2 Kasım 2012 Cuma

Kampanya | Astaş Holding / Armani Casa: İnşaat durdurulsun, ruhsat iptaline gidilsin | Change.org

Kampanya | Astaş Holding / Armani Casa: İnşaat durdurulsun, ruhsat iptaline gidilsin | Change.org

20 Ekim 2012 Cumartesi

İSTANBUL'DA BİR GÜN


Çocukluğumun yalnız gecelerinde  kitaplarım  uyandırırdı beni… Pazar günü Çınaraltı’ndaki sahaflardan toplamış olduğum  , daha önce yaşadığı kişinin metresi olmayı red ettiği  evden kaçmış olan , yaprakları mutlaka ama mutlaka hayat kokan bir kitap, ne yapar ne eder başucumu bulur, beni dürterek uyandırırdı…

Klasiklerin büyük bölümünü 17 yaşına kadar okudum… Hem yalnız sabahlarda, hem de sonunculukla bitirdiğim Robert Lisesi’nin Fizik, Kimya, Biyoloji ve karnemde ısrarla 0 olarak yer eden Matematik derslerinde…

Orta yaşımın yalnız gecelerinde ise  kitapların yerine,  köpek sesleri uyandırıyor  beni… Sokakta havlayan sahipsiz  köpekler kent ile ilgili nasıl bir alarm veriyorlar kimbilir… Ben bu kenti sokaklarıyla, sokaktaki köpekleri, kedileri,  insanları, , sahafları, vapurları, poğaça arabalarıyla sevdim… Ve ben bu kenti otoparkçıları, mütaahitleri, Boğaz Köprüleri, plazalarıyla  filan sevemedim…

Sabahın dördünde  bir sokak köpeğinin sesiyle uyanır, birkaç saati kitaplarımla geçirmeyi severim… Bir daha dünyaya gelirsem, annemle babamın bana hangi yaşta hangi kitabı okumalarını beşiğime iliştirmelerini  isteyeceğim.. Okunması gereken binlerce kitap, izlenilmesi gereken yüzlerce film, bir de beğenilmemek niyetiyle şöyle bir bakılan onlarca dizi filmle beraber dağılır giderim. Bir şeyler yazmaya çalışırım. Sabahın ilk 3 saati, diğer 21 saatin kalkanıdır… Bu 3 saatteki yalnızlığım, diğer saatlerde kalabalıklar arasındaki yalnızlığımı besler…

Bu arada kahvaltı faslı var… Yıllarca kilo almamak için az yemek lazım korkusuyla, en güzel öğünleri kaçırmışım meğer… Şeytan, Teşvikiye’de halen çağa direnen poğaça arabasında bol yağlı bir börekle başlamamı emreder güne… Ancak onun yerine yalnız kalmış bir armut, dağılmış bir yulaf ezmesi ya da yoğurda talim ederim… Sabahın ilk saatlerinde İzmir’in gevreği, Gaziantep’in katmeri, Trabzon’un ekmeği, Ayvalığın zeytinini düşleyecek kadar zengindir hayallerim. Hayallerimin bittiği dakikada, saat kaç olursa olsun, yatağa atarım kendimi. Beni ısrarla arayanlar tuhaf saatlerde uyuduğumu kanıksamışlardır.  

Her sabah yedide, 11 yıllık hayat arkadaşım Çiço ile beraber, şehrin sesini dinlemeye çıkarız… Okul servislerini bekleyen çocuklara uzaktan uzaktan bakar, acırım onlara… Acımasız minibüslerle bilgiyi çok uzakta arayan çocukların ana babalarına kıl olurum.

Ben bilgiyi yıkık bir evde, alışveriş merkezleri yerine ıhlamur ağaçlarıyla ünlü bir sokakta ararım ısrarla…İyi okul, kantininde rengareng lokum, kapısında çağla satılan köşe başındaki okuldur benim için!

Sokağın tehlikeli bir yer olduğunu, artık kedi görünce kaldırım değiştiren köpeğimden öğrendim…Çiço, her ağacın dibine “ben buradaydım” diye iz bırakma çabasındadır… Biz sanatçılar da, böyle bir telaş içinde, her günün ertesi gününde ölecekmişiz gibi üretiriz… Oysa,artık sahafların yerini korsanların aldığı bu çağda, yazdığımız kitabın kokusu, rengi filan kalmamıştır . Böyle bir dünyaya rağmen, böyle bir dünya için üretiriz..

 
Çiço, mahallenin şarkütericisini haraca keser…  Teşvikiye’de Çerkezo’dan bir parça  salam kapmadan , ne yukarı, ne aşağı iner..Ben de Çerkezo’nun yıllardır özenini yitirmeyen vitriniyle dalarım düşlere…Kentte böyle vitrinler kalmadı, şimdi dev markaların %50’lik indirim panoları hakim…Bu vitrinin öyküsünü anlatmaktır telaşım bir sanatçı olarak. Bu güzelliği paylaşamadan ölürsem, dünyaya teşekkür edemeyeceğimi sanırım. Oysa, böyle bir teşekkür bekleyen yoktur.

 
Sabah yürüyüşünden eve döndükten sonra,  kaos başlamıştır… İnsanların öteki yaşamları filan varsa, eski yaşamımda kesin katip filan olduğumu düşündürecek kadar sistemli bir yazışma, dosyalama, arşivleme merakım vardır… Tuhaf ama gerçek, cep telefonunda konuşmayı beceremem, kaldı ki arkadaşlarımın çoğu ben kalktığım saatlerde yattıkları için konuşacak saati denk getirmekte zorlanırım..

Amerika’da eğitim aldığım yıllarda shopping mall’lardan ne kadar uzak durduysam, şimdi o kadar düştüm AVM’lere… Emek Sineması’nda, Yeni Melek, Atlas’ta film izlemek isterken, 17 numaralı AVM’nin 34 no’lu salonlarında  genellikle tek başıma film izlemek zorunda kalırım. Cumartesi, Pazar sabahlarım bir AVM sinemasının makinistiyle, reklamları göstermeden filme başlama konusundaki pazarlığımla başlar. Reklamlardan yırtamam, ancak film arasında patlamış mısırı çabuk almayı başarabilirsem, antrakların uzamasını önlerim.

En sevmediğim saatler öğleden sonralarıdır…Geceye yorgun başlamamak için bir iki saat öğle uykusuna yatarım. Gecelerim tiyatroya giderek geçer… Keşke tiyatrolarda da sabah seansı olsa da, mesleğimin heyecanlarını karanlıkta yaşamak zorunda kalmasam diye düşünürüm…

 
Sanatçı dostlarla buluştuğumuz Papirüs, Çiçek Arif, Kör Agop yok artık. Cihangir’de Journey, , White Mill,21  filan var ama şimdilerde pek moda olan blush şarabını içerken, karnıyarık filan yemek tuhaf oluyor.  Üstü kapatılmış  Çiçek Pasajı’nın uğultusuna dayanamıyorum. İstanbul mezeleri yerine brokoli yenilen meyhaneleri kafadan red ediyorum. Beşiktaş Çarşı’da, gençliğimin sohbetlerini bulamasam da, hiç değilse mezelerini buluyorum. Asmalımescit’te kenti turiste endeksleyen meyhaneleri çoktan terk ettim, bazen salaş Karaköy Balıkçısı’na takılıyorum.  

 
Bol bol yürürüm. Yürüyerek mesafe aldığımı sanarım… Her geçen günde daha çok yaşadığımı düşünmek isteyerek sarılırım yaşama. Yaşanılanın peşinde koşarak, anı biriktiririm. Oysa her anıyla beraber kentin havlayan köpekleriyle beraber, ben de ölüme daha çok yaklaşıyorum. Nedense bu gerçeği bir türlü kabul edemem.

 

YOKUŞ AŞAĞI BİR DÖNÜŞÜM PROJESİ

 

Fazıl Say Davası’nı gözlemlemek  için Türkiye’ye gelen Der Spiegel Muhabiri ile söyleşimizin sonunda, konu paranın el değiştirmesi ve  güzelim İstanbul’un rantiyelere teslim edilmesine geldi…


Atatürk Kültür Merkezi’nde oynanmak isteyen, ancak duyarlı bir sanatçı kitlesi tarafından bozulan Taksim’i dönüştürme  oyunu, kentin pek çok mahallesinin savunmasız insanlarını ve “ötekilerini” vurdu.Şimdi kanayan  başka bir yara, Tarlabaşı gerçeği var… Tarlabaşı’nın kentsel dönüşümü,  yeni bir  kirli   temizlik  çabası … Alman Gazeteci arkadaşım, Fazıl Say ile birlikte  bu projeyi de izliyor. Tarlabaşı’nın son  yıllarda sırf rant uğruna ,  araya nifak tohumları eken rantiyeler tarafından özellikle kirletilerek, temizlenme bahanesinin yaratıldığına inanıyor … Bu özel yerin de TOKİ estetiğiyle dönüştürüleceğinden ürken biri olarak, bırakın da her kentte olduğu gibi, İstanbul’un da bir arka yüzü olsun diyorum… Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Haydarpaşa Garı’nı filan “temizlemek”, Ataşehir’i, Beylikdüzü’nü , Bahçeşehir’i ünyanın en çirkin yapılarıyla donatmak, aynı dar görüş ve zeka seviyesinin ürünü… Bir alışveriş merkezi, birkaç kafe ve ibadethane armağan ederek, insanoğlunu zeka seviyesi düşük evlerin içine kilitleyip, haftada 60 televizyon dizisi ile belleğimizi silmek, George Orwell’in bile hayal edemeyeceği kuru bir faşizm uygulaması …


İstanbullular olarak   bu berbat dönüşüme sessiz kalıyor, belleğimizin silinmesini kabullenebiliyoruz. Standart insan haline çevrilen bizler, bizim dışımızdakilere tahammül edemeyen bir ezici çoğunluğa dönüştürülürken, kendimizin bile farklı yüzlerinin silinerek, tek tipleştirilmesini kanıksamış durumdayız.

Bugüne kadar pek çok başarılı çalışmasını alkışladığım Altıdan Sonra Tiyatro’nun kentsel  dönüşüm projesini bu yüzden çok önemsemiştim.Almanya’daki Lokstoff Tiyatro ile ortak olarak gerçekleştirilen “Yokuş Aşağı Emanetler”,  40 katılımcının Asmalımescit’ten Tophane’ye kadar yürüyerek, farklı İstanbul kişilerinin öykülerini dinemesinden oluşuyor. Kumbaracı 50’nin tiyatro salonunda sonlana oyun boyunca, sadece oyuncuları değil, İstanbul’un yoldan geçen  farklı insanlarını da izliyorsunuz. Benim oyuna dahil olduğum gece gitarıyla Beyoğlu’nda bir yere yetişen Murat Evgin’den, Kumbaracı yokuşuna paralı bir turist bırakan taksiciye, Yeşilçam’ın sarhoş bir figüranından, yokuşun dibindeki evine gitme çalışan muhtemel bir Rum teyzeye kadar pek çok insanın da isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek oyuna dahil olduğunu gördüm.

