23 Aralık 2011 Cuma

PALYAÇOLAR ARANIYOR

Toplumumuzda başarıa tahammülümüz yok dersem çok mu abartmış olurum?
Galatasaraylıyım ama Fenerbahçe’ye yapılan şike operasyonunu, kısıtlı futbol bilgime rağmen, off sayta düşmemeye çalışarak izliyorum. Suçlular varsa, tabi ki cezalandırılır ama öyle bir baskı var ki, Fenerbahçe’li futbolcuların artık iyi bir performans sağlamaları gittikçe zorlaşıyor.
Futbolda çok büyük paralar döndüğü için, tabi ki yolsuzlukların üzerine gidin bunu da yapmaya cesaret gösteren ilk hükümet olun, , ama bunu öyle bir hassasiyet içinde yapın ki, takım ruhunu öldürmeyin.
Yurtdışında bir çocuk lisede futbol, tenis, voleybol şampiyonuysa, hangi ülkeden gelirse gelsin saygın üniversitelere yüksek bursla kabul edilir çünkü o üniversitenin sadece spor takımını değil, takım ruhunu geliştireceği iyi bilinir. Kaldı ki, başarılı futbolcu mezun olduğunda, okulunun adını en iyi şekilde temsil edecek, belki bazı röportajlarında dillendirerek, dolaylı da olsa mezun olduğu okuluna prestij kazandıracaktır.
Bizde ise, başarılıysanız cezalandırılırsınız..
Türkiye daha çok onunculardan sonrakilerin (bazen de sonuncuların) sevildiği bir memlekettir!
Her birincinin, ortalarda yer alan “ortalama” başarıdaki kişilerin yerini sarsacağından korkulur çünkü.
Tiyatromuzda da farklı değil bu! Nice dahiler vardır ki, evlerinde oturmaya, üretememeye mahkum edilirler, çünkü özellikle ödenekli tiyatrolarda , o tiyatroyu ele geçirmiş olan klanın karşısında bir tehlike oluştururlar.
Oysa, başarı paylaşıldığı zaman güzeldir.
Birinciler, birinciliklerini paylaşacak olgunluktadırlar çünkü kendilerine güvenleri vardır.
Onlar, birinciliğin bir kerelik bir başarı olmadığını çok iyi bilirler.
Oysa, “ortada sallananlar” mesela politikada Deniz Baykal gibilere sırtlarını yaslayarak, “zorunlu” olarak başarılı seçmek zorunda kaldıklarımız arasına girerler. Hazır sol demişken, Kılıçdaroğlu’nun da Türkiye’de alternatif yaratabilecek öyle dahi kadroların önünü açtığı söylenemez. Sosyal demokrasiyi yanlış anlayarak, sosyalleşme sanır bizim solcularımız! Bu yüzden de devamlı “ “sen kimlerdensin”, “arkanda hangi köyün, aşiretin oyları (şimdilerdeki deyimle hangi tarikatlar var) gibi sorularla, başarılı olabilecek insanların önünü önden keserler.
Bu hafta rating operasyonunu da gördü bu gözler. Türkiye’nin zevklerinin kabaca birkaç deneğe teslim edilmesine oldum olası karşı çıktım, fakat operasyon için seçilen şirketlerin büyük bölümü hep birinciliklere imza atanlar.
Biz birincilikleri hep sorguladığımız için, operasyonun oradan başlaması normal sayılabilir ama bu durumda dördüncülük beşinciliğe razı olarak küpünü dolduranlar, sakin sakin hayatlarına devam ederler.
Televizyon ratingleri, anında reklamla ödüllendirildiği için, bu hafta reklamcılar bile “pastayı yanlış mı kestik” diye paniklediler. Büyük paralar dönen sektörü sorgulayan adalet mekanizması konusunda boynumuz tabi ki kıldan ince, ancak ne yazık ki kılıçlar çok fazla keskince!
Beğenin ya da beğenmeyin “Muhteşem Yüzyıl” en azından bir tabuyu yıkmış ve merak uyandırdığı için izlenmiştir, her daim birinci olan “Fatmagül’ün Suçu”, başarılı senaryosu tarafından, ilk bölümdeki iğrenç tecavüz sahnesine rağmen artık sosyal mesajlar vererek başarıyla toparlanmıştır. Genelde Pazar geceleri birinciliği elde eden “Umutsuz Ev Kadınları”, zoru başararak çok başarılı bir adaptasyon ve çok iyi oyunculuklarla öne fırlamıştır.
Rating skalasıyla oynayan varsa tabi ki cezalandırılmalı! Sadece reklam pastasını çaldıkları için değil, kimi zaman aşırıya kaçarak Türk halkının zevkini köreltkleri için bile ağır ceza almalılar..
Ancak, bu operasyonun gelişmeleri ve yansımaları , yine birincileri tahttan indirmeye dönüştü. Gazetelerde başarılı yapım firmalarının sevilen yapımları “suç işlemiş” gibi boy boy yer aldılar.
Birincilerin başına hep çorap örülen ve sizden “ortalarda bir yerde karışmayan görüşmeyen vatandaş olmanız istenen “, toplumda palyaçoluk yapmaya var mısınız?
Çünkü yakında Tiyatrokare’de sahneleyeceğimiz Emile Ajar’ın Onca Yoksulluk Varken adlı yapıtında belirttiği gibi, palyaçolar ölümsüzdürler.
Sanat, ölümsüzlüğü insan vücudunda olamasa bile hayata taşımak olduğuna göre, birinci olmasına tahammül edilemeyen sanatçıların palyaçolara dönüşmeleri ( aman palyanço demeyin) çok iyi fikir değil mi?
Bir yaşam koçundan, insanın vücudunun sol kısmında çocukluğubarındığını öğrendim. Yani beynimizin sağ kısmıyla komut verdiğimiz sol tarafımızda yaratıcılığı, ve büyüdükçe yitirdiğimiz komikliği, sıcaklığı yaşatıyormuşuz.
Bu durumda, toplumun otuzbirincileri tarafından hakları yenilmiş, bir sanal birinci olmaktansa, gelin gep birlikte palyaço olalım. Nasılsa palyaço olarak düzenin karşısında durmak daha kolaydır, çünkü en basitinden sürekli pantalonu düşen bir adamı kimse ciddiye almaz ve düzeni bozmakla suçlamaz!.
Bu nedenle Tiyatro Boyalı Kuş’un Sınır Tanımayan Palyaçolar'ın İsveç başkanı, Stockholm Sahne Sanatları Akademisi’nde eğitmen olan Pelle Hanæus ‘u, 2/4 Ocak tarihleri arasında İstanbul’da konuk ederek, palyaçoluğa giriş semineri düzenlemesi gerçekten bulunmaz bir fırsat!
Şimdi palyaço olmaya cesaret edecek ciddi kişilere gereksinimimiz var.
Alışveriş merkezlerinde çocukların yüzlerini boyayan palyaçolar değil, düzeni ti’ye alabilecek kadar cesur, gerekirse “ortada duran, ortaklama insanlar tarafından” itilmekten kakılmaktan korkmayan palyaçolara!

