaki yazımda da değindiğim gibi, Ayşe Lebriz’in Zeynep Eronat ile derinlikli söyleşisinde tiyatro tadı var çünkü iki tiyatrocu yan yana gelince ne konuşacaklarını biliyorlar. Oysa, medyamızda sunucularımız google’dan indirdikleri derme çatma bilgileri sorguladıkları zaman, tiyatro adına bir gıdım ilerleme kaydetmek sözkonusu olamıyor. Tiyatronun artık haber malzemesi bile olmadığı günümüz medyasında , birkaç yıl önce oyunu izleyen ünlüler malzemeydi, şimdi o da kesmiyor, ancak iki dargın sevgili aynı galaya düşmüşse haber konusu oluyor. Bu güdük ortamlarda eli kalem tutan tiyatroculara , mesleklerini geliştirmek adına çok iş düşüyor.

Ben, , Milliyet Sanat Dergisi’nde Kürt Tiyatrosu, Üniversite Tiyatrosu, Eşcinsel Tiyatro, Köy Tiyatrosu, Sanatta Baskı gibi dosyalara imza atarak belleksiz toplumumuzun hafızasına yer edecek araştırmalara emek verdim. Daha önce bir internet sitesinde yayınlanan yazılarım ise kısa bir döneme tanıklık eder sadece. Sözkonusu dönem çok şükür bitince, yazıların anlamı kalmadı, artık o siteye yazmadığım gibi, “internet uçar, yazı kalır” fikrini daha çok benimser oldum. Ancak internet o kadar hızlı bir iletişim aracı ve o dönemki saatlik olaylar o kadar hızlıydı ki, doğrusu sözkonusu çağa tanıklık etmek için internetin ciddi bir işlevi yerine getirdiğini yadsıyamam.

Arasıra konuk olduğum workshoplar, derslerde öğrencilere oyunculuk sanatının çağın en hızlı gelişen, evrim geçiren konulardan biri olduğunu söyler, mutlaka dil öğrenmelerini salık veririm. Biz hala yurdum insanıyla oyunculukta eğitim şart mı diye tartışırken, çağdaş oyunculukta hergün yüzlerce düşüncenin tartışılageldiğini unuturuz.

Tiyatro adamlarımız bırakın uluslararası workshop, seminer, kongrelere katılmayı, bu konuda yeni çıkan yazılar okumayı, bu sanat üzerine kafa yoranlara bile kafa çeviriyorlar bazen.

O kadar tuhaf bir toplumda yaşıyoruz ki, bazı eleştirmenlerimizin festivallere seçtiği oyunları eleştirince, selamı kesiyorlar. Onlar ki, yıllarca eleştiriye tahamül edemeyen oyunculara diş bilemişler, “hiç kimse çocuğunu eleştirmen olsun diye büyütmez” diyen Ferhan Şensoy için karalama kampanyası başlatmışlar…. Şimdi, kendilerinin uyduruk kaydırık seçtikleri oyunları sorguladığığınız zaman birden “persona non grata” ilan ediliyorsunuz!

Benim hiç derdim değil. Nasılsa artık, "Türkiye’den sınırdışı edilmesi gerekir" dediğim John Malkovich ile kanka olmuşum.

Ama yazan, çizen adama “günaydın” bile demedikten sonra, kendinin aydın olduğunu iddia etmek de bir tuhaf doğrusu!

21 Ekim 2010 Perşembe

İNSAN OLMAYA DEVAM

Bakırköy Belediye Tiyatroları Müşfik Kenter için 63. sanat yılı düzenledi.
Alışılagelmiş belediyesel gıcıklık ve protokolden uzak, detaylı tasarlanmış,o kadar samimi bir geceydi ki, izleri hiç silinmeyecek benden.
Ataköy’de Müşfik Kenter sahnesi açıldı o gece. Hocanın ismi daha da ölümsüzleşti derseniz katılamam.
İleride komplekslinin biri çıkar, orayı çok amaçlı kompleks haline dönüştürüp, sünnet sarayı yapabilir Türkiye’de hiçbirşey ölümsüz değil.
Benim için, geceyi ölümsüz kılan şeylerden biri turuncu Müşfik Kenter tişörtü ve Orhan Veli CD’si. Kasedi vardı, artık teyp çalışmıyor, CD’si uzun süre gider. Tişörtü de bu bedeni koruduğum sürece giyeceğim.
Bir de o gece dilden dile dolaşan, Müşfik Kenter’in Türk Tiyatrosu’na yetiştirdiği devlerin Bülent Emin Yarar’lar, Yetkin Dikinciler, Yasemin Yalçın’lar ve nicelerinin bir söylemi vardı: Sahnede yaratık olmayın, insan olun dermiş hoca.
Geceye damgasını vuran laftır bu!
İnsan olun sahnede. Ve hayatta tabi.
Geçen hafta Emir Kusturica ile ilgili yazımda hayatta iyi insan olmanın iyi sanatçı olmaktan daha zor olduğunu belirtmiştim. Gökay Tufan adlı bir okurumun yazının ardından paylaştığı gibi, Şovenistlik ve savaş yanlılığını U Tube’da da açıkça savunan, “ben bir yalancıyım” diye pis pis sırıtan Kusturica, hiçbir zaman iyi bir insan olamayacak gözümde.
İyi insan olmayan ama büyük sanatçı olanları asla kınamam, sadece uzak durmaya çalışırım. Tiyatro Dergisi’nin Eylül Sayısı’nda, son yıllarda beni oyunculuklarıyla etkileyen iki sanatçının söyleşisini okudum. Ayşe Lebriz, Zeynep Eronat ile oyunculuk konusunda konuşmuş.
İki önemli oyuncu yan yana gelince ortaya öyle zengin bir malzeme çıkmış ki, tadına doyamadım! ( Televizyonda salak sipiker (!)ler insanın doğumundan sormaya başlamıyor mu illet ediyorlar beni çünkü)
“ Oynama arzusunun itici gücüyle acıları dönüştürebiliriz belki… o acıları dönüştürebileceğin bir sanatsal algı oluşturabilirsen ayakta kalabilirsin ….. İşte o zaman icraatçıdan sanatçıya dönüşülüyor. Ben hâlâ kendime sanatçı diyemiyorum ama en azından bana verilen rolleri icra etmeye değil de yaratmaya çalışıyorum. … Biraz da acı lazım. Çok mutlu,hayatında her şey denk gelmiş bir insanın iyi bir oyuncu olabileceğine inanmıyorum. “
Zeynep Eronat’ın sözünü ettiği “acı ” ile Müşfik Hoca’nın sahnede insan olmak dediği şey aynı!
Ancak bizim tiyatromuzda yanlış anlama olsa gerek, artık nirvanaya ulaşmak ile köşeyi dönmek aynı şey sanılmaya başlandı.
Televizyon şöhretlerimiz ise, bu tür yaşanmışlıkları hiçe sayarak perukları set kuaförlerinden, gözyaşını makyözlerinden, Ayşeciği andıran ağlama efektlerini de dublaj yönetmenlerinden reca ederek rol yaptıklarını sanıyorlar.
Ne yazık ki bunları yapanlar da manken değil, tiyatrocu tayfası!.
Onun için artık biçoğunun kıçı tiyatro yapmayı sıkmıyor!
İddia ediyorum, tiyatrodan diziyle aynı parayı alsalar bile dizi setinde sabahlamayı iki saat seyirciyle yüzleşmeye tercih edeceklerdir.
Eronat, söyleşisinde 4 yıldır tiyatro yapmadığını ve tiyatroyu deli gibi özlediğini söylüyor. Ancak ne acıdır ki, içlerinde Tiyatro İstanbul, Tiyatrokare, hatta daha da ileri gideyim ödenekli tiyatroların bile olduğu pekçok tiyatro oyuncu bulmakta zorlanıyor.
Oyuncular maddi olarak ayakta durmak için dizi yapacaklar pek tabi! Ancak insanlıklarını buldukları kaynağı böyle hoyratça kesip atarlarsa, ileride dizi sektörüyle birlikte kendileri de çökecek.
Meryl Streep, Al Pacino, Kenneth Branagh, Sarah Jessica Parker gibi yüzlerce kişinin herhalde bir bildikleri var ki ısrarlı biçimde tiyatro yapıyorlar
Eronat, söyleşisinde bunu da dillendirmiş.
“Sinema ve televizyondaki seçimlerimin temelinde hep tiyatro yatıyor. Ben bu rolü tiyatroda oynasam beni keser mi? Hakkını verir miyim? “Evet” dediğim rolleri kabul ediyorum. Benim için yine temel ölçü tiyatro oluyor. Ben hiçbir zaman sinema ve dizi işini para için yapmadım. Çok paraya ihtiyacım olduğu zamanlarda bile sabırla bekledim seveceğim rolü..”
Şimdi bizim bazı oyuncularımız sahnede insanlaşacakları yerde, dizilerde maymunlaşırken,
maşallah o kadar sistemliyiz ki bir yandan tiyatroda “insan” bulamazken, tiyatro insanlarımızı, Zeynep Eronat’lar ve daha nicelerini erkenden emekliye ayırıyoruz.
Öte yandan “Kurtlar Vadisi”ne çöküp maaşını alan babalarımız, dizilerde izlerini kaybettiren devletlülerimiz var.
Tiyatroya “Şu sahnedeki çöp kovasını bir öpeyim, bir kucaklayayım,” diye giderdim, büyük bir coşkuyla giderdim. Bunları hisseden bir oyuncuyu emekli ettiler” diyor Eronat.
Ayşe Lebriz, “oynamaya devam”diye bitirmiş Tiyatro Dergisi’ndeki söyleşiyi.
Bense, Müşfik Kenter’in 63. sanat gecesindeki coşkuyla, “insanı aramaya devam” diyorum.
Toplum, televizyon izleye izleye cücelere alışmış olabilir.
Sahnede insan olarak büyümeye devam!

