27 Nisan 2008 Pazar

YALNIZ ADAMIN GÖKYÜZÜNE BAKIŞI

“Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlarYeryüzünde sizin kadar yalnızım
Bir haykırsam belki duyulur sesim
Ben yalnızım, ben yalnızım
Yalnızım

Kaderim bu, böyle yazılmış yazım
Hiç kimsenin aşkında yoktur gözüm
Bir yalnızlık şarkısı çalar sazım
Ben yalnızım, ben yalnızım
Yalnızım”

Kurultaydan çıktığımda,derin bir nefes alma gereksinimi duydum.Zafer sarhoşluğu olması için, bir duble bir şey içmem gerekir, ama nedense bu akşam korkuyorum. Sanki içki içersem yanında yiyeceğim beyaz leblebiler boğazıma dizilecek.Oysa ne kadar iyi giderdi beş on tane beyaz leblebi şimdi. Kurtuluş savaşı kazanmış bir lider edasıyla oturacakken, niye leblebilerin boğazıma düğümlenmesinden korkuyorum? Niye kendi içimdeki savaş korkutuyor beni? Rahmetli Özal'ı zehirledilerse, ister misin beni de beyaz leblebilerle zehirlesin birileri, tam da zaferi kazanmışken! Şu kurultayın puslu havasından kurtulsam da, bir çadırın altında gökyüzündeki yıldızları mı seyretsem?Sahi nereye kaybolmuş yıldızlar? Niçin görünmüyorlar bana?

Gelsenize lan buraya, size bir şarkı söyleyeceğim:
"Göööökyüzzzüünde yaaaalnız gezeeen yıldızlar.... " Ama bunlar niye gezmiyorlar yahu? Galatasarylılar mı çalmış onları, yoksa ben mi göremiyorum. Çevremde yıldız kalmaması da tuhaf doğrusu. Tayyip Bey çalmış olabilir mi bazılarını, yoksa ben mi söndürdüm?Canım Zafer Üskül'dü, Ertuğrul Günay'dı filan onlar zaten kaymış gitmişti. Sağ yumruk kaldırmalar, AnayasadanAtatürk adını çıkartmalar filan. Peki Erdal İnönü'ler, Hikmet Çetin'ler, Celal Doğan'lar, Zülfü Livaneli’ler,İsmail Cem’ler, Aydın Güven Gürkan’lar, Fikri Sağlar’lar, Mustafa Sarıgül'ler, Nurettin Sözen'ler, Altan Öymen'ler,Murat Karayalçın'lar,Ercan Karakaş'lar, Bekir Kumbul'lar 'a ne oldu? Nerdeler? Acaba ay tutulması filan mı var da, görülmez oldu benim yıldızlarım?

Bütün büyük adamlar yalnız olurmuş, ben de bu yüzden yalnızım herhalde!
Fakat ne kurultaydı.
Ne kadar çok alkış.
Konuşan adaylar, tartışanlar, alaşağı edilenler, fikirleri beğenilmeyip son dakikada çekişmeyi kaybedenler. Sürpriz (!) bir biçimde kazanmam, yaptığım konuşmanın son iki cümlesiyle birden 450 oyun sürpriz biçimde bana dönmesi.
Hoş şeyler bunlar, sola yakışan şeyler.
Aynı zamanda önümüzdeki yerel seçimlerde ortalığı nasıl yıkacağımızın da bir göstergesi tabi. Şimdi bir ili, ilçeyi, köyü ziyaret ediyorum, ne yalnızlık, ne yalnızlık! Oysa pek yakında,
gökyüzündeki yıldızlar aydınlatacak altı oklu bayrağımızı.

Son Enternasyonal Sosyalist Kurultay’da yüzüme kimse bakmayınca,”size artık sosyalist demek, Coca Cola’ya hoşaf demeye benzer dediklerinde” hisettiğim yalnızlığı, bu kurultayda hisetmedim.

Hele beni alaşağı etmek isteyenlerin gözlerindeki hırsı görünce, gençliğimi hatırladım. Bir zamanlar Bülent Ecevit’e nasıl baktığımı hatırladım. “Aferin çocuklar bana da öyle bakın, öyle bakın ki, gökyüzündeki yıldızları sollayalım” dedim.

Ama kurultaydan çıkınca, bu yıldızlar tarafından böyle ihanete uğrayacağım aklıma gelmezdi.
Bülent Beyin hiç değilse Rahşan Hanım’ı vardı.Gerçi, son zamanlarda onlara da pek uğrayan olmazdı. Herkes bilgisayarda chat yaparken onlar daktiloda takılıp kalmışlardı. Ben meseleyi buna bağlardım . Ama hiç değilse onlar iki kişiydiler.

Bense eşimi fazla bulaştırmam dünya işlerine. Beraber gittiğimiz yerlerin sayısı da azdır. En son 9 yıl önce yılbaşı için piyango bileti almaya beraber gitmiştik galiba.

Bu yalnızlığımı unutmak için yarın torunumla spora çıkmam lazım .Ama tek torun, koca yalnızlığa ne yapabilir?

Tayip Beyin şimdi “çoluğa çocuğa en az üç yerinden karışın” demesinin ardındaki gerçeği anlıyorum, belki bir gün, o da benim gibi yalnız kalmaktan korkuyor. Belki bir gün, o da torunlarının onu gökyüzündeki yıldızlar gibi yalnız kalmasından korkuyor.

Sinirli olabilir, ama çok sosyal bir insan. Cuma namazlarında, Katar Gezilerinde, İftar sofralarında, Haç Ziyaretlerinde yüzlerce kişiyle beraber. İyi ya da kötü inandıkları bir şeyler var. Tabi bazen onlar da unutuyor nelere inandıklarını. Bush’tu, dolardı derken, yine de yeri geliyor cemaat duyguları, birlik duyguları ağır basıyor.

Benimse birlik duygum bugün kurultayda basacaktı. Ama ayakkabısı sıktığı için topuğuna basan birkaç kişiyle sınırlı kaldı!

“Kaderim bu, böyle yazılmış yazım
Hiç kimsenin aşkında yoktur gözüm
Bir yalnızlık şarkısı çalar sazım
Ben yalnızım, ben yalnızım
Yalnızım”

Emine Hanım, politikada aktif. Ahsen Hanım, eşinin yanında. Hayrünissa Hanım, ısrarla first lady olarak “first my husband” diyor.
Bizim kadın kolları da mutlaka buralarda bir yerdedir. Belki bu karanlık gecede ben göremiyorum. Bilgehan Toker’i o kadar aşağılardan aday gösterdim, listelerde kadınlarımıza o kadar haksızlık yaptım ki.
Cumhuriyet’in temeli olan kadınlar beni yalnız mı bıraktı acaba? ( C gitti)


En kalabalık 1 Mayıs’larda bile fikir ayrılıklarıyla bölünmüş kanatlar, üniversite sıralarında aynı davaya inandığı halde ayrı fraksiyonda çatışan çocuklar, demokrat sollar ve sosyal demokratlar arasında geçirdim hayatımı. Anladım ki, fazla düşünmek de iyi değilmiş. Marx şöyle mi, böyle mi derken yalnız kalıyor insan. Oysa “Allah Birdir” deyince herkes aynı safta! CHP’nin halk kanadı da karanlıkta kaldı bu gece. (H gitti)

Ama P var! Çok şükür! Parti deyince, maşallahı var. Beni seçip seçip duruyor.
Ama bu yalnızlığa bir çare bulmak gerek önce.

Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ziyaret etsem, bana çevremdeki yalnızlığımı yenip, tekrar kitle olmayı öğretirler mi acaba?
Acaba Tayip Erdoğan’dan hala öğreneceğim çok şey mi var?

Nerede bu yıldızlar yahu? Çıldıracağım!
(Belki de yalnızlık diye tutturdum, ama gök yoktur. Bu yüzden görülmüyordur yıldızlar!)

20 Nisan 2008 Pazar

PİPPA'DAN MEKTUP VAR

Gebze'de otostop çektiğim kamyon şoförü, üzerimdeki gelinliği görünce kim olduğumu merak etti.

Sanki bana tecavüz etmek için geçerli bir neden arıyordu.
Bakire çıkmadığı için kapıya konulan bir gelinsem, tecavüz
haklı bir neden olabilirmiş belki. Hayır dedim,ben barış elçisiyim!

Önce, kafayı yeyip yemediğimi anlamak için minik bir sınavdan geçirdi beni.
7'den sonra 8 mi 6 mı gelir dedi, onu bildim.
Türkiye'nin başkentini sordu. Ankara dedim. "Hadi seni Ankara"ya götüreyim dedi.

Filistin'e gitmekten bir an için vazgeçip, Ankara'da karar kıldık. Tecavüzcüm deli olmadığımı anlamıştı! Yani bana tecavüz etmesi için hafifletici bir neden bulamamıştı.

"Paran var mı dedi", bacağımı okşuyordu bir yandan. Seks işçisi olup olmadığımı sınıyordu. Fuhuş için sokaklara dökülmüşsem, ceza indirimi filan alabileceğini umuyordu.

"Gel sana çiğ köfte ısmarlayayım" dedi, ama onu da Ankara'ya sakladık. Çiğ köfteyi Anklara'dan alacaktık. Meclisin oradan!

Gittiğim, gideceğim, gitmek istediğim ülkeleri sordu. Amerika'da olsa, hem tecavüze uğrar, hem parçalarını yerlerdi, Almanya'da olsa,gelinliğinden Neo Nazilere fistan yaparlardı, Rusya'da olsa sana tecavüz etmeden seni on kişiye satarlardı gibi laflar söyledi. "Ben Türkiye'ye güveniyorum, o yüzden burdayım" dedim. "Çek Ankara'ya, şurdan kaç saat sürer ki dedim".

Tecavüzcümün ruh sağlığının yavaş yavaş bozulduğunun farkındaydım. Belki televizyonda izlediği ve bazı kadınların sadece örgü örerek mutluluk oyunu oynadığı, bazılarının göbek attığı, bazılarının da kurban rolüne büründüğü sabah programlarının etkisindeydi kimbilir! Belki, zamanında çok sevdiği bir kız töre cinayetine kurban gitmiştir, belki zamanında çok sevdiği bir kızla başlık parası yüzünden evlenememiştir. Ya da namus diye kafasını kirletmiştir bazı erkekler.

Israrcıydım Ankara konusunda. Beni götürmek istemedi!
Tecavüz etmeyi tercih etti. İyi ki de öyle yapmış.

Şu anda onu ruhu bozuk bir zavallı olarak görüyorum ve afediyorum. Onun davranışından yola çıkarak genelleme yapmıyorum, Türklerin davranışını yargılamıyorum.

Ama Ankara'ya gitseydim ve "seçilen" kişilerin vahşet içinde birbirlerine saldırdıkları kişilerin arasında kalsaydım, ürkerdim. Farklı düşünebilirdim Türkiye hakkında.

CHP'nin genel kurulunda da bu manzaralar var, MHP'de de yaşandı, iktidar kavgalarının olduğu her yerde şiddet kaçınılmazdır, İtalya'da maçlarda da böyle oluyor denebilir belki ama en azından benim içim mezarda da olsa rahat. Çünkü tecavüzcüm hapiste duvarları yumrukluyormuş,
korkuyormuş bana yaptıklarından dolayı.

O içeride, ama ben dışarıda kalanların bana ve benim gibi yeni gönüllülere zarar vereceklerinden, şiddet uygulayacaklarından çok korkuyorum.

Ne olur bana korkularımın yersiz olduğunu söyleyin? Mezarımda rahat uyuyabilir miyim?


PİPPA

13 Nisan 2008 Pazar

BİZİ BİZE NASIL YIKTIRDILAR 2

TİYATRODA 31 MART VAKASI


nedimsaban.blogspot.com


Saatli Maarif Takvimi 31 Mart 2008'i gösterdiğinde,
ilerici vatandaşların belediyeyle tüm pazarlıkları bitmiş, bir yıl boyunca zaman zaman tiyatrolarının yıkılmaması için ayaklanan sanatçıların ayaklanmaları bastırılmış, kongre vadisi için putlar yıkılmış, heykeller kırılmış inşaat işçileri soğan ekmeklerinin üzerine serpiştirecekleri Cafe de Paris sosunu Muhsin Ertuğrul'un odasından yıkımı izleyen yeni genel sanat yönetmeninin odasından tedarik etmeye başlamışlardı.

Ölümü bekleyen Alzheimer hastalarına şakacıktan kutlanan son doğumgünleri vardır ya, hani hasta o gün doğduğunu sanır, hastanın yakınları da bir yandan mum üfletirken, bir yandan miras kavgası ederler. 30 Mart 2008'de de Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na da Alzheimer'lılar için şakacıktan bir veda düzenlendi!

Herşey gayet resmiydi. "Keşanlı Ali Destanı" oynandı ama aslında " Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz"ın oynanması daha yerinde olurdu. Hem piyesin adı günün anlam ve önemine uygun düşerdi, hem de piyesin yönetmeni ve belediyenin sanat danışmanı Kenan Işık'ın da bu güzel güne resmi sıfatıyla katılması manidar olurdu.