17 Aralık 2011 Cumartesi

YERLİ YAZARLAR: HAYDİ MUTFAĞA

eçtiğimiz hafta, yıllar önce yerli oyunlarla ilgili bir konferansta, Türk Tiyatrosu’nun gerçek kurtuluşunun mutfaktan geçtiğini söylediğimde, çok saygın bir yazarımızın bana “bu yaştan sonra bana mutfakta yemek mi pişirteceksin?” dediğini yazmıştım.

Bu konuda sabit fikitliyim, halen gerçek anlamda kurtuluşunun mutfakta yetişen oyun yazarlarımızla sağlanacağına inanıyorum. Bir yanım “iyi oyunun memleketi ve cinsiyeti yoktur” derken, öteki yanım Türk Tiyatrosu’nda yazılacak yeni ve çağdaş metinlerin mutfakta pişmesi gerektiğini söylüyor.

Öncelikle, iyi oyunun niye memleketi yoktur, açıklamalıyım. İyi oyun, nerede, hangi koşullarda, kim tarafından yazılırsa yazılsın evrenselliği yakalar. Öte yandan örneğin bir kadının duygularını anlamak, çözümlemek için “kadın” olmak gibi bir gerekliliğin olduğuna inanmıyorum. Böyle bir gerçek olsaydı, Madam Bovary’nin bir kadın tarafından yazılmış olması gerekirdi. İbsen’in Nora’sı, Denizden Gelen Kadın’ı ve daha nice oyunu kadınların dünyasını çok iyi yakalar, ama İbsen oldukça tutucudur, hatta özel hayatında ne yazık ki kadını küçümseyen bir tavır içindedir.

