17 Aralık 2011 Cumartesi

YERLİ YAZARLAR: HAYDİ MUTFAĞA

eçtiğimiz hafta, yıllar önce yerli oyunlarla ilgili bir konferansta, Türk Tiyatrosu’nun gerçek kurtuluşunun mutfaktan geçtiğini söylediğimde, çok saygın bir yazarımızın bana “bu yaştan sonra bana mutfakta yemek mi pişirteceksin?” dediğini yazmıştım.

Bu konuda sabit fikitliyim, halen gerçek anlamda kurtuluşunun mutfakta yetişen oyun yazarlarımızla sağlanacağına inanıyorum. Bir yanım “iyi oyunun memleketi ve cinsiyeti yoktur” derken, öteki yanım Türk Tiyatrosu’nda yazılacak yeni ve çağdaş metinlerin mutfakta pişmesi gerektiğini söylüyor.

Öncelikle, iyi oyunun niye memleketi yoktur, açıklamalıyım. İyi oyun, nerede, hangi koşullarda, kim tarafından yazılırsa yazılsın evrenselliği yakalar. Öte yandan örneğin bir kadının duygularını anlamak, çözümlemek için “kadın” olmak gibi bir gerekliliğin olduğuna inanmıyorum. Böyle bir gerçek olsaydı, Madam Bovary’nin bir kadın tarafından yazılmış olması gerekirdi. İbsen’in Nora’sı, Denizden Gelen Kadın’ı ve daha nice oyunu kadınların dünyasını çok iyi yakalar, ama İbsen oldukça tutucudur, hatta özel hayatında ne yazık ki kadını küçümseyen bir tavır içindedir.

A.B.D’de 80’li yıllarda kadınlar ve azınlıklara ait yazarlar için çok uzun süre pozitif ayrımcılık uygulandı, bazı yazım bursları almak için mutlaka siyah ya da kadın olmanız gerekiyordu mesela. Ancak, perspektif daraldığı, ortaya daha iyi eserler çıkmadığı için, zamanla “kadın meselesi” yerine “bir kadının meselesini” anlatan oyunların ortaya çıkmasından rahatsız olunur hale gelindi. Bu lafı tersyüz ederek, Türkiye’de kadın yazarlarımızı , azınlıklara ait sorunları dile getiren aydınlarımızı dışlamak için bir bahane bulunmamalı tabi (!)

Bu yılın Haldun Taner’in 25. ölüm yıldönümü olması nedeniyle, yaz boyunca bir Haldun Taner kabaresi derlemek için uğraştığımda, Bilge Şen ve Demet Taner’den, Haldun Hoca’nın da ne kadar sık mutfağa girdiğini öğrendim. Sık sık tiyatroya uğrar, Zeki Alaysa/ Metin Akpınar ve diğer oyuncularla oyun üzerinde güncellemeler yapar, provalara girerek bazı sahneleri değiştirir, ertesi gün yeni sahneler yazarmış. Çünkü, o tiyatro sanatının masabaşına indirgenemeyeceğini çok iyi kavramış olan bir dahiymiş.

Yönetmenler arasında “en iyi yazar ölü yazardır” gibi bir espri dolaşmasının nedeni de yazarı

mutfağa sokamama derdi olmalı! Yazar, 15 yıl önce Ayvalık’taki yazlığında yazdığı tirada tapıyor olabilir, ancak yönetmenin yorumunda bu tirada yer olmadığını gördüğünde küskünlük yapar, oyuncuların diline bir türlü yaraşmayan cümleleri değiştirmemekte direnir.

Oysa mutfaktan çıkan yazar, tiyatro sanatının başka bir gerçeklik taşıdığını bilir, mutfakta tercihen oyuncular ve yönetmenlerle workshop sürecinde biçimlendirilen oyunlarda zaten oyununu daha önceden duyma, küçük de olsa bir seyirci kitlesinin önünde deneme şansına ulaştığı için, tiyatroda her prodüksiyonun, hatta her temsilin farklı bir oyun niteliği taşıdığının ayrımındadır.

Okuma provalarını yazar ile beraber gerçekleştirmek yeterli değil. Yeni yazılan oyunların kendini yeni yazarlara adayan dramaturglar, yönetmenler ve oyuncularla önce okuma tiyatrosu, sonra bir laboratuvar görevi gören minik prodüksiyonlarla şekillenmesi, yazarın mutfakta çalışma sürecine girer.

Batıda sırf yeni yazarların yeni oyunlarına şans vermek için kurulan tiyatrolar vardır, bölgesel tiyatrolar da yeni oyunlara büyük şans tanırlar. Bizde Muhsin Ertuğrul’un düşlediği gibi bir bölgesel tiyatro devrimi yapılamamış olduğu ve bölgesel tiyatrolarda itilmiş kakılmış politikaları uygulandığı için, ne yazık ki yeni oyunların filizlenmesi değil, eskimiş oyunların tekrar tekrar pişirilerek seyirciye gına getirilmesi sözkonusudur.

Kültür Bakanlığı, yerli oyun oynayan özel tiyatrolara birkaç bin lira fazla vererek, yerli oyunları yüzeysel olarak destekliyor. Oysa, özel tiyatroların verdikleri yaşam savaşı içinde yerli ya da yabancı oyun oynamak gibi bir dertlerinden öte, “iyi oyun oynama” mecburiyetleri var.

Devlet, ödenekli tiyatrolara yerli ve yabancı oyun kotası koyuyor. Bu durumda da, ödenekli tiyatroların yöneticilerine parmak hesabı yaptırtarak, “iyi oyun oynamak yerine”, ille de bizden olsun diye bazen çok kötü oyunlara imza attırıyor..

Oysa devlet, yerli oyunların önünü açmak istiyorsa, tiyatrolara oyun geliştirme fonları ayırabilir, yeni bir eserin, yazarın kazanılması için olanaklar tanıyabilir. Yarışma açmak hiç yeterli değil, çünkü masabaşında yazılmış nice” birinci “eser vardır ki, sahnede hayat bulamış, ya da seyirci önünde tökezlemiştir.

Sağlam kalemleri, yeni sesleri tiyatroda barındırmak çok önemli. Sadece tiyatro oyunu yazmak değil, tiyatrocularla beraber çalışmayı öğretmek ve oyunun gişedeki başarısı dahil olmak üzere her türlü aşamasına dahil etmek gerek yazara.

Tiyatrokare’yi kurduğum yıl böyle bir laboratuar kurmuş, altı haftada altı yeni oyunun sıfırdan yazılarak, workshop olarak sahnelenmesini sağlamıştım. Hayatımın en güzel altı haftası, bu işin önemi konusunda ikna edemediğim sponsorun aradan çekilmesiyle sonlandı.

Halen bir tiyatro eserinin ortaya çıkmasının uzun ve çok aşamalı bir süreç gerektirdiğini kavrayan kurumların olduğuna inanmak, devletin oyun yazım sürecine destek vermek istediği halde, doğru yolu bulamadığına inanmak istiyorum. Aksi halde, gerçek anlamda bir Türk Tiyatrosu’ndan söz etmek mümkün olmayacak çünkü.