Orhan Alkaya siyahlar giymişti. Herhalde,zamanında bu sahne yıkılırsa, cesetimi çiğnerler demiş olduğu için,cenaze mooduna girmişti. Belediyenin bando mızıkası ve mehter takımı yetişememişti ve faakat Engin Alkaya sahneyi öpmüş, halka 1 Ekim 2009'da yeni bir tiyatroda buluşma sözü verilmişti!

Herkese Tiyatro Com internet sitesi, oyuncuların son derece duygu yüklü anlarını yakalamıştı ve tarihe tanıklık edecek fotoğraflar çekmişti. O gün orada öyle bir hava yaratılmış olmalı ki, bir tane seyirci bile, üzgünüm dememiş, herkes daha iyisi yapılacağı için mutlu olduğunu söylemişti.

Peki 27 Mart'ta tiyatronun önünde eylem yapan İstanbul halkı, vatanını sevmeyen birkaç provokatörün beslediği ve gerek gördüğünde meydanlara saldığı kişiler miydi?

Orhan Alkaya, 30 Mart'ta işi bitirdiğini sanmıştı. Kendisinin, unuttuğu küçük bir ayrıntı vardı. 31 Mart 15.00'da Cep Tiyatrosu'nda sonun sonu oynanacaktı. Genelde genel sanat yönetmenleri genelleme yapmak gini olmasın ama kendi seçmedikleri oyunları genellikle tu kaka ederlermiş. Bu oyunlar genel olarak iyi eleştiriler alsalar, seyirci tarafından beğenilseler bile, gayri resmi tarihe kendi evlatlarını boğduran, resmi tarihe de uyurken kıçına toplu iğne batıp ölen evlatlar olarak geçerlermiş! Tesadüfen benim yönettiğim ve tesadüfen bir genel sanat yönetmeni değişikliğine denk gelen "Geçmişten Gelen Kadın "ın da geçmişi öyle olmuştu. Ancak, 31 Mart günü unutulacak kadar belleklerden silinmeye çalışacağına rüyaya yatsam bile inanmazdım.

31 Mart'ta, yani tiyatronun resmi kapanışını izleyen gayrıresmi oyunun matinesine Devlet Sanatçısı Macide Tanır davetliydi. Oyunun galası iptal edildiği için, izleme fırsatı bulamamıştı. Kendisine Devlet Tiyatrosu sanatçısı Umut Demirdelen eşlik ediyordu. Yıkıma ilk günden beri duyarlı olan CHP Milletvekili Çetin Soysal, eleştirmen Yaşam Kaya da oradaydı.

Şimdi olmayanları yazsam, abesle iştigal olur. Aysel Gürel'in cenazesinde Sezen Aksu vardı haberi gazete manşetlerini doğal olarak süsler. Ama aysel Gürel'in cenazesine Müjde Ar katılmasa, doğal olarak manşet olur!
Ya da Atıf Yılmaz'ın cenazesine Deniz Türkali, Türkan Şoray'ın katılmadığı bir günü seçmek için, cenazeye bir gün önceden gitmiş olsa, rahmetli Atıf ağabey, bunu nasıl film konusu yapamadığını düşünür. Bizim Muhsin Ertuğrul'un cenazesi de öyle oldu. Orhan Alkaya, cenazeden bir gün önce hijyenik, safe bir ortamda, cenazeyi kaldırmayı
yeğledi.

30 Mart'ta resmi kapanışta gazeteciler yoktu, doğal olarak tiyatronun programında son oyunun 31 Mart'ta olduğunu okumuşlardı. Ve fakat kapıya gelenler, izinsiz oldukları gerekçesiyle ise içeri sokulmadılar. Böylece tiyatro tarihinde gazetecilerin izin alarak girme mecburiyetleri de doğmuş oldu. İyi ki, gazetecilere "gidin bu kağıda Ankara'dan kaşe bastırın" diyen çıkmamıştı. Kongre vadisinde güvenlik nedeniyle(!) bunlar da olur!

31 Mart Saat 15.00'de Geçmişten Gelen Kadın vakasına tanık olanlar , "ayol geldiğimizde hava pek güzeldi, evi havalandırıyorduk, bu şimşekler de nereden çaktı. Hani küresel ısınma vardı!" diyerek durumu çakmamış olabilirler.Oyun oynanırken gelen tak tuk seslere, bizim komşu da yapıyor diye anlam verememiş olabilirler.
( Çin hapishanelerindeki psikolojik işkenceyi anlatan bir mahkum, hayatındaki en büyük acının vücudunda söndürülen sigaralar değil, beş yıl boyunca hücresinin içine damlayan su olduğunu yazmış ama ben o zaman konuya Japon kalmıştım! 31 Mart vakasında , Muhsin Ertuğrul'un çocuğu olan Taner Barlas'a aynı işkence yapıldı. Bir yandan oyun oynarken, bir yandan tiyatro yıkılıyordu.Oyun 75 dakika olmasa aceleyi anlayacağım. Bana yıkımın bu kadar acele olduğu söylense, oyunculardan biraz hızlı olmalarını rica eder, işi 65 dakikada bağlardım. )

Küresel ısınma dedik de, kongre vadisinin şehirdeki ağaca, çiçeğe, böceğe, yeşilliğe olan zararını anlatıp duran çevrecileri hatırladım. Nasıl bir eylem yapılmalı diye düşünürken, aklıma Greenpeace'çiler gelmişti. Bizi bize yıktırdılar, sanatçıların bir bölümünü bağladılar ama Greenpeace'çileri bağlayamazlar, onlar kendilerini tiyatroya bağlar diye geçirdim aklımdan. Fikrimi kime açtım bilmiyorum ama utandığım bir yanıt aldım. "Biz sanatçılar, çevrecilerin dertlerinde onların yanında olduk mu ki, bugün onlar bizim yanımızda olsunlar?"

Utandım. Dünyanın etliye sütlüye bulaşmayan sanatçılar topluluğuna üye olduğum için utandım. Dünyada sanatçıların bir çoğu kadın haklarının yanında savaşıyorlar, savaşa karşı savaşıyorlar, AIDS'e karşı savaşıyorlar, Irak işgaline karşı savaşıyorlar, lösemili çocuklar için savaşıyorlar, küresel ısınma için savaşıyorlar, Bosna için savaşıyorlar, Darfur için savaşıyorlar, naylon poşetler yerine kağıt poşetler kullanılması için savaşıyorlar, kullanılmış kağıtların tekrar kullanılması için savaşıyorlar, bikinili kadınların taciz edilmemesi için savaşıyorlar, İtalyan barış gönüllülerin gelinlerin Gebze'de tecavüze uğramamaları için savaşıyorlar, memleketlerindeki çobanların kentlilerle eşit haklara sahip olması için savaşıyorlar, otobanların ışıklandırılması için savaşıyorlar, kürtaja karşı savaşıyorlar, çocuk pornosuna karşı savaşıyorlar, sanayi atıklarına karşı savaşıyorlar, sigaraya karşı savaşıyorlar. Ama savaşıyorlar.

