29 Ekim 2008 Çarşamba

MUSTAFA FİLMİ

ARADIĞINIZ MUSTAFAYA ULAŞILAMIYOR


nedimsaban.blogspot.com


Türkiye'nin pekçok yöresinde Mustafa ile yıllardır yaşanagelen bağlantı programı, ne yazık ki Turkcell'de de gerçekleşti! 532'yi çeviriyorsunuz ama Mustafa'ya ulaşmanız mümkün değil.

Aradığınız kişiye ulaşılamıyor, kişi şu anda bir tarikat lideriyle görüşüyor.
Aradığınız kişiye ulaşılamıyor, kişi şu anda yaklaşan yerel seçimler için popülist söylemler içinde.
Aradığınız kişiye ulaşılamıyor, kişi şu anda Türk ordusunu
halktan soğutmakla meşgul.
Aradığınız kişiye ulaşılamıyor, kişi şu anda yeraltı örgütünde, Geoge Orwell'cilik oynuyor.
Aradığınız kişiye ulaşılamıyor, kişi üniversitenin bir karanlık köşesinde genç kızların kafasına girmekle meşgul.
Aradığınız kişiye ulaşılamıyor, kişi şu anda hastanedeki erkek doktora karısını muayene ettirmekten ürküyor.

532'li hatların aniden Mustafa dışı olmasının nedeni
Turkcell'in, son dakika golüyle , Can Dündar'ın Mustafa filminin sponsorluğundan çekilmiş olması!.

Sebep, bizim her kesimden müşterimiz var, Atatürkçülere bulaşmaya gerek yok gibi sudan.

Turkcell'in genel müdürü Can Dündar'ın filmini takmış dvd'sine. Bu ne biçim film demiş? Mustafa'dan, özellikle şu sıralarda uzakta durmakta yarar var!

Çünkü Mustafalar artık azınlıkta, çünkü Mustafa olmak out,
yeni söylemde biraz Obamacı, azıcık Palinci, biraz Saddam karşıtı, biraz da Ahmedinajad yakınlığıyla, her kesime şirin görünmek gerek.

Satmak gerek... Bol bol satış yapmak, satışa getirmek.
Ama kimse sormuyor satıcılara: Mustafa olmasaydı, bol keseden satabilir miydin böyle?
Mustafa bağımsızlık savaşı vermeseydi, Mustafa Çanakkale'de ölmeseydi, Mustafa ilk kurduğu meclisten dünyaya meydan okumasaydı, bugün öyle her kontörü yüklemek mümkün olur muydu acaba?

Niye korkuyoruz yanında durmaktan Mustafa'nın?
Mustafa, muhalefette de olsa, iktidarda da olsa, niye korkarız bu çocuktan? Onu niçin sevdiğimizi de ifade etmekten çekiniriz, niçin sevmediğimizi de ortaya koyamayız!
( Kaldı ki Mustafa'yı bir nedenle sevip, diğer bir nedenle de
itmek son derece mümkün. Tüm zenginlikler karşısında böyle afallamaz mı insan?)

Ben Mustafa'yı en çok kargaları kaçırdığı için severim mesela.

Ama o kargaların birgün başımıza çökerek, bu kadar haince öç alacakları aklıma gelmezdi.

Turkcell diyor ki, Mustafa'yı sevmeyenler de konuşsun.
Konuşsunlar tabi, Mustafa kargalarla, sırf onların da konuşması için savaşmadı mı zaten, a sevgili Turkcell?
Canım 532'im, 535'li cancaiğızım, 538'li yeni yetmem, olaya bir de böyle baksana ne olur!

Recep İvediği reklamlarında oynatmaktan korkmayan bir kurum, Mustafa filmine sponsor olmaktan korkuyor. Genel müdür, dvd'ye Recep'i taktığında, bu ülkede Recep sevmeyenler olmadığını da düşünmedi mi? Recep osurursa, hat sahibi sıçar diye düşünülmeden, Recebe bol kontör yüklendi, ama dönemin İngiltere Başbakanı'na
"Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk Milleti'ne nasip oldu. Mustafa Kemâl'in dehasına karşı elden ne gelirdi." dedirten bir liderden mi korkuyoruz?

Olaya biraz tecimsel baksak bile , dünya halklarının kurtuluş mücadelesini örnek aldıkları Mustafa sayesinde, belki
Turkcell, 2009 Türk pazarında Mustafacı olmayanları kaybeder ama dünyada onu örnek alanları kazanırdı?

Kaldı ki, sponsor olunan bir sanat etkinliğine takmak niye!
Akbank, Dali'ye sponsor olduğu için deli mi şimdi? Tekfen Filarmoni, Wagner çalsa, Nazi yanlısı mı olur? Sabancı, Mustafa'ya destek olduğu için daha mı çok Atatürkçü oldu? Atatürk'ü sevmeyenler gidip bankaki mevduatlarını mı kapatacak yani? Efes Pilsen, bunca etkinliğin arkasında dururken, sanatseverlerle bira içenleri ayırmayı bilemedi mi?

Ayrıca farzedin ki beğenmediniz filmi, Anti Kemalist mi olacaksınız? Bugüne kadar Atatürk üzerine bir sürü ilkel sanat eseri yapılmadı mı? Onları beğenmedik de, Atatürk düşmanı mı olduk? Bir sanat olayına sponsor olmak, olayın içeriğinden bağımsız olarak saygın bir iştir.

Kaldı ki, ülkenin iletişim devlerinin Mustafa ile bağlantıları kesip atmak yerine, Mustafa'yı niye sevmemiz gerektiği anlatmalarıdır onlardan beklenilen!

535'den kontör yüklediğinizde, Mustafa'yı yüreklendirmek istemeyen " tarafsız" bir genel müdürle karşılaşabilirsiniz ama filmi beğensem de, beğenmesem de, bana artık eski cep telefonumdan ulaşamayacağınız bir gerçek.


Nedim Saban

28 Ekim 2008 Salı

ŞEHİR TİYATROSU'NDAN BİR BAŞYAPIT: BALIKESİR MUHALLEBİCİSİ

ŞEHİR TİYATROSUNDA YENİ BİR OYUN!!!

Balıkesir Muhallebicisi.

Şehir Tiyatroları'nın çiçeği burnunda genel sanat yönetmeni Orhan Alkaya yönetimindeki birilerinin dili sürçmüş olmalı ki, Başbakanın çakma Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri okumasından az sonra, yılların Balıkesir Muhasebecisi'ni, Balıkesir Muhallebicisi diye seyirciye duyurmuşlar.

Bir tiyatrocu olarak, dikkatsizliklerine üzüldüm.
Bir muhallebici olarak ise muhallebinin bu kadar yaygınlaşmasından mutlu oldum tabi. Tek sorun o muhallebileri yutan kişilerin zamanla muhallebi çocuğuna dönüşmeleri olur.

Balıkesir'in ünlü tatlısı hoşmerimdir. Balıkesir Muhallebicisinde de tabi ki bu tatlı satılır. Oyunda hoşmerimin hoşluğu anlatılır. Oyunun sonunda bu dükkanda çalışan kadın, Avrupa Yakası'na taşınır ve Balıkesir muhabetti kapanır.

Sanırım, "Balıkesir Muhasebecisi"ni muhallebici yapanların bilinçaltında, belediye başkanımızın çok iyi bir muhallebici olması yatmıştır.Ama bu kez Maliye Bakanımız , muhasebeci sözünün değiştirilmesine kızacak.. Sonuçta maaşları o ödeyecektir!

Balıkesir muhallebicisi'nden sonra, Nesrin Topkapı'nın Nazım Oratoryosu'nu izlemek için Frankfurt'a uçacağım, Ankara'daki Balıkadamlar Kulübünün açılışından sonra, Aziz Nesin'in New York'daki mezarını ziyaret edeceğim. Ve New York'da Karl Marx'ın mezarının yanıbaşındaki mezartaşına Shakespeare'in "Bir Başkadır Benim Memleketim" dizesini yazacağım.

5 Ekim 2008 Pazar

MONEY MONEY MONEY

Sayın İlber Ortaylı, 5 Ekim tarihli Milliyet Gazetesi'ndeki makalesinde, hükümetin yeni bastırdığı paraları haklı olarak eleştiriyor.Atatürk resminin arkasında duran büyük profesörlerin,paraya basılacak kadar önemli olmadığını söylüyor.Neden ilk kadın pilotumuz Sabiha Gökçen, neden ilk kadın ressamımız Mihri Müşfik yok diye soruyor.

Ben de, neden Afife Jale yok diyorum mesela . Baskılara rağmen sahneye çıkmaya cesaret eden ilk Müslüman Türk kadın oyuncumuz, neden yok?
Fatma Aliye hanım'ın sıkıştığı zaman "Bir Hanım", "Mütercime-i-Meram"
takma adlarına sığınabilmiş. Oysa zavallı Afife, takma bir bedene sarmalanamadığı için, her temsilden sonra, kafir suçlamasıyla soluğu karakolda olurdu.

Fatma Aliye'nin tesettüre olan tutkusu onun yazılarına da yansımış.Bir yazısında kadınların giyim tarzı konusunda şöyle demiş; "...İşte bu tuvaletin üzerine zinetten ari ve bolca bir şey giyilir ve saçlar da bir baş örtüsüyle örtülürse şeriata muvafık surette tesettür edilmiş olur."Fatma Aliye Hanım, Mustafa Kemal'in yaptığı devrimleri bir türlü benimseyememiş.

Mustafa Kemal'e karşı çıkan birinin, onunla yüz yüze yüzbinlerce banknotta
yer alacağını kim düşünebilirdi? Sorular çoğaltılabilir. Niçin onu bastınız, diğerini basmadınız, niye ona 5'i layık gördünüz diğerine 100 TL'yi denebilir.
Atatürk'ün sırtındaki isimleri eleştirmek çok mümkün tabi ki.
Ama bu ülkede, Atatürk'ün sırtına yapışanları , yıllar boyu kanıksadığımız için bugünlere gelmedik mi?

Yine de, İlber Hoca'nın da düşüncelerinden yola çıkarak, yeni paraları protesto edelim diyorum.
PARA KULLANMAYALIM ARTIK!

Bizden para isteyenlere, "para kullanmıyorum çünkü protesto halindeyim" diyelim. Dolmuşa parasız binelim, bankaya para yatırmak için değil, kızarmış patates yemek için girelim.ATM'lere para çekmek için değil, dost kazanmak için uğrayalım. Borsayı bir gazete okuru gibi takip edelim.

Protesto edelim yeni paraları! Kullanmayalım.

Alacaklılara "param yok" demek yerine, "parayla aram yok" demek ve aynı zamanda herşeyi protesto ediyormuşçasına içimizi rahatlatmak mümkün değil mi?

Vitrinden beğendiğimiz şeyi, nasılsa para kavramını tanımıyoruz diyerek çekiştirebiliriz artık! Güvenliklere de hırsız olmadığımızı, bunu bir dünya görüşü için yaptığımızı anlatabiliriz. Güvenlik nedeniyle yiyeceğimiz sopaların da bir onuru olur! "Protesto eyleminde, canımı yaktılar." deriz

"Para kullanmıyorum" protestosunu, azıcık ütopik ve paraların üzerindeki kişileri sorgulamayı biraz geç kalmış bir hareket olarak bulanlara ise, bir çift sözüm var: Hazır paralar suyunu tüketmeden, protesto etmemiz gereken diğer şeyleri protesto etmekte gecikmeyin o zaman!

Çünkü birgün nasıl para kullanmıyoruz diyemeyecekseniz , yeni rejimden almayalım, biz eskisinden memnunduk, daha az kalori yakıyorduk diyerek sokaklara dökülseniz bile, geç kalmış olacaksınız.


4 Ekim 2008 Cumartesi

NERDE HANİ

NERDE HANİ?


Eskiden bayramlarda el öpmeye gittiğimizde, büyüklerimiz bize zorla gülsuyu şerbeti içirirlerken, nefesimizi tuttuğumuzda kusmamak için hani, onlar da bize zorla
şeker bayramı muhabbeti yaparlarken, başbakan bu bayramın adını değiştirmeden hani, bayram harçlığımızla,
bayram sezona denk gelirse hani, hangi tiyatroya koşacağımızı bilemezdik.

1 Ekim'de, ilk aşkını yaşayan gençler gibi hani, hani bir ilk oyuna koşarken, hani o ilk oyunun ilk perdesini sıkıcı bulurken ve hani bu durumu sanatçıların ilk oyun telaşesine verirken, hani 2 Ekim'deki ikinci oyunun ikinci perdesini düşünürken, hani Üsküdar Sahnesine motörle, Kadıköy sahnesine vaporla, Taksim Sahnesine eeee haliyle yürüyerek gitmeyi hayal ederken, hani 2010 Kültür Devriminden önce, Taksim Sahnesi'nin köfteci, Atatürk Kültür Merkezi'nin dizi setlerine yetişmek için iyi bir durak olmasından önce , sezonun açılması için çaba gösterenleri kucaklardık.