9 Ekim 2010 Cumartesi

HESAP VER EMİR KUSTURİCA

HESAP VER EMİR KUSTURİCA

NEDİM SABAN
nedimsaban@superonline.com

nedimsaban@superonline.com

“ Hayatımı mahvetmek isterler. Beynimi yıkamak, beni şaşırtmak isterler…. Ruhumu köreltip danseden bir ayıya benzetmeye çalışırlar. Benim ruhum özgürdür. Bir kuş gibi özgür… Allah Baba dünyaya indiğinde Çingenelerle baş edememiş ve ilk uçakla geri dönmüş.”
Çingenelerle baş edemeyen Allah baba ilk uçakla geri döndükten sonra, dünyaya faşistleri yollamış olmalı ! İkinci dünya savaşında yüzbinlerce Çingeneyi katleden Allahın belası faşistlerin ardından Bosna gibi kanayan ve modern dünyanın her nedense sessiz kaldığı bir yara vardı….
Bosna’da Sırplar tarafından tecavüze uğrayan kadınlar, öldürülen çocukları gördükçe içim acıyor, yüreğimin en derin yerinden dünyanın her yerinde ve her çağındaki “ötekiler” için, yalnız gecelerimde ağlıyordum.
Bu konuda bazen yoldaşım Perhan ile dertleşiyordum
Perhan, yukarıdaki sözlerin sahibi olan Çingene arkadaşım.
Emir Kusturica’nın “ 20 yıl önce izlediğim ve halen anılarımda taze olan “Çingeler Zamanı” filminde umursamaz görünen, derinlikli Çingene karakter Perhan.
Emir Kusturica, savaşın bittiği kendilerinden saklanarak halen savaş için silah ürettiğini sanan emekçilerin öyküsünün anlatıldığı “Yeraltı “ filminin savaş karşıtı yönetmeni.
Yaşamının ilk yıllarında da antifaşist bir çizgisi, anarşist bir ruhu vardı…1993 yılında aşırı milliyetçi politikacı Vojislav Seselj’i düelloya davet etti, ancak düello daveti bir sanatçıyı öldürme riskini göze alamayan Seselj tarafından geri çevrildi. 1995’de de Yeni Sırbistan Hareketi Lideri Neboja Pasjkic’i bir film festivalinde yumruklayan da Emir Kusturica’dır. Kusturica’nın, 2005’de vaftiz olarak, Sırp Ortodoks olmasını yadırgamıyorum. İnsan, istediği dini seçmekte özgürdür.
Bu konuda ,“Boşnaklar Müslümanlığı zulümle kabul etmiştir, özde Hıristiyandırlar” gibi bir açıklama yapmış olması bir tarihi yanılgı olabilir. Hadi bunu da kabul edebilirim. Ancak ben, duyarlı bir sanatçının, ülkesinde kanayan yaraya sessiz kalmak bir yana, dünyanın gözü önünde bir ırkı yok etmeye yönelen faşistlerin yanında olmasını kabul edemem.
Bu kişinin de , dünya sinemasında kaynaklar tükenmiş gibi, Antalya’da jüri üyesi olmasını, ülkemde baş tacı edilmesini hiç mi hiç kabul etmem.
Üvey kızıyla evlenen Woody Allen gelseydi, son yıllardaki filmleri beni heyecanlandırmadığı halde, özel yaşamı beni ilgilendirmez der, kabullenirdim.
Çocuk tacizcisi Polanski büyük sinemacıdır, belli ki kötü insan. “Aman Antalyalılar kızlarınıza sahip çıkın” der, topluma kötü örnek olan bir adam da büyük yönetmen olabilir diye düşündüğüm için yine ses etmezdim.
Elia Kazan, Mccarthy’ye bütün arkadaşlarını ihbar etti ama hala büyük sinemacıdır. Anılarında Mccarthy dönemi sonrasında Hollywood’un onu hiçbir zaman kabul etmediğini yazar, günah çıkartır adeta, yine de sinemacı olarak değerini kaybetmez. Ancak geçmişi onu bir hayalet gibi sarmalamıştır .
Bizim portakalcılar ise, Kusturica’yı neden davet ettiklerini kamuoyuna açıklarken, günahlarını daha büyük gafla örterler : “Kusturica’nın karanlık geçmişi onları bağlamazmış”!!!
Lennie Riefenstahl, çağının en büyük sinemacısı, ama Hitler’in propagandası için kullandı bu güçlü silahı. Hitlerintihar ettikten sonra ise bırakın eline film makinesi i , fotoğraf makinesi alabilmek için 70 yaşında denizaltında dalış teknikleri öğrenmek zorunda kaldı.
Tercihen önce iyi insan, sonra büyük sanatçı olmak gerek. Ama bazı insanlar, iyi insan olabilmek için sanatı bir terapi aracı olarak kullanırlar. İyi insanlığa erişmek galiba en zoru çünkü.
Şimdi savaş suçluların yanında duran Kusturica’nın filmlerini gösterseniz, bir derece ama gel gör ki, adamı jüri koltuğunda oturtup, bizim sanatımızı yargılamasını istemek onuruma dokunuyor.
Önce onu yargılamak lazım!
Yandaşı olduğu Sırp kasaplarının hesabını Antalya’da versin şu kadarcık kalbi varsa.
Yarattığı Perhan’ın suratına bakabilecek kadar vicdan sahibiyse, Bosna’da tecavüze uğrayan kızların hesabını versin. 1995’de politikacıya yumruk atan delikanlıdan, Emir Kusturica’dan , hesap soruyorum!
Burası Vasfi Rıza’nın solcuları sıkıyönetim komutanlığa ihbar edip, Vasfi Rıza’nın komedyen olarak alkışlandığı Türkiye değil artık!
Burası Semih Kaplanoğlu gibi onlarca uluslar arası ödül almış sanatçıların Altın Portakal’ları ellerinin tersiyle ittikleri, filmlerini geri çektikleri onurluı sanatçıların memleketi.
Irkçılık,ayrımcılık, ötekileştirme bir insanlık suçuysa…
Hadi Altın Portakal’a katılacak olan çok sevgili sinemacı ve jüri üyeleri dostlarım, Kusturica Antalya’da güneşli bir hava bulacağını sanıyorsa, lütfen yanıltın onu. Bosna Hersek Dostları’nın protestosuna katılarak sanatın ırkçılığa sessiz kalmasına geçit vermeyin.
Bugün Bosna’ya Sessiz kalırsanız, şu anda yoğun bakımda olan Cumhuriyet Gazetesi yazarı Deniz Som’un Nazi döneminde yaşayan Papa Martin Nemöller’den köşesin sık sık alıntıladığı bir sözü hediye etmem lazım, herhalde anlarsınız artık: Bugün Naziler komünistler için geldiler sesimi çıkartmadım, sendikacılar için geldiler sesimi çıkartmadım, Yahudiler için geldiler sesimi çıkartmadım. Şimdi benim için geldiler. Ses çıkartacak kişi yok!

2 Ekim 2010 Cumartesi

BEKLAN ALGAN: BİR DAHİNİN KATIKSIZ ÖLÜMÜ

Yönetmen olarak masabaşında bir rolü çalışan oyuncularıma ilk salık verdiğim şey, karakterin sadece kendisini değil, çevresini analiz etmeleridir. Hamlet’in annesinin baskısında kalmış zavallı bir ruh mu, yoksa çağının ötesinde kalmış bir kahraman mı olduğunu tam anlamak için, hem Gertrude’u, hem Fortinbras’ı çok iyi anlamak zorundasınız. Blanche Debois’nin cinsel arzularına yenildiği bir Arzu Tramvayı’nda mutlaka Stanley Kovalski’yi analiz etmelisiniz. Stanley’nin olmadığı bir Arzu Tramvayı’nda, istediğiniz kadar Blanche’ı doğru oynayın!
Bu hafta yitirdiğimiz Beklan Algan gerçek bir dahiydi…
Türkiye dahileri sevmiyor, barındırmıyor. Bu kesin…
Ne yazık ki bankacılık camiasının bile dahi çocukları sanat dünyasından daha fazla kabullendiği bir memleket burası!
Bence tiyatromuzda dahilere kucak açan son insan Muhsin Ertuğrul’du.
Muhsin Ertuğrul’un, bilmemne hastanesi başhekimi gibi, yerinden olma korkusu yoktu çünkü! Bilgisi, görgüsü, donanımına güveni tamdı, çevresine inancı, kendisine ve çocuklarına güveni vardı.
Göreve geldiğinde “çocuklarıyla” gelirdi. Gittiği zaman da “şapkasını” alır giderdi.
Ödenekli tiyatrolarımızda daha sonra hasbelkader, bakan, belediye başkanı imzasıyla göreve gelmiş kişiler, bilmemne hastanesi başhekimi gibi, hep dahilerden korktular. Çevrelerinde daha çok “looser” tipli, yağcı karakterleri barındırmayı seçtiler.
Beklan Algan için timsah gözyaşlarının döküldüğü Şehir Tiyatrosu, bu bünyedeki Tiyatro Araştırmaları Laboratuvarları’nın kapılarını kilitlemiş, Ayla/ Beklan Algan çiftini sokağa fırlatmıştır. Bunun eski yönetim tarafından yapılmış olması önemli değildir, bu ayıp kurumun Muhsin Ertuğrul’un çocuklarına ayıbıdır. Eski Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun Tiyatro Araştırmaları Laboratuvarı’na tahsis edilen buz gibi minik odasının kapısının anahtarı bir sabah çilingir tarafından değiştirilerek, araştırmalara zabıta zoruyla nokta koydurtulmuştur.
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, değişimin müjdecisi olarak, cenazede bu ayıbı temizlemiş ve Letafet Apartmanı’nda Beklan Algan adına yeni bir araştırma laboratuarı kurulacağını söylemiş. Çok sevindirici bir haber!. Ancak, modern tiyatroda ölülerin dirilip, araştırma yapabilme yöntemlerinin henüz keşfedildiğini sanmıyorum. Beklan Algan, uzun çalışmaları sever, böyle varolurdu. Keşke böyle bir olumlu adım o yaşarken atılsa, Algan’ın dehasından yararlanılsaydı.
Keşke Ayla Algan gibi, Türk Tiyatrosu’nun yetiştirdiği en büyük oyunculardan biri son yıllarını kamera önünde makyaj bozulmadan tecavüze uğrama tekniği ya da yeni adıyla oyuncu coach’luğuna ayırmak yerine, böyle bir çalışmayla geçirebilseydi!
Hani, bir karakteri analiz etmek için, oyunun tüm kişilerine de bakmak gerek demiştim ya…
İago’suz Othello olmaz misali…
TAL’in araştırmaları süresince, iki dublajla üç dizi arasında oyun çıkartmaya alışmış, kendilerine oyun asıldığı zaman küfürü savuran Darülbedayi takımının arkasından gözyaşı döktükleri Algan’ın Faust’u için, “beş yılda bir perde çıkaramadılar” dediklerini çok duyduk.
Sen beş yılda bankamatik hatırına Faust yaparken iyi de, modern tiyatro kuramlarnı hayata geçiren TAL’de Faust çıkmayınca mı problem be adam?