 
İstanbul demek, bu insanların coğrafyası demek… Ancak “Yokuş Aşağı Emanetler” projesi, bu zenginliklerle kucaklaşamamış, fikirde iyi ama yüzeyde kalmış bir proje… Kentsel dönüşüm gibi son derece siyasi bir meseleyi , politikadan arındırılmış, hijyenik ve Beyaz Türklerin  dar çerçevesinden anlatmanın  alkışı hak eden hiçbir yanı yok. Projede yer verilen öyküler yüzeysel, sembollerin içine sıkıştırılmış hayatlar ilginç olmadığı gibi, insan kıyımını anlatmaktan son derece uzak… Oyunda sadece bir kolsuz anahtarcı tipi ilginç… İstikjlal Caddesi’nin  ortasında, Türkiye’ye reva görülen üçüncü sınıf Cirque de Soleil soytarılarını aratmayan soytarı, çöpleri son derece temiz ve hijyenik bir el arabasıyla toplayan orta sınıf homeless tiplemeleri son derece itici…


Bir kentin ve bir toplumun belleğine bu kadar acımasızca kıyılan bir dönemde, orta sınıfın ahlak değerlerine hapsedilmiş bir gözle ve baskıcı bir çoğunluğun klişelerle bezeli diliyle alelacele ve özensizce kotarılmış bu proje  bırakın  kentsel dönüşüme karşı durabilmeyi, bizi dönüşüm konusuna yabancılaştırıyor adeta…

Bu şehrin insanları Sulukule’de ve pek çok yerde, evleri ve kültürleri uğruna örnek bir mücadele veriyorlar. Avrupa Birliği’nin gözüne hoş görünmek için kotarıldığı besbelli olan oyuna ilham kaynağı vermeliydi bu mücadeleler…Ancak ne yazık ki, görmezden gelinmiş. 

İyiniyetli bir çalışma için bir arsaya gelindiği  kesin, ama bu kadar çok sayıda ve bu kadar önemli kurumlar tarafından desteklenen projenin iyiniyetten öteye geçmesini beklemek, hele hele projeye imzasını atan Altıdan Sonra Tiyatro’nun geçmiş çalışmalarındaki başarıyı bilenler için son derece haklı bir beklenti, değil mi?

İyi ki İstanbul sokaklarında yürüyen ve hala bir öyküsü olanlar var da, Yokuş Aşağı Emanetler’in anlatamadıklarını her gün, her saniye yaşatıyor, kentin belleğini yaşatabiliyorlar.

EROL GÜNAYDIN: GALATA KÖPRÜSÜNÜ BİLE TAKLİT EDEBİLİRDİ!


 
 
Sadece insanlar değil,  yaşamda her şey taklit edilebilir…   

Son meddahlardan Erol Günaydın  kertenkeleyi , masadaki rakı bardağını, hem de içi boş ve dolu halde, hem de sek ya da sulu içildiği halde, hem de yanında peynir ya da leblebi mezesi olduğu halde  ayrı ayrı  taklit ederdi. Taklitin sadece sesini duyurmayı beceren insanlar için değil, evrenin  tüm sessiz çoğunluğu için de geçerli  olduğunu kanıtlamıştı Erol Günaydın usta…


Herşeyin sesi var, sadece son nefesin sesi yok…

Herşey taklit edilir, sadece ölüm taklit edilemez…

Sonsuzluğa uğurladığımız Erol Günaydın’ı 1979 yılında tanımıştım. O zaman 6 haneli telefonlar vardı, bir Perşembe gecesi 47 ile başlayan bir Nişantaşı telefonundan aramıştım ustayı. 12 yaşında bir  çocuğun  korkusu azdır , o yüzden korkusuz biçimde sarılmıştım  telefona. Yazdığım bir oyundan söz ettim, oyunun ödül aldığından ve arkadaşlarımla oluşturduğum Beş Kafadarlar Kumpanyası tarafından sahnelenmeye çalıştığını anlattım.

Bugünün meşhur sanatçılarının menejerlerine filan anlatamayacağınız şeyler bunlar… Erol Günaydın’a korkusuzca telefon eden çocuğun, tek korkusu büyümek, çocuk kalamamak!  Telefonda nazikçe ” red edilse ” , değişik taktiklerle oyalansa, o  çocuğun  hiçbir hayali kalmaz çünkü… Oysa, çocuk olarak doğan ve çocuk olarak ölen usta, bir çocuğu terslemeyecek kadar büyüktü.  Eee  kertenkele taklidi yapan bir ustadan 12 yaşında bir çocuğun hayallerini söndürmesi beklenemezdi değil mi yav?.

 
Telefon konuşmasını takip eden o  Cumartesi sabahı, Erol Günaydın’ın kurduğu Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun birbirinden önemli sanatçıları, Zeynep Tedü, Ayla Arslancan, Bülent Kayabaş, Göksel Kortay, Kerem Yılmazer, Yüksel Gözen ve daha niceleri  Beş Kafadarlar Tiyatrosu’nun “Vay Akıl Fakiri Vay” adlı  7 dakikalık çocuk oyunu izliyorlardı. “Kostümleriniz nerede?” dedi Erol usta. Şu anda City’s Alışveriş Merkezi’ne dönüştürülmüş   olan Şişli Terakki Lisesi’ne pek yakın olan evlerimize dağılıp, babamızın çorapları, dedelerimizin pijamalarını toplayıp, 1 saat içinde döndük tiyatroya. Sahne amiri Nükhet Gök aceleyle son rötuşları yaptı…Tiyatro sanatının beklemeye tahammülü yoktu çünkü…

 
Ve sahnedeydik. Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun perde arasında yeni çocuklara yaşam hakkı tanınmıştı… Erol Günaydın, Perşembe günkü telefonu menejerine paslamamış, Cumartesi günkü müsamereyi  Akbank’ın üst düzey müdürlerine sormamış, yeni seslere  korkusuzca kulak vermiş, yeni oyuncuların var olmasına olanak tanımıştı.Şimdi anlıyorum ki, Beş Kafadarlar Tiyatrosu olarak  iki perde arasında sahneye çıktığımız Akbank Çocuk Tiyatrosu, o zamanlar bir liman kadar korunaklı, bir anne kucağı kadar sevgi doluymuş.  O dönem oyunlarına ara vermiş olan Dormen Tiyatrosu’nun önemli isimleri hem sahneden, hem hayattan uzak kalmamak için sığınmışlar bu çocuk tiyatrosuna.…Erol Günaydın’ın yazdığı çocuk oyunlarıyla ruhlarını koruyor,  biraz daha rahat  soluk almayı  başarıyorlardı… Bugünkü dizilerde vahşi sermaye düzenininin reyting  puanlamalarını cep telefonlarından takip etmiyorlar, çocuklarla beraber üreterek, içlerindeki çocuğu koruyorlardı. Birkaç yıl sonra Erol Günaydın’ı, şimdilerde alışveriş merkezi olmak için yıkılan   Taksim Tiyatrosu’nun kulisinde ziyaret ettiğimde, Altan Erbulak ile kurmuş olduğu bu tiyatronun kulisinde, Feydau farslarının ihtişamlı kostümleri içinde yaşadığı hayal kırıklıklarını dinlemiştim. Özel tiyatronun ne kadar dertli bir iş olduğundan yakınıyordu. Altan Erbulak ile kurduğu tiyatroyu kapattıktan sonra,Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular’ına da katılarak özel tiyatro alanında savaşmayı sürdürmüş, ancak bence hiçbir zaman çocuk tiyatrosundaki kadar mutlu olamamıştı.

Erol Günaydın, geceleri karanlıkta uyumamak için lambayı söndüremeyen bir çocuktu.  Bildiğimiz kadar ölüm karanlıktır…Bu çocuk artık yalnız başına ve kim bilir ne kadar çok korkuyor!    

 
2005 yılında Müşfik Kenter ile aynı zamanda  tiyatroda 50.yılını kutlamıştı.  O da Müşfik Hoca gibi, 60.yılı kutlayamadan göçtü gitti ve son yıllarını kulislerden çok, hastane odalarında geçirdi… Müşfik Kenter  yerli oyunları da ustalıkla oynamış, Erol Günaydın’ın Dormen Cep  Tiyatrosu’nda başlayan kariyerinde de çok fazla yabancı oyun var. Ama bu iki ustayı yine de, alaturka ve alafranga tiyatro biçemlerinin öncüleri diye ayırmak gerek… Alaturka, tuvalet başta olmak üzere, küçümsediğimiz tüm değerlere verilen ad! Alaturka tiyatrocu da bir küçümseme vurgusu.O, alaturka’yı alla Turka olarak hayata geçirebilen büyük bir isimdi…Meddah geleneğinden gelirdi bir kere… Meddah, sözlük anlamıyla, meth edenlere yakıştırılan isim! Oysa, o methetmez, ince ince alay ederdi, zengin zengin  taklit ederdi…

 Yazdığı “Yaygara 70” oyunuyla batılı Türk Tiyatrosu’na alaturka nüvesini kazandırdı. Haldun Dormen ona bu fırsatı tanımasaydı , tiyatromuzun alafranga ile alaturka arasındaki anlamsız yabancılaşma büyür giderdi.

 
Bugünkü kamplaşmış toplum, komedyenlerine ince taklitten uzak durmayı öğretiyor en önce. Kürt, Arnavut, Yahudi, Ermeni, Laz  taklitlerinin azalmasının nedenlerinden birisi  de, üst kimliklere oynayan komedyenler yüzünden değil mi?  Oysa, bir kertenkele hassasiyetiyle, bir rakı bardağının hacminde yapılan azınlık taklitleri, hüküm süren çoğunlukların dışında da bir yaşam olduğunu anlatmaz mı bize? Meddah geleneğimizde Galata köprüsünü taklit etmek var…Martı sesleri, sarı yağmurluklu balıkçıları, dalga sesleriyle yaşamın ta kendisidir Galata köprüsü…Bugün sayıları parmakla gösterilecek kadar azalan meddahlar günlük yaşamlarında pek az yeri olan Galata Köprüsü’nün taklit edilebileceğini akıllarından bile geçirmiyorlar…Bense Galata Köprüsü’nün  üzerine konan kertenkele  taklidi yapan ustalara hasretim.

