13 Temmuz 2011 Çarşamba

BU DÖNEMDE NASIL BİR TİYATRO?

Geçtiğimiz haftaki yazımda, şu dönemde inadına tiyatro yapmak gerek demiş ve tiyatroyu bekleyen iki önemli tehlikeyi dikle getirmiştim. Bunların biri, tabi ki otosansür, diğeri ise, tiyatronun kendi içine kapanmasıydı.
Bir dönem, aydınlarımız İran Sinemasına bakarak sanatın baskı altında da olsa çok iyi şeyler üretebileceği tezini geliştirir, hatta Batı Avrupa ülkelerindeki tiyatronun sadece biçimsel arayışlar içinde olup, içerik geliştiremediği konusunda düşünceler ileriye atarak fazla özgürlük ve maddi imkanın her zaman sanatçının lehinde olmayacağı konusunda fikirler ortaya atarlardı. Ne tuhaftır ki, 2010’larda salt Panahi’ye özgürlük sloganında yoğunlaşan kampanyaları gözleyenlerin bile tanık olacağı gibi , bu tezler çürüdü.
Tabi ki, sanatçı aşırı özgürlük ortamlarında ilgi çekmek için kimi zaman dejenerasyona ve mutasyona uğrayabilir. Bunun en son örneği Cannes Film Festivali’nde Hitler’e abuk sabuk övgüler düzen Lars Von Trier da yaşandı. İlgi odaklı da olsa bir caniyi göklere çıkartan Von Trier tabi ki gözümüzde sıfırlandı ama onun en azından “önemli bir sinemacı” olarak bir yeri vardı.
Türk Toplumu’nda ise hiçbir mesleği olmayan magazin figürleri dejenerasyonun da etkisiyle ara sıra tuhaf çıkışlar yaparlar. Kaset çıkartan bir şarkıcının gündeme gelmek için bir şeyler söylemesi, evlenip boşanması, dizide 30/40 milyar alan bir oyuncunun çıtasını yüksek tutabilmek için meslektaşlarıyla uğraşabilmesi bir derece anlaşılabilir, ama hakikaten elle tutulur bir mesleği yokken, durup dururken gündeme gelmeyi meslek haline getirenler acınası duruma düşüyorlar!
Geçtiğimiz hafta, son filmi aynı gişe memuru tarafından defalarca izlendiği için kapalı gişe giden Sinan Çetin’in durup dururken tarikatçı kesilmesi ile koskoca Cihan Ünal gibi bir oyuncunun “sahnede taciz etmediğini kanıtlamak için (nasıl oluyorsa) ”, “ben ona kapalı giyinmesini söyledim ama ısrarla açık giyindi” demesi arasında bence çok fark yok. Konservatif düşünce ne yazık ki, Sinan Çetin’i oportünist bir biçimde tavlamış, medya baskısı da yılların virtüözü Cihan Ünal’ın bilinçaltında tiyatro ve çıplaklık arasında hasarlı bir bakış açısına yol açmış.
Birisi günün yükselen trendine uyarak okyanusa selam gönderiyor, öteki o kadar bunalmış ki, bilinçaltında kurnaz röportajcının sahnede kapanma tuzağına düşmüş. Öte yandan karşımızda daha önce magazinin her türlü cilvesi ve edasını kullandığı için, doğru söylese de, artık “inanılmayacak ve” neredeyse taşlanacak” bir “simge” var. Sanatçı olarak olmasa da, kadın olarak söylediği bazı şeylerde haklı olabilir ama düzen bize ona inanmamayı öğretmiş.
Ben bu koşullarda, “baba” olsam çocuğumun, her koşulda tiyatrodan uzakta durmasını isterim.
Öncelikle “tiyatrodan nefret ettiğini her fırsatta açıkça beyan etmiş olan ” ama televizyona pilot program çekmek için ücretsiz oyuncu bulmak adına “tiyatro okulu açan” Sinan Çetin’e bulaşmamasını isterim.
Türkiye’de tarikatçılık yasakken, çocuğumu açık açık tarikatçılığı öven Sinan Çetin’in okuluna göndereceğime, gerçekten dinine meraklıysa, din bilgisi edinmek istiyorsa, din liderinin sevgi ve ışık saçan ve dünyanın her yerine yayılmış okullarına burslu olarak gönderir, hiç değilse ilahi ışığı alnında hisetmesini sağlarım.