Beklan Algan’ın kaçış psikolojisi olduğu doğru!
Bu toplumdaki pekçok dahi gibi, o da kaçtı.
Ne yapsaydı?
Fazıl Say, kaçmadı, konuştu, suçlu oldu.
Beklan Algan eve kapandı, araştırmasını yaptı, kitabını okudu, o da suçlu oldu.
Beklan Algan’ın kimi zaman kalp spazmı, kimi zaman panik atakla biten uzun ve sancılı prova süreçleri kaçış psikolojisi ile sonuçlandığında , “Faust nerede?” diye sıkıştırdılar.
Türkiye’nin sorununun Faust olduğu doğruydu.
Ama Faust’un hesabı eve kapanan dahilere değil, sanat kurumlarını bilmemne tapu dairesi gibi yönetenlere sorulmalıydı.
Kaldı ki, toplumcu tiyatro adına semt tiyatrosu çalışmaları, Tepebaşı Dram Tiyatrosu yerine kurulan Deneme sahnesinin yapılanması, unutulmayan “Fizikçiler”, “Sezuan’ın İyi İnsanı” ve bu yazıya sığmayacak kadar oyunun sahnelenmesine emek vermiş bir ustanın verilmeyecek hesabı yoktu.
Erol Keskin ile “Oleanna” oyununda birlikte çalışırken, Trakya turnesindeydik. Bir gün ara vermek zorunda kalmıştık çünkü Erol hoca büyük bir ciddiyetle şehirlerarası otobüsle oniki saatlik Faust provasına yetişmek zorundaydı.
Darülbedayi’nin bir türlü çıkmayacak olan Faust dedikodularından etkilenerek, “hocam gitmeseniz de yolumuza devam etsek” dediğimde, yediğim azarı siz düşünün artık!
O Faust çıkmadı belki, ama yıllar sonra “Salı Ziyaretleri” nde çalıştığım Erol Keskin’in, TAL’deki çalışmalardan güç alarak çağa yenilmeyen oyunculuğunda , Beklan Algan’ı analiz etmiş oldum.
Algan evinde bir dahi olarak öldü.
Birkaç aydır yattığı hastanede kan aranıyordu kendisine.
Kimden kan aldılar bilmem ama şu dönemde bir mucize olmuş olsa gerek, kanına bir damla pislik karışmış olmamalı ki, Beklan Algan, ilerici devrimci bir usta olarak ölmeyi başardı.
Muhsin Ertuğrul’un çocuğuna yaraşan bir biçimde , hakikaten şapkasını alıp, gitti.

25 Eylül 2010 Cumartesi

TOPHANE'DE DÖNÜŞÜM KORKUSU

Bundan çok değil altı yedi yıl önce bir kız arkadaşımın doğum günü için Cihangir’in sakin sokaklarından birinde minicik bir şarküteri mağazasında, o gün havanın da güzel olmasından yararlanarak, çok değil dört beş kişi bir araya gelip, çok değil iki üç saatlik bir sürpriz parti düzenledik. O zamanlar sigara yasağı olmadığı için, İstanbul’un gece yaşamı henüz sokaklara taşmamış, Cihangir’de de cafeler henüz pıtrak gibi açılmamış. Tabi şarküteride içki yok ama biz arkadaşımızı mutlu etmek için, yan bakkaldan içki de almış, keyifleri gıcır etmişiz. Pasta kesme ritüeline geçeceğimiz sırada, tesadüfen Çiçek Pasajı’ndan dönen bir çalgıcı gruba rastlamaz mıyız? Sürprizin de sürprizi oldu diyerek, aramıza katılmalarını istedik”hepi börtdey dönülmez akşamın ufkunda, iyi ki doğdun makber ” derken, üst kattan önce bir atletin, ardından bir bıyığın, en sonunda atletli bir bıyıklının çıktığını duyduk.
“Duyduk” diyorum çünkü önce sesi, sonra atleti ve bıyığı geldi. Pastamızın üzerine epey hakaret yedik. Mesele mahallede ses yapmak değildi, alt katta şarküteri dükkanı açılması, şarküteri dükkanının önüne masa atılması, şimdi de içki içilmesi, yakında buralarda barların, cafelerin de açılacağına kadar dayandı .
Biz boktan, aşağılık, sefil insanlar olduğumuzu düşünerek yukarıdan bizi aşağılayan bıyıküstü atletinin tükürüklü muhabetleriyle muhatap olurken, ne yazık ki amcanın üstüne üstlük tanınan bir sanatçı olduğuna biraz geç de olsa uyandık!
O gün komşuları da destek verdi kendisine, “Cihangir’imizin değişmesini istemezük” dediler!
Sonra ben de düşündüm, sokağımda her gece sabaha kadar içki içip, müzik yapan birileri olsa, ev halkım da altı çocuk, iki kayınvalideden oluşsa acaba aynı tepkiyi gösterir miydim diye?
Bir kız lisesinin karşısında oturuyorum. “Bornova Bornova” filmininin etkisiyle, kız tavlamak için apartman kapısında duran gençliğe şüpheyle bakarken yakalıyorum kendimi bazen.
Galataport projesi yapay ve kentin tarihsel yapısını bozmaya aday.
Ancak Tophane’de ardı ardına açılan sanat galerileri, tiyatrolar, atölyeler, yıllardır benim için çok özel bir yere sahip olan semtin olağanüstü dokusuna zenginlik kazandırıyor.
Tophaneliler’in muhafazakar olduklarını hiç sanmam!
Mesela “Fatmagül’ün Suçu Ne”’de Fatmagül’e nasıl tecavüz edildiğini izlerken televizyonu zapladıklarını sanmıyorum. Eğer gerçekten ahlak düşkünüyseler, rating aletlerini göstersinler kanıt olarak, Fatmagül’e gülmedik desinler!. Ya da bütün semtin bilgisayarlarını polise götürüp, “bakın biz temiziz, zaten Tophane hamamlarıyla ünlüdür, bu sahneleri indirmedik” desinler.
İmdi, bir sanatçının bile ufak bir doğumgünü kutlamasını kentsel dönüşüm fobisine çevirdiği travmatik bir çağda, arka arkaya galerilerin açıldığı Tophane’nin varoş kültürlü ahalisi ne yapsın?
Kentsel dönüşüme kurban gitmekten , yerinden yurdundan edilmekten ürküyordur mutlaka!
New York’da Soho’da , East Village’da, 42.Cadde’de yaşandı böyle şeyler. Adam sokağında rahatça uyuşturucu içememekten, kadın pazarlayamamaktan, hap satamamaktan tırstığı için çok direndi değişime. Bir de ghettosunu terk etmek istemedi, çünkü o New York kentinde değil, duvarları yalnızlıkla örülmüş bir ghettoda yaşıyordu.
Kendisi fuhuş yaparken, çocukları pazarlarken, uyuşturucu satarken “temizdi”, yabancılar orada el ele dolaşırken arsızdı. Açık açık uyuşturucu satılan 42.caddede tiyatroya gittiğim bir gün, Amerikan yasaları gereği biranın ambalaja sarılarak içildiğini gördüğümde çok gülmüştüm.
Harlem’e yıllarca yabancının girememesi yaşam alanına müdahale edilme korkusundadır. Harlem’de sanat galerileri, tiyatroların açılması, Harlem’de beyazların yaşamaya başlamasından önceye denk gelir.
Tophane’de üzücü olan şey ise, bu semtin tarihi dokusu içinde, Harlem’in aksine cinsel ve dinsel azınlıkları barındırmış olmasıdır. Şiddetin kökeninde, kentsel dönüşümün paniği vardır.
Tophane insanı, semt kültürünü sevmiş, sokakta yaşamayı benimsemiştir. Bu yüzden “ al sana şu kadar para, git TOKİ’den ev beğen” denilmesine razı gelmeyecektir. Cihangir’den kaçırılan eski İstanbul aileleri bunu nispeten kabul etmiş, Soho’daki milyon dolarlık loftlarda Andy Warhol satan sanat galerilerinde artık yaşama şansı kalmayan ev sahipleri rantiyeye dönüşmüştür. Tophane’deki kabul edilemez şiddetin arkasında, ahlak düşkünlüğünden öte, daha çok evinden barkından yok edilme fobinin ağır bastığını sanıyorum.
Burası Ankara’nın Keçiören’i ya da Kayseri’nin ortası değil sonuçta. Tophaneliler sokakta içilen nargileyi, şarabı hayatlarında ilk kez görmüyorlar.
Haa bir de sanatın dönüştürücü gücünden ürküyorlardır mutlaka!
Tiyatro Dergisi’nin Eylül Sayısı’nda da yazdım. “Vatan yahut Silistre”’yi izledikten sonra, halk veliaht Murat’ı istediği için “Muradımızı isteriz” diye sokağa dökülür. Son yıllarda ise tiyatro, resim, heykel, operanın burjuva sanatı olduğu iddia edilmiş, kitleler üzerindeki etkisi tartışılır olmuştur.
Niye tartışıyoruz ki? Sanat bu kadar etkili olmasa galeriler basılır, Kumbaracı 50, Garaj İstanbul’daki etkinlikler polis nezaretinde oynanır mıydı?