Sonra Kenan Işık, Şehir Tiyatroları'nın başıyken hani, tiyatro kadrolarına belediye kontenjanından onun bunun partizanı olduğu için sızan ve otobüs kullanmayı bilmediği için belediyede otobüs şoförü yapılmayan, ölü gömmekten korktuğu için, mezarlık kadrosuna girmek istemeyen ve tiyatroda bazen yunan tragedyalarındaki haberci gibi, Türk tragedyalarında da belediyeye haber yetiştiren belediye memurlarının bayramını kutlamak için hani, bayramda kapalıyız muhabbetini başlattı.

Özel tiyatrolar, bir yandan devletin onlara buyuracağı ödeneği beklerken hani, bir yandan Ekim'de hava sıcak olur, Ramazan'da çorba sıcak olur diyerek hani, sezonu geciktirirken, ödenekli tiyatroların başındaki kişiler, biraz çabalayarak hani, bazen bütçe çıkmadığı için kumaş satıcılarına bile borçlanarak hani, ne yapıp edip, 1 Ekim perde açma bayramını kutlarlardı.

Bu yıl ortada billboard var, oyun yok. Hani İstanbul'un dört bir yanındaki billboarda kanıp, kazara tiyatroya gitmek istesek, 1 Ekim'de, hani tesadüfen içinde bulunduğum Tiyatrokare'nin sezon açması dışında, bir tanecik Kağıthane Sahnesi'nde perde açıldı. Oyunun adı "Dinmeyen Alkışlar" dı! İronik değil mi, hani? Hani oyunun adına kanıp, 12 milyon kişinin kıç kıça yaşadığı İstanbul'da, Şehir Tiyatrosu'nun başındaki kişiye bu alkışların nerede dinmediğini sorsak, "birtek Kağıthane'de" diye yanıt alırdık.

Şehir Tiyatrosu yine kıskanılası bir iş becerdi! 3 Ekim'de ikinci perdeyi bile açacak. Zavallı Devlet Tiyatrosu! Hani Cevahir Alışveriş Merkezi'nde çocuklar merdivenden düştüğü için ölmese ve sinemalar tesadüfen dolsa, hani sinemadan bozma tiyatrolar olmasa, hani 60 kişilik kadrolar, 6 kişiye indirilerek, Cevoş Sahnesi'ne kıç kıça sığılmaya çalışılmasa, hiç perde açamayacak!

Hani Atatürk Kültür Merkezini erkenden boşaltıp, tadilata başlasalar, Harbiye'yi erkenden yıkıp, yerine tiyatro yapsalar, göstermelik olarak tutulan ve yıllar önce Ferhan Şensoy'un ilk oyununa ev sahipliği yapan Yapı Endüstri Merkezi'nin kaçak elektriğini kesip, orayı şantiye yerine tiyatroya dönüştürseler içim yanmayacak. Geç olsun, güç olmasın diyeceğim.

Hani, ödenekli tiyatro oyuncuları, kurtlar vadisi'nin karanlık emellerini beslemese, hani en baba oyuncular en baba oyunlarda oynayacak diye şehre haber yayılsa, hani dizi setlerinden izin alan oyuncular yerine, tiyatrodan dizi setine gitmek için izin alan oyuncular olsa alkışlarım dinmeyecek.

Hani, ödenekli tiyatrolarda onlarca oyun asılsa da, askıda kalsa, hani diye de sormayacağım.
,
Sevgili Lemi Bilgin ve Orhan Alkaya, geçmiş bayramınızı kutlarken, HANİ? diye soruyorum.

1 Ekim' de perde açılması için HANİ çaba gösterecektiniz? Koltuklar sizin olsun, bize perde sökükleri arasından ayakkabısı görünen aktörleri gösterin yeter!

9 Ağustos 2008 Cumartesi

16 YAŞINDAKİ GENÇ 31 ÇEKMEK İÇİN İZİN İSTİYOR

Ben 16 yaşında bir gencim.
31 çekmek için izin istiyorum.

Kız arkadaşımı kuytu bir köşede sıkıştırıp, öpmeye kalktım. Mahalleli ağabeyiler gelip, , "ulan ananı öpseler hoşuna gider miydi" diyerek, beni yumrukladılar.

Babam sırdaşımdır.
Yumruk yediğimi söylediğimde, "ya sen kimin oğlusun? ben senin yaşında mektebe bile gitmiştim" dedi.

Mahalleli ağabeyilerimden beni mektebe götürmelerini rica ettim.
Meğer mektepleri çoktan kapatmışlar. Avrupa Birliği'ne giriyoruz ya, sokakta açık kerhane tatlısı satmak yasak, satıcıların kerhane tatlısı satmamaları için kerhanelere kapatma kararı çıkmış.

Dedemin, beni "keraneci" diye sevdiği günler aklıma geldi.
Babamın karşısına geçtim.
"Oğlum deden ne fındıklar kırardı, onun zamanında Haliç'te
yüzer kerhane" bile vardı dedi.
"Yüzer kerhaneden vazgeçtik, orospular bile ayaklanmış baba, şehirde orospu kalmamış" dedim.
" Olur mu len? Olsa olsa meslek değiştirmişlerdir ama
orospuluk ölmez, orospular kaybolmaz" dedi.
" Baba, orospular hangi sektöre kaydılarsa, beni oraya götür. 16 yaşındayım ve çok kötü kayasım var!"
Babam akıllı adam. Plazalardaki güvenliğin beni orospuların yanına çıkartmayacağını, iyi biliyor"

İnternet kafeye gittim.
Çocukları almıyoruz dediler.
Niye almıyorsunuz çocukları?
"Şunun şurasında webcam'a girip, bir rahatlıycam, çok ihtiyacım var"
Artık babamın yanına gitmeye utanıyorum.
Memleketin sorunu kalmadı da, seninkinin sorunlarıyla mı uğraşacağız diye kızar gibi geliyor.
Ama babam anlayışlı adamdır.
Derdimi açtığımda, "Olur mu oğlum, artık üniversite tezleri için bile interneti kullanıyorlar, internet en büyük kitaplıktır" dedi.
Tabi bu sözler derdime derman olmadı."Onlar üniversite tezi yazıyorlar, biz daha mektebin giriş sınavını kazanamadık!"

Baktım babam da geriliyor.
Çok sevdiğim ilkokul hocama gittim.
" Hocam hatırlar mısınız, siz bir coğrafya dersinde 31 çekenlerin boylarının maki kadar bile büyüyemeyeceğini " söylemiştiniz! Benim yaş 16, boy 186. 31 çekmemde mahsur var mı?" diye soracaktım.
Hoca ortalarda yok, eski ilkokulun içinde açılan mini kilisede günah çıkartıyormuş. Boyunun niye uzayamadığını anlatıyormuş papaza!
Rahatsız etmeyeyim dedim.

Artık babamın yüzüne de bakamıyorum.
"31 bile çekemeyen bir evlat, hayatta napar, hangi baltaya sap olur" der diye korkuyorum.

"Vatandaşlık numarası yaz boşluk bırak 31 yaz, bakanlığa gönder" kampanyası ilaç gibi geldi.
Yazdım numaramı, SMS'i attım, anasını satayım!
Bakanlıktan hemen konfirmasyon geldi.
Şimdi rahat rahat 31 çekebiliyorum....

(diye umarken,)

bir de baktım ki, bizimkinin derdine o kadar düşmüşüm ki,
artık yaşlanmışım.

(Zaman ne çabuk geçiyor di mi?)

16 yaşını çoktan geçip, 66 yaşında sadece cinselliği düşünen, poşetlerin içindeki çıplak hatunları beceren, küçücük kızların spor kıyafetlerinin altındaki bacaklara bakan, rüzgarın mini etek giyenlerin eteklerini savuracağını uman çok fena bir sapık olmuşum!

2 Ağustos 2008 Cumartesi

ATATÜRK'Ü SEVMİYORSUN, PEKİ YA ENKAZ ALTINDA KALAN KARDEŞLERİNİ?

İkisi ne alaka denilebilir ama 17 Ağustos depremini,
Allah'ın imansızlara verdiği ceza olarak yorumlayanlar, tam ay tutulmasının yaşandığı günde Konya'da bir kuran kursu binasının çökmesiyle ölenler arasında da bağlantı kurmayacaklar herhalde!

Onları Allah kurtaramadı çünkü Türkiye'de kötü mütaahitlerin eline düştüler. Güzelim çocuklar, kurtarıcıya inanırken,
malzemeden çalanların oyununa geldiklerini, dünyanın en önemli öğretisini aslında temelleri sağlam olmayan bir binada anlamaya çalıştıklasrını nereden bilebilirlerdi? Onlar, sadece inanıyorlardı ama birileri onların inançlarından pay alıyordu, rant elde ediyordu. Bilemezdi güzel çocuklar, hayatta oynanan oyunları.Şimdi geriye, çocuklarını emin ellere teslim ettiğini sanan acılı anaların çığlıkları kaldı.

Her mahalleye bir kütüphane, bir halkevi açılan günler geride kalmış, Atatürk'ün açtırdığı halkevleri kapatılmış,biraz daha oy uğruna dine ait mekanlar açılmaya başlanmıştı. Bir ara Tansu Çiller, her şehire bir üniversite der gibi oldu, ama o binalar da sağlam olmadıkları için, zamanla çöktüler. Arkeologlar psikolog sekreteri, antropoloji okuyanlar astrolog oldu.

Dün Konya'da ölen zavallı çocuklar Allah sevgisini yaşarken, dinlerinin insana verdiği değeri öğrenmeye çabalarken, dünyadaki pekçok savaşın dinlerin yüzünden çıktığına, savaşlarda insanların kendi din kardeşlerini bile öldürdüğüne inanmazlardı ki! Aynı gün rastlantısal olarak "Humeyni'yi severim, Atatürk'ü sevmem diyen" kızların ifadelerinde bir suç unsuruna rastlanılmayan gündü!

Humeyni'yi sevenler, tüm düşmanları tarafından bile mertliğinden dolayı övülen, esirlerin bile savaş etiğini övdüğü Atatürk'ü sevmezken, Humeyni'nin din kisvesi altında verdiği savaşta kendi kardeşlerini nasıl öldürttüğünü unutmuşlardı.

Humeyni, dinine inanan ama kendisine inanmayan kaç kişiyi enkaz altında bıraktırmıştı kimbilir. Oysa Atatürk, din ve devleti ayrı ayrı inşa ederek, ne kadar sağlam temeller atmıştı! Dinle yönetilen bir ülkede din kardeşlerinin öldürüldüğünü, kişilerin taşlanarak, yakılarak, parmaklarıi kesilerek cezalandırıldığının bilinciyle, hukuk için başka bir binanın temelini attırmıştı.

Bu temelde inançları uğruna ölen çocuklara yer yoktu.
Sonra ne olduysa oldu, binalar sarsıldı, yer yerinden oynamaya başladı. 1 Ağustos 2008'de ay, artık güneşin önüne geçmişti. Türkiye Avrupa Birliğine kaçak inşaatlarla giriyordu.

Kazananlar hep malzemeden çalanlar oldular! Enkaz altında kalan zavallı çocuklar ve onların seçimden seçime değerlenen gözü yaşlı aileleri, işte onlar, hep unutuldu.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

ERKEKLER SARIŞIN SEVER

Hayrünissa Gül’ün Amerikan Gazeteciye, “ben sizin neden sarışın olduğunuzu soruyor muyum” demesi, gündeme bomba gibi düşmüş. Haberi duyan hanımların bir bölümü, kuafördeki boyalarını yarıda keserek, “sarışın olmaktan vazgeçtim, eşimin devletle işleri var, ne olur ne olmaz” diyerek, boyalarını yarıda kesmişler. Doğal sarışınlar, “acaba yanlış bir zamanda mı doğduk” diye kendilerini sorgulamaya başlamışlar. Artık en büyük korkuları, nüfus cüzdanlarının din hanesinin yanına, saç renginin de eklenmesi!

Sarışın doğulur mu, sarışın olunur mu sorusunu artık hiç sorulmuyor çünkü kimse statükoyla arasını bozmamak için sarışın olmak istemiyor. Kuaförler, ellerinde patlayan sarı boyaları, Amerika’ya geri yolluyorlar. Başımıza gelen pek çok afette Amerikanın parmağı var ya, sarı boyaların ellerinde patlamasının arkasında da CIA’yı arıyorlar.