 Sizler onu Çiçek Taksi’den hatırlasanız da, benim için “Hırsız Polis” dizisinin Dursun’udur.

Sizler onu Disko Kralı  programından hatırlayabilirsiniz ama, benim için dalga geçilen ihtiyar değil, hiç büyümeyen çocuktur.O, takım elbisesinin üzerine taktığı  şapkayla Batılı, rakısını içerken anlattığı fıkrayla  dibine kadar Karadenizliydi…  Düşünüyorum da, şapkanın bu kadar  çok yakıştığı bir başka  çocuk adam tanımamışımdır.

 Tanıdığım en önemli zennelerden biriydi. Zenneliğin, bir cinsel aşağılama olarak kullanıldığını sanabilirsiniz .  Oysa bir ışık huzmesin muhteşem bir  aydınlığa dönüştürmek için şarttır   zenneler…Toplumda beraber yaşama kültürünün devam etmesi için, Arnavut, Kürt, Ermeni, Yahudi’lere değil, onlarla beraber gülenlere, zennelik yaparak mizahta cinsiyetçilik yerine, incelik yaratabilenlere, yaratanı ve hükmedeni öven komik figürasyon  yerine, sözünü sakınmayan meddahlara ihtiyacımız var…

 Güle güle Erol Usta! Ölüme ağlamasak, galiba yaşama da gülemeyiz… Alıştık artık meddahların gitmesine! Bize Galata köprüsünde “rastgele” diyen sarı yağmurluklu balıkçılarının  sesini bırak yeter….

 

6 Ekim 2012 Cumartesi

EZENLERİN MİZAHI


 

Geçtiğimiz günlerde Hürriyet Gazetesi’nin Keyif ekinde Deniz İnceoğlu ,  “Alper Kul” ile bir söyleşi yaptı. Tesadüfen aynı gün gazetenin ekinde İpek Özbey  de  pek çok mizahçıyla düzenlenen bir ankete imza attı..

 
 

APOLİTİK MİZAH

 

Yandaş mizah yapılır mı? Yandaşsa mizah olur mu, mizahsa yandaş olma lüksü var mıdır?

Mizah, yan tuttuğu anda zekasını kaybeder. Bırakın yandaş olmayı, apolitik olma lüksü bile yoktur mizahçının! 

Ne yazık ki son zamanlarda milyoner komedyen akımı var. Suya sabuna dokunmadan temiz temiz güldüren tayfa …

 Cem Yılmaz, inanılmaz bir yetenek, ancak  politikadan mümkün olduğu kadar uzak duruyor.  Bu topraklardan yetişen en keskin kalemlerden  Yılmaz Erdoğan da,  sosyal konulara girip, politik konulardan uzak durma yolunu seçiyor son zamanlarda. Sanki sosyal konulara değinmek, siyasal bir dokudan bağımsız tutulabilirmiş gibi… Ata Demirer, daha çok Trakyalı aptala sardı, Şahan’ın çizgisi zaten belli…Oysa aptalı, şapşalı oynamak da  sınıf bilincinden arındırılamaz.  Kemal Sunal bunu son derece iyi başarmıştır.

 

Sinemamız daha çok ergen seyirciyi geyik esprilerle güldürme peşinde, stand up’larımızda (stand:duruş) var ama karşı duruş yok! Tiyatromuzun geleneğindeki politik hicivler yok denecek kadar az… Ferhan Şensoy bu konuda yıllardır  şövalyelik yapıyor. Bildiğim kadarıyla Kandemir Konduk böyle bir yapılanma hazırlığında, Metin Serezli ustamız da  Çevre Tiyatrosu’ndaki halkçı çizgisini bu kez Yılmaz Özdil’in  yazılarından derlenen bir oyunla  yakalamış.

 

 

EZİLEN MİZAH

 
Uykusuz  Dergisi yazarı Barış Uygur, Hürriyet Gazetesi’ndeki analizinde mizahın sadece bu dönemde değil, her dönemde baskı altında olduğunu,  Turgut Özal’ın ağır  tazminatları karşısında Leman Dergisi’nin uzun süre T.Ö lakabını kullandığını söylemiş. Gırgır Ekibi’nden Rıdvan Bağış, mizahçıların herhangi bir otoriteye yandaş olamayacak kadar zeki insanlar olduğunu vurguluyor. Bayan Yanı Dergisi çizeri İpek Özsüslü de güçlüden yana mizah yapılamayacağını, mizahın gücü devirmek için var olduğunu vurgulamış.

 

OTOSANSÜR

 

Penguen Dergisi çizeri Cem Dinlenmiş, bence bir mizahçının yakalayabileceği en   tehlikeli hastalığa, otosansüre değinmiş. “Yaratılan koyu bir iklim var. Artık otosansür uygularken insanlar farkına varmıyor bile” demiş.  Bilinçaltındaki baskılar,  yasaklanmayan ama zaten  yasak olanlar konusunda  bir uyarı sistemi oluşturuyor.

 
Bu ankette beni en çok  şaşırtan açıklamalardan biri Barış Uygur’a ait. Başbakanın mizah dergileri konusunda son derece tahammül sahibi olduğunu söylerken, yandaş mizah diye bir şeyin var  olabileceğini söylemiş. Öncelikle karikatürcülerle mahkemelik olan bir başbakanı tanımlarken, tahammül sözcüğü kullanılıyorsa bile,  ciddi bir sorun var demektir. Mizaha tahammül etmek ne demek?

 

 

EZEN MİZAH

Metin Üstündağ, “yandaş mizah olmaz. Ezen ve ezilen vardır. Ne güzel ezilyioruz diye mizah yapılmaz” diyerek son noktayı koymuş aslında. Ezerek, ezmek için, ezenin yanında, ezeni alkışlayarak mizah mı olur? Mizah, bir güç gösterisi olarak kullanıldığı zaman,  gülmece orite  yer değiştirir ve şaka kaka olur! Ezenlerin mizahı diye bir şey düşünmek mümkün mü?

İnsanlar sömürü sisteminin çirkinliklerini mi ortaya serecek ezen mizahta?

 
Ancak milyoner komedyenler döneminde, tuhaf olan bir gerçek var: Mizahçı sadece ezenin yanına olmakla  kalmıyor, aynı zamanda sosyal sınıfında da ezici konuma geçmekte sakınca görmüyor. Evleri, arabaları, tekneleri  olan, suşi yerken beyanat veren,  bir yandan çeşit çeşit mankenlerle sevişirken, öte yandan onları   magazin kameralarıyla aldatan çirkin bir profili var yeni mizahçıların.

Barış Uygur mizahçıların orta sınıf çocuğu olduğunu söylemiş, Pek çok mizahçı da bunu   onaylamış. Ancak sanırım Türkiye’de pek çok sektörde olduğu gibi, mizahta da bir sınıf atlama derdi var… Böyle hızlı biçimde tırmanılan merdivenlerde, mizahın ezenin tarafına geçmesi o kadar kolay ki!

 


EZİLEN  KOMİK


Yıllardır  söyleşi okurum. Zekasıyla beni en çok çarpan soruyu Deniz İnceoğlu sormuş Alper Kul’a.

-          Kel olmasanız da, komik olur muydunuz?

Alper Kul da son derece anlamlı bir yanıt vermiş.

-          Kel olmasam da,  komik olmam için mutlaka bir noksanımın  olması gerekirdi.

Hay ağzına sağlık Alper Kul!

Bizim artık gülememizin nedeni, komiklerimizin fazlalıkları…

 

Fazla araba, fazla kotra,  fazla tatil, fazla ciddiyet, fazla şıklık, fazla yakışıklılık, fazla komiklik filan…

Bende yok diyenleri öyle özlemişiz ki!

Bende yok, olduğu zaman da sizi ezenlerin değil, sizinle ezilenlerin yanında olacağım diyen komiklerle beraber  gülmek istiyoruz artık. 

 

 

 

BENİM DE BABAANNEMİN BAŞI BAĞLIYDI


 

Son zamanların moda jargonuyla, din, laiklik konularında bir tartışmaya giren kesimi temsil ediyorsanız, tartışmaya  her nedense  “benim de babaannemin başı bağlıydı” diye bir giriş cümlesi ile başlamanız gerekli.  Atesist değilim, dini değerlere sahibim, münafık değilim ve size yakın olabilirim alt metinleriyle karşı tarafı okşama taktikleri…

Dizi yayınlama lüksü olmadığı için haberleri dizi tadında yayınlayan haber  kanallarında , bir münafık ile muhafazakarı kapıştırarak hem rating elde etme, hem  her konuyu sözümona tarafsız bir zeminde masaya yatırarak, aslında  baştakileri rahatsız etmeyecek biçimde her tartışmayı muhafazakarlara kazandırma derdi var.. Ezberden konuşan Atatürk temsilcileriyle, ezber bozar gibi görünen  ve hep kazanan  güçlü bir taraf! Bunun nedeni,  sadece fazla sözü olanların  dışlanarak evde yatırılıyor olması ya da hapis yatması  değil  Aynı zamanda , sağ entelijensiyanın iktidar olmadan önceki dönemde kendini müthiş biçimde geliştirmiş olması. Muhalefet hırsı, entelektüel birikimi güçlendirmeyi gerektirir. Ancak solcu kardeşlerimiz  vatanı masa başında kurtardıkları için, son yıllarda  muhalif bilinç oluşturarak  ezber bozmayı sağcılar kadar geliştiremedi. Sağ, AKP iktidarında vücuda gelene kadar şiir okudu, felsefe tartıştı. Şimdii rantiyelere dönüşerek, ortalığı yıkan bugünün güç sahipleri, muhalette oldukları dönemde yeni söylemler geliştirdiler. Tek şey yapmaya vakitleri olmadı: Sanat!

 

İSTANBUL BELEDİYESİ KÜLTÜR İHALESİ

Şu anda en büyük kompleksleri sanatçı yetiştirememek. Basının kalemini bükmek çok kolay oldu, dikte ettikleri yazıları ertesi sabah gazetede okuyorlar, ancak ıkınsalar da, sıkınsalar da dikte ettikleri oyunların sahnelenmesini, sahnelenirse de seyirci bulmasını  ve alkışlanmasını sağlayamıyorlar. Geçtiğimiz yıl Şehir Tiyatroları’na sözümona alternatif olması için, Kültür A.Ş ‘yi paravan yaparak,  korkunç bir yolsuzluk ve ihale fesatlığıyla çıkardıkları, halkın kasasından çalarak ortaya çıkardıkları oyunların ne büyük bir fiyasko olduğu ortada!