SIKIYÖNETİMDE SIKIYSA TİYATRO

13 Eylül 1980’de yolda beni çeviren jandarmaya, o gün tesadüfen İstanbul’da turnede bulunan Ankara Sanat Tiyatrosu’nun “Oyun Nasıl Oynanmalı ” adlı oyunun program kitapçığını gösterdiğimde, asker dipçiğinin gölgesinde oyun oynamanın hiç de kolay olmayacağını anlamış, ancak 1982 yılında Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nden (!) aldığımız izinle sıkıyönetimde sokakta tiyatro yapmayı becerebilmiştik.
Parklarda yolumuza çıkan polislere Park ve Bahçeler Müdürü’nün hayatında ilk kez kaleme aldığı şiirsel izni (!) göstererek, burası onlardan sorulur diyerek, çocuklar için sıkıyönetimde sıkıla sıkıla sokak tiyatrosu yapıyorduk.
1980’de dipçiğini gösteren darbecilerin, “tiyatroda oyun nasıl oynanmalı” konusunu yakın tarihimizde inceledikçe, 13 Eylül 2010 sabahı, askerin bize o dönemde %92 ile bir şekilde kabul ettirdiği anayasayı çöpe attırma iddiası taşıyan hükümetimizin de yıllardır tiyatro alanında benzer yasakları uyguladığını görerek, tiyatromuz adına sevindim.
Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” oyununun ilk gecesinden sonra halkı 4. Murat’ın kellesini isteyerek sokağa dökebilen tiyatronun haber malzemesi bile olmadığı günümüzde nasıl bir gücü varmış ki, yasaklar, baskılar aynı ağırlıkta devam ediyormuş?
Üniversite tiyatrolarımızda, İTÜ’de, Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nde, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde tiyatro kulüplerine baskıların oyun seçiminden öte, kulüpleri tasfiye etmeye dayandığı dönemimizi Milliyet Sanat Dergisi’ndeki yazılarımda belgelemiştim. Geçenlerde, İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi’nin kapatılmasını da yaşadık.
1979 yılında da Liselerarası Tiyatro Şenliği “sakıncalı” bulunmuş, tümden yasaklanmıştı. Mantık aynıydı. Öğrenciler örgütlenmemeliydi. Gerçekten de, liselerde pekçok başarılı oyuncu ve yazar, memleketine duyarlı çocuğu çil gibi dağıtmanın yolu İLTÖ’yü yasaklamaktan geçiyordu. Liselerdeki tiyatro örgütlenmesini sakıncalı bulan mantık, 30 yıl sonra İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrenci kulüplerindeki örgütlenmeyi sakıncalı buluyordu.
Ne kadar sevindirici değil mi? 1981’de kurulan YÖK ile beraber üniversitelilerin depolitizasyon süreçleri başlamışken, 2010’da tiyatro yapan üniversitelinin gücünden hala korkulabiliyordu.
12 Eylül’ün faşizan düşüncesi ile yüzleşmeye hazırlandığımız günlerde, Ayla Çınaroğlu’nun yazdığı antimilitarist “Miğfer”ini yasaklamayı akıl ediyorduk. Hem de 15 yıl oynandıktan sonra! 12 Mart’ta Brecht’in “Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti”’ adlı oyununda nasyonal sosyalizmin yaşama nasıl girdiğinin anlatılması, o dönemdeki askerleri çok rahatsız etmişti. Ankara Sanat Tiyatrosu, oyunu dört kez oynadıktan sonra, binası sıkıyönetim komutanlığınca mühürlenmek suretiyle kapatılmıştı.
Yani, tiyatroya baskı sadece oyun yasaklama ile sınırlı kalmamış, bina kapatmaya kadar varmıştı. Bu yıl benzer bir uygulama, Özen Yula’nın bir oyununa ev sahipliği yapan “Yala ama Yutma” adlı bir oyun nedeniyle, bu kez Beyoğlu Belediyesi tarafından “Kumbaracı 50”ye yapılmak istendi. Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca uyarmasa, tiyatro mekanı, bu oyunun sahnelenme döneminde, ruhsat alınmadığı gerekçesiyle süresiz olarak kapatılacaktı.
“Yala Ama Yutma”, meleklerin işine karıştığı için, 2010’da baskı gördü. 1957’de Adalet Cimcoz tarafından basılır basılmaz yasaklanan ve Şehir Tiyatroları repertuarından anında kaldırılan Berolt Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı”, toplumun çöküşünde iyi insanın ahlağını parayla sağlam tutabilmesi yönünde Tanrıların işine karıştığı için, şu an hasta yatağındaki Beklan Algan’ın öncülüğünde, belki de 60 anayasasının özgürlükçü rüzgarına kapılarak çevrildikten ancak 7 yıl sonra sahnelenebildi.
Ankara Sanat Tiyatrosu Maksim Gorki’nin “Ana” adlı oyunu oynadıktan sonra, lav edilmiş, bir süre için oyunlarını Ankara Tiyatrosu adı altında oynamak zorunda kalmıştı. “Ana”’da işlenen temalardan biri olan yoksulluk , bilinen nedenlerden dolayı her dönem hükümetleri rahatsız etmiş, Özal’ın memlekete “benim memurum işini bilir” mantığını armağan etmesinden sonra, her nedense devrimci tiyatro jargonumuzun outları arasına girmişti.
Bir dönemler Ankara Sanat Tiyatrosu’nda yasaklanan ve bir devlet memurunun (polisin) yolsuz yükselişini anlatan Oktay Arayıcı’nın “Nafile Dünya”sı, bu nedenle artık ödenekli tiyatrolarımızın hoş seyirlikleri arasına girmiştir.
Devrimci tiyatromuzun mihenk taşlarından biri Maksim Gorki’nin “Ana” oyunudur.
12 Mart yasaklarından nasibini alan oyun, sol tiyatronun özeleştiri yapmasına neden olmuş,
AST Bünyesindeki Rutkay Aziz ile Erkan Yücel’i SSCB konusunda karşı karşıya getirerek, büyük tiyatro oyuncusu Erkan Yücel’in AST’tan kopmasını ve Devrimci Ankara sanat Tiyatrosu adıyla yeni bir topluluk oluşturmasına neden olmuştur. O dönem solda oluşan yeni arayış ve düşünceler, 12 Mart döneminde düşüncelerinden dolayı hapis yatmış Erkan Yücel ve arkadaşlarının, Maocu bir bakış açısıyla sahneye taşıdığı “Toprak” ve “Deprem” gibi yeni oyunlar çıkartmalarına ve bu kez de bu oyunlarla yeni koğuşturmalara uğramalarına yol açmıştır. Soldaki bu düşünce arayışları ve kopmalara rağmen, ülkenin demokrat sanatçıları, 2000’lerin sonuna kadar her zaman muhalif kimliklerini korumayı başarmışlardır.
Solun demokratikleşme uğruna rejimle işbirliği yapması ise ikinci cumhuriyetçi düşüncenin şekillenmesiyle, bugünlere denk gelir.
Daha önce Vasfi Rıza Zobu ve şürekasının Şehir Tiyatrosu’ndaki 40 kişilik solcu listesini sıkıyönetime uçurduğu, benzer bir uygulamanın Devlet Tiyatrosu’nda da yapılmak istenince, Cüneyt Gökçer’in listenin başına kendi adını yazma koşulunu ileri sürerek, durumu engellediği bilinir. 12 Mart döneminde darbecilerin, solcu sanatçıları Ankara Devlet Tiyatrosu’nun prova salonlarından toplayarak, işkenceden geçirdikten sonra tekrar tiyatroya “paketledikleri”, 12 Eylül öncesinde sıkıyönetimde subayların Şehir Tiyatrosu’nda prova izleyerek, henüz çıkmayan oyunlara müdahale ettikleri, Dostlar Tiyatrosu’nun perdelerini açtırmadan oyunlarını yasaklattıkları bilinir. Sıkıyönetim döneminde gazeteler dağıtılmadan önce nasıl ön okumadan geçtilerse, oyunlar da ön izlemeden geçmiştir.
Şehir Tiyatroları’ndan “1402’lik” madde nedeniyle atılan sanatçıların yerine apar topar görevlendirilen, program dergisinden adları adi bir belediye mühürüyle silinerek, yerlerine elle başka isimler yazılmak suretiyle bir yönetmenin emeğini aşağılamaktan utanmadan oynanmaya devam edilen, “ Bahar Noktası”nının başına gelenler, (Çeviri: Can Yücel Reji: Başar Sabuncu) Darülbedayinin karanlık tarihinde yer alır.
Zeynep Oral, o dönemki Milliyet Sanat Dergisi’ne yazdığı bir eleştiride “ mühürün altından isimler okunuyor, emeği silememişsiniz” görülüyor gibi halen beynimde kalan çok çarpıcı bir tümce yazmıştır. Öte yandan, okumakta olduğunuz yazı için belge yardımı istediğim Seçkin Selvi’nin 12 Mart’ta tutuklandıktan sonra o dönem büyük fedakarlıklarla çıkarttığı dergilerin sıkıyönetim tarafından toplandığını ve kendisinde hiçbir belge kalmadığını söylemesi, sıkıyönetimde sadece tiyatroculara değil tiyatroya destek veren aydınlara da nasıl baskı yapıldığının acı bir göstergesi olarak beynimde yer edecektir.
Soldaki fraksiyonların yerinden yönetim gibi başarısız arayışlara sebep olduğu 12 Eylül im öncesinde, sol örgütler de Şehir Tiyatroları’nın oyunları sonrasında korsan gösteriler yaparlar..
Tiyatro basmak, solcuların faşistlerden devraldıkları bir davranış biçimidir. 1970’lerde Tunceli’de faşistler Halk Oyuncuları’nın oynadıkları tiyatroyu basmış, oyuncular linç edilmemek için tiyatro alanını tanınmayacakları kara çarşaflar giyerek terk etmek zorunda kalmışlardır. Tuhaf bir tesadüf eseri “Ergenekon” adlı oyunu sergiledikten sonra dağılan Halk Oyuncuları’nın Aksaray’da oyunlarını sunduğu Küçük Opera Tiyatro Binası da “Devri Süleyman” adlı oyundan rahatsız olan kişiler tarafından yakılmıştır.
1964 yılında, “ Sezuan’ın İyi İnsanı”’nın temsili sırasında, Dram Tiyatrosu Milli Talebe Örgütü tarafından basılmış, cüsseli yapıları nedeniyle Tanrı rollerine seçilmiş ü oynayan Kayhan Yıldızoğlu, Mete Sezer, Ertuğrul Bilda gibi oyuncular cüsselerine rağmen, canlarını zor kurtarmışlar, Dram Tiyatrosu bir süre sonra meçhul bir sebepten yanmıştır. Bu durumda anayasanın hak ve özgürlüklerinin toplumdaki bireylere yansımadığı, insanın içindeki faşistin her zaman dik ve uyanık olduğu apaçık ortadadır.
Sezuan’ın İyi İnsanı’nın tekrar seyirciyle buluşabilmesi için 12 yılın geçmesi gerekmiş, oyunun yeni yorumunda bu kez başrolü Ayla Algan’dan sonra Meral Taygun oynamıştır. Özgürlük ortamı ne olursa olsun insanın ruhundaki faşistin harekete geçerek tiyatroya baskı yaptırmasının bir örneği, Muhsin Ertuğrul döneminde “Eşeğin Gölgesi” adlı oyununun, bir muhbir vatandaşın ihbarı üzerine oyunun sahneden indirilmesiyle yaşanmıştır. Muhsin Ertuğrul o dönemde tiyatronun fuayesine eşek kulaklı bir belediye başkanı resmi astırmak istemiş, arkadaşları tarafından engellenmiştir.
Bir benzer baskı da, geçtiğimiz yıllarda Alevi vatandaşlarımızdan baskı olduğu gerekçesiyle “Yeditepeli Aşk” adlı oyuna yapılmış, oyun Şehir Tiyatrosu repertuardan kaldırtılmıştır.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz eleştirmen Selmi Andak 1967 yılındaki bir yazısında her ne kadar toplumcu tiyatro yapmayanları eleştirse de, bu topraklar vodvil tiyatrolarına bile baskı yapmayı başarmıştır. Ulvi Uraz, Andre Roussin’in “Nina” adlı komedisini oynarken, Elazığ’da oyunu açık bulan kişilerin saldırısına uğramıştır. Zeki Göker’in öncülüğünde kurulan Ankara Birlik Tiyatrosu’nun tüm toplumcu gerçekçi oyunları yasaklanınca, topluluk Nejat Uygur’un “Alo Orası Tımarhane mi” adlı oyununu sahnelemeye çabalar ama Nejat Uygur’un tüm Anadolu’da oynadığı oyunun Zeki Göker tarafından oynanması yasaktır. Tıpkı 2010’da Batman’da mahkeme kararıyla 5 yıl sanat yapması yasaklanan Arsen Paladov Tiyatrosu üyeleri gibi!
Şan Tiyatrosu’nda “Muzur Müzikal” oynanırken tesadüfen elektrik kontağı çıkmış, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun Moliere uyarlaması olan “Yobaz” 2000’lerde pek çok yerde yasaklanmıştır.
Yani tiyatrodan korkmak için asker olmak yeterli değildir!
Türk Tiyatrosu’nda yasaklanan oyunlara şöyle bir baksanız, haksız yere zengin olanların, yoksullara, yoksunlara zulmedenlerin, yobazların, diktatörlerin korku alanı olmuştur tiyatro!
2010’da yasaklarımız Zeki Alasya/ Metin Akpınar’ın yıllarca oynadığı “Yasaklar” oyununu yasaklayacak kadar komikleştiyse, 12 Eylül’de sandık başında alet edileceğimiz oyunun kara komedi mi olduğuna perdenin açılmasını bekleyen siz izleyicilerimiz karar versin artık!