Şu anda derinlerde sarışın gazetecinin ajan olup olmadığı konusunda şüpheler var. Herkesin telefonu dinlenebilir. Ben kel olduğum için yırtarım sanmıştım ama Zekeriya Beyaz Hoca bile telefonunun dinlendiğinden şüphelendiğine göre, bir sabah dörtte gözaltına alınıp, bir büyük fön makinesinin altında hırpalanmamam içten bile değil!

Marilyn Monroe’nun oynadığı “Gentlemen Prefer Blondes”(Erkekler Sarışın Sever) artık yasak kapsamlı yayınlardan.Filmi ancak You Tube sitesinden indirmek mümkün.

Nedir bu kadının saçı üzerinden politika yapma arzumuz? Erkekler, maçtan, aşktan, meşkten, at yarışı, tahvil, hisse senedi, borsadan konuşacakları yerde artık sadece kadınların saçlarından konuşur olmuşlar. Galatasaray köprüsünde tightla balık tutan kadını yakanlar yine erkekler! 20. yüzyıl Türkiyesindeki Jan Dark’larımızın saçları başları yüzünden yakılmaları mı gerekiyordu? Kadınlarımızı yazdıkları romanlar, üniversitedeki tez konuları, kansere karşı geliştirecekleri ilaçlarla kahramanlaştırmak varken, kıyafetlerinden dolayı yakmak, yıkmak niye?

Benim saçım sarı olsun; ben başım açık olsun diyen kadınların yerine, eşim örtünmemi istiyor, babam beni kıyafetimden dolayı üniversiteye yollamıyor, mahalledeki bakkal balığa tight’la gitmeme izin vermiyor diyen kadınlar, bunun bile denmesine izin vermeyen erkekler var. Kadınlar adına konuşmayı kendilerinde hak sayıyorlar. Düşünüyorlar ki, evin kızı, sandığa oy vermeye giderken, babasını dinleyecek! Sanıyorlar ki, sandık başında eşini bekleyen hatun kişi, parmağına boya vurdururken kocasından izin alacak.

Oysa o kadın, oy vereceği zaman, evindeki çocuğa süt veremediği günleri hatırlar.
Kadının saçından rating ve oy istemek son derece demode!

1960’larda Amerika’da “Living Theatre” adlı komünist tiyatro topluluğunun oyuncuları, oyun sonunda kıyafetleri yırtıp atmayı bir misyon haline getirmişlerdi. Seyircilerden de aynı şeyi talep ederek, kıyafetlerini çıkartmalarını ve çıplak olmalarını talep ediyorlardı. Çıplak seyirciler ve oyuncular kendilerini devrimci ruhla sokağa atarken, düzene karşı ayaklanmanın keyfini yaşıyordu.

Bugün bir hanım arkadaşım, artık son yıllarda yaşadıklarımıza tepki olarak daha fazla mini etek giydiğini, şortla sokağa çıktığını söyleyince, Living Theatre’ı hatırladım. Ülkemizde giyinmek nasıl politik bir eyleme dönüştüyse, artık bizi çıplak olarak sokağa davet eden
oyunculara da gereksinimimiz olacak.

Giyinerek veya soyunarak, düzenle oynadığımızı sanacağız. Oysa düzen her sabah bizi sadece çıplak olarak değil, kıyafetlerimizle bile çoktan düzdü.

Dünyanın en pahalı mazotuna, en az gramajlı ekmeğine sahip olan bir düzende yaşadığımızı ne çabuk unuttunuz!

28 Haziran 2008 Cumartesi

İŞLER BOKA SARDIĞINDA

İŞLER BOKA SARDIĞINDA....


Türkiye'de bir kadının kafasından aşağı bok dolu bir kavanoz geçirildiğinde, nedense yalnızca feminist kadınların tepki göstermesi veya sadece onlardan tepki beklenmesi anlaşılır gibi değil.

Bir transseksüel polisten dayak yediğinde bir lezbiyenin kafa çevirmesi, türbanlı kadın türbanından dolayı aşağılandığında, türbanın özgürlük olduğuna inanmasa da, türban takan kadının yaşatıldığı durumu bir Atatürkçü aydının daha iyi anlamasını beklemek gibi birşey değil mi, kafasından aşağı boklanan kadına erkeklerin de tepki göstermesini beklemek?

Karı koca ilişkilerini evde yedikleri her boku saklamak olduğunu sananlar, ondan sonra da doğurup, topluma saldıkları 8 çocuğun niçin ruh hastası olduğunu sorgulayanlar, boka sarmış bir durumu entellektüel pisliklerinin içinde gizliyorlar. Kafasına bok yiyen kadının durumunu anlayabilmek için, Simone de Beavouir'ı tanımasanız da olur.İş, biraz duyarlı olabilmekte!

10 yıl önce dünyada hanımlarını en çok döven kesimin doktorlar olduğunu duyduğumda pek şaşırmıştım, insan nedense takside küfür eden şoförlere yakıştırıyor bunu. Ama o adam küfürü saldığı için rahatlamış, doktor ise vajinaya 30 dakika boyunca baktığında bile kibar kalmak zorunda olduğu için son derece gergin!

Amerika'da sadomazoist seks kulüplerini en çok ziyaret edenler Japon işadamlarıymış. Herhalde dertleri sado kulüplere Japon teknolojisini getirerek, orada daha hızlı dayak yemek değil. Bir bilgisayarla boğuşamamanın derdini, tüm dünyaya emir kipinde konuşmanın acısını, kendilerine dayak attırarak çıkartıyorlar.

Oysa Hiroşima'da üzerlerine bomba yediklerinde bizim
kurbanımızdı onlar. Hrant Dink öldürüldüğünde de kendimizi kurban yerine koyarak, sokaklarda "Hepimiz Hrant"'ız diye bağırdık.

Bizi öldüremezsiniz, düşüncelerimiz, yaşam biçimimizi yok edemezsiniz, bizi bize kırdıramazsınız, kardeşimiz için hepimiz kurban oluruz dedik dünyaya. Şimdi neden aynı tavrı boku çıkmış bir ilişkinin kurbanına gösteremiyoruz?

Aynı gazetenin kapısında eşinin kafasına sıçan adama karşı tavır koyduğumuzda, feministler sussun cevabını alıyoruz.

Hrant için bağırırken Ermeni miydik ki, bugün feministiz?O gün Ogün diye bir çocuğa öfkemizi kusmayı biliyorduk da, bugün bir aydının şiddeti karşısında hafif bir utanma ve sahiplenme güdüsüne mi sahibiz? Maganda yapınca şiddet oluyor da, profesör yapınca ayva çiçek mi açıyor?

Gazetenin kapısından bu boku kabul edeceksiniz diye kovulurken, gözümüze konsantrasyon kampında ölüm odalarına gönderilen azınlıklar geliyor nedense. Onlar neden sessizce gittiler ölüme, içeride duş yapacaklarına inanmıyorlardı herhalde! Yoksa Nazilerden korktukları için mi direnç göstermiyorlardı? Onlar, boklanmadan nasiplerini almışlar, dünyanın en boktan insanları olduklarına inandırılmışlardı. Onurları tamamen kırılmış, kendilerine saygılarını yitirmiş,kurban edilmenin acısıyla gözlerini kaçırdılar boktan faşistlerden.

Şimdi ortada sessiz kalan, onuru çiğnenen bir eş var.
Azınlıkta kalmış biri , bir anlamda gaz odasına gönderiliyor.
Ona sahip çıkanlar ise Etyen Mahçupyan'ın gözünde, sadece feministler!

Madem ona sahip olmak için feminist olmak gerekiyor, gelin bugünden tezi yok, feminist olalım." Hepimiz Müjde'yiz" diye bağıralım bir an önce! Hocanın niye bok attığını sorgulamaya gerek yok, Ogün kurşun sıktığında sorguladık mı ki? Şiddeti haklı kılan birşey yoktur, olamaz.Şiddetin arkasından tahlil yapmak ise, psikologlara düşer ama şiddetin gücünü azaltmaz. At bokunu hiçbirşey küçültemez!

Bu boku küçümser ve sadece feminist işi diye aşağılarsak, , ikinci dünya savaşından geriye kalan söylemlerden biri bok gibi takılır kalır üzerimize: "Geçen gün çingeneleri öldürüyorlardı, sessiz kaldım. Dün, eşcinselleri öldürdüler, sessiz kaldım. Bugün beni öldürüyorlar, kimsenin sesi çıkmıyor!


Not: Profesörümüzün öğrencilerine, "daha dün annemizin kollarında yaşarken" diye okula başladıkları günde, başarılar dilerim.

15 Mayıs 2008 Perşembe

REKLAMDA TEK GAZETE TARAFINDAN SANSÜRLENEN TEYZE

Anneler Günü için Çelik’in annesini oynamam istendiğinde, içim bi tuhaf oldu.
Ayol bu ülkede şarkıcı, manken annesi oynamaktan daha büyük gurur olabilir mi? O şarkıcı annelerine baktığımda, galiba önce şarkıcı olunmuş, sonra anne bulunmuş diye geçer bazen aklımdan.
“Yanılıyorsun teyze” dedi bizim bakkal.
Sen buzdolabı maskotunun annesini oynayacaksın!
“Hadi be zevzek, bırak buz gibi espri yapmayı, şu buzdolapından 145 gram eski kaşar çıkart da gideyim” dedim.
“Yanılıyorsun teyze” dedi berber.
Sen buzdolabı maskotunun annesini oynayacaksın!
“Kes traşı zevzek, sen git mahallenin gençlerine sar. Erkek berberi filansın ama ne zaman figürasyon ajansından çağırsalar tükkanı erken kapatıp, bana röfle yapman hoşuma gitmiştir, bu sevgime layık ol, “severim seni dedim.
Sonra çocuklar sardı.
Maskotun anne/si, maskot/un anası, maskot annesi!.
Ulan piçkuruları sizin anneniz olarak her gün kalpten Hasekiye gidip gidip geleceğime,
gerekirse maskotun annesi olurum daha iyi dedim.
Ayol zaten televizyona çıkan star anneleri de maskot annesi gibi durmuyor mu? Kadınlar zırıl estetik halde , dudaklar kıpırdamıyor, anneler aksesuar.
Anacığım set için dolmalar yapıldı, erkek berberinde röfleler tamamlandı, çok bekletirlerse diye yanıma Derya Baykal patiklerinden bile aldım.
Sabah bir giderim ki, Atatürk Kültür Merkezi kaynıyor.
İşte geleceğin sinemacıları burada!
Bizim rahmetli bey görse, saçlarımdan tuttuğu gibi atar beni dolmuşa, doğru eve.
Rahmetli peder görse, utancından kendini troleybüs direğinden sallar, ben yine doğru eve.

“ Haydiii Binbir Gece’ye son iki teyze….
Haydiii Serseri’ye son üç nine”

Ayol, itiştirmesenize sapıklar. Sapık olduğunuzu kanıtlamak için dizi setine kadar gitmeye gerek var mı? Sapık her yerde sapık. İtiştirecektiyseniz, Sarıyer minibüsüne binerdik.

Bir gelirim ki, o Çeliğin ağzı var dili yok. Tatlı çocuk. Biz figürasyon takımına, hani kendimize içi geçmiş oyuncular da diyoruz ya arasıra, öyle başrollerle felan konuşmak yasak.
Ay o Çelik ne kadar hoş muhabbet. Sıcak bir çocuk. Buzdolabı reklamında oynamak onu havaya sokmamış!

Aaa fesüpanallah kuaför, makyöz felan benle ilgileniyor.Bir kız kurusu da başlamaz mı çekiştirmeye? Sen kimsin ayol? O da moda tasarımcısıymış. Moda tasarımı derseniz, bozuşuruz. Benim hırkamı , hırkamın içine her mevsimde giydiğim yün atletimi ve uzun kollu gömleğimi kimse çıkarttıramaz.
Bokunu çıkartmayalım değil mi? Yani adam nalları dikti diye, kalkıp Zincirlikuyudan gelmesin. Troleybüs kalktı diye, bizim rahmetli baba, nasılsa ulaşamayacak triplerine girmeyelim di mi ama?

“Bana güvenin teyze, Cemil İpekçi’nin yanında çalışmışlığım var! Tüm simitçileri ben giydirdim.”
“Kızım bu iş sokakta simit satmaya benzemez, benim kollarım selülitli.”

Bilgisayar efektçisi kapatır onları teyze.
“Dur kızım çekiştirme. Mahallenin berberinin eserini bozucan!

Bir süslediler, püslediler ki sormayın. Hırkanın yerinde yeller esiyor, kısa kollu bir bluz ve içinde ben!
Hoşuma da gitmedi değil doğrusu?

Kadın hakları felan diyenlere kızardım ama selülitlerime rağmen 55 yaşında haklarımı kazandım.