 

DEVLET VE ŞEHİR  TİYATROSU REPERTUARI

Bu hafta Devlet Tiyatroları’nın repertuarı açıklandı. Türk Tiyatrosu tarihinde ilk kez bir repertuar, dört ay gecikmeyle, sezon açılmadan birkaç gün önce  açıklanıyor. Bence Kültür Bakanı, bir yandan devlet tiyatrosunu sahiplenirken, öte yandan başbakanın gazabından  kurtarmaya çalışıyor. Repertuarı da, ya şehit haberlerinin yoğun olduğu, ya İçişleri Bakanı’nın meşhur saçmalarından yumurtladığı, ya da Tayyip Bey’in  Tuvalu,Nauru, Marshall Adaları filan seyahatinde olduğu bir zamanda açıkladılar. Hilmi Zafer Şahin de Şehir Tiyatroları’nın 1 Ekim’de yeni  oyunlarla perde açma geleneğini, Kadir Topbaş’ın bir  metro  projesi için iki üç saatliğine yeraltına inmesine kadar ertelemiş olmalı! Başkan kurdelayı kestiği an, onlar da yeni oyunların kurdelasını kesecekler kuşkusuz.

Lemi Bilgin, her zamanki gibi sanatsal düzeyi son derece yüksek ve dünyadaki ödenekli tiyatrolarla boy ölçüşebilecek bir repertuara öncülük etmiş. Brecht, İbsen, Dürenmatt, Güngör Dilmen, Haldun Taner  Gülşen Karakadıoğlu gibi değerli yazarlarımız ve heyecan verici yeni eserlerin yer aldığı sezon içindeNecip Fazıl Kısakürek’ten bir oyun da oynanacak…

 

NAZIM HİKMET/NECİP FAZIL

Bazı gazeteler bu   başarılı repertuarı Nazım yerine Necip gibi bir söyleme indirgediler.. Tartışma programlarından  fazlasıyla alışık olduğumuz bir vurdurma   kırdırma, safları ayırma mantığı. Şimdi Devlet Tiyatrosu’ndan birinin çıkıp, “benim babaannemin de başı bağlıydı” demesini bekliyorlardır herhalde. Öncelikle dünyanın en büyük ozanı Nazım Hikmet’in, şiir dilindeki ustalığını  her oyununda tutturduğunu  ve  sahnelenmeyen çok fazla iyi  oyunu olduğunu  söylemek zor. Bu nedenle Devlet Tiyatrosu’nun her dakika Nazım oynamasını beklemek gereksiz bir hayalcilik. Kaldı ki, Necip Fazıl’ın  da  sahnelenmeye değer birkaç yapıtı var kuşkusuz. Kısakürek ile Hikmet’i karşı karşıya getirmek, Nazım’a yaraşmayacağı gibi, Necip Fazıl cephesi için de  tuhaf!

Ben Devlet Tiyatrosu’na yaraşan  bir prodüksiyonla ortaya çıkacak bir  Necip Fazı oyunuı alkışlamaktan heyecan duyarım. Yeter ki, oyuncular “mecburen oynuyoruz” tavrıyla ortaya çıkmasın, yeter ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin alelacele biçimde,Necip Fazıl’a büyük ayıp olacak biçimde sahnelediği “Bir Adam Yaratmak” kadar büyük bir fiyasko olmasın!

Adalet Bakanları’nın mahkeme koridorları yerine,  muhafazakar sanat uğruna  dizi setlerinde çorbaya talim ettikleri bir devirde yaşıyoruz. Devlet Tiyatrosu onurlu davranmış, en azından muhafazakar sanat adına   aceleyle ortaya çıkartılan  saçmasapan bir işe değil,  edebi değeri olan bir yazara yer veriyor. Ya başrolde eski Devlet Tiyatrosu oyuncusu Güven Hokna’nın oynadığı Huzur Sokağı mega müzikalini yapsalardı?

 

16 Eylül 2012 Pazar


 

SANAT DÜNYAMIZIN ÖRDEK TECAVÜZCÜLERİ!  

 
Bu yıl 12  Eylül darbesinin 32.yılı tüm yurtta ve yavru vatanda törenlerle  kutlandı, zafer sarhoşu olan bir herif de, hemen  ertesinde,  13 Eylül’de  bir ördeğe tecavüz etti…  Her anlamda tecavüze uğrayan nice kurum ve insanımızdan sonra, birtek  ördeklerimiz kalmıştı zaten . Zavallı hayvanlarımız  bu kaotik ortamda kim vurduya gittiler …

Eskiden çocuk tecavüzcülerinin icabına  cezaevlerindeki diğer   mahkumlar bakardı, devlet daha çok cezaevinde tecavüzcüyü  koruma görevini üstlenirdi, şimdi  tecavüzcülerini mahkeme koridorlarında alkışlatıyor.… Ördek tecavüzcüsüne sapık diyenler ,yaklaşık  her  televizyon dizisinde bir fantezi olarak taçlandırılan tecavüzler karşısında sessiz! Öte yandan, ördeğe tecavüz edenler kadar, evlerinde ördek besleyerek, akşam yemeği öncesinde ördeğe göz dikenler de suçlu değil midir diye sorasım geliyor.


Aynı soruyu bazı kıdemli  oyuncu arkadaşlarımıza da sormam gerek. ATV’nin Huzur Sokağı dizisinde uzun süredir işi gücü olmayanların oynamasına kızmıyorum da, Devlet Tiyatrosu’ndan emekli olduktan sonra Şener Şen, Türkan Şoray, Halil Ergün gibi starlarla oynama şansını bulan bir kalender oyuncumuzun burada ne işi var, merak ediyorum doğrusu.   Böyle “kıdemli ”  oyuncular, yıllarca Kurtlar Vadisi filan gibi toplumun beynine  derinden tecavüz eden dizilerde dublajlı seslerini konuştururlarken, muhafazakar kanallarda rol alan gençleri aşağılamamışlar mıydı? Nice genç meslektaşımız ekmek parası uğruna belki de hiç istemedikleri dizilerde rol alırken, toplumun bilinçaltına en üst perdeden tecavüz eden bu kişiler nasıl oldu da birden bire aklandı? Gençler, konservatuarı “Huzur Sokağı”ndaki bedbaht ve kötücül laikleri oynamak için bitirmediler herhalde, değil mi? Genç meslektaşları  ekmek parası uğruna hiç istemedikleri işlerde boy gösterirken, onlara zenginlikten kalınlaşmış koca parmaklarıyla höt edenler, ördeklerin neslini tükettiler. Mahkemelerde tecavüzcüler nasıl alkışlatıldıysa, bizim ustalar da memleketin  en çorak vadilerinde milyon dolarlar ödeyerek sahip oldular .  Nasılsa o evler uğruna  kesilen ağaçları onlar kesmemişti  , o yüzden olmayan vicdanları pek rahattı… Ancak doğa katliamının,  başrolündeydiler. Sadece doğa katliamının mı? Darbelerden bu yana sivil hayata ve özgürlüklere yapılan her türlü katliamın sorumlusuydular. Suça ortak olmuşlar ya da en basit anlamıyla sessiz kalmışlardı.

 
Şimdi, 12 Eylül sevinciyle ördeğe tecavüz eden 50 yaşındaki babaya kızıyorlar… Oysa o günden bu yana nice utanç verici karara sessiz kalarak, 50 yaşındaki o babanın 4 çocuğuna tecavüz edenler kendileri  değil mi?

Bu ülkenin ustalarına, sadece tiyatroda değil, bilimde, sanatta, iş ve eğitim  dünyasında, her yerde çocukları iyileştirmek düşerdi. Oysa para uğruna, gelecek kuşaklara  tecavüz edilmesine sessiz kalmaktan utanmadılar.

Utanmadan ördeğe tecavüz edene kızıyorlar. Kendileriyse,her dakika ördeklerin ırzına geçilen bir dizi çekimine başlamışlar  bile!

 

13 Eylül 2012 Perşembe


 

HERŞEYE RAĞMEN TİYATRO


Tiyatrolar  yeni sezon repertuarlarını açıklamaya başlamışken , İstanbul’da mevsim açıldı bile. Alternatif topluluklar bir bir  perde açmaya başladı, özeller soluk almaya çalışıyorlar, ödenekliler ise kendilerine ödenek ayıranlara fark ettirmeden, korsan biçimde  sezon açma peşindeler. İstanbul’da her gece irili ufaklı 30’un üzerinde perde açılıyor. Bu sayı New York, Londra, Paris gibi benzer nüfuslu metropollerde 150 civarında!Ancak birkaç yıl öncesiyle karşılaştırıldığı zaman, İstanbul’da açılan perde sayısı, oynanan oyunların niteliği, yeni kurulan toplulukların düzeyi ve tiyatro mevsiminin uzaması konusunda gözle görülen, hatırı sayılır  gelişme var.Bu arada kentin karanlık  yüzünde, önemli sayıda yeraltı kumpanyada çocuklarımızın gelecek ile ilgili düşlerine zehir saçan yüzlerce çocuk oyunu oynanıyor.

 

OYUNCULARA SSK

Geçtiğimiz günlerde setlerde sigorta konusu gündeme gelmiş, götürü usulu makbuz kesen oyuncuların sosyal güvenliği tartışılmıştı. “Uzun dizi, kısa hayat” filan gibi kulağa  hoş  gelen sloganlarla Atatürk Kültür Merkezi’nin önünü fuzuli yere kaplayan meslektaşlarımız, masal endüstrisinin güçlü ve boyalı hakimiyeti karşısında tırsmış olmalı ki, artık dizilerin süresi konusunda gıkları bile çıkmıyor. Sanatçıların sigortalı olması konusundki savaşı da  başlamadan kaybedeceklerinden eminim. 

Tiyatro Oyuncuları Derneği’nin bir dönemki başkanın bile  oradan buradan toplama  gençleri hiçbir sosyal güvence olmadan çalıştırdığı bir diyar  burası…Bu konuda Oyuncular Sendikası’nın mücadelesine inanıyor ve destekliyorum. Umarım çağdaş örgütsüzlük politikasını, dayanışma ruhuyla kırmayı becerirler.

 

 

ŞEHİR TİYATROSU

 
Öte yandan tarihin en renksiz mevsim açılışına hazırlanan  Şehir Tiyatrosu, aynen Atatürk Kültür Merkezi’nde uygulanan politikayla çürümeye terk ediliyor. Şehir Tiyatrosu’nun yeni görevlisi Hilmi Zafer Şahin, bu kuruma hizmet eden yevmiyeli sanatçılarayaz boyunca bir kuruş para  para ödenmemesi konusunda son derece sessiz..