A.B.D’de 80’li yıllarda kadınlar ve azınlıklara ait yazarlar için çok uzun süre pozitif ayrımcılık uygulandı, bazı yazım bursları almak için mutlaka siyah ya da kadın olmanız gerekiyordu mesela. Ancak, perspektif daraldığı, ortaya daha iyi eserler çıkmadığı için, zamanla “kadın meselesi” yerine “bir kadının meselesini” anlatan oyunların ortaya çıkmasından rahatsız olunur hale gelindi. Bu lafı tersyüz ederek, Türkiye’de kadın yazarlarımızı , azınlıklara ait sorunları dile getiren aydınlarımızı dışlamak için bir bahane bulunmamalı tabi (!)

Bu yılın Haldun Taner’in 25. ölüm yıldönümü olması nedeniyle, yaz boyunca bir Haldun Taner kabaresi derlemek için uğraştığımda, Bilge Şen ve Demet Taner’den, Haldun Hoca’nın da ne kadar sık mutfağa girdiğini öğrendim. Sık sık tiyatroya uğrar, Zeki Alaysa/ Metin Akpınar ve diğer oyuncularla oyun üzerinde güncellemeler yapar, provalara girerek bazı sahneleri değiştirir, ertesi gün yeni sahneler yazarmış. Çünkü, o tiyatro sanatının masabaşına indirgenemeyeceğini çok iyi kavramış olan bir dahiymiş.

Yönetmenler arasında “en iyi yazar ölü yazardır” gibi bir espri dolaşmasının nedeni de yazarı

mutfağa sokamama derdi olmalı! Yazar, 15 yıl önce Ayvalık’taki yazlığında yazdığı tirada tapıyor olabilir, ancak yönetmenin yorumunda bu tirada yer olmadığını gördüğünde küskünlük yapar, oyuncuların diline bir türlü yaraşmayan cümleleri değiştirmemekte direnir.

Oysa mutfaktan çıkan yazar, tiyatro sanatının başka bir gerçeklik taşıdığını bilir, mutfakta tercihen oyuncular ve yönetmenlerle workshop sürecinde biçimlendirilen oyunlarda zaten oyununu daha önceden duyma, küçük de olsa bir seyirci kitlesinin önünde deneme şansına ulaştığı için, tiyatroda her prodüksiyonun, hatta her temsilin farklı bir oyun niteliği taşıdığının ayrımındadır.

Okuma provalarını yazar ile beraber gerçekleştirmek yeterli değil. Yeni yazılan oyunların kendini yeni yazarlara adayan dramaturglar, yönetmenler ve oyuncularla önce okuma tiyatrosu, sonra bir laboratuvar görevi gören minik prodüksiyonlarla şekillenmesi, yazarın mutfakta çalışma sürecine girer.

Batıda sırf yeni yazarların yeni oyunlarına şans vermek için kurulan tiyatrolar vardır, bölgesel tiyatrolar da yeni oyunlara büyük şans tanırlar. Bizde Muhsin Ertuğrul’un düşlediği gibi bir bölgesel tiyatro devrimi yapılamamış olduğu ve bölgesel tiyatrolarda itilmiş kakılmış politikaları uygulandığı için, ne yazık ki yeni oyunların filizlenmesi değil, eskimiş oyunların tekrar tekrar pişirilerek seyirciye gına getirilmesi sözkonusudur.

Kültür Bakanlığı, yerli oyun oynayan özel tiyatrolara birkaç bin lira fazla vererek, yerli oyunları yüzeysel olarak destekliyor. Oysa, özel tiyatroların verdikleri yaşam savaşı içinde yerli ya da yabancı oyun oynamak gibi bir dertlerinden öte, “iyi oyun oynama” mecburiyetleri var.

Devlet, ödenekli tiyatrolara yerli ve yabancı oyun kotası koyuyor. Bu durumda da, ödenekli tiyatroların yöneticilerine parmak hesabı yaptırtarak, “iyi oyun oynamak yerine”, ille de bizden olsun diye bazen çok kötü oyunlara imza attırıyor..