Bizimkiler ise tiyatroları yıkılırken meydanlarda bayram yapıyor, televizyonda göbek atıyor, Cihangirden oyuncu çıkar mı çıkmaz mı onu tartışıyor. Brecht oynarken örgü ören, Cesaret ana oynarken evine gidecek servisi kaçıracağından korkan bir sanatçı topluluğuna mı sahibiz? Oynadığımız oyunlardan da mı birşey öğrenemiyoruz? Vişne Bahçesi'nde evde kilitli unutulan Firs'i ne çabuk unuttuk?

31 Mart'ta oda tiyatrosunda 5 oyuncu,4 teknisyen, 1 yönetmen, 40 seyirci ve 20 gazeteci Firs olduk! Oyun bitti, gazeteciler son dakika görüntüleri almaya çalışırken, Cep Tiyatrosu'ndaki kardeş oyun "İyi Geceler Anne" de unutulmaz bir performans sahneleyen Hikmet Körmükçü, Haldun Taner'in Ve Perdee tiradını okudu!

Tüm izleyiciler, tiyatro yıkılır mıymış diye isyan ettiler. Kimileri kameralar karşısında ağladı, kimileri babalarının onları Eskişehir'den haftasonları sırf tiyatroya götürmek için nasıl çaba gösterdiğini anlattı.

Herhalde bu seyirciler de memleketini sevmeyen kişiler tarafından provoke edilmiş olmalı ki, bir gün önce Keşanlı Ali'nin sonunda, büyüklerimiz daha iyisini yapar diyen seyirciler gibi düşünmüyorlardı!

Macide Tanır ise yıkımı şöyle özetledi: Gayet doğal. Yeşil sermaye, Fethullah, Amerika, İsrail. Bizler ise bu oyunun parçasıyız! Umut Demirdelen kendisini kibarca susturmasaydı, daha neler söylerdi kimbilir! İzleyiciler Macide Tanır'ın sözlerinin sansürleneceğini sanıyorlardı, oysa Devlet Sanatçısı olduğu gün devlet sanatçılığının uçakta öne oturmak dışında hiçbir işe yaramadığını söyleyen genç yüreğin sözleri hem televizyonlarda, hem Milliyet Gazetesinde yayınlandı! O, gerektiğinde devleti eleştirebilen bir devlet sanatçısıydı çünkü sanatçının devletlisi olmazdı.Bir de devlet sanatçısı olmadıkları halde, kendilerini devletin sanatçısı olarak hisedenler vardı.

Bu arada aktif politikanın içinde olup, yıkıma ilk günden beri duyarlı kalan iki kişi vardı:Çetin Soysal ve Zeki Sezer. Çetin Soysal'a, doğru dürüst muhalefet yapın, memleketi ne hale getirdiniz, bu arada Deniz Baykal'a da sakın selam söylemeyin diyerek saldıran pekçok seyirci oldu. Çetin Soysal MKM'yi yaptık, CKM'yi yaptık filan dediyse de,
MKM'yi, CKM'yi yapana kadar Deniz Baykal'ı başkan yapmasaydınız diyenler oldu.
( Bakın Mustafa Kemal'e M, Atatürk'e A, Cumhuriyet Halk Partisi Kültür Merkezi CKM'ye C demişler bile. Kavramların içi boşaltıldı. Yakında M Tiyatrosunu açacaklar. İlk günlerde Muhsin Ertuğrul derler, sonra M'nin yerine başka birşey koydururlar. )

Oyun sırasında kuliste ayak uçlarında yürümeyi, fısıltıyla konuşmayı ustalarımızdan öğrenmiştik, ama oyun sırasında tiyatro yıkılabileceğini hiçbir kitap yazmıyordu! Macide Tanır, Almanların meşhur bir tiyatrolarının yenilenmesi için bir yıl
boyunca kapanacağını öğrendikleri gün, salonu terk etmediklerini anlatmıştı.
Bizler ise pisi pisine terk ettik tiyatromuzu. Seyircileri uğurlarken, tiyatronun kokan tuvaletine son kez girdim.
Tiyatronun rutubetli koridorlarından yürümek istedim.
Tiyatroya binbeşyüzelli yıl önce yanan, atölyesi deneme sahnesi olarak kullanıldıktan sonra doksansekiz yıldır otopark ve TRT binası olarak kullanılan ve aniden tekrar tiyatro olacağı söylenen Tepebaşı Deneme Sahnesi'nde Deniz Uyguner'in bir çocuk oyununda ufak tefek roller alarak adım atmıştım. Şimdi, Deniz Uyguner'in resminin önünden geçerek, tiyatroyu terk etmem isteniyordu. Bunu yapamazdım! İyi ki, o resim kaybolmuş.

Bu arada, Hazım'dan Ertuğrul'a, Vasfi Rıza Zobu'dan Bedia Muvahhit'e, Kerem Yılmazer'den Savaş Dinçel'e kadar pekçok kişinin fotoğrafına bakmadan, onlarla göz göze gelmekten korkarak, kendimi tiyatronun kantinine attım.
( O kantinde ne distribüsyon heyecanları yaşanmışken, şimdi tiyatrosunun yıkılmasına yüreği dayanamayan kişilerin su ihtiyaçları karşılanıyordu. )

Hepimizin su içmeye ihtiyacı vardı! Seyircilerin bir kısmı da bizimle gelmişlerdi büfeye. Onların da oksijene ve suya gereksinimleri vardı.Nurullah Tuncer'i gördüm orada. "İyi ki senin dönemine denk gelmedi, yoksa seninle karşı karşıya kalacaktık. Derdim şahıslarla değil" dedim! Belediyenin emriyle terk etmek farklı birşey, yönetim kurulunun kararı imzalaması farklı birşey" dedi bürokrasiyi bilen arkadaşlarım. Nurullah Tuncer de mecburen terk edecekti ama belki karara imza atmayacaktı!

İyi ki, belediye suları kesmemişti de tiyatroda son suyumuzu içtik. Umut Demirdelen, tanıdığım en renkli kişidir. Sema Keçik'in atkısını kendi başına bağlayarak bizi güldürmeye çalıştı, kongre vadisindeki dükkanlardan birinin tatlıcı olacağının esprisini bile yaptı. Güldük hep beraber. Acımızdan bayramlık yapmayı öğrenmiştik. Orhan, kahkahalarımızı duyunca şaşırdı tabi. Bizi ciddiyete davet etmek için olsa gerek, yanımıza şöyle bir uğradı..

Bu savaşı sen başlattın, biz kaybettik Orhan! Bundan sonra,
bizim adımıza yeni tiyatrolar yapılması için sen savaş lütfen.