Amaç belli!Yevmiyeliler yılsın, kadrolular gitsin, yevmiyelilerle kadrolular bir birine girsin, sonra da merkez medyadan Hadi Uluengin gibi birilerine “tiyatro öldü” deme görevi verilsin.

 

OTOSANSÜR

Geçtiğimiz haftaki yazımda otosansürden söz etmiştim. Ülkenin yüzde doksanyedibuçuğunu ele geçiren muhafazakar belediyeciler, valiler, kaymakamlar ve en önemlisi bu kişilerle kira, vergi, rant ilişkisi filan olan karanlık sosyal demokratlardan tırsan  tiyatrolar, içinde çıplaklık olmayan, karakterlerinin sigara, içki içmedikleri, seks yapmadan üredikleri, soyunmadan yatağa girdikleri, küfür etmeden bağırdıkları oyunlar sahnelemeyi seçiyor.  Bu ülkenin kültür  bakanı, dünyanın en önemli virtüözlerinden birini överken terbiyeli oyunlarda rol aldığını, sahnede küfür etmeyen bir beyefendi olduğunu filan söylüyor.

İnsan  hükümet kanadındaki bazı açıklamalar karşısında küfür mü etsin, iki şişe rakı mı devirsin, dört paket sigarayla mı sakinleşsin, kanserojen gıdalar mı tüketsin, karar veremiyor doğrusu.

 
 

RANTİYELER

İstanbul’un siluetinin içine eden , altyapısı, yolu, yangında kaçacak sokağı bile olmayan gökdelen mezarları diktikten sonra, Bodrum’un en güzel koylarından biri olan Cennet koyunu cehenneme çeviren rantiyeler için cennet diyarı burası.. Bu diyarda Başbakanlığa bağlı TOKİ en çirkin konutları yapar, başbakanlığa bağlı holdingler, başbakanın elinin yetmediği kültür merkezlerine  sponsor olma bahanesiyle, gizli saklı yapılan protokollerle kentin göbeğine dükkan açarlar.

 

CUMHURİYET HALK FIKRASI

Sanat adına alternatif bir söylem gerçekleştirmesi gereken  Cumhuriyet Halk Fıkrası’nın yöneticisi Kemal ( Koskoca Müşfik Kenter’i kendi belediyesinin elemanı olmaya kadar düşürdüğü sözünü geri almadıkça  sadece Kemal’dir benim için)  partisinin o dönem kültüre duyarlı milletvekili Çetin Soysal’ın çekiştirmesi sonucunda, niye gittiğini bile bilmediği “tiyatroma dokunma” gösterilerinde boy gösteriyor ama mesela geçen hafta Hatay'daki Apaydın kamplarını eleştirirken,  AKP’ye, “ sizin tiyatronuzda oynayacak figüranlar değiliz “diyebiliyor. Cumhuriyet Halk Fıkrasında  Aylin Nazlıaka dışında tiyatroya duyarlı bir tek eleman olmadığı için, kimse Kemal’in gaflarını sorgulayamıyor..

Kemal’in figüran olduğu kesin … Ama Yeşilçam’ın emektar figüranlarından biri olmadığı da kesin. O figüranların tek bir takım elbisesi  ama  birkaç saniye göründükleri  filmlere kattıkları bir şeyler var. Kemal’in çok takım elbisesi var , televizyonlarda da  onbeş yirmi saniye yer alabiliyor bazen, ama emektar figüranların ruhunu taşımaktan çok uzak.

 

HERŞEYE RAĞMEN TİYATRO

Bu ahval ve şeraitte bile tiyatro sezonunun  açılımasına sevinebiliyoruz.Tiyatro  sezonun daha dolu dolu geçmesi için kötü insanlara, çıkarcılara, şapşalara gereksinimimiz var,  öyle değil mi efendim?

Tiyatro, iyiyle kötünün savaştığı bir er meydanı…Hayatta kötüler kazanmalı ki, sahnede iyilik olsun.      

26 Ağustos 2012 Pazar

İYİ Kİ VARSINIZ


  

10 dakikada bir internetteki haber sitelerine, gazete portallarına , sosyal medyaya, “umarım yeni bir ölüm haberi yoktur” diye bakan biri, 2 saat bilgisayar başında  oturarak , ne yazabilir?

Terör, bir milletin  sadece moralini değil, konsantrasyonunu da alt üst ediyor. Öte yandan abuk sabuk konuşan bir bakan, saçmasapan yorum yapan bir milletvekili, gündem değiştirmek için acilen muhafazakar söylemde bir slogan patlatan bir müftü, bir vali, basına höt çeken bir içişleri bakanı  filan derken,  hiçbir şeyde uzun süre yoğunlaşamıyor  insan.

Bugünkü yazımın dağınık düşüncelerden oluşması bu yüzdendir., affola!

  

Müşfik Kenter:

Arkasından pek çok övgü yazıldı, daha  ne kadar yazılsa azdır. Hayatlarında Kenter Tiyatrosu’ndan adım atmamış olanların bile  yadsıyamayacağı bir ustaydı. Benim için sanatı ve  yaşamıyla sadeliğin bir simgesiydi. Şimdinin büyük ama çapraşık aktörlerinin aksine!

Her kuşaktan öğrencisi uğurladı onu. Ne büyük gurur Türk Tiyatrosu’nun 50 yıllık bir dönemindeki büyük insanların, hatta hocaların da hocası olmak…

Vasiyeti: “arkasından fazla konuşulmamasıymış”. O, çoğunlukla sahnede rolünün içinde susmayı başaran nadir aktörlerdendi  çünkü!  Tiyatroyu maymunlukla özdeşleştirme gayretine girilen bu dönemde , sahnedeki karakterlere insan olma çağrısı yapacak kadar cesurdu.

Vefalı dostu, eşi Kadriye Kenter,  “Ağlamayın. Bu salonda çok Müşfik var!” dediyse de, sadeliğin erdemsizlikle karıştırıldığı bir çağda, hayatta kaç Müşfik Kenter kaldı merak ettim doğrusu.

 

Kemal:

Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı, Kenter’in ölümü ile ilgili yaptığı açıklamanın bir kısmında  hocayı, belediyesinin  memuru olarak tanımlamış. Sanırım Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na genel sanat yönetmeni olarak emek veren bu insana  kendi çapında vefa göstermeye çalışmış.  Memur olmak iyi hoş da,Müşfik Kenter için son kullanılacak sıfat olmalı!

Bu gafını geri almasını beklerken ,Kenter Ailesi’ni ziyareti sırasında da taçlandırılmış, hiç kimse kendisine ne büyük bir yanlış yaptığını hatırlatma gereğini duymamış. Kötü niyetli olmadığı açık ama ödenekli tiyatro sanatçılarına “benim memurum” derse, o zaman AKP kanadı da, “kendi memurlarını” istedikleri biçimde gütme ve sanatı kontrol etme  hakkına sahip olduğunu düşünür.

 Kılıçdaroğlu, bu sözünü geri alana kadar Kemal’dir benim için artık. Sıradan bir Kemal tabi! Sanatçının karşısında önünü ilikleyen Mustafa Kemal değil.

 

Mustafa Sarıgül ve Ateş Ünal Erzen :

İki politikacı da vefalı dost ve sorumlu insan olarak davrandı kanımca. Sadece öldükten sonra değil, Müşfik Hoca yaşarken de! Bakırköy Belediyesi, bir salonuna Müşfik Kenter Tiyatrosu adını vererek, hocayı daha  yaşarken ölümsüzleştirmişti. Sarıgül de bölgesindeki  Kenter Tiyatrosu binasına destek sağladı  Bu mirasa sahip çıkması sevindirici, umarım desteği artarak sürer.

Ancak,  cenazedeki konuşmasını anlamlandıramadım. “Buraya korkmadan gelen ve son görevlerini sakınmadan yerine getirenlere teşekkür ederim!” Ne demek? Nasıl yani?

Kartal’da 25 Alevi vatandaşımızın evi işaretlendi bu hafta, şehitlerimizin sırtından Kürtlere karşı ürkünç bir nefret söylemi yapılmakta . Sarıgül, Kenter’in cenazesini belki de bir  cemevi için hazırladığı  konuşmayla karıştırdı? Ya da Kenter Tiyatrosu’na, dünyanın en büyük aktörlerinden birini uğurlamaya  giden bizler, “yasak” bir şey filan  mı yapıyorduk?  Ne? Nasıl yani?

 

Sabancı:

Önce Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu, “ilkokulda türban olabilir” dedi. Seçme hakkı olmayan çocuklar için türbanı seçen Robert Kolej’li erkeklerden biri olarak tarihe geçti… Basında sadece Zülfü Livaneli,  kendisini “eleştirme ” cesaretini gösterdi.Sabancı Grubu da konu üzerine hiçbir yorum yapmadığı için, rektörün görüşlerinin sadece kendisini bağlamayacağını tescillemiş oldu.

Bu hafta da Evrensel’de Üstün Akmen, Sabancı İmparatorluğu’na dokundurmaktan  ürkmeden , Suzan Sabancı Dinçer’in Ayvalık malikanesini  yazdı. Konu mahkemelik olmuş! Suzan Hanım, tarihi manastırı kendi zevkine göre dayamış, döşemiş, belki TEKNOSA’dan seçtiği bazı elektronik eşyalarla konforlu, modern bir yuvaya dönüştürmüş.   Eprimiş kararnameleri bahane ederek  Süryanilerin kutsal mekanı  Mor Gabriel Manastırı’nı  geri alma telaşına düşen devlet, bakalım Ekim ayındaki mahkemede Ayışığı Manastırı konusunda nasıl bir karar alacak?

Hazır   Sabancı ve devlet  demişken… İyi, hoş, büyük kahramanlık edip, Bakanlığa sponsor oldular. Atatürk Kültür Merkezi’ni onarıyorlar.  Kendilerine bizim de şükran borcumuzu sunmamız için, şu aylardır gizlenen AKM  protokolünü, biz garibanlara da  bir gösterseler be yahu?

Bir yandan ilkokul çocuklarının örtünmesini isteyen grup,  öte yandan Atatürk Kültürü’ne  bu iyiliği niçin yapıyor? Bir zamanlar İstanbul Avrupa Başkenti’yken, ajansta buharlaşan paracıklar (milyon dolarlar)  yüzünden tamamlanmayan bir restorasyona bir özel kuruluşun bu denli sahiplenmesi çok göz yaşartıcı gerçekten!