Oysa devlet, yerli oyunların önünü açmak istiyorsa, tiyatrolara oyun geliştirme fonları ayırabilir, yeni bir eserin, yazarın kazanılması için olanaklar tanıyabilir. Yarışma açmak hiç yeterli değil, çünkü masabaşında yazılmış nice” birinci “eser vardır ki, sahnede hayat bulamış, ya da seyirci önünde tökezlemiştir.

Sağlam kalemleri, yeni sesleri tiyatroda barındırmak çok önemli. Sadece tiyatro oyunu yazmak değil, tiyatrocularla beraber çalışmayı öğretmek ve oyunun gişedeki başarısı dahil olmak üzere her türlü aşamasına dahil etmek gerek yazara.

Tiyatrokare’yi kurduğum yıl böyle bir laboratuar kurmuş, altı haftada altı yeni oyunun sıfırdan yazılarak, workshop olarak sahnelenmesini sağlamıştım. Hayatımın en güzel altı haftası, bu işin önemi konusunda ikna edemediğim sponsorun aradan çekilmesiyle sonlandı.

Halen bir tiyatro eserinin ortaya çıkmasının uzun ve çok aşamalı bir süreç gerektirdiğini kavrayan kurumların olduğuna inanmak, devletin oyun yazım sürecine destek vermek istediği halde, doğru yolu bulamadığına inanmak istiyorum. Aksi halde, gerçek anlamda bir Türk Tiyatrosu’ndan söz etmek mümkün olmayacak çünkü.