Not: Bu yazının oluşumuna bilgi desteğini esirgemeyen Mehmet Esatoğlu ve Ersan Uysal’a teşekkürü borç bilirim.

Bu yazı Tiyatro Dergisi'nin Eylül sayısında yayınlanmıştır.
.

23 Eylül 2010 Perşembe

AÇLIK

U 2’nun o meşhur konserinin sabahında yolum İstiklal Caddesine düştü. Bir kitabevinin önündeki uzun bilet kuyruğunu görünce, doğrusu pek yadırgamadım. Bono hayranları stadyumda halen 50.000 adet boş yer kaldığını duymuşlar ve son anda ev ekonomilerinde yarattıkları mali çözümler sayesinde konsere gitmek üzere sıralanmışlar diye düşünerek yürüdüm geçtim.
Aynı günün akşam üstü iftar saatlerine doğru, bir tesadüf eseri, yolum tekrar İstiklal Caddesine düşmesin mi? Artık konsere yetişilmesi mümkün olmayacağı için teoride bitmiş olması gereken kuyruğun sadece üyeleri değişmiş, hatta tam karşısına da bu kez lokantada yemek kuyruğu bekleyenler dikilmişler.
Bir taraftan sanat etkinlikleri için bilet almak isteyenler, öte yandan sıcak Ramazan ayında uzun süre susuzluğa ve açlığa dayanıp oruç tutan ve ezan okunmasını sabırla bekleyen kalabalıklar…
Siyasallaşmanın kamplaştırmayla özdeşleştirildiği ucuz politikalara alet olmayıp, birbirlerine bulaşmıyorlar, laf atmıyorlar….
Önce ekmek, sonra sanat demiyorlar!
Ya da tam tersine sanat olmazsa, uzun vadede ekmek sorunu çözülmez diye sataşan da yok.
Bu dev kuyruk sadece U 2 için değil. İstanbul kentinin zengin kültürel etkinliklerinden beslenmek isteyenler, Taksim’de en rahat bilet satış noktasını bulmuşlar, yararlanmak istiyorlar…
Metruk halde çürümeye terk edilen Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde minicik bir Devlet Tiyatrosu bilet satış gişesi var. Geçen yıl DT Genel Müdürü Lemi Bilgin’le bir sohbetimizde, bu gişeyi azıcık genişleterek, özel tiyatrolara da açmasını önerdim. Londra, Paris, New York’da, tiyatro gişelerinin önünde biraz daha ucuz bilet almak için sıraya dizilmiş kişiler, her gece bir oyuna gitmek için birbirleriyle yarışan öğrenciler benim için medeniyetin simgesidir. Bu tip bir uygulama neden İstanbul’da olmasın? İstanbul, neden tiyatro, konser etkinliklerinin uzun kuyruklarıyla övünen bir metropole dönüşmesin? Lemi Bilgin, vizyonu geniş bir kişi. Önerime sıcak baktı, önüne çıkartılan bazı saçma sapan engellere de son derece pratik çözümler üretti. Şimdi iş, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bu fikri hayata geçirmesine kaldı!
Londra’da kötü müzikallere gitmek isteyen Japon turistler, sanki bok varmış gibi, kentin göbeğinde fink atıyorlar. İstiklal Caddesi’ndeki kuyrukları gözlemlediğimde ise dikkatimi çeken şey bir turistin, kültür etkinliği için sıra bekleyen kalabalık yerine, oruç açmak için sıra bekleyen kalabalığı fotoğraflaması oldu!
Memleketine gittiğinde, artık facebooktan “Türkiye’de insanlar sefil” diye mi yazar ? Ya da, “bakın Türkiye batı yerine doğuyla flört ediyor” mu der bilemem. Fotoğraf makinelerine musallat olan, fesle dolaşan turistlerin karşısına “Atatürk şapka devrimi yaptı” diye çıkıveren
diktatör ruhlu kentlilerden olamadığım için, turist kardeşime (bu yakıştırma fazla Ertuğrul Özkökvari mi oldu) objektifi bir de tam karşıya, sanat olayları için kuyrukta bekleyenlere çevir diyemedim.

Üstelik öyle zengin bir coğrafya ki burası, bilet kuyruğundaki pek çok kişi de sigarasını yakmak, çantasından su şişesini çıkartmak için topun atılmasını bekliyordur mutlaka.
Referandum gündemi nedeniyle gölgede kalan haberlerden biri, ekmeğe çok yakında zam geleceğiydi.
Memlekete uzun vadede refah gelmesi için, gişelerdeki kuyrukların artması gerekiyor.
Bunun için de, tiyatro, opera, bale, konser için, Perihan Mağden tayfasının başlattığı, plaza edebiyatçılarının “kimse gitmiyor ki” söyleminin aşılması, kuyrukların oluşturulabilecek zeminin yaratılması gerekiyor.
Yaz tatilimde Alaçatı’ya uğramıştım. Alaçatı’da her şey kimliğini kaybediyor, burası pek yakında kebapçılar cehennemine dönecek. Ancak, tam merkezdeki kitabevi kimliğini koruyor. Bu kitabevi, Aziz Nesin’in ölmeden önceki son imza gününü gerçekleştirdiği yermiş! Ayşe Kulin’in imza günündeki kuyruk, sinek avlayan Alaçatı’nın sosyetik mekanlarına örnek oluşturuyor!
Knut Hamson, “Açlık” romanında, açlığa tahammül etmek için parmaklarını kemiren ama yazan, yazmadan varolamayan, Andreas’ın öyküsünü anlatır. Andreas, açlıktan parmaklarını kemirir ama yazar! Yaşamak için yazmaya ihtiyacı vardır. Bir ekmek kapısı olmanın dışında yazmak bir varoluş biçimidir çünkü!
Ülkemizin siyaset politikaları son yıllarda tokluk propagandası üzerine kurulmuş olabilir. Aç kişiyi bir kez doyurarak, onun çocukları,torunları, komşularını da doyurmuyorsunuz ki, onun geleceğini teminat altına almıyorsunuz ki. Dünyada açlığın bitmesi tabi ki en büyük isteğimizdir, ancak bunu kumanyalar değil, kitleleri gelir dağılımı konusunda bilinçlendiren kitaplar yapabilir.
Gişelerimizin önünde oluşan kuyrukların, geleceğimiz için lokanta önünde oluşan kuyruklarımızdan daha önemli olduğuna gerçekten inandığımızda, egemenlerin üzerimizde kurmayı hedefledikleri baskı, korku ve kaos imparatorluğunda kaybolmadan yolumuzu bulmamız çok daha kolay olacaktır. .

19 Eylül 2010 Pazar

BEN ETTİM SEN ETME MALKOVİCH ABİ

BEN ETTİM SEN ETME JOHN MALKOVİCH ABİ!