Yine, Cihan Ünal’ı yakından tanımayan, Tiyatro İstanbul’un sanatsal çizgisini bilmeyen bir baba olsam ve sadece Ayşe Arman röportajını okusam, tiyatronun soyunan kızların tacize uğrayabileceği bir yer olduğundan şüphe eder , kızımı tercihen hep giyinik kalacağı, hatta masanın öte yanından bacaklarının bile görülmeyeceği bir meslek okuluna yazdırırım.
Büyük oyuncu Ünal’dan şu sözleri duymak isterdim oysa: “Sahnede nasıl taciz edilir ey Ayşe Arman? Doktor ameliyatta çıplak hastadan huylanır mı, ne kadar akıl fakiri bir düşünce biçimidir bu?
Ünal’ı suçlamıyorum tabi, bir sanata böyle bakabilecek kadar hortlayan bir tehlikeden ve kocaman bir aktörü bu tuzağa düşürerek bu tarikata hizmet eden magazin kuşağımızı suçluyorum.
Magazinin bu kadar hortladığı ve bulaşacak alan kalmadığı için doğal olarak tiyatroya da bulaştığı bir ülkede, genç meslektaşlarımın tiyatro sanatında kendi içlerine kapanmaları doğal.
“Küçük mekanlarda büyük fikirler yaratma düşüncesiyle” deneysel sanatlara kayacaklar belki!
Zaten, sadece gece bültenlerinden absürdün alasının yakalanacağı bir memleket burası! Absürd ve deneysel tiyatronun kralı yaratılabilir şu dönemde.
Ancak unutulmamalıdır ki, yine geçtiğimiz hafta, parlamentomuzun renkleri ayıkland, korkarım, demokrasinin tanımının yanlış anlaşıldığı ve ezici çoğunluğun azınlığın haklarını gasp edeceği günlere gebeyiz .
Eğer bu koşullarda tiyatro kitleselleşmez, kabuğuna çekilirse, tiyatro da ötekileştirilecek, dışlanacak ve ezenlere ezilenleri anlatan ve çağına ışık yakan sanat olmaktan çıkıp, sadece haksızlıkların ardından ağıt yakılan bir karartma alanı olmaya mahkum edilecektir..

ŞİMDİ TİYATRO YAPMA ZAMANI

12 Haziran gecesi Türkiye’nin seçim sonuçları nasıl çok kısa sürede belli olduysa, bu yazının da amacı çok kısa ve net: Tiyatro yapmalıyız !
Tiyatro yapmak için çok açık bir çağrı veya geleceğe dair aydınlık bir umut olmasa da, asıl şimdi tiyatro yapma zamanıdır!
Hatta güçleri birleştirme zamanıdır…
Dikkat ediniz, kimilerinin iddia ettiği gibi, pek az izlendiği iddia edilen tiyatro sanatımızun , kitleler üzerindeki etkisinden fazlasıyla korkulmaktadır. “Vatan Yahut Silistre” oyununun ilk gecesinden sonra, Abdülaziz'in ın kellesini isteyerek halkı sokağa dökecek kadar “tehlikeli” olan sanatımızı asıl şimdi, hem de en iyi biçimde icra etme zamanıdır!
Dizi yıldızları televizyondaki başarılarını perçinlemek, kazançlarını ve gündemdeki yerlerini daim kılmak için tiyatroyu yem malzemesi olarak kullanarak magazin malzemesi haline getirip “ucuzlaştırma” yoluna gitseler, tiyatroya hiç yolu düşmeyenler tam seçim arefelerinde bir oyunu “ayıp”, “müstehcen”, “gayrimeşru” bularak sanatımızın önüne gereksiz, yoz, çiklet gibi tartışmalar çıkarsalar da çağlar boyunca ayakta kalan tiyatro sanatı, her şeye direnecektir! Yeter ki 12 Haziran gecesinde seçim sonuçlarını izleyip “erkenden yatağa düşmeyenler”, 13 Haziran’dan sonra başlayan çekişmelere yenilmeyenler tiyatro yaparak ayakta durabilsinler!
Yıllar önce özel tiyatro yöneticileri ve azımsanmayacak sayıda seçkin oyuncuyla, tiyatro sponsorlarına vergi kolaylığı tanınması için dönemin başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz’ı ziyaret ettiğimizde, “Anadolu’da halk bizden tiyatro talep etmiyor” yanıtını alınca çok şaşırmış, “fuzuli işler” yapan kişiler olup olmadığımızı sorgulayarak dağılmıştık.