 

Kutlamak gerekiyor, kültür varlıklarına sahip çıkan sermaye sahiplerimizi.

Kutlamak gerekiyor, sanatçıya sahip çıkan bakanları, muhalefet liderlerini.

Kutlamak gerekiyor, eğitime sahip çıkan rektörleri.

Nerden geldiniz, nasıl geldiniz, kimsiniz, nesiniz meçhul ama iyi ki varsınız yahu!  

20 Ağustos 2012 Pazartesi

BUGÜN BAYRAM... KALKIN ÇOCUKLAR




23 Nisan 1920’de dünyanın ilk çocuk bayramını kutlayan ülke  olarak,  son 90 yılımızı, 24 Nisan ile 22 Nisan arasında bayram dışı kalan dönemleri  çocuklarımıza nasıl zehredeceğimizi  planlayarak k geçirdik.

Gerek tutuklu çocuk sayımız, gerek onlara cezaevinde tecavüz etmemiz, eğitim haklarını ellerinden alarak, her fırsatta kökenlerini hatırlatmaya endeksli bir ayrımcı politika gütmemiz;  öğrencilerimizi tutsak alarak, onların ışığını söndürene kadar mücadele etmemizle ne kadar onur duysak azdır.

“Bugün bayram erken kalkın çocuklar!” şarkısını her bayram dilimize pelesenk eden biz karanlık insanlar, çocuklarımızın büyüdükleri gün, “erken kalktık da ne oldu?” diye sormalarından hiç mi tırsmaytız?

Erken kalk ki, seni “Bir Şarkısın Sen” programında maymun edeyim mi diyeceğiz yarının çocuklarına?
 

LİTTLE MİSS SUNSHİNE
Jonathan Dayton ile Valerie Falis’in  yönettikleri 2006 yapımı “Little Miss Sunshine” filmi (Küçük Gün Işığım), işsiz bir baba, uyuşturucu kullanımı ve küfürlü dili nedeniyle huzurevinden bile atılmış bir dede, boşanma planları yapan bir anne, eşcinsel aşkı yüzünden intihara teşebbüs eden  bir akademisyen  amca,  kimseyle konuşmayacak kadaar  ağır bir depresyon geçiren bir ağabey ve tabi ki  bozuk (!)  bir arabayla şehirdışında bir yarışmaya yetişmeye çalışan minik Olive’in dünyasını anlatır. Çocukların, orta sınıf değerlerini yaşatmak için, düzenin kuklalarını  taklit ettikleri bu içler acısı yarışmayı dedesinden öğrendiği striptiz numaralarıyla alt üst eden Olive, sorunlar yumağı içinde boğulan ailesinin, orta sınıf değerleriyle kararmış  bir aileden çok daha huzurlu olduğunu keşfederek ayrılır yarışmadan….Düzeni devam ettirmek için büyüklerini taklit edenlerden çok daha gerçek ve yaşanası bir dünyası vardır bu çocuğun.


BİR ŞARKISIN SEN
Önde gelen kanallarımızdan birinde de Little Miss Sunshine benzeri bir şov programı  var. Çocuklar, zavallı büyüklere öykünerek, ergenlik zamanlarında pek yadırgayacakları küçük ama özentili sesleriyle rezil şarkılar seslendiriyorlar. Şarkılar,  çoğunlukla  arabesk krallarına ait tabi! Kadın döven, sevgiliye kezzap atan, pavyon basan, kumarbaz , “büyük” ustaların eserleri  seçiliyor genellikle…Ya da sanatından fazla selüliti, estetik ameliyatı, zengin sevgilisi filan konuşulan “örnek” kadınlarımızın aranjmanları seslendiriliyor.

 Uzmanların bal gibi  çocuk istismarı olarak değerlendirdikleri bu program konusunda hiçbir hassasiyeti yok RTÜK’ün. Çünkü Behzat Ç’nin sigarasını ve cinsel yaşamını daha çok merak ediyor.

Oysa genç yaşlarında Pınar Altuğ’un Pamuk Prenses kostümleri, yüzüklerle donatılmış koca parmaklarıyla tanışan evlatlarımız kendilerini hayat boyu kurtulamayacakları bir karabasanın içinde buluyorlar. Bu tiksinç gecenin sahipleri çocuklara makyaj yapmadıklarını söyleyerek, istismar iddialarını red etseler de, çocukların bayramlık kıyafetleri ve  büyük büyük tavırlarıyla şarkılar döktürmesi bile yeter!

Altuğ’nun  sözde çocuk tavırlarıyla yarışmacıları taklit etmesi hiç komik olmadığı gibi, programı savunurken, çocukların yarıştırılmadığını iddia etmesi de pek  gülünç! Günün 23 saatini programa çıkabilmek için elemelerde geçiren çocukların geleceğini gerçekten merak ediyorum.

Hele hele  program konukları arasında bir anaokul yöneticisi olan Neşe Erberk’in de  olduğunu görünce, pes diyor insan!





ÇOCUKLAR…BİZİM ÇOCUKLARIMIZ

Bu çocuklar bize ne yaptı ki, onlara böyle programları layık görüyoruz?

Bu çocuklar bize ne yaptı ki, oyun oynamaları gereken bir dönemde onları büyüklerin hiç matah olmayan dünyalarına  özendiriyoruz?

Bu çocuklar bize ne yaptı ki, mahallede top oynamaları, lastik atlamaları gereken bir çağda, , onlara yeni kanunlar çıkartarak, daha  5 yaşında okullarda tutsak ediyoruz? 

Nedir bu acelemiz? Allah Sevgisi’ni bir an önce yeryüzüne taşımak mı, yoksa Allah korkusuyla çocukları daracık korku tünellerini kapatmak mı derdimiz? Müfredatlara müdahale etmemizin arkasında yatan asıl  neden ne?

Bugün bayram, sakın ola ki erken kalkmayın çocuklar.

Erken kalkan büyükleriniz zaten cezaevlerinde çürüyor!Bu millet erken kalkanları değil, uyuyanları, uyuituranları  ve onları taklit edenleri  seviyor!

Bu bayram,sakın ola, erken kalkmayın… Sakın ola ki, bayramın şeker tadında geçeceğini düşünerek, ileride pişman olacağınız hayatları yaşamayın!      

    

 




12 Ağustos 2012 Pazar

YENİ SEZON





Bu sezon neleri izleyeceğiz?

Çocukluğumun en heyecanlı günleri Milliyet Sanat, Gösteri Dergisi’nin Eylül sayılarındaki yeni oyun haberlerini beklemekle geçerdi… Bir de mekanı cennet olsun, Hayat Dergisi ya da Tercüman Gazetesi’nde Kami Suveren’in sezonla ilgili yazıları olurdu…

Ben mi yaşlandım, dergiler tiyatro ön haberleriyle ilgilenmez mi oldular bilmem, ama kaybettim bu heyecanımı artık.

Milliyet Sanat kabuk değiştirdiği ilk yıllarda tiyatro sezonuyla ilgili ön yazıları es geçti,

memlekette kıyamet mi koptu, yoo,  gül gibi geçindik gittik.

1 Ekim günlerinde neredeyse bayramlıklarımı giymediğim kalırdı…Şehir Tiyatroları geleneksel olarak  sezonu  1 Ekim’de  açar, sezonun  ilk oyununu ilk günden izleme telaşı sarardı hepimizi…  On yıl kadar önce bir 1 Ekim günü, bir Şehir Tiyatrosu oyununda o kadar sıkıldım ki, hayatımda ilk kez bir oyunu  yarıda terk ettim ve o sezon tiyatroya adım atamadım.

Aman bu cümlemi mahkemede delil  olarak kullanıp, tiyatroyu kapatmaya falan kalkmayın. Şehir Tiyatrosu onlarca  başarılı prodüksiyona  imza attı daha sonrasında…  Tesadüfen   yüzyılda bir yaşanacak bir faciaya denk gelmiştim ben.

Ancak bu yıl Şehir Tiyatrosu’nun yeni sezon için ilan ettiği  3 yetişkin, 1 çocuk oyununa bakıyorum da, galiba bu repertuar anlayışıyla 1 Ekim’de  bu tiyatrodan uzak durmak, hatta mümkünse tiyatronun açık olduğu semtlere bile uğramamak daha doğru olacak.

 Bu yıl neler oynanacak, hiç merak ediyor musunuz?

Bilmiyoruz, belki basın bizden o kadar güzel gizleyecek ki, hiç bilmeyeceğiz.

De Ja Vu deyin, ya da ihtiyarlık ama ben  az çok oynanacak oyunları biliyorum.

“Tiyatroma Dokunma” diyerek parklarda sabahlayanlar, yavaş yavaş, ben de buralardan nasiplenirim diye Şehir Tiyatrosu’nun etli ekmek ve şalgamlı kokteyllerine musallat olacaklar. .

Bazıları Şehir Tiyatrosu’nun yeni yönetimine göz kırpıp, asılan oyunlarda boy göstermek için yöneticilere asılacak, o zavallı yöneticiler de kendilerini önemli mahluklar sanacaklar.

Devlet Tiyatrosu, Başbakan’a haber vermeden gizli gizli açılacak.   Nasılsa AKM de kapalı, ortalıkta fazla görünmeden sessiz sedasız  birkaç oyun çıkartacak…

Ne olur ne olmaz diyerek, yıllardır  yönetimle ters düştükleri, yoğun dizi  çalışmaları (ağırlıklı olarak Kurtlar Vadisi) ya da kişisel zaafları yüzünden tiyatrodan uzak duran zevat göze batmasın diye, bazı oyunlarda rol alacak, muhtemelen bu oyunların sanat düzeyleri pek de öyle yüksek olmayacak.

Nasılsa in yer face yapmak kolay, hazır Afife Jürisi 75 kişiden küçük salonlara da teşrif ediyor diyen birkaç arkadaş tiyatro kuracak, “oyun iyi olmamış” diyenlere de, “utanmıyor musunuz kısıtlı imkanlarla ortaya çıkan oluşumları desteklememeye” diye çemkirecekler…

Nasılsa fırsat sitelerinden beş kuruşa bilet satılıyor, hazır bizim Zübeyir de çok meşhur oldu ,  parayı kaldırırız  diyen  fırsatçılar, fırsat siteleriyle işbirliği yaparak, “Zübeyir’in Dizisi Kalkınca…” gibi hafif erotik oyunlarla öne çıkacaklar. Bazen oyun sonrasında hediye külot dağıtacaklar. “Zübeyir’in Kalkan Dizisi’nin külotları”!