NEDİM SABAN
nedimsaban@superonline.com
“Lütfü Kırdar’da John Malkovich işkencesini izledikten sonra, Malkovich’i sınırdışı edin desem mümkün değil, adam çoktan toplamış bavulunu, “ Being John Malkovich” e sığınarak hergün başka bir şehirde zaten ! Ben, bu oyuncuya T.C vizesi vermeyin artık diyorum! Bir daha böyle kötü oyunlarla Türkiye sınırlarından girmesin, giremesin!Yollayın onu kariyerine başladığı Steppenwolf Tiyatrosu’na, orada tekrar modern tiyatro hakkında yeterlilik eğitimi alsın, havaalanında audition yaptırtıp, sonra vize verirsiniz! Zaten gözünüzde büyüttüğünüz bu Malkovich’in dünya tiyatrosunda son yıllarda doğru dürüst oynadığı bir tek saygın tiyatro prodüksiyonu yok. Sözgelimi Shakespeare prodüksiyonlarında yer alan Al Pacino, Philippe Seymour Hofman gibi değil yani, almış eline bavulunu, Malkovich adına sığınarak, kent kent dolaşıyor. İstanbul Tiyatro Festivali’nde oynadığı bu oyun ise, Viyana Festivali’nin resmi programında yer almadı.Bu oyunun gizli görüntüleri önceden internete düşse, sorumlu teatral merciler mutlaka istifa ederdi ! Ama kentimizin tiyatro zevkini belirleyen Prof. Dikmen Gürün, koltuğuna sıkı sıkı yapışmış. ………….. Tiyatroseverlerin sabrını taşıran pek çok felakete rağmen, Dikmen Hoca gitmiyor, gidemiyor. Festivalin danışma kurulundaki saygın tiyatro adamları bu rezaletler Türk halkına reva görülmeden önce, şöyle bir izlemiyorlar mı Allah aşkına?”
Nedim Saban, televizyongazetesi.com, 16 Mayıs 2010
……

Bu yazıdan sonra ne mi oldu?
Mesela, Dikmen Gürün benimle selamı kesti.
O günden beri o kadar üzgünüm ki, mezarlıklara her ziyaretimde rahmetlilere ağlarken bir de yazılarımdan dolayı selamı kesenler için ağlıyorum. Gitmişken, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın umud vaad eden çiçeği burnunda genel sanat yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’dan da selam alabilmek için dua ediyorum.
…..
Malkovich fiyaskosunun da içinde bulunduğu tarihin en kötü festivallerinden birine imza atan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, ne yazık ki CHP misali! Başkan değişse de, kurumdaki atalet devam ediyor.
Nejat Eczacıbaşı’yı özlüyor ve ne yazık ki İKSV’yi Ramazan şenliği ile POP konseri düzenleyen, Ahmet San ile Erol Köse arası bir vizyona sıkıştıranlara üzüntüyle bakıyorum.
…..

Eleştirmenlerin eleştiriye tahammül edemediği bir ülkede, tiyatro yazıları yazan bir tiyatro sanatçısı olmak çok zor. Adama cız yaparlar ! “Eleştirmeninin düşmanı benim de düşmanımdır” felsefesi hakimken, oyun çıkartıp, er meydanında savaşmak, hem de özel tiyatro yapmak kolay mı?
….





Türkiye’de bunlar olurken, geçtiğimiz hafta Hırvatistan’dan bilgisayardaki posta kutuma düşen bir ileti dünyamı değiştirdi. Branimir Pofuk adlı eleştirmen, John Malkovich’in “The Music Critic” oyununda, yukarıda kısmen paylaştığım eleştiriyi büyük bir heyecanla sahneye taşıdığını yazmıştı bana.
Branimir Pofuk adlı birinden gelen mail, Önce, “Hırvatistan Bankasından 999,000 dolar kazandınız, kredi kartı bilgilerinizi beş dakikada girin” türünde bir tezgah gibi geldi bana. Ancak ısrarlı yazışmalar sonunda, Malkovich’in dünya festivallerinde sergileyeceği yeni oyununda benim ağır eleştiri metnimi seçtiğini öğrendim.
Oyun, Beethoven, Chopin, Prokofiev, Debussy, Ravel, Schumann gibi müzik adamlarının tarihte eleştirmenlerle ve eleştiri mekanizmasıyla olan maceralarını anlatıyor. Tchaikovsky güncesinde Brahms’ın ne kadar yeteneksiz olduğunu ve her çalışma sonunda kendisini çıldırttığını yazmış, Friedrich Nietzsche bir eleştiri yazısında Brahms’ı notaları hoyratça savuran bir yaratık olarak değerlendirmişti.
Fazıl Say gibi bir virtüöze, bırakın politik yorum, müzik ile ilgili bir kelam ettirmediğimiz demokrasi beşiğimizde, John Malkovich, bir Türk yazarın kendi hakkındaki eleştirisini sahnelemek cüretini gösteriyordu.
Oyunda, “bakın tarihte Brahms’a böyle yapmışlar, Ravel’i şöyle yaralamışlar, Malkovich’i de Türkiye’den yeteneksizliği dolayısıyla sınırdışı edeceklerdi” türünde alaycı ya da nobran bir ton var mıydı diye sordum sanal alemdeki dostuma.
Malkovich ile oyun öncesindeki söyleşisi sanırım çıkış noktası hakkında yeterli bilgiyi veriyor:
“ Eleştirmenleri okumam. Ancak Nedim Saban’ın yazısını önüme getirdiklerinde sadece saygı duydum ve iyi ki böyle biri varmış dedim. Bu yazının bir tiyatro sevdalısının kaleminden çıktığı besbelli çünkü!

Eee şimdi John Malkovich’den övgü almış biri olarak, büyüksün be John Malkovich demez miyim? Türkiye’de John Malkovich sokağı açılması için kampanya başlatmaz mıyım? O eski yazdığım eleştiriyi yalayıp, yutup, “ben ettim sen etme abi, Hollywood’da yanında yer yok mu, ne iş olsa yaparım, çanta bile taşırım” demez miyim? Sayın Başbakanımızdan, 12 dev adama geçtiği kıyak gibi bir kıyağı, memleketimize bu kadar büyük ustalar kazandıran organizasyon firmaları için de reca etmez miyim? Malkovich’i tekrar İstanbul’a davet edip, en yakın zamanda Üçüncü Köprü açılışında yürüyüşe davet etmez miyim?







“Lütfü Kırdar’da John Malkovich işkencesini izledikten sonra, Malkovich’i sınırdışı edin desem mümkün değil, adam çoktan toplamış bavulunu, “ Being John Malkovich” e sığınarak hergün başka bir şehirde zaten ! Ben, bu oyuncuya T.C vizesi vermeyin artık diyorum! Bir daha böyle kötü oyunlarla Türkiye sınırlarından girmesin, giremesin!Yollayın onu kariyerine başladığı Steppenwolf Tiyatrosu’na, orada tekrar modern tiyatro hakkında yeterlilik eğitimi alsın, havaalanında audition yaptırtıp, sonra vize verirsiniz! Zaten gözünüzde büyüttüğünüz bu Malkovich’in dünya tiyatrosunda son yıllarda doğru dürüst oynadığı bir tek saygın tiyatro prodüksiyonu yok. Sözgelimi Shakespeare prodüksiyonlarında yer alan Al Pacino, Philippe Seymour Hofman gibi değil yani, almış eline bavulunu, Malkovich adına sığınarak, kent kent dolaşıyor. İstanbul Tiyatro Festivali’nde oynadığı bu oyun ise, Viyana Festivali’nin resmi programında yer almadı.Bu oyunun gizli görüntüleri önceden internete düşse, sorumlu teatral merciler mutlaka istifa ederdi ! Ama kentimizin tiyatro zevkini belirleyen Prof. Dikmen Gürün, koltuğuna sıkı sıkı yapışmış. ………….. Tiyatroseverlerin sabrını taşıran pek çok felakete rağmen, Dikmen Hoca gitmiyor, gidemiyor. Festivalin danışma kurulundaki saygın tiyatro adamları bu rezaletler Türk halkına reva görülmeden önce, şöyle bir izlemiyorlar mı Allah aşkına?”
Nedim Saban, televizyongazetesi.com, 16 Mayıs 2010
……

Bu yazıdan sonra ne mi oldu?
Mesela, Dikmen Gürün benimle selamı kesti.
O günden beri o kadar üzgünüm ki, mezarlıklara her ziyaretimde rahmetlilere ağlarken bir de yazılarımdan dolayı selamı kesenler için ağlıyorum. Gitmişken, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın umud vaad eden çiçeği burnunda genel sanat yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’dan da selam alabilmek için dua ediyorum.
…..
Malkovich fiyaskosunun da içinde bulunduğu tarihin en kötü festivallerinden birine imza atan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, ne yazık ki CHP misali! Başkan değişse de, kurumdaki atalet devam ediyor.
Nejat Eczacıbaşı’yı özlüyor ve ne yazık ki İKSV’yi Ramazan şenliği ile POP konseri düzenleyen, Ahmet San ile Erol Köse arası bir vizyona sıkıştıranlara üzüntüyle bakıyorum.
…..

Eleştirmenlerin eleştiriye tahammül edemediği bir ülkede, tiyatro yazıları yazan bir tiyatro sanatçısı olmak çok zor. Adama cız yaparlar ! “Eleştirmeninin düşmanı benim de düşmanımdır” felsefesi hakimken, oyun çıkartıp, er meydanında savaşmak, hem de özel tiyatro yapmak kolay mı?
….

Türkiye’de bunlar olurken, geçtiğimiz hafta Hırvatistan’dan bilgisayardaki posta kutuma düşen bir ileti dünyamı değiştirdi. Branimir Pofuk adlı eleştirmen, John Malkovich’in “The Music Critic” oyununda, yukarıda kısmen paylaştığım eleştiriyi büyük bir heyecanla sahneye taşıdığını yazmıştı bana.
Branimir Pofuk adlı birinden gelen mail, Önce, “Hırvatistan Bankasından 999,000 dolar kazandınız, kredi kartı bilgilerinizi beş dakikada girin” türünde bir tezgah gibi geldi bana. Ancak ısrarlı yazışmalar sonunda, Malkovich’in dünya festivallerinde sergileyeceği yeni oyununda benim ağır eleştiri metnimi seçtiğini öğrendim.
Oyun, Beethoven, Chopin, Prokofiev, Debussy, Ravel, Schumann gibi müzik adamlarının tarihte eleştirmenlerle ve eleştiri mekanizmasıyla olan maceralarını anlatıyor. Tchaikovsky güncesinde Brahms’ın ne kadar yeteneksiz olduğunu ve her çalışma sonunda kendisini çıldırttığını yazmış, Friedrich Nietzsche bir eleştiri yazısında Brahms’ı notaları hoyratça savuran bir yaratık olarak değerlendirmişti.
Fazıl Say gibi bir virtüöze, bırakın politik yorum, müzik ile ilgili bir kelam ettirmediğimiz demokrasi beşiğimizde, John Malkovich, bir Türk yazarın kendi hakkındaki eleştirisini sahnelemek cüretini gösteriyordu.
Oyunda, “bakın tarihte Brahms’a böyle yapmışlar, Ravel’i şöyle yaralamışlar, Malkovich’i de Türkiye’den yeteneksizliği dolayısıyla sınırdışı edeceklerdi” türünde alaycı ya da nobran bir ton var mıydı diye sordum sanal alemdeki dostuma.
Malkovich ile oyun öncesindeki söyleşisi sanırım çıkış noktası hakkında yeterli bilgiyi veriyor:
“ Eleştirmenleri okumam. Ancak Nedim Saban’ın yazısını önüme getirdiklerinde sadece saygı duydum ve iyi ki böyle biri varmış dedim. Bu yazının bir tiyatro sevdalısının kaleminden çıktığı besbelli çünkü!