Diğer 9 anne, ki adlarını bile sormadım çünkü onları figüran gibi hisettim ve oğlum Çelikle oturduk. Sıcak bir sohbet. Bazen mekanikleşiyormuş tabi. Geyik muhabbeti dedi makyöz.

“Kızım fazla boyama, aaaa bunun bir de silmesi var! Leke kalcak yüzümde”

Bir fotoğrafçı geldi ki, ne yakışıklı. O çektikçe, kendimi Azra Akın gibi hisediyorum. Kaslı, sarışın bişey. Yeter ki çeksin, Türkan Sultan gibi cilve yapmasam namerdim.

Tabi, çekildikçe ne hayal ettim bilmiyorum ama ilk 49 pozda gözü kapalı çıkmışım. Çocuk basıyor, ben kapatıyorum gözlerimi.
Son 78 poz ise bayağı güzel oldu.

Hayatımda ilk kez makyajım akıyor. Ucuz rimel kullandığım için değil, oyunculuk bölgesi olarak gözlerimi ve bakışlarımı kullandığım için. Çelik dönüp, Nurgül Yeşilçay’a benziyorsun demez mi? Ay afedersiniz ama şimdi işin boku çıktı.

Dolmalar yenilemediği gibi aktı, makyajlar zaten akmıştı, Derya’nın patikleri yapılamadı, belki de beklerken bebeler benden patik bekleye bekleye 9 aylık oldu. Sabah ikide bitti çekim.

Dur bari minibüste önü çekiiim!

“Ne minibüsü abla, seni eve bizim şoför bıraksın.”
İyi de olur valla, bu kılık kıyafetle mahalleye nasıl girerim.

Hayır açık olduğundan değil, ama seçik olduğundan. Ayol, yükselen burcum aya mı çarptı ne,
kahve yere döküldüğü zaman anlamalıydım falın tutmayacağını. Ben, artık seçilmiş bir insanım.

Anneler Gününü bekle dur şimdi. Ne gelmez anneler günüymüş, kadınlar günü geçti, 1 Mayıs’ta işçiler dayak yedi, anneler günü yine gelmiyor! Anneler Gününü beklerken, bol bol televizyon izlemece tabi. Belki televizyonlar bu yıl erken kutlarlar Anneler Gününü. Hani seçim zamanı asfalt yapmadan yol açıyorlar, temel atmadan fabrika kuruyorlar ya, öyle bişey.

Bi kız üniversiteye türbanla girmek istiyor televizyonda. Haklı çocuk. Okuyacak. Ben 52 yaşında Emel Sayın kadar makyaj yaptım mahalleli baskısı na uğramadım, o da istediği gibi okusun.

Bi eleştirmen çocuk otelde üç gün şortla gezmiş. Üç gün sonra otele gelen tarikat üyeleri kıyafetten rahatsız olmuşlar. Çocuk şortla girdiği mekanlara giremez olmuş. Yalan, ayol.
Otele kapalı da girilir, açık da. Üniversiteye de öyle. Hatta denize bile haşemayla giren var, bikiniyle giren var.

Anneler Gününde bakkal 175 gram kaşar eşliğinde bütün gazeteleri getirdi. Resmen Hey’deki kapak kızları gibiyim. O salak hırkayı niye taşımışım yıllarca! Boşuna ağırlık yapmış. Yarın rahmetlinin emeklisiyle kendimi Cemil İpekçi’nin butiğine atmazsam namerdim!

Her gazetede ben varım. Ben varım, bir de başkaları var tabi. Onlar çok önemli değil.
Zevzeklik etme bakkal efendi, her gazetede aynı da, burada mı farklı resmim?

Ayol inanılır gibi değil. O güzelim etek boyu uzamış, makyaj hafifçe silinmiş. İyi, göğüslerimi 4 beden inceltmemişler. Senin bakkalında satılan gazetenin baskısında iş yok, gidin bana en pahalı mahalleden gazete alın. Hem de 4 tane!

O ne ayol? Her gazetede ben, o gazetenin dördünde de ben….
Ama o ben, o ben değil.

Çelik soğuk şaka mı yapıyor kız? 52 yıl sonra ilk kez biraz açılayım dedim ve o gün birileri kapattı beni. Her gazetede açıldık da, bu gazetede mi kapandık? Ayol, ortada dolaşan bir reklam müfettişi vardı, “müşterim şöyle istiyor böyle istiyor diyodu”. Keşke kızın cebini alsaymışım.

Şimdi gör mahalleli baskısını işte! Sokağa çıkamam, sarar o piçkuruları.

Şimdik porno filmlerde göğüslere takılan bantlardan sözedecekler mutlaka. “Teyze sana da bant takmışlar diyecek” (Bu gazete selülitli kollarımı mı beğenmedi, anlamadım)
Aaaa ben nerden biliyorum göğüse takılan siyah bandı? Ne bilim, duymuşumdur rahmetlinin çilingir sofrasında hizmet ederken.

Eee aşk olsun yakışıklı, çeke çeke böyle mi çektin fotoğrafı?

Oto boyacısının yanına vardım. Bizim Şennur’un oğlu! Şennur hassastır bu gibi konularda, çocuk da resmen pisikolog gibi davrandı.
“ Abla bu gazetede bir şey var, şimdi reklama dokunamazlar ki”
Bu benim bir taksiye lacivert boya atmam gibi bişey!

Ben anlamadım bişey çocuğum.
Star oldun dediler, eve taksiyle gönderdiler, kucağıma çeliği verdiler, bu nasıl dünya valla anlamadım?

Abla, iyi ki çarşafa sarmadılar seni.
Ne ayıp çocuğum, ben Çeliğin annesiyim, Çelik ise Atatürkçü bir şarkıcımız!
( Çaktırmadım tabi, robota annelik yaparsak, kapatıverirler kollarımızı)

Beterin beteri var tabi! Aynı fotoğrafı bir tanesi kapattı, ya öteki açmayı akıl etseydi? Ne yapardım cıbıl cıbıl? Bakkaldan eski kaşar alırken, yiyeceğim lafları düşünemiyorum.düşünün artık.




Sette yiyemediğin dolmalara mı yanarsın, Tuncay Özkan’ın kanalı sattığı için çıkıp,
“ haklarımı isteyen bir cumhuriyet kadınıyım” diye bağıramayacağına mı yanarsın, rahmetliyi mezarda ters döndürdüğüne mi üzülürsün. Derya Baykalın elimde patlayan patiklerine mi yas tutayım, tencerede yanan pilava mı?


Keşke hava atacağıma, arkadaş olmayı deneseydim diğer dokuz kadınla.
Belki, şimdi, birbirimiz için bir şeyler yapabilirdik.

27 Nisan 2008 Pazar

YALNIZ ADAMIN GÖKYÜZÜNE BAKIŞI

“Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlarYeryüzünde sizin kadar yalnızım
Bir haykırsam belki duyulur sesim
Ben yalnızım, ben yalnızım
Yalnızım

Kaderim bu, böyle yazılmış yazım
Hiç kimsenin aşkında yoktur gözüm
Bir yalnızlık şarkısı çalar sazım
Ben yalnızım, ben yalnızım
Yalnızım”

Kurultaydan çıktığımda,derin bir nefes alma gereksinimi duydum.Zafer sarhoşluğu olması için, bir duble bir şey içmem gerekir, ama nedense bu akşam korkuyorum. Sanki içki içersem yanında yiyeceğim beyaz leblebiler boğazıma dizilecek.Oysa ne kadar iyi giderdi beş on tane beyaz leblebi şimdi. Kurtuluş savaşı kazanmış bir lider edasıyla oturacakken, niye leblebilerin boğazıma düğümlenmesinden korkuyorum? Niye kendi içimdeki savaş korkutuyor beni? Rahmetli Özal'ı zehirledilerse, ister misin beni de beyaz leblebilerle zehirlesin birileri, tam da zaferi kazanmışken! Şu kurultayın puslu havasından kurtulsam da, bir çadırın altında gökyüzündeki yıldızları mı seyretsem?Sahi nereye kaybolmuş yıldızlar? Niçin görünmüyorlar bana?

Gelsenize lan buraya, size bir şarkı söyleyeceğim:
"Göööökyüzzzüünde yaaaalnız gezeeen yıldızlar.... " Ama bunlar niye gezmiyorlar yahu? Galatasarylılar mı çalmış onları, yoksa ben mi göremiyorum. Çevremde yıldız kalmaması da tuhaf doğrusu. Tayyip Bey çalmış olabilir mi bazılarını, yoksa ben mi söndürdüm?Canım Zafer Üskül'dü, Ertuğrul Günay'dı filan onlar zaten kaymış gitmişti. Sağ yumruk kaldırmalar, AnayasadanAtatürk adını çıkartmalar filan. Peki Erdal İnönü'ler, Hikmet Çetin'ler, Celal Doğan'lar, Zülfü Livaneli’ler,İsmail Cem’ler, Aydın Güven Gürkan’lar, Fikri Sağlar’lar, Mustafa Sarıgül'ler, Nurettin Sözen'ler, Altan Öymen'ler,Murat Karayalçın'lar,Ercan Karakaş'lar, Bekir Kumbul'lar 'a ne oldu? Nerdeler? Acaba ay tutulması filan mı var da, görülmez oldu benim yıldızlarım?

Bütün büyük adamlar yalnız olurmuş, ben de bu yüzden yalnızım herhalde!
Fakat ne kurultaydı.
Ne kadar çok alkış.
Konuşan adaylar, tartışanlar, alaşağı edilenler, fikirleri beğenilmeyip son dakikada çekişmeyi kaybedenler. Sürpriz (!) bir biçimde kazanmam, yaptığım konuşmanın son iki cümlesiyle birden 450 oyun sürpriz biçimde bana dönmesi.
Hoş şeyler bunlar, sola yakışan şeyler.
Aynı zamanda önümüzdeki yerel seçimlerde ortalığı nasıl yıkacağımızın da bir göstergesi tabi. Şimdi bir ili, ilçeyi, köyü ziyaret ediyorum, ne yalnızlık, ne yalnızlık! Oysa pek yakında,
gökyüzündeki yıldızlar aydınlatacak altı oklu bayrağımızı.

Son Enternasyonal Sosyalist Kurultay’da yüzüme kimse bakmayınca,”size artık sosyalist demek, Coca Cola’ya hoşaf demeye benzer dediklerinde” hisettiğim yalnızlığı, bu kurultayda hisetmedim.

Hele beni alaşağı etmek isteyenlerin gözlerindeki hırsı görünce, gençliğimi hatırladım. Bir zamanlar Bülent Ecevit’e nasıl baktığımı hatırladım. “Aferin çocuklar bana da öyle bakın, öyle bakın ki, gökyüzündeki yıldızları sollayalım” dedim.

Ama kurultaydan çıkınca, bu yıldızlar tarafından böyle ihanete uğrayacağım aklıma gelmezdi.
Bülent Beyin hiç değilse Rahşan Hanım’ı vardı.Gerçi, son zamanlarda onlara da pek uğrayan olmazdı. Herkes bilgisayarda chat yaparken onlar daktiloda takılıp kalmışlardı. Ben meseleyi buna bağlardım . Ama hiç değilse onlar iki kişiydiler.

Bense eşimi fazla bulaştırmam dünya işlerine. Beraber gittiğimiz yerlerin sayısı da azdır. En son 9 yıl önce yılbaşı için piyango bileti almaya beraber gitmiştik galiba.

Bu yalnızlığımı unutmak için yarın torunumla spora çıkmam lazım .Ama tek torun, koca yalnızlığa ne yapabilir?

Tayip Beyin şimdi “çoluğa çocuğa en az üç yerinden karışın” demesinin ardındaki gerçeği anlıyorum, belki bir gün, o da benim gibi yalnız kalmaktan korkuyor. Belki bir gün, o da torunlarının onu gökyüzündeki yıldızlar gibi yalnız kalmasından korkuyor.

Sinirli olabilir, ama çok sosyal bir insan. Cuma namazlarında, Katar Gezilerinde, İftar sofralarında, Haç Ziyaretlerinde yüzlerce kişiyle beraber. İyi ya da kötü inandıkları bir şeyler var. Tabi bazen onlar da unutuyor nelere inandıklarını. Bush’tu, dolardı derken, yine de yeri geliyor cemaat duyguları, birlik duyguları ağır basıyor.

Benimse birlik duygum bugün kurultayda basacaktı. Ama ayakkabısı sıktığı için topuğuna basan birkaç kişiyle sınırlı kaldı!

