Geçtiğimiz haftaki yazımda, şu dönemde inadına tiyatro yapmak gerek demiş ve tiyatroyu bekleyen iki önemli tehlikeyi dikle getirmiştim. Bunların biri, tabi ki otosansür, diğeri ise, tiyatronun kendi içine kapanmasıydı.
Bir dönem, aydınlarımız İran Sinemasına bakarak sanatın baskı altında da olsa çok iyi şeyler üretebileceği tezini geliştirir, hatta Batı Avrupa ülkelerindeki tiyatronun sadece biçimsel arayışlar içinde olup, içerik geliştiremediği konusunda düşünceler ileriye atarak fazla özgürlük ve maddi imkanın her zaman sanatçının lehinde olmayacağı konusunda fikirler ortaya atarlardı. Ne tuhaftır ki, 2010’larda salt Panahi’ye özgürlük sloganında yoğunlaşan kampanyaları gözleyenlerin bile tanık olacağı gibi , bu tezler çürüdü.
Tabi ki, sanatçı aşırı özgürlük ortamlarında ilgi çekmek için kimi zaman dejenerasyona ve mutasyona uğrayabilir. Bunun en son örneği Cannes Film Festivali’nde Hitler’e abuk sabuk övgüler düzen Lars Von Trier da yaşandı. İlgi odaklı da olsa bir caniyi göklere çıkartan Von Trier tabi ki gözümüzde sıfırlandı ama onun en azından “önemli bir sinemacı” olarak bir yeri vardı.
Türk Toplumu’nda ise hiçbir mesleği olmayan magazin figürleri dejenerasyonun da etkisiyle ara sıra tuhaf çıkışlar yaparlar. Kaset çıkartan bir şarkıcının gündeme gelmek için bir şeyler söylemesi, evlenip boşanması, dizide 30/40 milyar alan bir oyuncunun çıtasını yüksek tutabilmek için meslektaşlarıyla uğraşabilmesi bir derece anlaşılabilir, ama hakikaten elle tutulur bir mesleği yokken, durup dururken gündeme gelmeyi meslek haline getirenler acınası duruma düşüyorlar!
Geçtiğimiz hafta, son filmi aynı gişe memuru tarafından defalarca izlendiği için kapalı gişe giden Sinan Çetin’in durup dururken tarikatçı kesilmesi ile koskoca Cihan Ünal gibi bir oyuncunun “sahnede taciz etmediğini kanıtlamak için (nasıl oluyorsa) ”, “ben ona kapalı giyinmesini söyledim ama ısrarla açık giyindi” demesi arasında bence çok fark yok. Konservatif düşünce ne yazık ki, Sinan Çetin’i oportünist bir biçimde tavlamış, medya baskısı da yılların virtüözü Cihan Ünal’ın bilinçaltında tiyatro ve çıplaklık arasında hasarlı bir bakış açısına yol açmış.
Birisi günün yükselen trendine uyarak okyanusa selam gönderiyor, öteki o kadar bunalmış ki, bilinçaltında kurnaz röportajcının sahnede kapanma tuzağına düşmüş. Öte yandan karşımızda daha önce magazinin her türlü cilvesi ve edasını kullandığı için, doğru söylese de, artık “inanılmayacak ve” neredeyse taşlanacak” bir “simge” var. Sanatçı olarak olmasa da, kadın olarak söylediği bazı şeylerde haklı olabilir ama düzen bize ona inanmamayı öğretmiş.
Ben bu koşullarda, “baba” olsam çocuğumun, her koşulda tiyatrodan uzakta durmasını isterim.
Öncelikle “tiyatrodan nefret ettiğini her fırsatta açıkça beyan etmiş olan ” ama televizyona pilot program çekmek için ücretsiz oyuncu bulmak adına “tiyatro okulu açan” Sinan Çetin’e bulaşmamasını isterim.
Türkiye’de tarikatçılık yasakken, çocuğumu açık açık tarikatçılığı öven Sinan Çetin’in okuluna göndereceğime, gerçekten dinine meraklıysa, din bilgisi edinmek istiyorsa, din liderinin sevgi ve ışık saçan ve dünyanın her yerine yayılmış okullarına burslu olarak gönderir, hiç değilse ilahi ışığı alnında hisetmesini sağlarım.
Yine, Cihan Ünal’ı yakından tanımayan, Tiyatro İstanbul’un sanatsal çizgisini bilmeyen bir baba olsam ve sadece Ayşe Arman röportajını okusam, tiyatronun soyunan kızların tacize uğrayabileceği bir yer olduğundan şüphe eder , kızımı tercihen hep giyinik kalacağı, hatta masanın öte yanından bacaklarının bile görülmeyeceği bir meslek okuluna yazdırırım.
Büyük oyuncu Ünal’dan şu sözleri duymak isterdim oysa: “Sahnede nasıl taciz edilir ey Ayşe Arman? Doktor ameliyatta çıplak hastadan huylanır mı, ne kadar akıl fakiri bir düşünce biçimidir bu?
Ünal’ı suçlamıyorum tabi, bir sanata böyle bakabilecek kadar hortlayan bir tehlikeden ve kocaman bir aktörü bu tuzağa düşürerek bu tarikata hizmet eden magazin kuşağımızı suçluyorum.
Magazinin bu kadar hortladığı ve bulaşacak alan kalmadığı için doğal olarak tiyatroya da bulaştığı bir ülkede, genç meslektaşlarımın tiyatro sanatında kendi içlerine kapanmaları doğal.
“Küçük mekanlarda büyük fikirler yaratma düşüncesiyle” deneysel sanatlara kayacaklar belki!
Zaten, sadece gece bültenlerinden absürdün alasının yakalanacağı bir memleket burası! Absürd ve deneysel tiyatronun kralı yaratılabilir şu dönemde.
Ancak unutulmamalıdır ki, yine geçtiğimiz hafta, parlamentomuzun renkleri ayıkland, korkarım, demokrasinin tanımının yanlış anlaşıldığı ve ezici çoğunluğun azınlığın haklarını gasp edeceği günlere gebeyiz .
Eğer bu koşullarda tiyatro kitleselleşmez, kabuğuna çekilirse, tiyatro da ötekileştirilecek, dışlanacak ve ezenlere ezilenleri anlatan ve çağına ışık yakan sanat olmaktan çıkıp, sadece haksızlıkların ardından ağıt yakılan bir karartma alanı olmaya mahkum edilecektir..