Milli Eğitim Müdürlüğü’ne 500, Kültür Bakanlığı’na 499 tiyatro başvuracak. Kağıt üstünde neredeyse mahallenin noteri kadar kırtasiyeye sahip olan tiyatrolar “İbiş ile Memiş 2012”    türünde muhteşem seçkilerle ortaya çıkıp, hayatında ilk kez tiyatroya giden zavallı çocukları, bu satırların yazarının bir  1 Ekim’de izlediği oyun sonrasında buz kesmesi gibi buz  kestirecekler.

Bu arada sağda, solda, görünmeyen ilçelerin belediyelerinde, başkanın ordusuna bağlı “muhafazakar tiyatrolar” oluşup, malı fena götürecekler. Bazı oyuncularımız doğru yolu bulup,  merkez medyada türbanlı dizilerde oynayacaklar, ancak “dinci” kanallara pek kızıp, “memleket elden gidiyor” diyecekler. Kendileri ya Kurtlar Vadisi, ya türbanlı dizide oynar iken, geçim derdine STV’de boy gösteren gençlere tiyatro terbiyesi verecekler.

Her gün yeni yeni tiyatro binalarının kapatıldığı, pis pis alışveriş ve yaşam merkezlerine dönüştürüldüğü haberleri gelecek. Atatürk Kültür Merkezi açıldığı gün, medyadan fellik fellik kaçırılan sponsorluk protokolü ortaya çıkacak, AKM’de bankamatik olur mu diyene kadar, AKM belki de  holding binası olacak.

Sansür hortlamayacak, hepimizi uykuda vuracak…

Biz tiyatrocular, sanki ortada çok büyük bir pasta varmış da, tiyatrolarımız Star TV ile Kanal D’ imişçesine bir  hava içinde  olacağız, dayanışma yerine çağın bize dayattığı ayrışma kültürünü seçeceğiz…Sadece cenazelerde ortaya çıkıp, birbirimizin  kötü günlerinde bel altından vuracağız. Yardım edene madalya verilmez, kavga eden manşet olur hesabıyla,

adımızı  google’layacağız.

Özeleştiri yapanlar tiyatro düşmanı ilan edilecek, eleştirmeksizin sisteme boyun eğenler, tiyatro dostu…

Sonra Mayıs  ayında filan, hani yaz tatilinde hem vicdanımız, hem cüzdanımız rahat etsin diye, “tiyatroma dokunma” sloganlarıyla, kentin yıkılmış sokaklarında kültür elçiliğine soyunacağız.

“Burasını tiyatroya çevirdiniz” diyen profesörler, sosyal demokrat siyasetçiler, bir de minibüs şoförlerine pek kızardım eskiden.

Biz,  tez elden burasını tiyatroya   çeviremezsek, burasını tiyatroya çevirdikleri zaman “ah yine geççç kaldık, be usta” diye hayıflanarak, çocuklarımıza hiç yaşamadığımız  Muhsin Ertuğrul anılarını  anlatıp anlatıp duracağız.

       

.         

15 Temmuz 2012 Pazar

ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA




Anadolu toprağının genlerinde sanat olduğunu, Anadolu’nun  her köşesinin aslında  buram buram sanat koktuğunu kanıtlayan çok güzel bir yazı yazacağım bugün.İdealizmleri konusunda açık çek imzalayacağım iki önemli dostumu, Eftal Gülbudak ve Ümran İnceoğlu’nu alkışlayacağım için daha da önem taşıyor bu yazı.

Bugünlerde Eftal’in doğumgünüymüş … Ona bir doğum günü hediyesi olsun bu yazı, o doğduğu yere çok önemli bir hediye vermiş çünkü!

Cami yaptırmak  kutsaldır, okul yaptırmak  da öyle…  Hayırsever insanlar  ilk havasını soludukları memleketlerde ,  kendileri için dua edilmesini umarak,  genellikle bu tip güzellikler yapıyorlar.

Eftal ise bir kültür şenliği hediye etti Taylıeli’ne… Bence eşit derecede kutsal bir şey yaptı…

Böylece çocukluğumuzda dilimize pelesenk olan o iğrenç şarkıyı da nihayet  unutturmuş oldu bize: “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de gelmesek de, o köy bizim köyümüzdür! “  

Bir de , “doğruyu söyleyeni, dokuz köyden kovarlar” diye hangi atanın söylediği  belli olmayan bir söz var ya, Taylıeli sayesinde o da tarihe karışacak bir gün.

Bir kültür festivalinde doğru söylenir ve doğru söyleyenler kovulmaz,  alkışlanır. Anadolu’nun genlerinde doğru söyleyeni kovmak değil, bir soğuk ayran vererek misafir etmek vardır çünkü.

Siz bakmayın son zamanlarda yurdun  sağından solundan gelen haberlere…

Birkaç yıl önce Afyon’da tiyatro kapatılıyor dediler, kalktık gittik, hatta  laf aramızda bir süre için kapatılmasının daha faideli olacağını bile düşündük  Tiyatro değil cadı kazanıydı çünkü… Tiyatro kapanıyor diye bağırdılar, sonra bağıran  herkes eteğindeki taşı bir yerlere yamanarak dökmüş olacak  ki, tiyatro kapanmamış gibi davrandı Üç yıl sonra da  Afyon’dan sadece yasak haberleri gelmeye başladı: içki yasağı bunlardan bir tanesiydi! Umarız Afyon’lular caz festivallerine sahip çıkar bundan sonra.

Kars’ta görülmemiş bir ilkellikte heykel parçaladılar, Erzurum’da absürd, grotesk ve gerçeküstü  bir çerçeve içinde, dekorundaki “kahrolsun faşizm” yazısından dolayı  Tiyatrokare’nin “Onca Yoksulluk Varken” oyununun oynanmasını “uygunsuz” buldular. Soranlara da ” salon doluydu. biz onları Açıkhava tiyatromuza yönlendirdik” dediler. Mart ayında Erzurum’da açıkhavada oyun oynanmaz ama Temmuz ayında Burhaniye’de sanat şenliği yapılır!

Dikili’deki  geleneksel barış şenliği ile kardeş bile olur bu güzel çalışma.

Köy muhtarı Halil İbrahim Çakır, o köyün gidilmeyen köy olmaması için olağanüstü bir rmücadele vererek ,  son zamanlarda sadece yasak haberleriyle gündeme gelen  Anadolu ‘nun makus talihini değiştiriyor.

Siz bakmayın Mardin’de  Süryani kardeşlerimize ait  Mor Gabriel Manastırı’na konmak isteyerek, orayı muhtemelen bir alışveriş merkezine çevirmeyi düşleyen devletimize! Siz bakmayın Alevi kardeşinin kapısına ölüm emri veren birkaç zavallıya! Siz bakmayın Sivas katliamının Sivas’ta hatırlanmasını bile istemeyen emniyetimize!

Bir katliamı unutturmak için tarihi silmek değil, yeniden yazmak gerek... Bir vicdanı aklamak için  geçmişe sünger çekmek değil, vicdan muhasebesi yapmayı bilmek gerek!

Taylıeli Festivali, bu topraklarda barış ve huzurun bir düş olmadığını, kanlı çarpışmalar yerine

çoksesliliğin yaşanabileceğinin kanıtı.

Kültür evriminin önünü tıkayan tıpaçlara değil, önünü açacak elçilere gerek var. Taylıeli muhtarı gibi önemli adamlara başbakanlardan, parti başkanlarından, kültür bakanlarından fazla ihtiyaç var.

Gün olur da,  bugünün muhtarı Taylıeli’ne otuz katlı bina dikmediği için  yeniden seçilemezse,  hatta daha da ileri giderek köyünde bir ilki gerçekleştirdiği için dokuz köyden kovulup, maazallah cezaevine filan da girerse (!) ,yeni muhtara rağmen, Taylıeli halkının bu şenliğe hep sahip çıkacağını  umuyorum!

Beklan Algan’ın  düzenlenen şenlik, üçüncü kez yapılıyor.  Düzenleme komitesinde Özdemir Nutku, Hülya Nutku gibi çok önemli  tiyatro üstadları var! Taylıeli Şenliği,  bu ülkede halen uyuma lüksüne sahip olan yan ve festival yapmayı şarkıcı getirmek sanan belediye başkanlarına örnek olmalı! Kapak olmalı! Küçücük bir köyde başarılan büyük  iş, büyük yerde küçük iş beceremeyen zavallıları utandırmalı!

Beklan Algan’ın Türk Tiyatrosu’na en büyük hizmetlerinden biri Muhsin Ertuğrul’un çocukları olarak  Zeytinburnu, Gültepe gibi tiyatrodan uzak semtlere tiyatroyu taşıyarak, Muhsin Ertuğrul’un bayrağını hiçbir zaman indirmemiş olmasıdır.

Geçtiğimiz hafta,” Fenerbahçe Savcısı’nın Çocukluğu” başlıklı yazımda Anadolu’da sadece futbolla büyüdüğünü itiraf eden bir savcının hezeyanlarına değinmiştim. Taylıeli’nde büyüyen çocuklar önemli yerlere geldiklerinde bu hezeyanları yaşamayacaklar, çok daha aydınlık bir geleceğin alt yapısını sağlayacaklar.

Eftal ile Ümran, köye okul yaptıran hayırseverden de önemli bir şey yapıyor bence.
Sanatın ışığını his edenler, okul olmayan köye üniversite bile dikerler. Geçenlerde Elazığ’da Yunan fresklerini müstehcen bulan kütüphaneciyi savunan öğretmenler gibi, sanatın köşesinden geçmemiş olanlar ise, okulları bile karanlık zindanlara çevireceklerdir.

8 Temmuz 2012 Pazar

FENERBAHÇE SAVCISININ ÇOCUKLUĞU

 

Bu hafta medyanın gündeminde Aziz Yıldırım’ın tahliye olması ve tabi ki tahliyesinin ardından Ertuğrul Özkök ile konuşması vardı… Cemaat/futbol ilişkisini çözebilmiş değilim, çok da merak ettiğim bir konu değil doğrusu! Türkiye’de güç odakları  para dönen her alanla ilgilendikleri için, şike davasının ardında başka güçlerin olmasına şaşırmam.

Ertuğrul Özkök’ün  Aziz Başkan ile röportajının  ardından, Balyoz’da olduğu gibi  bu  davanın da etkin isimlerinden olan Savcı Mehmet Berk, açıklama yapmak zorunda kalmış. Cemaatçi olmadığını ilginç bir örnekle anlatmış: Aramızda Aleviler de var!