Evimden Muhsin Ertuğrul'un bir günde nasıl yıkıldığını gördüm. Yine penceremden aynı hızda yıkılan, fakat yerine hiçbirşey dikilmeyen Maçka Otelinin yansımasını da görüyordum. Yargı devreye girmeden yıkabilmek! Hızla yıkabilmek! Bu da bir beceri olsa gerek.
( Bu arada bir soru: O tiyatroda herşeyin bir tarihi ve paha biçilmez değeri vardır. Örneğin, Muhsin Ertuğrul'un çocuklarıyla çekilen ve benim son gün göremediğim Deniz Uyguner'li, Toron Karacaoğlu'lu fotoğraf nerede? Muhsin Hocanın ilk Hamletinin efektleri kaybolmadı değil mi? Ben tiyatroya gidemeyeceğime göre, yetkililerin bunu You Tube'a göndermeleri mümkün müdür?)


Muhsin Ertuğrul yıkıldı, yerine alkışlarla kongre vadisi dikildi.
Yeni tabelada welcome to congress valley yazıyor. Muhsin Hocanın ismi yok.

Bu arada sevindirici gelişmeler olmadı mı? Oldu tabi! Musahipzade Celal Tiyatrosu (M Tiyatrosu) tekrar açılıyor. Aslında, başkanı başkandan çok düşünenler 27 Mart günü, sabah kahvaltısı düzenlemek yerine, tiyatroyu yetiştirselerdi, çok daha iyi bir PR olacaktı.

Şu anda Chelsea maçı da bittiği için nefesler tutuldu, 1 Ekim 2009'da yeni M.tiyatrosunun açılışını bekliyoruz.
Kongre vadisine açılan 33 kapının arasında o kapıyı bulabilir miyiz, o kapıdan biz girebilir miyiz, girsek de sağ çıkabilir miyiz, o günleri görmeye ömrümüz vefa eder mi bilemiyorum.

Bildiğim tek şey var: Artık yıkıntılardan, harabelerden dersler çıkartmak zamanı gelmiştir. Bizi bize yıktıranlar, tarihe yeni tiyatrolar yaparak geçerler inşşallahh!

Bu yazılar da,boşu boşuna zaman harcayan ve komplo teorileri kurarak uykuları kaçan, migrenli, uyku apneli, rahatsız bir vatandaşın vesikası olarak kalır belki fesüpanallah!

9 Nisan 2008 Çarşamba

MÜJDAT GEZEN DEVLET DESTEĞİNİ NİÇİN GERİ ÇEVİRDİ

Sayın Müjdat Gezen'in 30000 YTL'lik devlet yardımını iade etmesiyle ilgili olarak Sabah Gazetesinde yayınlanan yorumum, sanırım gazetede yorumuma ayrılan yerin kısıtlı tutulmasındandolayı yanlış anlamalara neden olmuştur.

Müjdat Gezen'in Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncularına verilen ihtar cezasına kızıp, 30 bin YTL devlet yardımını iade etmesine Nedim Saban tepkisi: Geçen yıl da oyun sansürlendi. ...

Müjdat Gezen'in Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncularına verilen ihtar cezasına kızıp, 30 bin YTL devlet yardımını iade etmesine Nedim Saban tepkisi: Geçen yıl da oyun sansürlendi. Niye o zaman aldığı 80 bin YTL'yi iade etmemiş?
(Sabah Gazetesi, 4 Nisan)


1) Sayın Gezen'in, Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda "Düğün Ya da Davul" adlı oyunun sansürlenmesi gerekçesiyle, tiyatrosuna devlet desteği olan 30000 YTL'yi bakanlığa iade etmesini saygıyla karşılamakla birlikte, sözkonusu davranışa şu açıdan karşı çıktım:
Sözkonusu ödenek bakanlığın ulufesi Dağıtılan, halkın vergileriyle toplanan paradır.
Yıllardır devlet yardımı sözüne karşı çıkarak, devlet desteği sözünün altının çizilmesini istememizin nedeni budur.
Kaldı ki, değiştirilen yönetmelikle özel tiyatrolar ve vakıf, dernekler bir tutulmuş, Sayın Gezen'in iade edeceği paranın rüştünü ispatlamamış bir topluluğa ya da salt resmi ideolojinin gündemindeki bir vakfa verilmesiyle ilgili korkumu dile getirdim.

2) "Ben olsaydım 30000 YTL" yi alır, sansürlenen Düğün Ya
da Davul'u sahneye koyardım dedim. Teknik olarak bunun mümkün olmadığını ve yönetmeliğin buna izin vermediğini bildiğim halde, fazladan gelen bir 30000 YTL ile sansürlenen sözcükleri duyarmanın, devlete parayı geri vererek, resmi ideolojinin güçlenmesinden daha faydalı olacağına inanıyorum.

3) Oyunun yazarı ne yazık ki sansürü kabullenmişken, Müjdat Gezen'in bu tavrını tabi ki kahramanca buluyorum. Kaldı ki, konuyla ilgili düşüncelerimi Sabah Gazetesi'nden önce, 2 Nisan'da ntvmsnbc.com internet sitesi başta olmak üzere dile getirdim.

O zaman Zihni Göktay"ın hapishanede çürümesi gerekiyor! Darülbedayi geleneğinde tülüat da vardır. Zihni Göktay ustamız, yıllardır, yine bir ödenekli kurumda Şehir Tiyatroları"ndaki Lüküs Hayat oyununu değiştiriyor. Eklemeler yapıyor. Bu durumda, kendisini hapse atalım! Daha önce Feridun Karakaya vardı. O da bir devlet kurumunda çalışıyordu. İyi ki vefat etti de, ceza almadan kurtuldu!

Sansür sadece doğaçlama yapan oyunculara uygulanmamıştır. Oyun metnindeki "Başbakan Amerikadan korkar" cümlesi de açıkça sansürlenmiştir.
Kaldı ki, doğaçlama yapılmış olsa bile, doğaçlama, Türk ve dünya tiyatrosunun önemli bir geleneğidir. İnternet sitesinde belirttiğm gibi, o zaman Feridun Karakaya'yı mezarından çıkartarak cezalandırmak, her gece Lüküs Hayat'a renk katan Zihni Göktay'a müebbet hapis cezası vermek gerekir!
Ayrıca, "siz devlet memurusunuz, konuşamazsınız" türü bir zihniyetle cezalandırılmak hiçbir sanatçıya yaraşmaz.