KLONLANAN KOYUN VE TİYATROMUZ

KLONLANAN KOYUNUMUZ VE TİYATROMUZ



Facebook sayfanızda geçen haftaki doğumgünleri etkinlikleri arasında gördünüz mü bilmiyorum ama Türkiye’nin ilk klonlanan koyunu Oyalı , dört yaşına bastı.
Oyalı, dünyadaki klonlanmış hayvanlar arasında en uzun süre yaşayanlar arasında yer alıyor..
Bu Türk bilim adamlarımızın başarısının delili olduğu gibi, klonlanmış hayatlar yaşadığımızla ilgili kötü bir havadis de olabilir.
Malum, hayvanlar yaşadıkları ortamlara uyum gösterirler.
Sanatçılar, insanların klonlanmış hayatlar yaşamaması için topluma ışık tutarlar, ayrıksıdırlar.
Ancak ne yazık ki, son dönemlerde sanat dünyasındaki bu ayrıksılık sadece özel hayatlara, magazin sayfalarına yansıyor. Toplumu değiştirmesi, en azından geliştirmesi beklenen cesur sanat insanlarımızın sayısı yok denecek kadar az!
Ben, bunun en önemli nedenleri arasında “otosansürü” de görüyorum. Düzenin insan üzerinde öyle bir baskısı var ki, ilerici düşünceler daha sanatçının kafasındayken siliniyor.
Politik söylemlere otomatik olarak “delete” tuşuna basan bir tarikat var sanki.
Tabi, sözkonusu baskılar, ruhlarda her anlamda yaratıcılığı da söküp attığı için, televizyon dizilerimiz bile birbirine benziyor. Seyircimiz monotonluktan, aynı saatlerde ayrı kanallarda aynı şeyleri izlemekten son derece şikayetçi!
Bir yenilik lazım ama ne?
İçi boş, politikadan arındırılmış yenilikçilik sadece biçimsel kalır, yüzeysel olur, düzene farklı yoldan hizmet etmenin bir yoludur. Ancak, bu ayrı bir tartışma konusu.
On yıl önceye kadar Türkiye’de, batıdaki off broadway ya da fringe anlamındaki alternatif tiyatro yok denecek kadar azdı. Bunun nedeni kuşkusuz alternatif tiyatronun barınak bulamamasıydı. 250/300 kişlik salonlarda, ağır kiralarla kapitalizmin rekabetçil sistemiyle baş etmesi zordu alternatif girişimlerin.
Tiyatrokare’den biliyorum, Frank Wedekind’in gençlik oyunu “Bahara Uyanış”ı , Nesrin Kazankaya’nın harika çevirisiyle haftaiçi matinelerde sergilediğimizde bile, “ gençlik tiyatrosu” seyircimizin yaş ortalaması 60’ın üzerindeydi! Çünkü oyunun oynandığı mekan yanlıştı. Steve Martin’in Picasso ile Einstein’ı sanal alemde bir araya getirdiği “Şerefe Yirminci Yüzyıl”ın prodüksiyonuna çok özendiğimiz halde, “Şerefe Yirminci Yüzyıl” ile öyle bir battık ki, bir özel tiyatro olarak bir türlü yirmibirinci yüzyıla giremedik.
Ancak, DOT çok büyük bir yeniliğe imza atarak, alternatif mekanlarda alternatif oyunları başlattı, akım olarak in yer face’i seçtiler, bu durumda bazı projeleri Royal Court Theatre’dan direkt olarak ithal edilmiş olduğu için, bana fazla “yabancı” kaldı, ama sanırım o oyunları da benden daha beyaz olan Türkler sevdi.
DOT’un açtığı yolu takip ederek, Türk Tiyatrosu’nu klonlanmaktan kurtaran nice grup var.
Bu grupların yarattığı mekanlar, yeni grupların oluşumuna da yol açtı. İçerik değilse de, en azından tiyatromuzun formunu değiştirdi
Ben gerçek değişimin, yeni oyun yazarlarının yetişmesiyle başlayacağına inanıyorum.
Yıllar önce, “Tiyatromuzda Yerli Yazar Sıkıntısı” konusundaki bir konferansta, yazar yetiştirmek için bir laboratuar kurulması konusundaki konuşmamla katılmıştım. Usta yazarlarımızın bile yazdığı yeni oyunların, öncelikle oyun yazma laboratuarlarında pişirilmesi gerektiğini belirtmiştim.Rahmetli Recep Bilginer bana pek kızmış, “bu yaştan sonra laboratuarda yemek mi pişireceğim?” demişti.
Oysa “Angels in America” gibi dev bir proje bile, laboratuarda biçimlendi, bölge tiyatrolarında geliştirildikten sonra, önce Broadway’i, sonra tüm dünyayı sarstı. Kısacası, yazar Tony Kushner, Amerika’da nice laboratuarda yemek pişirdi!
Bizim önde giden yazarlarımız sürekli Kültür Bakanlarına baskı yapıp, oyunlarının ödenekli tiyatrolarda oynanmasını sağlama yolunu seçerler. Belki de bu yüzden “önde giden yazar” sıfatını almışlardır. Oysa, ödenekli kurumların ısrarla aynı oyunları oynaması, Türk Tiyatrosu’nun klonlanmasından başka bir işe yaramaz.
Şimdi, Kumbaracı 50’de Yiğit Sertdemir, oyun yazma, ( adı oyun yazamama olan) atölyeye öncülük ediyor, genç yazarların önüne çıkan engellerle savaşması için yol açıyor. Usta çırak ilişkisinden gelen yıkıcı teatral geleneğimiz onda yok. Yiğit bilgilerini paylaşan bir tiyatro adamı!
Galata Perform’da ise dünyanın en önemli yazarlarının konuk edildiği oyun yazma atölyeleri var. Bu çalışmalarda biçimlenen yerli oyunlarımız Almanya’da bile oynanmış.
Bu atölyeler son derece önemli, devlet sadece sözkonusu oyun yazma atölyelerine bile ödenek ayırmalı bence.
Bu yolla kazanacağımız yazarları televizyonlar kapmazsa, ödenekli tiyatrolar da sahiplenecektir..Örneğin Devlet Tiyatrosu’nun, yabancı oyunlarda izlediği başarılı repertuar politikasın yerli oyun kalitesinin yükselmesine de yarayacaktır . “60 Yılda 60 Yerli Oyun” projesi çok önemliydi, ama Türk Tiyatrosu uzun süredir klonlandığı için oyunların çoğu başarısız diye nitelendirildi.
Bizlere düşen, bir yandan Oyalı koyuna happy birthday derken, öte yandan yeni seslerin alkışlanmasının önünü açmaktır. Bu yola kendini adamış Yiğit Sertdemir, Yeşim Gülan gibi insanların dışında, bir oyunun bitmiş ürün olmadığını sezebilen, yeni yazarlarla çalışmayı göze alabilen dramaturglara gereksinim var.
Bana kişisel olarak düşen görev ise, masamda bir yıldır duran 30’a yakın yeni yazarın eserini bir an önce okuyup , yapıcı biçimde eleştirmek, onları daha fazla oyalamamak!