“Kaderim bu, böyle yazılmış yazım
Hiç kimsenin aşkında yoktur gözüm
Bir yalnızlık şarkısı çalar sazım
Ben yalnızım, ben yalnızım
Yalnızım”

Emine Hanım, politikada aktif. Ahsen Hanım, eşinin yanında. Hayrünissa Hanım, ısrarla first lady olarak “first my husband” diyor.
Bizim kadın kolları da mutlaka buralarda bir yerdedir. Belki bu karanlık gecede ben göremiyorum. Bilgehan Toker’i o kadar aşağılardan aday gösterdim, listelerde kadınlarımıza o kadar haksızlık yaptım ki.
Cumhuriyet’in temeli olan kadınlar beni yalnız mı bıraktı acaba? ( C gitti)


En kalabalık 1 Mayıs’larda bile fikir ayrılıklarıyla bölünmüş kanatlar, üniversite sıralarında aynı davaya inandığı halde ayrı fraksiyonda çatışan çocuklar, demokrat sollar ve sosyal demokratlar arasında geçirdim hayatımı. Anladım ki, fazla düşünmek de iyi değilmiş. Marx şöyle mi, böyle mi derken yalnız kalıyor insan. Oysa “Allah Birdir” deyince herkes aynı safta! CHP’nin halk kanadı da karanlıkta kaldı bu gece. (H gitti)

Ama P var! Çok şükür! Parti deyince, maşallahı var. Beni seçip seçip duruyor.
Ama bu yalnızlığa bir çare bulmak gerek önce.

Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ziyaret etsem, bana çevremdeki yalnızlığımı yenip, tekrar kitle olmayı öğretirler mi acaba?
Acaba Tayip Erdoğan’dan hala öğreneceğim çok şey mi var?

Nerede bu yıldızlar yahu? Çıldıracağım!
(Belki de yalnızlık diye tutturdum, ama gök yoktur. Bu yüzden görülmüyordur yıldızlar!)

20 Nisan 2008 Pazar

PİPPA'DAN MEKTUP VAR

Gebze'de otostop çektiğim kamyon şoförü, üzerimdeki gelinliği görünce kim olduğumu merak etti.

Sanki bana tecavüz etmek için geçerli bir neden arıyordu.
Bakire çıkmadığı için kapıya konulan bir gelinsem, tecavüz
haklı bir neden olabilirmiş belki. Hayır dedim,ben barış elçisiyim!

Önce, kafayı yeyip yemediğimi anlamak için minik bir sınavdan geçirdi beni.
7'den sonra 8 mi 6 mı gelir dedi, onu bildim.
Türkiye'nin başkentini sordu. Ankara dedim. "Hadi seni Ankara"ya götüreyim dedi.

Filistin'e gitmekten bir an için vazgeçip, Ankara'da karar kıldık. Tecavüzcüm deli olmadığımı anlamıştı! Yani bana tecavüz etmesi için hafifletici bir neden bulamamıştı.

"Paran var mı dedi", bacağımı okşuyordu bir yandan. Seks işçisi olup olmadığımı sınıyordu. Fuhuş için sokaklara dökülmüşsem, ceza indirimi filan alabileceğini umuyordu.

"Gel sana çiğ köfte ısmarlayayım" dedi, ama onu da Ankara'ya sakladık. Çiğ köfteyi Anklara'dan alacaktık. Meclisin oradan!

Gittiğim, gideceğim, gitmek istediğim ülkeleri sordu. Amerika'da olsa, hem tecavüze uğrar, hem parçalarını yerlerdi, Almanya'da olsa,gelinliğinden Neo Nazilere fistan yaparlardı, Rusya'da olsa sana tecavüz etmeden seni on kişiye satarlardı gibi laflar söyledi. "Ben Türkiye'ye güveniyorum, o yüzden burdayım" dedim. "Çek Ankara'ya, şurdan kaç saat sürer ki dedim".

Tecavüzcümün ruh sağlığının yavaş yavaş bozulduğunun farkındaydım. Belki televizyonda izlediği ve bazı kadınların sadece örgü örerek mutluluk oyunu oynadığı, bazılarının göbek attığı, bazılarının da kurban rolüne büründüğü sabah programlarının etkisindeydi kimbilir! Belki, zamanında çok sevdiği bir kız töre cinayetine kurban gitmiştir, belki zamanında çok sevdiği bir kızla başlık parası yüzünden evlenememiştir. Ya da namus diye kafasını kirletmiştir bazı erkekler.

Israrcıydım Ankara konusunda. Beni götürmek istemedi!
Tecavüz etmeyi tercih etti. İyi ki de öyle yapmış.

Şu anda onu ruhu bozuk bir zavallı olarak görüyorum ve afediyorum. Onun davranışından yola çıkarak genelleme yapmıyorum, Türklerin davranışını yargılamıyorum.

Ama Ankara'ya gitseydim ve "seçilen" kişilerin vahşet içinde birbirlerine saldırdıkları kişilerin arasında kalsaydım, ürkerdim. Farklı düşünebilirdim Türkiye hakkında.

CHP'nin genel kurulunda da bu manzaralar var, MHP'de de yaşandı, iktidar kavgalarının olduğu her yerde şiddet kaçınılmazdır, İtalya'da maçlarda da böyle oluyor denebilir belki ama en azından benim içim mezarda da olsa rahat. Çünkü tecavüzcüm hapiste duvarları yumrukluyormuş,
korkuyormuş bana yaptıklarından dolayı.

O içeride, ama ben dışarıda kalanların bana ve benim gibi yeni gönüllülere zarar vereceklerinden, şiddet uygulayacaklarından çok korkuyorum.

Ne olur bana korkularımın yersiz olduğunu söyleyin? Mezarımda rahat uyuyabilir miyim?


PİPPA

13 Nisan 2008 Pazar

BİZİ BİZE NASIL YIKTIRDILAR 2

TİYATRODA 31 MART VAKASI


nedimsaban.blogspot.com


Saatli Maarif Takvimi 31 Mart 2008'i gösterdiğinde,
ilerici vatandaşların belediyeyle tüm pazarlıkları bitmiş, bir yıl boyunca zaman zaman tiyatrolarının yıkılmaması için ayaklanan sanatçıların ayaklanmaları bastırılmış, kongre vadisi için putlar yıkılmış, heykeller kırılmış inşaat işçileri soğan ekmeklerinin üzerine serpiştirecekleri Cafe de Paris sosunu Muhsin Ertuğrul'un odasından yıkımı izleyen yeni genel sanat yönetmeninin odasından tedarik etmeye başlamışlardı.

Ölümü bekleyen Alzheimer hastalarına şakacıktan kutlanan son doğumgünleri vardır ya, hani hasta o gün doğduğunu sanır, hastanın yakınları da bir yandan mum üfletirken, bir yandan miras kavgası ederler. 30 Mart 2008'de de Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na da Alzheimer'lılar için şakacıktan bir veda düzenlendi!

Herşey gayet resmiydi. "Keşanlı Ali Destanı" oynandı ama aslında " Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz"ın oynanması daha yerinde olurdu. Hem piyesin adı günün anlam ve önemine uygun düşerdi, hem de piyesin yönetmeni ve belediyenin sanat danışmanı Kenan Işık'ın da bu güzel güne resmi sıfatıyla katılması manidar olurdu.

Orhan Alkaya siyahlar giymişti. Herhalde,zamanında bu sahne yıkılırsa, cesetimi çiğnerler demiş olduğu için,cenaze mooduna girmişti. Belediyenin bando mızıkası ve mehter takımı yetişememişti ve faakat Engin Alkaya sahneyi öpmüş, halka 1 Ekim 2009'da yeni bir tiyatroda buluşma sözü verilmişti!

Herkese Tiyatro Com internet sitesi, oyuncuların son derece duygu yüklü anlarını yakalamıştı ve tarihe tanıklık edecek fotoğraflar çekmişti. O gün orada öyle bir hava yaratılmış olmalı ki, bir tane seyirci bile, üzgünüm dememiş, herkes daha iyisi yapılacağı için mutlu olduğunu söylemişti.

Peki 27 Mart'ta tiyatronun önünde eylem yapan İstanbul halkı, vatanını sevmeyen birkaç provokatörün beslediği ve gerek gördüğünde meydanlara saldığı kişiler miydi?

Orhan Alkaya, 30 Mart'ta işi bitirdiğini sanmıştı. Kendisinin, unuttuğu küçük bir ayrıntı vardı. 31 Mart 15.00'da Cep Tiyatrosu'nda sonun sonu oynanacaktı. Genelde genel sanat yönetmenleri genelleme yapmak gini olmasın ama kendi seçmedikleri oyunları genellikle tu kaka ederlermiş. Bu oyunlar genel olarak iyi eleştiriler alsalar, seyirci tarafından beğenilseler bile, gayri resmi tarihe kendi evlatlarını boğduran, resmi tarihe de uyurken kıçına toplu iğne batıp ölen evlatlar olarak geçerlermiş! Tesadüfen benim yönettiğim ve tesadüfen bir genel sanat yönetmeni değişikliğine denk gelen "Geçmişten Gelen Kadın "ın da geçmişi öyle olmuştu. Ancak, 31 Mart günü unutulacak kadar belleklerden silinmeye çalışacağına rüyaya yatsam bile inanmazdım.

31 Mart'ta, yani tiyatronun resmi kapanışını izleyen gayrıresmi oyunun matinesine Devlet Sanatçısı Macide Tanır davetliydi. Oyunun galası iptal edildiği için, izleme fırsatı bulamamıştı. Kendisine Devlet Tiyatrosu sanatçısı Umut Demirdelen eşlik ediyordu. Yıkıma ilk günden beri duyarlı olan CHP Milletvekili Çetin Soysal, eleştirmen Yaşam Kaya da oradaydı.

Şimdi olmayanları yazsam, abesle iştigal olur. Aysel Gürel'in cenazesinde Sezen Aksu vardı haberi gazete manşetlerini doğal olarak süsler. Ama aysel Gürel'in cenazesine Müjde Ar katılmasa, doğal olarak manşet olur!
Ya da Atıf Yılmaz'ın cenazesine Deniz Türkali, Türkan Şoray'ın katılmadığı bir günü seçmek için, cenazeye bir gün önceden gitmiş olsa, rahmetli Atıf ağabey, bunu nasıl film konusu yapamadığını düşünür. Bizim Muhsin Ertuğrul'un cenazesi de öyle oldu. Orhan Alkaya, cenazeden bir gün önce hijyenik, safe bir ortamda, cenazeyi kaldırmayı
yeğledi.

30 Mart'ta resmi kapanışta gazeteciler yoktu, doğal olarak tiyatronun programında son oyunun 31 Mart'ta olduğunu okumuşlardı. Ve fakat kapıya gelenler, izinsiz oldukları gerekçesiyle ise içeri sokulmadılar. Böylece tiyatro tarihinde gazetecilerin izin alarak girme mecburiyetleri de doğmuş oldu. İyi ki, gazetecilere "gidin bu kağıda Ankara'dan kaşe bastırın" diyen çıkmamıştı. Kongre vadisinde güvenlik nedeniyle(!) bunlar da olur!

31 Mart Saat 15.00'de Geçmişten Gelen Kadın vakasına tanık olanlar , "ayol geldiğimizde hava pek güzeldi, evi havalandırıyorduk, bu şimşekler de nereden çaktı. Hani küresel ısınma vardı!" diyerek durumu çakmamış olabilirler.Oyun oynanırken gelen tak tuk seslere, bizim komşu da yapıyor diye anlam verememiş olabilirler.
( Çin hapishanelerindeki psikolojik işkenceyi anlatan bir mahkum, hayatındaki en büyük acının vücudunda söndürülen sigaralar değil, beş yıl boyunca hücresinin içine damlayan su olduğunu yazmış ama ben o zaman konuya Japon kalmıştım! 31 Mart vakasında , Muhsin Ertuğrul'un çocuğu olan Taner Barlas'a aynı işkence yapıldı. Bir yandan oyun oynarken, bir yandan tiyatro yıkılıyordu.Oyun 75 dakika olmasa aceleyi anlayacağım. Bana yıkımın bu kadar acele olduğu söylense, oyunculardan biraz hızlı olmalarını rica eder, işi 65 dakikada bağlardım. )

Küresel ısınma dedik de, kongre vadisinin şehirdeki ağaca, çiçeğe, böceğe, yeşilliğe olan zararını anlatıp duran çevrecileri hatırladım. Nasıl bir eylem yapılmalı diye düşünürken, aklıma Greenpeace'çiler gelmişti. Bizi bize yıktırdılar, sanatçıların bir bölümünü bağladılar ama Greenpeace'çileri bağlayamazlar, onlar kendilerini tiyatroya bağlar diye geçirdim aklımdan. Fikrimi kime açtım bilmiyorum ama utandığım bir yanıt aldım. "Biz sanatçılar, çevrecilerin dertlerinde onların yanında olduk mu ki, bugün onlar bizim yanımızda olsunlar?"