4) "Sabah Gazetesi"nde Müjdat Gezen'in geçen yıl 80000 YTL devlet desteği aldığında da oyunlar sansürlenirken, bu yıl 30000 YTL desteği redetmesinin yanlış anlaşılabileceğini belirttim ve kendisinin bu tavrında geç kaldığını, geçen yıl da parayı iade etmesi gerektiğini söyledim. Ancak, Müjdat Gezen, maddiyatçılıkla suçlanacak son kişidir. Okullar, vakıflar, yaşlı oyuncular için yardım evleri açarak, tüm varlığını sanata adamış bir kişiyi maddiyatçılıkla suçlamam sözkonusu değildir. Ayrıca ceza alan kişilerin Müjdat Hoca'nın öğrencileri olduğunu yeni öğrendim ve gecikmiş bu tepkinin duygusal boyutunu şimdi daha iyi kavradım.
Düşünce özgürlüğü için hapis yatmış bir aydının eylem biçimini yanlış bulsam da, eylemine saygısızlık etmem sözkonusu değildir. Düşüncelerimin tamamen tersini savunsa bile, bir yazarın, bir tiyatro adamının, bir gazetecinin kitabına ben de imzamı basarım. Bu nedenle ben de Devlet Güvenlik mahkemesinde, Müjdat Gezen'le aynı sanık banklarında yargılandım.

Sabah Gazetesi'ndeki açıklamamın ardından
a) Müjdat Gezen'in iade ettiği desteğin kısmen bir köy tiyatrosuna verilmesiyle, bu konudaki önyargım kırıldı; bakanlığa teşekkür ediyorum,
b) Gencay Gürün'ün "özel tiyatrolar serbesttir ama devlet tiyatrolarında metne bağlılık esastır" sözünden sonra bakanlık, özel tiyatroların da metinde değişiklik yapmaması gerektiği konusunda fetva yayınladı, bunu tehlikeli buluyorum,
c) Müjdat Gezen'in ödeneği sadece bu yıl değil, bundan sonra tamamen redettiğini, yani gelecek yıl 130000 YTL alsa da kabul etmeyeceğini öğrendim. Keşke oyunlar sansürlenmese, karikatüristler mahkemelerde sürünmese, yeni bir gazeteci çıkıp yeni Sakıncalı Piyadeler yazabilse de, Müjdat Hoca, hakettiğinin fazlasını gönül rahatlığıyla kabul edebilse...
Sonuçta onun, kabul edeceği ödeneklerle aydınlanmaya hizmet edeceği apaçıktır. Ama geri verilen ödenekler, kiraz festivallerine mi, armut şenliklerine mi, derneklerin pilav günlerine mi, karanlık oyunlara mı harcanır, hiç belli olmaz.

Nedim Saban

5 Nisan 2008 Cumartesi

BİZİ BİZE NASIL YIKTIRDILAR

Geçen yıl gazetelerde önce 1 milyona düşürülen biletlerle ucuzlatılan sanat haberleri, ardından İstanbul'da artık işlevini yitirdiği için "daha büyük emellere" peşkeş çekileceği ve yıkılacağı söylenen Atatürk Kültür Merkezi, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu Haberleri'ni, bu yıl belediyenin ihaleyle sanatçı alacağı haberleri izledi.

"Yıkılsın zaten İstanbul'a yaraşmıyor diyenler vardı", "AKM değil AKP yıkılır" diyenler oldu, "Kendimizi dozerlere çiğnetiriz de yıktırmayız" diyenler çıktı.

31 Mart 2008'de kuzu kuzu, pisi pisi terk ettik Muhsin Ertuğrul'u.

Tam bir yıl önce bu haberler çıktığında, "yıktırmayız" diyenlerin başını çeken Orhan ALKAYA, o artık bir genel sanat yönetmeni!
Aynen belediye başkanına sanat danışmanlığı yapan Kenan Işık, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay gibi, statükonun yanında yer alıyor.

Olaya geniş bir perspektifden yaklaşıp, kültürün sanatın dini, dili, ırkı, politikası olmaz diyerek, bu duyarlı vatandaşların ve sanatçı kişilerin, statüko ile hareket etmesine sevinebiliriz belki. En azından Ertuğrul Günay, Sıvas'ta kebapçı olmaz diyebiliyor, en azından Orhan Alkaya, belediye başkanına yeni bir tiyatronun gerekliliğini anlatabiliyor, en azından Kenan Işık, bir yandan yerel bir belediye başkanlığı adaylığına hazırlanırken, bir yandan Ölümsüz Öykü gibi duyarlı bir oyuna imza atabiliyor. Ya bu koltuklara, heykelleri yıkın, tiyatroları yakın diyenler otursaydı? Statükoyla işbirliği yapan eski tüfekler tüfek olarak kayıp olabilirler ama keskin sirke olarak bile olsa bir işe yarıyorlar!

Kaldı ki, 12 Eylül darbesinde televizyon koridorlarında saat 22.00'da ışıkları söndürten, resim seçicilere de "resimlerini sabah seçsinler" diyen statükocu, rejim yanlısı sanatçılar vardı.
Kaldı ki, Bülent Ecevit döneminde, sırf beyefendiye hatır olsun diye, Kültür Bakanı'na abuk sabuk kişileri devlet sanatçısı seçmesi için baskı yaptıran statükocu sanatçılar olmuştu.

Sanatçı bağımsız olmalı. Bağımsız doğmuştur, bağımsız kalmalı. ama olur da, statükoya hizmet ederse, düzenle kol kola girerse, sistemle pazarlık ederse, en azından kötünün iyisine razı gelmek gerek.

Nedir kötünün iyisi?

Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nun yerine peşkeş çekilen kongre vadisine göstermelik de olsa bir salon yapılmasıdır.

Nedir kötünün iyisi?

Şu anda iyiniyetle hareket eden belediye başkanının seçim kaybetmesi halinde, yeni gelecek kişinin, " ne tiyatrosu gardeşim, ben oraya gözel bir kompleks dikicem, içinde
hem alışveriş merkezi, hem uzay üssü, hem üç din için ibadethane, hem her tarikat için halk eğitim merkezi, hem çin lokantası, hem Cemil İpekçi'nin kreasyonları, hem Sinan Çetin'in platosu, hem dev bir lunapark olacak" dememesi için acele etmesidir.
( Çok mu komplo teorisi oldu?)

Muhsin Ertuğrul'un yıkılmaması için birkaç tane değişik ve karışık toplantı yapıldı.

Birincisi, Orhan Alkaya'nın çağrısıyla yapılan bir toplantıydı. Koşa koşa gittik. Anlaşılan son dakikada belediyeyle bir pazarlık yapılmış, yanıma birisi geldi ve sözkonusu toplantının bir eylem değil, bir bilgilendirme toplantısı olduğu konusunda beni uyardı. (yanılmıyorsam Şubat 2007) Bilgilendirmeyse, kendi kendinizi bilgilendirin, birini bilgilendirmek için, bu iletişim çağında ona 50 km. yol yaptırmanın ne gereği var deyivermişim!