Eee şimdi John Malkovich’den övgü almış biri olarak, büyüksün be John Malkovich demez miyim? Türkiye’de John Malkovich sokağı açılması için kampanya başlatmaz mıyım? O eski yazdığım eleştiriyi yalayıp, yutup, “ben ettim sen etme abi, Hollywood’da yanında yer yok mu, ne iş olsa yaparım, çanta bile taşırım” demez miyim? Sayın Başbakanımızdan, 12 dev adama geçtiği kıyak gibi bir kıyağı, memleketimize bu kadar büyük ustalar kazandıran organizasyon firmaları için de reca etmez miyim? Malkovich’i tekrar İstanbul’a davet edip, en yakın zamanda Üçüncü Köprü açılışında yürüyüşe davet etmez miyim?

5 Eylül 2010 Pazar

OYNAMA ŞIKIDIMCILARA YETMEZ AMA HAYIR

28 Şubat tarihinde bu köşede Başbakan Erdoğan’ın, Kürt açılımı ile ilgili sabah kahvaltısı ile ilgili düşüncelerimi kaleme aldığımda, o gün elini taşın altına koyması için çağrı yaptığı sanatçıları, bir meslektaş sorumluluğuyla “ dikkat edin de taşın altında ezilmeyin” diye uyarma gereği hisetmiştim.

Başbakan, sabah kahvaltısında Necip Fazıl’ın “arı bal yapar ama balı izah edemez” sözünü sanatçılar için balı siz izah edeceksiniz diyerek müthiş bir metafora dönüştürmüş, o dönemlerde Nihat Doğan, Safiye Soyman, İbrahim Tatlıses’in başını çektiği bir grup tarafından çılgınca alkışlanmıştı.

“Aman şarkıcı kardeşler, fazla bal yemeyin, zehirlenirsiniz….
AKP’nin demokrasi hanesi sıfır! Bugüne kadar bal yedirdiklerinin, bazıları mum sıçtı” demeye kalmadı ki, bu hafta Çevre Bakanı, Tarkan’ı fena azarladı: Sanatçılar işine baksın kardeşim! Ne işiniz var barajla? Siz ilgilenin garajla!

Gerek kürt açılımı, gerek evet/hayır meselesi konusunda ulusalcılar kadar katı değilim. İkinci cumhuriyetçilerin büyük bölümünün ne kadar düzen yalakası olduğunu bilsem, düzenden nasıl beslendiklerini somut olarak görsem de, yapı gereği demokratım. Gençlerimiz kollarımızda ölürken, taş atan çocuklarımız hapislerde çürürken, solcu gençlerimizin tırnaklarını çekenlere yargı yolu açılmışken, demokrat ruhum saygılı, sevgili olmayı öğretmiş bir kez bana.

Hastaneye ölüm döşeğinde bir hasta getirildiğinde onun sözgelimi Kürt, Alevi, kadın ya da transseksüel kimliğinden dolayı tedavisini red eden doktora nasıl kızarsam, o insanın iyileştirilmesinin önünün açılmasını nasıl istersem, demokratikleşmenin önünü açanlara da saygı duyarım. İster AKP’li olsun, ister benim tuttuğum ya da tutmadığım bir partili olsunlar, yeter ki insanlığa faydalı olsunlar der geçerim.

Ancak, bugüne kadar iş adamlarına, “bitaraf olursanız bertaraf olursunuz”, sanatçılara “elinizi taşın altına” koyun diyen AKP, işine geleni duymadığı zaman hemen tanklı, tüfekli saldırıya geçiyor.

Anayasanın sivilleşmesi adına “Yetmez ama evet” diyenler var!

Demokrasi adına evet diyebilmeyi çok istemiştim ama,

Ben YETMEZ AMA HAYIR diyeceğim.

Bu arada, referandumu protesto etmeyi seçenleri de sandığa hiç gitmemek yerine, sandığa gidip niye protesto ettiklerini anlatan birkaç cümlelik bir kompozisyon ya da resim yarışmasına davet edeceğim! Böyle bir tarihi fırsat kaçmaz! 12 Eylülün utancını, darbecileri utandırarak çıkartabilirsiniz. Sandığa darbecilerin karikatürlerini, kuru kafa resimlerini bırakıp , bilgisayar programlarının yarattığı harikalar sayesinde nefis resimler kurgulayabilirsiniz.

Yeni darbelerin olmaması için, eski darbecileri sadece sandıkta değil, vicdanda da yargılamaktır mesele. Bu hesaplaşma, hayır ya da evet demek istemeyenler için farklı bir protesto biçimi olabilir.

Referanduma yüksek katılım sağlanırsa, bu topraklarda can güvenliği nedeniyle sandığa gidemeyenler olduğu yargısı da silinmiş olacaktır.

CHP’liler, Tarkan Evetçi olsa, Çevre Bakanı onu bu denli azarlar mıydı diye sormuşlar. Tarkan Evet’çi olsa böyle bir çıkış yapar mıydı acaba şu dönemde? Bilemem

Tarkan’ın çıkışını da bu kış yaşadığı talihsiz olayın ardından, kendi çapında bir destekçi grubu oluşturmak için yapılmış bir çıkış olarak değerlendirenler olacaktır kuşkusuz.
Hüsnü Şenlendirici de benzer meselelerle yargılanınca, çareyi susmakta ya da hükümeti sevindiren yandaş açıklamalar yapmakta buldu, oysa zaten yaz boyunca konserlerinde kapıları kıran Tarkan duyarlı çıkışıyla hayranlarının kalbini bir kez daha fethetti. Kuraklık, sel, deprem, açlık tehlikesinin kol gezdiği dünyada toplumsal bilinç yaratmak için starlardan destek almak bu kadar önemliyken, gençlerimizin taptığı bu sanatçının örnek davranışını alkışlayacağımız yerde, onu azarlamak hangi akla sığar?

Son olarak Berlin’de Anadolu’dan araklanmış tarihi eserler müzesini gezerken içim acıdı. Topraklarımızdaki zenginliklere sahip çıkan sanatçıya “işine bak diyen bakana, birileri sanatçıların işlerinin doğa varlıklarını korumak, tarihlerine sahip çıkmak, kentlerinin, kültürlerinin talan edilmesini önlemek olduğunu anlatmalı. Aksi halde, şarkı besteleyecek, şiir yazacak, oyun kahramanı yaratacak ortam da kalmaz! Çevre bakanı sanatçıların alışveriş merkezleri ya da plazalarda, tekdüze toplu konutlarda, sevimsiz kentlerde daha rahat iş çıkartacaklarını sanıyor galiba!

Şimdi dönelim Tayyip Erdoğan ile kahvaltı eden sanatçılara!

Başbakanınız elinizi taşın altına koymanızı istemişti sizden. Hadi sıkıysa koyun.

Ya da Necip Fazıl’ın dediği gibi, “arı bal yapar ama izah edemez” denmişti kahvaltıda.

Hadi sıkıysa, balı izah edin de görelim bakalım.

Tarkan kadar cesaretiniz varsa, insan hakları, demokratikleşme, Kürt açılımı, Ergenekon, ifade özgürlüğü, Hrant Dink cinayeti, Allianoia kenti, Bergama’da siyanürlü altın meselesi, Karadeniz’deki nükleer santraller, Atatürk Kültür Merkezi’nden vazgeçtim, çiçeğin böceğin faydalarından sözedin lan!

Yanlış anlamışsınız: Tarkan oynama şıkıdım şıkıdım şarkısını sizin için söylememişti!

25 Ağustos 2010 Çarşamba

TURNE ANILARI

ÖZEL TİYATROLARIN ÖZEL TURNELERİ


Bir tiyatro sanatçısının turne anıları, askerlik anıları gibidir.
Başlattığın zaman susturmak zor olur. Bir de, bu anılara daha çok yaşayanlar güler.
Umarım, okur olarak da aynı keyfi alırsınız.
Biz tiyatrocular, büyük bir aile gibi yaşarız ama oyun bitince aile dağılır. Aileyi ara sıra toplamaya çalışsak da, araya zaman girdiğinden midir nedir, aynı coşkuyu yaşamakta zorlanılır.
“Seni hayırsız” diye başlayan cümleler, “o günler ne güzeldi” diye sona erer! Kulisi güzel oyunlar vardır bir de. Onlar çok tutmasa da, uğurlu gelmiştir tiyatrolara. Bir de aman aman diyerek adını bile anmak istemediğimiz projeler vardır. Oyuncu yerine beyaz eşya olması gereken mikserler öyle bir karıştırmıştır ki kulisi, oyunlara gelen binlerce seyirciyi bile gözümüzde sıfırlamışlardır
Eskiden Lale Oraloğlu’lar, Altan Karındaş’lar, Dormen’ler 45 gün çıkarmış turnelere. Adapazarı’ndan başlar, belki Antakya, Hakkari’de bitermiş serüvenler. Hatta 45/50 günde matine/suare 80 oyun oynandığı günlerden söz ediliyor. Tiyatrokare’nin kuruluşunda ardışık olarak 15 günde 25 oyun matine/suare full salonlarda turne yaptığımız altın günlere yetiştik. Hatta “Şen Makas” adlı oyunumuzda, bir oyuncumuzun deyimiyle, iki kez Boğaziçi Köprüsü’nden geçip, iki hafta eve uğrayayamadığımız keyifli günler de yaşadık. Bir bakış açısıyla ard arda, tiyatrodan bozma salonlarda teknik güçlüklerle oynanan oyunlar, Anadolu’daki tiyatro geleneğini perçinlemek yerine, seyirciyi tiyatrodan soğutmuş olabilir. Bense, Anadolu’nun en ücra köşesinde bile onbinlerce kişilik buluşmalarda tiyatronun düzeyi düşmedikçe, gerçek işlevinin yerine geldiğini düşünüyorum.
Bu yazıyı da sizi eski tiyatrocu ağabeyilerimiz, ablalarımızın anısına İstanbul’dan başlayarak, Güneydoğu Anadolu’da bitirmeyi planlıyordum ama yazıyı yazarken yüreğim şehit haberleriyle öyle kan ağlıyor ki , ilk güzergah olarak Diyarbakır’ı seçtim.