Utandım. Dünyanın etliye sütlüye bulaşmayan sanatçılar topluluğuna üye olduğum için utandım. Dünyada sanatçıların bir çoğu kadın haklarının yanında savaşıyorlar, savaşa karşı savaşıyorlar, AIDS'e karşı savaşıyorlar, Irak işgaline karşı savaşıyorlar, lösemili çocuklar için savaşıyorlar, küresel ısınma için savaşıyorlar, Bosna için savaşıyorlar, Darfur için savaşıyorlar, naylon poşetler yerine kağıt poşetler kullanılması için savaşıyorlar, kullanılmış kağıtların tekrar kullanılması için savaşıyorlar, bikinili kadınların taciz edilmemesi için savaşıyorlar, İtalyan barış gönüllülerin gelinlerin Gebze'de tecavüze uğramamaları için savaşıyorlar, memleketlerindeki çobanların kentlilerle eşit haklara sahip olması için savaşıyorlar, otobanların ışıklandırılması için savaşıyorlar, kürtaja karşı savaşıyorlar, çocuk pornosuna karşı savaşıyorlar, sanayi atıklarına karşı savaşıyorlar, sigaraya karşı savaşıyorlar. Ama savaşıyorlar.

Bizimkiler ise tiyatroları yıkılırken meydanlarda bayram yapıyor, televizyonda göbek atıyor, Cihangirden oyuncu çıkar mı çıkmaz mı onu tartışıyor. Brecht oynarken örgü ören, Cesaret ana oynarken evine gidecek servisi kaçıracağından korkan bir sanatçı topluluğuna mı sahibiz? Oynadığımız oyunlardan da mı birşey öğrenemiyoruz? Vişne Bahçesi'nde evde kilitli unutulan Firs'i ne çabuk unuttuk?

31 Mart'ta oda tiyatrosunda 5 oyuncu,4 teknisyen, 1 yönetmen, 40 seyirci ve 20 gazeteci Firs olduk! Oyun bitti, gazeteciler son dakika görüntüleri almaya çalışırken, Cep Tiyatrosu'ndaki kardeş oyun "İyi Geceler Anne" de unutulmaz bir performans sahneleyen Hikmet Körmükçü, Haldun Taner'in Ve Perdee tiradını okudu!

Tüm izleyiciler, tiyatro yıkılır mıymış diye isyan ettiler. Kimileri kameralar karşısında ağladı, kimileri babalarının onları Eskişehir'den haftasonları sırf tiyatroya götürmek için nasıl çaba gösterdiğini anlattı.

Herhalde bu seyirciler de memleketini sevmeyen kişiler tarafından provoke edilmiş olmalı ki, bir gün önce Keşanlı Ali'nin sonunda, büyüklerimiz daha iyisini yapar diyen seyirciler gibi düşünmüyorlardı!

Macide Tanır ise yıkımı şöyle özetledi: Gayet doğal. Yeşil sermaye, Fethullah, Amerika, İsrail. Bizler ise bu oyunun parçasıyız! Umut Demirdelen kendisini kibarca susturmasaydı, daha neler söylerdi kimbilir! İzleyiciler Macide Tanır'ın sözlerinin sansürleneceğini sanıyorlardı, oysa Devlet Sanatçısı olduğu gün devlet sanatçılığının uçakta öne oturmak dışında hiçbir işe yaramadığını söyleyen genç yüreğin sözleri hem televizyonlarda, hem Milliyet Gazetesinde yayınlandı! O, gerektiğinde devleti eleştirebilen bir devlet sanatçısıydı çünkü sanatçının devletlisi olmazdı.Bir de devlet sanatçısı olmadıkları halde, kendilerini devletin sanatçısı olarak hisedenler vardı.

Bu arada aktif politikanın içinde olup, yıkıma ilk günden beri duyarlı kalan iki kişi vardı:Çetin Soysal ve Zeki Sezer. Çetin Soysal'a, doğru dürüst muhalefet yapın, memleketi ne hale getirdiniz, bu arada Deniz Baykal'a da sakın selam söylemeyin diyerek saldıran pekçok seyirci oldu. Çetin Soysal MKM'yi yaptık, CKM'yi yaptık filan dediyse de,
MKM'yi, CKM'yi yapana kadar Deniz Baykal'ı başkan yapmasaydınız diyenler oldu.
( Bakın Mustafa Kemal'e M, Atatürk'e A, Cumhuriyet Halk Partisi Kültür Merkezi CKM'ye C demişler bile. Kavramların içi boşaltıldı. Yakında M Tiyatrosunu açacaklar. İlk günlerde Muhsin Ertuğrul derler, sonra M'nin yerine başka birşey koydururlar. )

Oyun sırasında kuliste ayak uçlarında yürümeyi, fısıltıyla konuşmayı ustalarımızdan öğrenmiştik, ama oyun sırasında tiyatro yıkılabileceğini hiçbir kitap yazmıyordu! Macide Tanır, Almanların meşhur bir tiyatrolarının yenilenmesi için bir yıl
boyunca kapanacağını öğrendikleri gün, salonu terk etmediklerini anlatmıştı.
Bizler ise pisi pisine terk ettik tiyatromuzu. Seyircileri uğurlarken, tiyatronun kokan tuvaletine son kez girdim.
Tiyatronun rutubetli koridorlarından yürümek istedim.
Tiyatroya binbeşyüzelli yıl önce yanan, atölyesi deneme sahnesi olarak kullanıldıktan sonra doksansekiz yıldır otopark ve TRT binası olarak kullanılan ve aniden tekrar tiyatro olacağı söylenen Tepebaşı Deneme Sahnesi'nde Deniz Uyguner'in bir çocuk oyununda ufak tefek roller alarak adım atmıştım. Şimdi, Deniz Uyguner'in resminin önünden geçerek, tiyatroyu terk etmem isteniyordu. Bunu yapamazdım! İyi ki, o resim kaybolmuş.

Bu arada, Hazım'dan Ertuğrul'a, Vasfi Rıza Zobu'dan Bedia Muvahhit'e, Kerem Yılmazer'den Savaş Dinçel'e kadar pekçok kişinin fotoğrafına bakmadan, onlarla göz göze gelmekten korkarak, kendimi tiyatronun kantinine attım.
( O kantinde ne distribüsyon heyecanları yaşanmışken, şimdi tiyatrosunun yıkılmasına yüreği dayanamayan kişilerin su ihtiyaçları karşılanıyordu. )

Hepimizin su içmeye ihtiyacı vardı! Seyircilerin bir kısmı da bizimle gelmişlerdi büfeye. Onların da oksijene ve suya gereksinimleri vardı.Nurullah Tuncer'i gördüm orada. "İyi ki senin dönemine denk gelmedi, yoksa seninle karşı karşıya kalacaktık. Derdim şahıslarla değil" dedim! Belediyenin emriyle terk etmek farklı birşey, yönetim kurulunun kararı imzalaması farklı birşey" dedi bürokrasiyi bilen arkadaşlarım. Nurullah Tuncer de mecburen terk edecekti ama belki karara imza atmayacaktı!

İyi ki, belediye suları kesmemişti de tiyatroda son suyumuzu içtik. Umut Demirdelen, tanıdığım en renkli kişidir. Sema Keçik'in atkısını kendi başına bağlayarak bizi güldürmeye çalıştı, kongre vadisindeki dükkanlardan birinin tatlıcı olacağının esprisini bile yaptı. Güldük hep beraber. Acımızdan bayramlık yapmayı öğrenmiştik. Orhan, kahkahalarımızı duyunca şaşırdı tabi. Bizi ciddiyete davet etmek için olsa gerek, yanımıza şöyle bir uğradı..

Bu savaşı sen başlattın, biz kaybettik Orhan! Bundan sonra,
bizim adımıza yeni tiyatrolar yapılması için sen savaş lütfen.

Evimden Muhsin Ertuğrul'un bir günde nasıl yıkıldığını gördüm. Yine penceremden aynı hızda yıkılan, fakat yerine hiçbirşey dikilmeyen Maçka Otelinin yansımasını da görüyordum. Yargı devreye girmeden yıkabilmek! Hızla yıkabilmek! Bu da bir beceri olsa gerek.
( Bu arada bir soru: O tiyatroda herşeyin bir tarihi ve paha biçilmez değeri vardır. Örneğin, Muhsin Ertuğrul'un çocuklarıyla çekilen ve benim son gün göremediğim Deniz Uyguner'li, Toron Karacaoğlu'lu fotoğraf nerede? Muhsin Hocanın ilk Hamletinin efektleri kaybolmadı değil mi? Ben tiyatroya gidemeyeceğime göre, yetkililerin bunu You Tube'a göndermeleri mümkün müdür?)


Muhsin Ertuğrul yıkıldı, yerine alkışlarla kongre vadisi dikildi.
Yeni tabelada welcome to congress valley yazıyor. Muhsin Hocanın ismi yok.

Bu arada sevindirici gelişmeler olmadı mı? Oldu tabi! Musahipzade Celal Tiyatrosu (M Tiyatrosu) tekrar açılıyor. Aslında, başkanı başkandan çok düşünenler 27 Mart günü, sabah kahvaltısı düzenlemek yerine, tiyatroyu yetiştirselerdi, çok daha iyi bir PR olacaktı.

Şu anda Chelsea maçı da bittiği için nefesler tutuldu, 1 Ekim 2009'da yeni M.tiyatrosunun açılışını bekliyoruz.
Kongre vadisine açılan 33 kapının arasında o kapıyı bulabilir miyiz, o kapıdan biz girebilir miyiz, girsek de sağ çıkabilir miyiz, o günleri görmeye ömrümüz vefa eder mi bilemiyorum.

Bildiğim tek şey var: Artık yıkıntılardan, harabelerden dersler çıkartmak zamanı gelmiştir. Bizi bize yıktıranlar, tarihe yeni tiyatrolar yaparak geçerler inşşallahh!

Bu yazılar da,boşu boşuna zaman harcayan ve komplo teorileri kurarak uykuları kaçan, migrenli, uyku apneli, rahatsız bir vatandaşın vesikası olarak kalır belki fesüpanallah!

9 Nisan 2008 Çarşamba

MÜJDAT GEZEN DEVLET DESTEĞİNİ NİÇİN GERİ ÇEVİRDİ

Sayın Müjdat Gezen'in 30000 YTL'lik devlet yardımını iade etmesiyle ilgili olarak Sabah Gazetesinde yayınlanan yorumum, sanırım gazetede yorumuma ayrılan yerin kısıtlı tutulmasındandolayı yanlış anlamalara neden olmuştur.

Müjdat Gezen'in Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncularına verilen ihtar cezasına kızıp, 30 bin YTL devlet yardımını iade etmesine Nedim Saban tepkisi: Geçen yıl da oyun sansürlendi. ...

Müjdat Gezen'in Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncularına verilen ihtar cezasına kızıp, 30 bin YTL devlet yardımını iade etmesine Nedim Saban tepkisi: Geçen yıl da oyun sansürlendi. Niye o zaman aldığı 80 bin YTL'yi iade etmemiş?
(Sabah Gazetesi, 4 Nisan)


1) Sayın Gezen'in, Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda "Düğün Ya da Davul" adlı oyunun sansürlenmesi gerekçesiyle, tiyatrosuna devlet desteği olan 30000 YTL'yi bakanlığa iade etmesini saygıyla karşılamakla birlikte, sözkonusu davranışa şu açıdan karşı çıktım:
Sözkonusu ödenek bakanlığın ulufesi Dağıtılan, halkın vergileriyle toplanan paradır.
Yıllardır devlet yardımı sözüne karşı çıkarak, devlet desteği sözünün altının çizilmesini istememizin nedeni budur.
Kaldı ki, değiştirilen yönetmelikle özel tiyatrolar ve vakıf, dernekler bir tutulmuş, Sayın Gezen'in iade edeceği paranın rüştünü ispatlamamış bir topluluğa ya da salt resmi ideolojinin gündemindeki bir vakfa verilmesiyle ilgili korkumu dile getirdim.

2) "Ben olsaydım 30000 YTL" yi alır, sansürlenen Düğün Ya
da Davul'u sahneye koyardım dedim. Teknik olarak bunun mümkün olmadığını ve yönetmeliğin buna izin vermediğini bildiğim halde, fazladan gelen bir 30000 YTL ile sansürlenen sözcükleri duyarmanın, devlete parayı geri vererek, resmi ideolojinin güçlenmesinden daha faydalı olacağına inanıyorum.

3) Oyunun yazarı ne yazık ki sansürü kabullenmişken, Müjdat Gezen'in bu tavrını tabi ki kahramanca buluyorum. Kaldı ki, konuyla ilgili düşüncelerimi Sabah Gazetesi'nden önce, 2 Nisan'da ntvmsnbc.com internet sitesi başta olmak üzere dile getirdim.