Mart 2008'de Orhan Alkaya artık genel sanat yönetmeniydi, tiyatronun yıkımına imza atmıştı, usulsuzce başlayan yıkımı Muhsin Ertuğrul'un odasından izliyordu.....Bu konuda çıtı çıkmadığı gibi, belediye başkanının yeni projelerinin tanıtıldığı sabah kahvaltısının ev sahibiydi. İnsan sıcak bir apple pie alıp, biz tiyatro önünde eylem yapanlara da getirir. Alacağın olsun Orhan! Hep genel sanat yönetmeni mi kalacaksın? Hele krusan varsa ve getirmediysen, çok üzüldüm.

Ardından, meşhur Atatürk Kültür Merkezi protestosu yapıldı. İstanbul halkı ve Karanlığa Karşı Sanat Cephesi olayı sahiplendi. Son derece etkileyici bir kalabalık vardı. Macide Tanır'ından Işık Yenersu'ya kadar herkes desteklemek için oradaydı. Çocukluğumdan beri oyunlarına ve tiyatroya bakışına hayran olduğum Haşmet Zeybek, tarihe geçecek bir konuşma yaptı. Özetle, "Tüm Türkiye'yi Alışveriş Merkezi yapamazsınız" dedi. Ataol Behramoğlu da meşhur "AKM değil, AKP yıkılacak" söylemini başlattı.
Ne acıdır ki, özel tiyatroların hiçbiri orada yoktu. Rutkay Aziz, ÇASOD başkanı olarak bildiri imzalamış ama bağımsız olması gereken özel tiyatrolar, devletten ödenek alamamanın korkusuyla eyleme destek vermemişlerdi. Sadece Ferhan Şensoy, bir karşı bildiri hazırlamıştı.
( Tarih 26 Mart 2007'di.)

27 Mart 2008'de Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu yıkılırken yapılan son eylemde, yazdığı "Düğün Ya da Davul" oyunu sansürlenen ve geçtiğimiz yıl " Bütün Türkiye'yi alışveriş merkezi yapamazsınız"diyerek dakikalarca alkışlanan tiyatro ustası İstanbul Şehir tiyatroları Derneği Başkanı Haşmet Zeybek EYLEMDE YOKTU!!!!
Bu yıl tiyatronun yönetim kurulunda görev alan ve baştan beri yıkıma karşı son derece duyarlı davranan usta oyuncu Can Başak, eylemi uzaktan izledi. Ne yazık ki, tiyatronun yıkılmasına şerh koyabilecekken, o da imza atmıştı.

Atatürk Kültür Merkezi'ndeki Hüsnü Şenlendirici'nin bile konser verdiği o inanılmaz günün ardından, Şehir Tiyatrosu sanatçıları mum yakarak binalarının önünde nöbet tuttular, kimi aydınlar ve Mimarlar Odası yıkımı durdurmak için davalar açtılar.

Mimarlar Odası'nda bir toplantıya katıldığımda, zaten İstanbul'un pekçok yerinin yıkılmak üzere olduğunu, davalar devam ettiği halde paraların bile alınıp, harcandığını duymuş ve pek şaşırmıştım.
( Satılan yerlerin yerine yapılan okullar, kültür merkezlerini filan ben göremiyorum herhalde)
O gün Mimarlar Odasında, Muhsin Ertuğrul tiyatrosu için bir eylem organize edildi.

Yaklaşık 4 hafta geçtiğinde, eyleme geldik,bir de ne görelim? Eylem, sessiz protestoya çevrilmiş! Bedri Baykam çok şaşırdı. " Nedim, bu ne böyle?" dedi.

O anda, şapkamı önüme koyup düşündüm.
Tiyatronun yıkılması konusunda ben niye bu kadar duyarlıyım diye sordum kendime.

1976 yılında tiyatronun basın bürosunun 0001 numaralı seyircisi olarak başlamıştım tiyatro yolculuğuma. Tiyatroya, bu salonda izlediğim " Yarın Bütün Dünya" adlı bir oyunla aşık olmuştum. 1979 yılında bu tiyatroda, bir çocuk oyunum sahnelenmişti. Ve 2007'de bu tiyatroya "Geçmişten Gelen Kadın" adlı oyunla konuk yönetmen olarak, 30 yıl sonra geri dönmüştüm.

Bütün bunların dışında, bir İstanbullu olarak, bu tiyatronun varolması gerektiğine inanıyordum. Yerine daha iyisi yapılırdı tabi ama ortada bir proje yokken, bu kadar aceleyle tiyatro yıkmanın arkasındaki niyeti anlayamıyordum.

Belediye başkanının kişisel olarak ne kadar iyiniyetli olduğunu bilsem bile, böyle bir rant kavgasında başkanların bile etkili olamayacağına inanıyordum. Bazen kendimi, Boğaz köprüsünün bile yapımına karşı gelmiş demode solculara benzetiyordum, kendimi de sorguluyordum!
Soruyordum kendi kendime. Türkiye'de sonuna kadar inandığın, güvendiğin bir parti yıksa da böyle davranır mıydın? Kesinlikle evet!

Tüm bunların dışında, ilk eylemden beri oradaydım ve son eyleme kadar orada olacaktım. 30 yıl tiyatroya inanmışım, oniki ayda niye kaçayım değil mi ama?
( Eylemler sırasında gazi olanları burada saygıyla anıyorum. )

İlk günden beri CHP Milletvekili Çetin Soysal, Karanlığa Karşı Sanat Cephesi'nden Orhan Kurtuldu ve Nazım Oyuncuları'ndan Orhan Aydın, Bedri Baykam, Tilbe Saran,Ümran İnceoğlu, Eftal Gülbudak, Hülya Karakaş, Nergis Çorakçı,Metin Belgin hiç yılmadılar.
(Onlara da teşekkür ediyorum )

Dönelim sessiz protestoya.Söz gümüşse, sükut altındır misali Mayıs 2007'de Gencay Gürün, Haldun Dormen, Osman Şengezer, Tuncer Cücenoğlu,Arsen Gürzap, Toron Karacaoğlu ve nice ustaların katıldığı nefis bir topluluk yüzlerine Muhsin Ertuğrul maskeleri geçirerek sessiz bir protesto gerçekleştirdiler.

İşin şaşırtıcı yanı, kendi tiyatrolarının yıkımına çok fazla Şehir Tiyatrosu sanatçısının da katılmış olmasıydı!!!!

Atatürk Kültür Merkezi'ndeki eyleme katılan devlet tiyatrosu sanatçıları videoya çektirilmiş ve o dönemin genel müdürü tarafından fişlenmiş. Afife Jale Ödüllerine layık görülen
Adsız Karaduman bunu ödül töreninde açık seçik dile getirdi ve hiç kimse tarafından tekzip edilmedi. Buna rağmen Şehir Tiyatrosu sanatçıları, korkmadan sessiz protestoya katıldılar. Tiyatrolarını yıktırmamakta, Muhsin Ertuğrul'larını kurban etmemekte ısrarlıydılar anlaşılan.