1 Mayıs’ta Diyarbakır’da Salaklar Sofrası oynuyoruz: Herkes tedirgin ekipte. Bense, bu kadar yoğun güvenlik tedbiri altında, hiçbir sorun yaşanmayacağını ısrarla söylüyorum. Birden booom! Dışarıda patlayan araba egzosu iç dünyamıza bomba olarak yansımış. Bu koşullarda, üzerini aratarak tiyatroya gelmeyi kabullenen ve halen gülebilen yüzlerce seyirciye bravo.

Tiyatrokare olarak kurulduğumuz 1992’den bu yana Güneydoğu turnelerini önemsiyoruz. Güzergahımız bizi bu kez Gaziantep’e götürüyor: Oyunda oynadığımız Füsun Önal gazetede 75 adet sahipsiz James Bond çantanın bölgeye bomba olarak bırakıldığını okumuş. Otele yerleşir yerleşmez odasında bir adet şemsiye ile James Bond çanta bulmaz mı? Bu kez çığlık atmakta son derece haklı! Meğer kendisine yanlış oda göstermişler. (Ancak James Bond çanta masum)

Solcu olduğunu iddia eden bir arkadaşımız Güneydoğu turnesine çıkmayacağını söylüyor, politik baskılarımızı göğüsleyemeyince, bölgede varolan coskulu seyirciyi anlatmamız karşısında utanıyor, daha sonra işadamı eşi vasıtasıyla bölgenin en pahalı otellerini ayarlıyor. On günlük turnede aldığımız her şeyi otellere yatırıyoruz.

Düşünüyorum da, bugün bu yazıyı kaleme alırken, televizyonda içimi acıtan haberlerin sorumlusu Doğu’ya gitmekten kaçan öğretmen, doktorun yanı sıra biz sanatçılar değil miyiz? Gitsek de, kanayan yarayı göremeyen, çözüm üretemeyen bizler değil miyiz biraz da çözümsüzlüğün nedeni?


Doğudan çıktık, nefis şamfıstıklar, baklavalar çantamızda . Ben o zaman bugünkünden 51 kg. fazlayım. Hergün 1 kg. fıstık yiye yiye, her gün bir ilde oynaya oynaya Malatya’dan Ankara’ya kadar gelmişiz. “Üç Kadın Bir Çapkın” adlı oyunuyla. Malatya kayısısını paylaşırım paylaşmasına ama şamfıstık konusunda cimriyimdir. Şamfıstıklarımdan isteyen Füsun Önal’a, daha önce defalarca provasını ettiğim ve kabuğu açılmayan fıstıkları vermişim. Halbuki bugün olsa, “hemen al şunları önümden” derdim. O gün, Antep’ten Ankara’ya kadar denene denene yıpranmış, kabukları açılmamış fıstıkları , ancak o zaman ikram etmeye razı gelmişim.

Rahmetli Pekcan Koşar ile Mersin’de çok güzel bir sahnede oynuyoruz. Ama fazla güzel! Sahneyi cilalamışlar şık olsun diye. Giren önce bir güzel düşüyor, sonra sağ kalmayı başarırsa oynuyor..

İstemihan Talay, henüz Tarsus’a, kültür merkezi yapmamış. Tarsus’ta da çok güzel bir seyirci potansiyeli var, oyunlar nikah salonunda oynanıyor. Organizatörümüz matinenin 19’da, suarenin 21.30’da olduğunda ısrarcı.. Nikah salonu önünde saat 17 sularında beklerken, nikah davetlileri olduğunu sandığımız kişiler bize tuhaf bakışlar fırlatıyor. O anda tesadüfen afişten matinenin 17’de olduğunu öğreniyor, ilk bulduğumuz tuvalet dibinde organizatörün şaşkın bakışları arkasında alelacele soyunmaya başlıyoruz. Organizatöre kalsa, halen kadınlarla erkeklerin ayrı odalarda, bir perde arkasında soyunması gerektiğini düşünüyor. Bizim derdimizse tesadüfen 17’de olduğunu öğrendiğimiz oyuna yetişmek…

Nikah salonu demişken… Düzcede de nikah salonu açmışlar bize! Kent Oyuncuları dahil herkes orada oynarmış. Ama bu kez başoyuncu Nedim Saban’a “Damat Odası” açılmış. “İki Oda Bir Sinan” adlı oyunu oynuyoruz Düzce’de. Pizza kullanılıyor oyunda. Pizzacı Paşhan Yılmazel Domino’s Pizza’da çalışıyor rol icabı. Aksilik bu ya, sahne teknisyenleri Paşhan’ın tişörtünü İstanbul’da kurutemizlemecide unutmuş. Düzce’de Domino’s yok, o gün Paşhan, Cihad Pizza’da çalışır oldu, yeşil üniformayla sahneye çıktığında, ekibin en disiplinli oyuncusu Seden Kızıltunç tuttu kendini sadece, hepimiz yerlerdeydik.

Düzce’deki oyuna toplu bilet alan grup, herhalde kendi paralarını kendi bastırmış! Anladığım kadarıyla kalpazanlara grup satışı yapmışız. Düzce’den Bilecik’e geçtik, ekip arkadaşlarıma harcırahlarını vermiştim, lokantadan birer ikişer arıyorlar, sahte paralarla lokantada mahsur kalmışlar, iyi ki Bilecik küçük yer, patron olarak hemen yetişiverdim imdatlarına, ve tabi iyi ki, kredi kartımda limit varmış!

Bu tiyatroculuk aşkı nasıl bir şeydir ki, “the show must go on”a inanmışızdır bir kere! “Salaklar Sofrası” adlı oyunumuzla Karabük turnesine çıktığımız gün, daha İstanbul Elmadağ’da dekor kamyonumuz yandı ama turneler için yedek dekor yaptırmıştık. Karabük Mobilya Mağazasından edindiğimiz birkaç parça mobilya ile oyunu tamamladık. Kostümlerimiz ise o kadar isliydi ki, birbirinin yanına yaklaşan her oyuncu ötekinde şiddetli baş ağrısına neden oluyordu. Şimdiki aklım olsa, belki de bu durumlarda, “the show must not (!) go on “ derdim. The show go on oldu da ne oldu, Karabük mü kurtuldu? Türk Tiyatrosu mu ihya oldu? Madalya mı aldık? Zengin mi olduk? Anlatacak bir anımız daha oldu, işte o kadar! ( Üstelik oradaki organizatörden kesik de yedik. Kesik biz tiyatro sahiplerinin dilinde parayı eksik almak demektir)


Turne anıları derken, bundan 10/15 sene öncesine kadar, en az 45 gün yelken açılan yaz turnelerini anımsamamak sözkonusu olamaz. Nejat Uygur ustamız hasta yatağında halen İzmir Fuarı’nı sayıklarmış. Yaz turnesi gençler için plaj eğlencesi olabilir. Bir de titizliğiyle tanınan Erol Keskin ile deneyin bakalım! Salı Ziyaretleri’ni Kaş Antik Tiyatro’da oynuyoruz. Münzevi ve aksi ihtiyar Mr. Green’i oynayan Erol Keskin’i yarım saat plaja davet ettim. Aldığım cevabı yorumsuz paylaşıyorum: “Ne yani, Mr. Gren o gün Brooklyn’de plaja mı gitmiş? Hayatımda duyduğum en saçmasapan teklif!”

Geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız en saçmasapan olaylardan biriyse, Uşak’ta, “Samsun Sanat Tiyatrosu” ile pişti olmamızdı. Tiyatronun genel sanat yönetmeni, bir gece önce, nihayet Tiyatrokare’nin bir oyununu izleyeceği için sevinmiş, sonra afişe bakıp, saatlerin çakıştığını görünce oyunu izleyemeyeceğini anlamış, ardından Türk tiyatro tarihinde ilk kez iki tiyatronun aynı salonda hem matine, hem suarede pişti olduğuna tanık olmuş! Yanlış okumadınız. Halk eğitim merkezi yöneticileri, salonu aynı gün aynı saatte, iki tiyatroya kiralamışlar. Türk Tiyatro tarihinde ilk kez 6 saat içinde 4 oyun iç içe oynandı. Birinin dekoru kurulurken, diğerinin oyuncuları don ve sutyenle panik içinde antreye yetişmek için koşuyor, ötekinin seyircisinin bileti kesiliyor, diğerinin yönetmeni sahnelerin gereksiz yerlerinin nasıl kesilebileceği ve seyircilerin daha fazla bekletilmeyeceği oyuncularla oyun sırasında dramaturji toplantısı yapıyordu!

Şimdi ben çocukluğumda Bakırköy İlkokulunun sahnesinde yağmurlu bir günde bütün bir oyun boyunca kafama aşırı yapışkan yağmur suyunu yedikten sonra bunun aslında yalıtımı tamamlanmayan helanın suyu olduğunu anladığım zaman “işte memleketimden tiyatro manzaraları” diyerek bu gerçeği kanıksamış biriyim ama ya sizler bu yazıyı okuyunca bu memlekette özel tiyatro yaparak turneye çıkan özel insanların yaşadıklarına tanık olup kültür politikamıza gülecek misiniz, ağlayacak mısınız, yoksa bizlere saygı mı duyacaksınız? Hele hele halen özel tiyatroların salt tecimsel amaçlarla turneye çıktığını düşünüyorsanız, bu fikrinizi bir daha sorgulayacak mısınız?

Nedim Saban
19.06.2010


Bu yazı TEB Dergisi 2010 Ağustos sayısında yayınlanmıştır.