O zaman Zihni Göktay"ın hapishanede çürümesi gerekiyor! Darülbedayi geleneğinde tülüat da vardır. Zihni Göktay ustamız, yıllardır, yine bir ödenekli kurumda Şehir Tiyatroları"ndaki Lüküs Hayat oyununu değiştiriyor. Eklemeler yapıyor. Bu durumda, kendisini hapse atalım! Daha önce Feridun Karakaya vardı. O da bir devlet kurumunda çalışıyordu. İyi ki vefat etti de, ceza almadan kurtuldu!

Sansür sadece doğaçlama yapan oyunculara uygulanmamıştır. Oyun metnindeki "Başbakan Amerikadan korkar" cümlesi de açıkça sansürlenmiştir.
Kaldı ki, doğaçlama yapılmış olsa bile, doğaçlama, Türk ve dünya tiyatrosunun önemli bir geleneğidir. İnternet sitesinde belirttiğm gibi, o zaman Feridun Karakaya'yı mezarından çıkartarak cezalandırmak, her gece Lüküs Hayat'a renk katan Zihni Göktay'a müebbet hapis cezası vermek gerekir!
Ayrıca, "siz devlet memurusunuz, konuşamazsınız" türü bir zihniyetle cezalandırılmak hiçbir sanatçıya yaraşmaz.

4) "Sabah Gazetesi"nde Müjdat Gezen'in geçen yıl 80000 YTL devlet desteği aldığında da oyunlar sansürlenirken, bu yıl 30000 YTL desteği redetmesinin yanlış anlaşılabileceğini belirttim ve kendisinin bu tavrında geç kaldığını, geçen yıl da parayı iade etmesi gerektiğini söyledim. Ancak, Müjdat Gezen, maddiyatçılıkla suçlanacak son kişidir. Okullar, vakıflar, yaşlı oyuncular için yardım evleri açarak, tüm varlığını sanata adamış bir kişiyi maddiyatçılıkla suçlamam sözkonusu değildir. Ayrıca ceza alan kişilerin Müjdat Hoca'nın öğrencileri olduğunu yeni öğrendim ve gecikmiş bu tepkinin duygusal boyutunu şimdi daha iyi kavradım.
Düşünce özgürlüğü için hapis yatmış bir aydının eylem biçimini yanlış bulsam da, eylemine saygısızlık etmem sözkonusu değildir. Düşüncelerimin tamamen tersini savunsa bile, bir yazarın, bir tiyatro adamının, bir gazetecinin kitabına ben de imzamı basarım. Bu nedenle ben de Devlet Güvenlik mahkemesinde, Müjdat Gezen'le aynı sanık banklarında yargılandım.

Sabah Gazetesi'ndeki açıklamamın ardından
a) Müjdat Gezen'in iade ettiği desteğin kısmen bir köy tiyatrosuna verilmesiyle, bu konudaki önyargım kırıldı; bakanlığa teşekkür ediyorum,
b) Gencay Gürün'ün "özel tiyatrolar serbesttir ama devlet tiyatrolarında metne bağlılık esastır" sözünden sonra bakanlık, özel tiyatroların da metinde değişiklik yapmaması gerektiği konusunda fetva yayınladı, bunu tehlikeli buluyorum,
c) Müjdat Gezen'in ödeneği sadece bu yıl değil, bundan sonra tamamen redettiğini, yani gelecek yıl 130000 YTL alsa da kabul etmeyeceğini öğrendim. Keşke oyunlar sansürlenmese, karikatüristler mahkemelerde sürünmese, yeni bir gazeteci çıkıp yeni Sakıncalı Piyadeler yazabilse de, Müjdat Hoca, hakettiğinin fazlasını gönül rahatlığıyla kabul edebilse...
Sonuçta onun, kabul edeceği ödeneklerle aydınlanmaya hizmet edeceği apaçıktır. Ama geri verilen ödenekler, kiraz festivallerine mi, armut şenliklerine mi, derneklerin pilav günlerine mi, karanlık oyunlara mı harcanır, hiç belli olmaz.

Nedim Saban

5 Nisan 2008 Cumartesi

BİZİ BİZE NASIL YIKTIRDILAR

Geçen yıl gazetelerde önce 1 milyona düşürülen biletlerle ucuzlatılan sanat haberleri, ardından İstanbul'da artık işlevini yitirdiği için "daha büyük emellere" peşkeş çekileceği ve yıkılacağı söylenen Atatürk Kültür Merkezi, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu Haberleri'ni, bu yıl belediyenin ihaleyle sanatçı alacağı haberleri izledi.

"Yıkılsın zaten İstanbul'a yaraşmıyor diyenler vardı", "AKM değil AKP yıkılır" diyenler oldu, "Kendimizi dozerlere çiğnetiriz de yıktırmayız" diyenler çıktı.

31 Mart 2008'de kuzu kuzu, pisi pisi terk ettik Muhsin Ertuğrul'u.

Tam bir yıl önce bu haberler çıktığında, "yıktırmayız" diyenlerin başını çeken Orhan ALKAYA, o artık bir genel sanat yönetmeni!
Aynen belediye başkanına sanat danışmanlığı yapan Kenan Işık, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay gibi, statükonun yanında yer alıyor.

Olaya geniş bir perspektifden yaklaşıp, kültürün sanatın dini, dili, ırkı, politikası olmaz diyerek, bu duyarlı vatandaşların ve sanatçı kişilerin, statüko ile hareket etmesine sevinebiliriz belki. En azından Ertuğrul Günay, Sıvas'ta kebapçı olmaz diyebiliyor, en azından Orhan Alkaya, belediye başkanına yeni bir tiyatronun gerekliliğini anlatabiliyor, en azından Kenan Işık, bir yandan yerel bir belediye başkanlığı adaylığına hazırlanırken, bir yandan Ölümsüz Öykü gibi duyarlı bir oyuna imza atabiliyor. Ya bu koltuklara, heykelleri yıkın, tiyatroları yakın diyenler otursaydı? Statükoyla işbirliği yapan eski tüfekler tüfek olarak kayıp olabilirler ama keskin sirke olarak bile olsa bir işe yarıyorlar!

Kaldı ki, 12 Eylül darbesinde televizyon koridorlarında saat 22.00'da ışıkları söndürten, resim seçicilere de "resimlerini sabah seçsinler" diyen statükocu, rejim yanlısı sanatçılar vardı.
Kaldı ki, Bülent Ecevit döneminde, sırf beyefendiye hatır olsun diye, Kültür Bakanı'na abuk sabuk kişileri devlet sanatçısı seçmesi için baskı yaptıran statükocu sanatçılar olmuştu.

Sanatçı bağımsız olmalı. Bağımsız doğmuştur, bağımsız kalmalı. ama olur da, statükoya hizmet ederse, düzenle kol kola girerse, sistemle pazarlık ederse, en azından kötünün iyisine razı gelmek gerek.

Nedir kötünün iyisi?

Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nun yerine peşkeş çekilen kongre vadisine göstermelik de olsa bir salon yapılmasıdır.

Nedir kötünün iyisi?

Şu anda iyiniyetle hareket eden belediye başkanının seçim kaybetmesi halinde, yeni gelecek kişinin, " ne tiyatrosu gardeşim, ben oraya gözel bir kompleks dikicem, içinde
hem alışveriş merkezi, hem uzay üssü, hem üç din için ibadethane, hem her tarikat için halk eğitim merkezi, hem çin lokantası, hem Cemil İpekçi'nin kreasyonları, hem Sinan Çetin'in platosu, hem dev bir lunapark olacak" dememesi için acele etmesidir.
( Çok mu komplo teorisi oldu?)

Muhsin Ertuğrul'un yıkılmaması için birkaç tane değişik ve karışık toplantı yapıldı.

Birincisi, Orhan Alkaya'nın çağrısıyla yapılan bir toplantıydı. Koşa koşa gittik. Anlaşılan son dakikada belediyeyle bir pazarlık yapılmış, yanıma birisi geldi ve sözkonusu toplantının bir eylem değil, bir bilgilendirme toplantısı olduğu konusunda beni uyardı. (yanılmıyorsam Şubat 2007) Bilgilendirmeyse, kendi kendinizi bilgilendirin, birini bilgilendirmek için, bu iletişim çağında ona 50 km. yol yaptırmanın ne gereği var deyivermişim!

Mart 2008'de Orhan Alkaya artık genel sanat yönetmeniydi, tiyatronun yıkımına imza atmıştı, usulsuzce başlayan yıkımı Muhsin Ertuğrul'un odasından izliyordu.....Bu konuda çıtı çıkmadığı gibi, belediye başkanının yeni projelerinin tanıtıldığı sabah kahvaltısının ev sahibiydi. İnsan sıcak bir apple pie alıp, biz tiyatro önünde eylem yapanlara da getirir. Alacağın olsun Orhan! Hep genel sanat yönetmeni mi kalacaksın? Hele krusan varsa ve getirmediysen, çok üzüldüm.

Ardından, meşhur Atatürk Kültür Merkezi protestosu yapıldı. İstanbul halkı ve Karanlığa Karşı Sanat Cephesi olayı sahiplendi. Son derece etkileyici bir kalabalık vardı. Macide Tanır'ından Işık Yenersu'ya kadar herkes desteklemek için oradaydı. Çocukluğumdan beri oyunlarına ve tiyatroya bakışına hayran olduğum Haşmet Zeybek, tarihe geçecek bir konuşma yaptı. Özetle, "Tüm Türkiye'yi Alışveriş Merkezi yapamazsınız" dedi. Ataol Behramoğlu da meşhur "AKM değil, AKP yıkılacak" söylemini başlattı.
Ne acıdır ki, özel tiyatroların hiçbiri orada yoktu. Rutkay Aziz, ÇASOD başkanı olarak bildiri imzalamış ama bağımsız olması gereken özel tiyatrolar, devletten ödenek alamamanın korkusuyla eyleme destek vermemişlerdi. Sadece Ferhan Şensoy, bir karşı bildiri hazırlamıştı.
( Tarih 26 Mart 2007'di.)

27 Mart 2008'de Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu yıkılırken yapılan son eylemde, yazdığı "Düğün Ya da Davul" oyunu sansürlenen ve geçtiğimiz yıl " Bütün Türkiye'yi alışveriş merkezi yapamazsınız"diyerek dakikalarca alkışlanan tiyatro ustası İstanbul Şehir tiyatroları Derneği Başkanı Haşmet Zeybek EYLEMDE YOKTU!!!!
Bu yıl tiyatronun yönetim kurulunda görev alan ve baştan beri yıkıma karşı son derece duyarlı davranan usta oyuncu Can Başak, eylemi uzaktan izledi. Ne yazık ki, tiyatronun yıkılmasına şerh koyabilecekken, o da imza atmıştı.

Atatürk Kültür Merkezi'ndeki Hüsnü Şenlendirici'nin bile konser verdiği o inanılmaz günün ardından, Şehir Tiyatrosu sanatçıları mum yakarak binalarının önünde nöbet tuttular, kimi aydınlar ve Mimarlar Odası yıkımı durdurmak için davalar açtılar.

Mimarlar Odası'nda bir toplantıya katıldığımda, zaten İstanbul'un pekçok yerinin yıkılmak üzere olduğunu, davalar devam ettiği halde paraların bile alınıp, harcandığını duymuş ve pek şaşırmıştım.
( Satılan yerlerin yerine yapılan okullar, kültür merkezlerini filan ben göremiyorum herhalde)
O gün Mimarlar Odasında, Muhsin Ertuğrul tiyatrosu için bir eylem organize edildi.

Yaklaşık 4 hafta geçtiğinde, eyleme geldik,bir de ne görelim? Eylem, sessiz protestoya çevrilmiş! Bedri Baykam çok şaşırdı. " Nedim, bu ne böyle?" dedi.

O anda, şapkamı önüme koyup düşündüm.
Tiyatronun yıkılması konusunda ben niye bu kadar duyarlıyım diye sordum kendime.

1976 yılında tiyatronun basın bürosunun 0001 numaralı seyircisi olarak başlamıştım tiyatro yolculuğuma. Tiyatroya, bu salonda izlediğim " Yarın Bütün Dünya" adlı bir oyunla aşık olmuştum. 1979 yılında bu tiyatroda, bir çocuk oyunum sahnelenmişti. Ve 2007'de bu tiyatroya "Geçmişten Gelen Kadın" adlı oyunla konuk yönetmen olarak, 30 yıl sonra geri dönmüştüm.