“Fuzuli işler” yapıyor olsaydık oyunlar yasaklanmaz, tiyatro sanatçıları hakkında davalar açılmaz, ( bu arada Sayın Başbakanımız yeni bir dönemin başlangıcında helallik isteyerek pek çok davayı geri çekmiş, ancak Müjdat Gezen’e açtığı hakaret davasına devam etme kararı almış, öte yandan kendisine sahnede “ İşportacı Tayyip” diyen Beyoğlu Kumpanyaya karşı açtığı hakaret davasını kaybetmiştir) , tiyatrolarımız yıkılmaz, ödenekli tiyatrolarımızın işlevi sorgulanmazdı.
Cumhuriyet Halk Parti’li olmadığım halde, 12 Haziran gecesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin ağır bir yenilgiye uğradığına inanmıyorum, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeni sol söylemine katılmakla beraber, bunu kısmen yanlış insanlarla gerçekleştirme hayaline kapıldığını i düşünüyorum.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin son yıllarındaki kaderinde ne yazık ki partizanlık, hizipçilik ve daha da kötüsü küçük hesapların güdümünde toprakçılık var, devam ediyor. Herkesin memleketindekini kayırdığı bir oluşumda, ne yazık ki, sanatın filizlenmesi, sanatçıya hak ettiği değerin verilmesi beklenemezdi. Partinin köklü bir kültür politikası olmaması ve seçimden önce kültür/sanatın alelacele bir beyanname ile geçiştirilmesi de bunun acı bir göstergesi.
Öte yandan, bağımsız blok adaylarının BDP’de grup oluşturduktan sonra, Kürt milliyetçiliğinin tuzağına düşmemeleri halinde, (çünkü sanat hiçbir şovenist düşüncenin kalıplarına sığdıralamaz) meclise sanat adına yeni bir söylem getireceklerine inanıyorum.
CHP, belki yine makus kaderine yenilerek iç çalkantılarla süre kaybedecek.
Tiyatronun ise günlük politika kulvarının içinde duralamadan yoluna devam etmesi gerekiyor!
AKP’li belediyeler ciddi bir kültür sanat politikasıyla tiyatro salonları açar, buralarda yoğun tiyatro faaliyetleri gerçekleştirirken , Cumhuriyet Halk Parti’li belediyeler vizyonsuz başkanları nedeniyle sanatçılara destek olacaklarına, köstek oluyorlar, sanatın önüne set çekiyorlar.
Ancak, tiyatro yılmadan devam etmeli!
Tiyatronun şu dönemde düşeceği iki tuzak vardır: Birincisi otosansür!
Nasılsa “yasaklarlar”, “yıldırırlar” korkusuyla, sanatçının doğmayan düşünceleri beyninde öldürerek, , seyircinin duymak istediği gerçekleri dillendirememesi en kötüsü olur!
Öte yandan, tiyatronun küskün bir çocuk edasıyla kendi içine dönmesi de başka bir tehlikedir. Çok savunduğumuz alternatif tiyatro düşüncesi şahlanmışken,1.ve 2. Dünya Savaşı sonralarında görüldüğü gibi, minik mekanlarda sadece birbilerinin dilinden anlayan arkadaşlara hitap eden absürd oyunların oluşumu “tiyatronun kitleselleşmesinin” önünü keser. Sakın küçük mekanlardan büyük düşünceler çıkmaz ya da saçma oyunlardan akıllı fikirler bulunmaz dediğim sanılmasın, ancak tiyatro sanatçısı sandıkta attığı oyun parlamentoya yansımasını izleyen seçmen gibi içine döner ve sadece “azla yetinirse”, bir gün memlekette tiyatro talep edilmeyen bir hale dönüşebilir.
Öte yandan, sanatımızı kitleselleştireceğiz, mutlaka yoğunluklu biçimde talep gören hale getireceğiz derken, 21. Yüzyıl insanının beğenilerini göz ardı eder ve kalite sınırını tutturamazsak, salt tiyatroda değil, bizi yönetenlerden yönetmeye talip olanlara, medyada yönlendirenlerden yönlendirmeye talip olanlara kadar kalite yoksunu bir kuşağın yaratılmasının önüne geçememiş oluruz.
Unutmayalım: iyi bir tiyatro oyunu bir kişinin beğenisini, öngörüsünü değiştirse ve o bir kişi insanlığa yararlı olabilecek bir vizyonla öne çıkabilse bile, bu bir kazançtır.
İşte bunun için: her ahval ve şeraitte tiyatro, çok tiyatro, çok iyi tiyatro yapmalıyız!