İnsanların politik eğilimlerini dinleriyle tanımlamak, inanç ile düşünceyi ayrıştırmak son yıllarda  kimi zaman bilinçli, kimi zaman bilinçsiz biçimde sıkça yapılan bir hata. Zekeriya Öz’ün  Galatasaray’ı tuttuğu için davayı Fenerbahçeli Mehmet Berk’e paslamış olması bile,

ne yazık ki hukuğa güvenimizi sarsmak için yeterli.

Mesele ortada suç olup olmadığı bile değil, Galatasaray’lıların, Fenerbahçe’lileri yargılama meselesi sanki.

Cumhuriyet tarihimiz ne yazık ki haklının haksızı alt etmesi değil, güçlünün mazlumu ezdiği örneklerle  dolu. Güçlülerin mazlumlarla yer değiştirdiği zaman değişen güç dengelerinin kurbanları azımsanmayacak sayıda.

Ergenekon’da Kemalistlerin, Balyoz’da askerlerin hesabı soruluyor gibi bir imajın üzerine, Fenerbahçe dosyasına  Fenerbahçe’li savcı  savunması bile, yargının kendini temize çekme ihtiyacı duyduğunun bir göstergesi değil mi? Suçlu varsa suçunu konuşun, dinini, vatanını, cinsiyetini, takımını değil!

Anayasa Mahkemesi  eski raportörü Dr. Osman Can, geçenlerde bir röportajında yargının siyasallaşması konusuda en çarpıcı örneği, bu kurumlardan Kemalistlerin iyice temizlendiğini söyleyerek verdi. Kısacası Fenerbahçe’liyi adil biçimde yargılayamayacağını düşünen savcılar, yargıçlar gibi, Kemalistleri daha kolay yok edeceğini düşünen bir Anti/Kemalist tayfanın da hükümdarlığı sözkonusu.

Savcı Berk, Fenerbahçe davasının bu kadar büyüyeceğini düşünmemiş, balyozda olduğu gibi birkaç ayda unutulacağını ve tutukluların bir bakıma içeride unutulacaklarını düşünmüş, ama evdeki hesap çarşıya uymamış.

Berk’in en büyük dertlerinden biri,  artık maça gidememek, çocuğuna Fenerbahçe fuları takamamakmış. “Ben Anadolu çocuğuyum. Bizim hayatımızda futboldan daha renkli bir şey olmamıştır” diyor.

İşte ben de tam bu noktada devreye giriyor ve “çok yazık” diyorum.

Anadolu’yu arşınlayan nice tiyatro kumpanyası savcı beyin memleketine uğramış olsa ve bu savcının hayatında futbol formalarının  yanı sıra sanatın renkleri de girmiş olsa, Aziz Yıldırım dosyası yön değiştirecek miydi acaba? Farklı boyutlarda aydınlanan kişilerin hayata bakışları, Türkiye’de son yılda 25.000’i aşkın siyasetçi, gazeteci, sporcu, bilim adamı, aydın, öğrenci ve hatta çocuğu tutuklayanların vicdanına nasıl bir etki yapacaktı?

Çocukluklarında sadece penaltıyı değil, birlikte yaşama kültürünü de alanlar, yönetimi ele geçirdikleri zaman daha adil bir düzen kurarlar mıydı acaba?

Hep merak etmişimdir, mahkemeye çıkmakla ünlenmiş Aziz Nesin’ler, Çetin Altan’ların eserleriyle büyümüş kuşağın yargıdaki temsilcilerinin kararlarıyla hayranlıkları çatışmış mıdır? Ya Tarkan’ı, Deniz Seki’yi filan yargılayanların çocukları bu sanatçıların hayranıysa?

Peki,  Balbay hayranı bir Allahın kulu Ergenekon savcısı yok mudur?

Anadolu’da futbol topunun sesiyle büyüyen çocuklar,  madem futbolcuları takımlarına göre yargılıyorlar, keşke ama keşke Anadolu’da kitap okuyarak aydınlanan bir kuşak da yetiştirseymişiz…

Belki yargılama sistemleri değişirdi. Önyargı sistemleri tamamen silinirdi…

Belki de vicdan muhasebesini  takım tutma  kültürü değil, birlikte yaşama kültürü üzerine kurmayı daha rahatça başarabilirdik. 




Not: Bu yazı Aziz Yıldırım’ı seven bir Galatasaraylı tarafından yazılmıştır.

30 Haziran 2012 Cumartesi

OH OLSUN SANA ARİSTOPHANES!

Haberi ilk okuduğumda kahkahayı savurdum.

Elazığ  İl Halk Kütüphanesi,  Mimesis dergisinin son sayısını , çocukların ahlakını bozacağını düşünerek gerisin geri yollamış.

Korku imparatorluğunun küçük askerlerinin düzeni koruma iddiasıyla ucundan yakalamaya çalıştıkları  sansür, absürd, komik ve zavallıca bir şey!

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin 19 yıldır yayınladığı Mimesis, bir çocuk dergisi filan değil. Tiyatro alanında çok önemli kuramsal yazılar yayınlayan bir akademik kaynak.

Gel gör ki, Kültür Bakanlığı’na bağlı  Elazığ Kütüphanesi’nin bekçisi, dergideki resimlere şööyle bir bakarak, Washington Üniversitesi öğretim üyelerinden Sarah Stroup’un 2004 yılında  Aristophanes hakkında yayınladığı yazının fotoğraflarını  sakıncalı buluyor ve dergiyi iade ediyor.
 

Bu davranışı” hıyarca” bulup, önemsememek de mümkün tabi.”Olur böyle vakalar, kütüphane müdürü yakalar” diyerek geçiştirdiğimiz bu olay aslında sansürü ne denli kanıksadığımızı da gösterir.Düzenin korucuları olduğunu sanan kurşun askerler artık her yerde karşımıza çıkıyor ve kolay kabul görüyor.

Afyon’da bir vali içkiyi yasaklıyor, Fatih’te bir otobüs şoförü genç bir kızı kıyafetinden dolayı otobüsten atıyor, filan da falan.

Biz  otobüse pantolonla binen bir kızın vücut hatlarına dikkat etmeyi akıl etmesek de belli ki birilerinin gözünden kaçmıyor bu! Belki de yasaklarla donatılmış cinsel fantezileri kabarıyor bu kişilerin. Çağdaş yaşamda  son derece doğal olan bir kadın bedeni,  karanlık dünyalarda yasaklı bir seks objesine dönüşüyor, hem fantezileri okşuyor, hem korkutuyor.

Aristophanes özelinde, Antik Yunan Tiyatrosu’nda kadın ve cinselliğin irdelendiği bir makalede, Atina’nın 2500 yıl once vazolarında yer alan, ve açık seçik olduğunu benim de kabul ettiğim ama hiçbir biçimde dikkatimi çekmeyen bu vazo figürlerine niye takılınsın yoksa?

Senin komşun   seks yaparken görüntülenip, bir vazo üstü kahramanı mı oldu, neden korkuyorsun be adam?Senin magazincinin selülitli bacaklar, denize giren kilolu starları filan  iğrenç  biçimde teşhir ettiği gazeteleri geri yollamak  kimsenin aklına  gelmiyor da, Mimesis’deki bir akademik makalenin ucundaki bir vazo fotoğrafı mı rahatsız ediyor?

Senin kütüphaneni kaç çocuk ziyaret ediyor, bu minik yavruların kaçı, üniversite dengi   Mimesis  dergisini okuyor, kaçı bu derginin sayfalarındaki resimlere takılıyor? Kaldı ki, hangi sapkın ergenin antik çağdaki bir kabartmadan iştahı kabarır?Kendi coğrafyanın kadınlarına kürtaj, sezaryen, çiftleşme baskısı yapman yetmedi de, yüzyıllar once farklı bir coğrafyada yaşamış kadınlara mı geldi sıra?

Ha bu arada National Geographic’teki kabilelerde de memeleri görünen Afrikalı kadınlar var, elin değmişken, bu dergileri de çocukları koruma adına geri gönderiver! Osmanlı minyatürlerinden hiiç söz etmeyelim.

Kültür Bakanlığı, konuyla ilgili soruşturma başlatmış. Bu iğrenç derecedeki absurd olayın faillerini belki de cezalandıracak. Ancak aynı Kültür Bakanlığı geçen yıl heykellerin parçalanmasında suskundu, belki de çok yakında meydanlarda yaşanma olasılığı olan  kitap yakmalara da suskun kalacak. Başbakan, tuhaf biçimde  ve herhalde tesadüfen Nazi döneminin propaganda bakanı  Goebbels’in söylemine paralel bir jargonla, sanatın burjuvasinin güdümünde olduğunu söyleyerek,  tarihteki gibi kitap yakmalarının da önünü açmış oldu kanımca.  

Aristophanes ile Nazilerin arasının hiç iyi olmadığını,  Lysistriata’nın 1942 yılında  Yunanistan’I işgal eden Naziler tarafından yasaklandığını biliyoruz. Bizimkiler ise  henüz oyun yasaklayacak kadar bilgili bile değiller! Oyun hakkında  10 yıl once kaleme alınan ve tüm dillere çevrilen bir makaleyi okuyacak kadar ilgili olduklarını da sanmam. Bizimkiler ancak oyun hakkında makalenin fotoğraflarına takılacak kadar yüzeyseller. İşin acı yanı bunun kültürü yaygınlaştırma savıyla ortaya çıkan bir bakanlığa ait bir kütüphanede yapılması. Kütüphaneler bilim ve irfan yuvası olması gerekirken, fotoğraf bağnazlığının kurbanı olmuşlar.

Elazığlı Öğretmenlerle Yardımlaşma Derneği’nin de bilimin nesnelliğini savunması beklenirken, kraldan çok kralcı olan kütüphanecinin yanında olması çok acınılası!

Bu kadar popüler olmak için 21. Yüzyıl Türkiyesi’ni bekleyen makalenin yazarı Sarah Stroup, “Eğer Türkiye’deki insanlar bu olayın ülkenin geleceğine dair olumsuz etkileri olacağından korkuyorlarsa, korkmalılardır” demiş.

Bense oh olsun size diyorum! Döneminin en önemli komedi yazarı Aristophanes’in Sokrates’in yargılanmasında büyük bir etkisi olmamış mıydı? Aristophanes, “Bulutlar “oyununda uzun saçlılarla dalga geçerek, aydın düşmanlığını körüklememiş miydi? Bakın 2500 yıl sonar da olsa sansür belası onu buldu.

Oysa Sokrates mahkum edilmese, bizler gibi üşenmez, diyalektik yöntemlerle Elazığlı kütüphane bekçisini ne kadar abuk birşey yaptığı konusunda ikna etmeye çalışırdı