Bütün bunların dışında, bir İstanbullu olarak, bu tiyatronun varolması gerektiğine inanıyordum. Yerine daha iyisi yapılırdı tabi ama ortada bir proje yokken, bu kadar aceleyle tiyatro yıkmanın arkasındaki niyeti anlayamıyordum.

Belediye başkanının kişisel olarak ne kadar iyiniyetli olduğunu bilsem bile, böyle bir rant kavgasında başkanların bile etkili olamayacağına inanıyordum. Bazen kendimi, Boğaz köprüsünün bile yapımına karşı gelmiş demode solculara benzetiyordum, kendimi de sorguluyordum!
Soruyordum kendi kendime. Türkiye'de sonuna kadar inandığın, güvendiğin bir parti yıksa da böyle davranır mıydın? Kesinlikle evet!

Tüm bunların dışında, ilk eylemden beri oradaydım ve son eyleme kadar orada olacaktım. 30 yıl tiyatroya inanmışım, oniki ayda niye kaçayım değil mi ama?
( Eylemler sırasında gazi olanları burada saygıyla anıyorum. )

İlk günden beri CHP Milletvekili Çetin Soysal, Karanlığa Karşı Sanat Cephesi'nden Orhan Kurtuldu ve Nazım Oyuncuları'ndan Orhan Aydın, Bedri Baykam, Tilbe Saran,Ümran İnceoğlu, Eftal Gülbudak, Hülya Karakaş, Nergis Çorakçı,Metin Belgin hiç yılmadılar.
(Onlara da teşekkür ediyorum )

Dönelim sessiz protestoya.Söz gümüşse, sükut altındır misali Mayıs 2007'de Gencay Gürün, Haldun Dormen, Osman Şengezer, Tuncer Cücenoğlu,Arsen Gürzap, Toron Karacaoğlu ve nice ustaların katıldığı nefis bir topluluk yüzlerine Muhsin Ertuğrul maskeleri geçirerek sessiz bir protesto gerçekleştirdiler.

İşin şaşırtıcı yanı, kendi tiyatrolarının yıkımına çok fazla Şehir Tiyatrosu sanatçısının da katılmış olmasıydı!!!!

Atatürk Kültür Merkezi'ndeki eyleme katılan devlet tiyatrosu sanatçıları videoya çektirilmiş ve o dönemin genel müdürü tarafından fişlenmiş. Afife Jale Ödüllerine layık görülen
Adsız Karaduman bunu ödül töreninde açık seçik dile getirdi ve hiç kimse tarafından tekzip edilmedi. Buna rağmen Şehir Tiyatrosu sanatçıları, korkmadan sessiz protestoya katıldılar. Tiyatrolarını yıktırmamakta, Muhsin Ertuğrul'larını kurban etmemekte ısrarlıydılar anlaşılan.

27 Mart 2008'deki son protestoya katılan Şehir Tiyatrosu sanatçıların sayısı ise ne yazık ki on kişi bile değildi! Bu protestoda Orhan Alkaya ne yazık ki yuhalandı. Dünya görüşlerine son derece saygı duyduğum, bir dönem yazdığı şiirleri ezberlediğim saygın sanatçı o günden bu yana hiçbir açıklama yapmadı. Oysa bir sanatçı için yuhalanmak ağır bir hançer yarası gibi olsa gerek!

Ekim ayında soğuk bir Pazar günü, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosundan Atatürk Kültür Merkezine kadar bir yürüyüş yapıldı. Kilomdan dolayı fazla yürüyüş yapmaya alışık değilim. Hele bir de Türkiye Komünist Partisi bayrakları altında yürümeye, bir de trafiği tıkamamak için koşmaya hiç alışık değilim. Yürüyüşe taksiyle devam etmek eylemin siyasi duruşunu bozardı, kaçmak ise bana yaraşmazdı. Harbiye/ Taksim dolmuşundan " tiyatromu istiyorum" diye bağırsam, beni de Ergenekoncu sanabilirlerdi! Ben Taksime kadar yürüdüm ama eylemin politize olması, pekçok sanatçıya kaçmak için iyi bir bahane yarattı.

Aynı tarihlerde belediye başkanı özel bir yemek düzenledi. Kendisi de "tiyatrolar sadece alkıştan yıkılsın" rozetini takmıştı ceketine. Tiyatronun yerine yenisini yapacağını söyledi. Tek bir nüans vardı: Tepebaşında!Yani Harbiye kelimesi geçmiyordu. Eminönü nasıl Fatih'le birleştirildiyse, Harbiye ile Tepebaşı da birleştirildi mi diye düşündüm önce ama arada epey mesafe var!

Aynı masada oturduğumuz için başkana ısrarla projeyi sordum ama bu arada başkanla aynı masada oturmadığı için geceyi protesto edenler, yevmiyeliyken asal kadroya geçmek isteyenler, asal kadroya geçen arkadaşlarını şikayet edenler filan derken tiyatro yıkımı unutuldu. O gecenin tek kazancı, kapalı duran tiyatronun tekrar açılması ve oyunların tekrar başlamasıydı.

Oyunlar başlarken, başka oyunlar da oynanırmış da, haberimiz yok.
Önce sanatçı ihalesi denildi, sonra genel sanat yönetmeni değişti, sonra bir gün durup dururken tiyatronun önündeki heykellerin yıkıldığı, yani resmi olarak yıkımın başladığı haberi geldi.
( Borsa Lokantası'na son gidişimde tuvalete gitmek için bir kilometre yürütüldüğümde, yıkımın başladığından şüphelenmeliymişim ama nerde bende o akıl?)

Eleştirmen Yaşam Kaya,Bedri Baykam, Orhan Aydın soluğu derhal tiyatroda aldılar. Buldozerlerin önüne yatarız diyenler evde yatıyorlardı.

Herkes "Ayıptır günahtır" derken Orhan Alkaya, suya sabuna dokunmayan tiyatro günü bildirisini kaleme aldı, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nun önünde Karanlığa Karşı Sanat Cephesi öncülüğünde Türkan Saylan, Ercan Karakaş, Çetin Soysal, Bedri Baykam, Tamer Levent gibi çok önemli aydınların ve sivil toplum kuruluşlarının desteklediği çok prestijli eylem yapıldı.

Konu TBMM'de gündem dışı bir konuşma olarak bile sunulmuş.Ertuğrul Günay sol gösterip sağ vurmuş. Bizim arkadaşlar da Meclis TV'den izlemiş.

27 Mart 2008 eylemi yapılırken, aynı gün aynı saatte belediye başkanı bir köşkte muhteşem bir kahvaltıyla yeni tiyatroları tanıttı, yeni sanal tiyatroların, pisuvarların bile tanıtımı yapıldı.
Eski eylemcilerin bir bölümü oradaydı. Hatta bazıları, günah çıkartır gibi yazılar yazdılar.

Bütün bunlara gerek yok ki?

Bir kongre vadisinde, beş tane güvenliğin aramasından geçtikten , yedi kat asansörle inip, menopoz kongresinin yerini şaşırmassanız tiyatroya girdiğinizde kendinizi şanslı hisedeceğiniz bir tiyatroya evet diyecekseniz, zaten bu kadar gürültü baştan niye kopartıldı?

Evet, gerek Musahipzade Celal Sahnesi, gerek Fatih, gerek Tepebaşında önemli projeler yapıldı ve yapılacak belki ama Muhsin Ertuğrul sahnesi nasıl yerine gelecek? Şehir Tiyatrosunun altyapısını besleyen ve bir sanat üretim alanı olarak da önem taşıyan bu binanın yerine ne gelecek?

Tarih 30 Mart'ı gösteriyordu. Orhan Alkaya, Harbiye'ye göstermelik bir alahhaısmarladık gösterisi düzenledi. Kendisini korumaya, sağlama almıştı. Sözümona, 30 Mart 15.00'de Keşanlı Ali Destanı ile tiyatro kapanıyordu. Resmi tarih tiyatronun kapanışını böyle yazıyordu, böyle yazdırtıyordu.

Oysa 31 Mart 15.00'da, Cep Tiyatrosu'nda "Geçmişten Gelen Kadın" oynanacaktı.Yeni genel sanat yönetmeni nedense bu son oyunu unutmuştu, sonun bir an önce gelmesi için sonu 24 saat önceden resmi törenle kutlamıştı.Aydınlar tiyatroda, gazeteciler kapıdaydı. Görevliler, gazetecileri içeri almıyorlardı. "Girmeye izniniz yok" diyorlardı.

Hatırlar mısınız Muhsin Ertuğrul, oyun başladığında, "sessiz olunur" derdi.

ONLAR İSE OYUN BAŞLADIĞINDA TİYATROYU YIKTIRMAYA BAŞLAMIŞLARDI BİLE.

TARİHTE İLK KEZ BİR OYUN OYNANIYOR VE AYNI ANDA BİR TİYATRO YIKILIYORDU. BİZİ BİZE YIKTIRMIŞLARDI, SEYİRCİYE NASIL YIKTIK DİYE KUVVET GÖSTERİSİ YAPIYORLARDI.

RESMİ TARİHİN BUNLARI YAZMASINA TABİ Kİ İMKAN VE İZİN YOKTU.

22 Mart 2008 Cumartesi

27 MART YEREL YÖNETİMLER BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

Hatırlarsanız 27 Mart'ta tiyatro günüyle, yerel yönetim seçimleri denk gelmiş, o gün mevcut iktidar partisi büyük bir zafer kazanmış ve şimdiki başbakanımız, o tarihi yerel yönetimler bayramı ilan etmişti. Ne yazık ki sözkonusu bayram gerçekleşmiş, 27 Mart Tiyatronun yaş günü yerine, yas gününe dönüşmüştür.

Bazı yerel yönetimler ise, genel istek üzerine tiyatroları sessizce yıkarken, gözü yaşlı tiyatrocuların nerede kaldıklarını pek merak ediyorlardır herhalde. Geçen yıl tiyatromuz yıkılırsa yürürüz diyenler stretching bile yapmıyor, buldozerlerin altına yatacaklarını iddia edenler buldozerlere buldog olmuşlar.

Ne acı tesadüftür ki, birkaç yıl önce seçim bahanesiyle bir gün boyunca perdeler kapalı kalmış, tiyatrocuların gıkı çıkmamıştır. Barların, pavyonların kapalı kalmasını emreden yasalar, aynı statüde gördükleri tiyatroların kapılarına da kilt vurmuşlardır.

O kilit, gittikçe büyümüş, devletin zaten hiçbir zaman olmayan, sosyal demokrat iktidarlar döneminde de hiçbir zaman yasalaşmayan sanat politikası tiyatroyu destekleyeceğine, kapının önüne kazma kürekle dayanmıştır. Ne acıdır ki, bir dönemin muhalifleri ise artık bakan olmuşlardır. Bakmaktadırlar yıkılan tiyatrolara. Bakmaktadırlar sessizce yıktırılan heykellere.

Muhalifler bakar pozisyonundadırlar ama kimse görür pozisyonda değildir! Ülkemin tiyatro salonları alışveriş merkezleri, kongre merkezlerine peşkeş çekilmiş, mahkemeleri başbakan karikatürü çizen kişilerle dolmuş,
hapishaneler karşıt yazı yazan kişileri karşılamaya hazırlanmışlardır. Trabzon'da, bir oyunda statükoyla ters düştüğü için "siz devlet memurusunuz" diye ihtar alan, oyunları sansürlenen ve yavaş yavaş Trabzon'dan komşu ülke Sovyetler Birliği (pardon değişti, komşu ülke Küba)'ya sürülmeye hazırlanan Avrupa Birliği Türkiyesinde yaşıyoruz.

Suya sabuna dokunmayan 27 Mart 2008 tiyatro bildirisini okuyanlar tüm bunların yaşanmadığı bir ülkede yaşıyormuş hissine kapılabilirler.
Hele bir de televizyonda göbek atanları, yarışma programlarında milyarlar kazananları, dizilerdeki mutlu azınlıkları izleyip, üzerine 27 Mart bildirisini okurlarsa,
kuşatılan kalelerin, vicdanlı ve sorumlu aydınların yüreğine dayanan buldozerlerin sadece bir komplo teorisi olduğunu
sanabilirler.

2010 yılının kültür başkenti İstanbul'da tiyatroların yıkıldığına, tiyatrocuların kiralandığına, yazanların "yazsa yazsa ne yazar", okuyanların, "benim oğlum bina okur, döner döner plaza okur" diye aşapılandığına inanmak ne kadar güç değil mi?

Artık halkımızın Muhsin Ertuğrul'un uyarılarına kulak asarak, tiyatroda kabuklu yemiş yeme yasağını delme zamanı gelmiştir artık. Kabuklu yemişleri, muzları çürük domatesleri bir ülkenin hayat damarlarını tıkamak isteyenlere yedirmenin zamanı gelmiş de geçmiştir.