27 Mart 2008'deki son protestoya katılan Şehir Tiyatrosu sanatçıların sayısı ise ne yazık ki on kişi bile değildi! Bu protestoda Orhan Alkaya ne yazık ki yuhalandı. Dünya görüşlerine son derece saygı duyduğum, bir dönem yazdığı şiirleri ezberlediğim saygın sanatçı o günden bu yana hiçbir açıklama yapmadı. Oysa bir sanatçı için yuhalanmak ağır bir hançer yarası gibi olsa gerek!

Ekim ayında soğuk bir Pazar günü, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosundan Atatürk Kültür Merkezine kadar bir yürüyüş yapıldı. Kilomdan dolayı fazla yürüyüş yapmaya alışık değilim. Hele bir de Türkiye Komünist Partisi bayrakları altında yürümeye, bir de trafiği tıkamamak için koşmaya hiç alışık değilim. Yürüyüşe taksiyle devam etmek eylemin siyasi duruşunu bozardı, kaçmak ise bana yaraşmazdı. Harbiye/ Taksim dolmuşundan " tiyatromu istiyorum" diye bağırsam, beni de Ergenekoncu sanabilirlerdi! Ben Taksime kadar yürüdüm ama eylemin politize olması, pekçok sanatçıya kaçmak için iyi bir bahane yarattı.

Aynı tarihlerde belediye başkanı özel bir yemek düzenledi. Kendisi de "tiyatrolar sadece alkıştan yıkılsın" rozetini takmıştı ceketine. Tiyatronun yerine yenisini yapacağını söyledi. Tek bir nüans vardı: Tepebaşında!Yani Harbiye kelimesi geçmiyordu. Eminönü nasıl Fatih'le birleştirildiyse, Harbiye ile Tepebaşı da birleştirildi mi diye düşündüm önce ama arada epey mesafe var!

Aynı masada oturduğumuz için başkana ısrarla projeyi sordum ama bu arada başkanla aynı masada oturmadığı için geceyi protesto edenler, yevmiyeliyken asal kadroya geçmek isteyenler, asal kadroya geçen arkadaşlarını şikayet edenler filan derken tiyatro yıkımı unutuldu. O gecenin tek kazancı, kapalı duran tiyatronun tekrar açılması ve oyunların tekrar başlamasıydı.

Oyunlar başlarken, başka oyunlar da oynanırmış da, haberimiz yok.
Önce sanatçı ihalesi denildi, sonra genel sanat yönetmeni değişti, sonra bir gün durup dururken tiyatronun önündeki heykellerin yıkıldığı, yani resmi olarak yıkımın başladığı haberi geldi.
( Borsa Lokantası'na son gidişimde tuvalete gitmek için bir kilometre yürütüldüğümde, yıkımın başladığından şüphelenmeliymişim ama nerde bende o akıl?)

Eleştirmen Yaşam Kaya,Bedri Baykam, Orhan Aydın soluğu derhal tiyatroda aldılar. Buldozerlerin önüne yatarız diyenler evde yatıyorlardı.

Herkes "Ayıptır günahtır" derken Orhan Alkaya, suya sabuna dokunmayan tiyatro günü bildirisini kaleme aldı, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nun önünde Karanlığa Karşı Sanat Cephesi öncülüğünde Türkan Saylan, Ercan Karakaş, Çetin Soysal, Bedri Baykam, Tamer Levent gibi çok önemli aydınların ve sivil toplum kuruluşlarının desteklediği çok prestijli eylem yapıldı.

Konu TBMM'de gündem dışı bir konuşma olarak bile sunulmuş.Ertuğrul Günay sol gösterip sağ vurmuş. Bizim arkadaşlar da Meclis TV'den izlemiş.

27 Mart 2008 eylemi yapılırken, aynı gün aynı saatte belediye başkanı bir köşkte muhteşem bir kahvaltıyla yeni tiyatroları tanıttı, yeni sanal tiyatroların, pisuvarların bile tanıtımı yapıldı.
Eski eylemcilerin bir bölümü oradaydı. Hatta bazıları, günah çıkartır gibi yazılar yazdılar.

Bütün bunlara gerek yok ki?

Bir kongre vadisinde, beş tane güvenliğin aramasından geçtikten , yedi kat asansörle inip, menopoz kongresinin yerini şaşırmassanız tiyatroya girdiğinizde kendinizi şanslı hisedeceğiniz bir tiyatroya evet diyecekseniz, zaten bu kadar gürültü baştan niye kopartıldı?

Evet, gerek Musahipzade Celal Sahnesi, gerek Fatih, gerek Tepebaşında önemli projeler yapıldı ve yapılacak belki ama Muhsin Ertuğrul sahnesi nasıl yerine gelecek? Şehir Tiyatrosunun altyapısını besleyen ve bir sanat üretim alanı olarak da önem taşıyan bu binanın yerine ne gelecek?

Tarih 30 Mart'ı gösteriyordu. Orhan Alkaya, Harbiye'ye göstermelik bir alahhaısmarladık gösterisi düzenledi. Kendisini korumaya, sağlama almıştı. Sözümona, 30 Mart 15.00'de Keşanlı Ali Destanı ile tiyatro kapanıyordu. Resmi tarih tiyatronun kapanışını böyle yazıyordu, böyle yazdırtıyordu.

Oysa 31 Mart 15.00'da, Cep Tiyatrosu'nda "Geçmişten Gelen Kadın" oynanacaktı.Yeni genel sanat yönetmeni nedense bu son oyunu unutmuştu, sonun bir an önce gelmesi için sonu 24 saat önceden resmi törenle kutlamıştı.Aydınlar tiyatroda, gazeteciler kapıdaydı. Görevliler, gazetecileri içeri almıyorlardı. "Girmeye izniniz yok" diyorlardı.

Hatırlar mısınız Muhsin Ertuğrul, oyun başladığında, "sessiz olunur" derdi.

ONLAR İSE OYUN BAŞLADIĞINDA TİYATROYU YIKTIRMAYA BAŞLAMIŞLARDI BİLE.

TARİHTE İLK KEZ BİR OYUN OYNANIYOR VE AYNI ANDA BİR TİYATRO YIKILIYORDU. BİZİ BİZE YIKTIRMIŞLARDI, SEYİRCİYE NASIL YIKTIK DİYE KUVVET GÖSTERİSİ YAPIYORLARDI.

RESMİ TARİHİN BUNLARI YAZMASINA TABİ Kİ İMKAN VE İZİN YOKTU.