Sadece insanlar değil, yaşamda her şey taklit edilebilir…
Son meddahlardan Erol Günaydın kertenkeleyi , masadaki rakı bardağını, hem
de içi boş ve dolu halde, hem de sek ya da sulu içildiği halde, hem de yanında
peynir ya da leblebi mezesi olduğu halde ayrı ayrı taklit ederdi. Taklitin sadece sesini
duyurmayı beceren insanlar için değil, evrenin
tüm sessiz çoğunluğu için de geçerli
olduğunu kanıtlamıştı Erol Günaydın usta…
Herşeyin sesi var, sadece son nefesin sesi yok…
Herşey taklit edilir, sadece ölüm taklit edilemez…
Sonsuzluğa uğurladığımız Erol Günaydın’ı 1979 yılında
tanımıştım. O zaman 6 haneli telefonlar vardı, bir Perşembe gecesi 47 ile
başlayan bir Nişantaşı telefonundan aramıştım ustayı. 12 yaşında bir çocuğun
korkusu azdır , o yüzden korkusuz biçimde sarılmıştım telefona. Yazdığım bir oyundan söz ettim,
oyunun ödül aldığından ve arkadaşlarımla oluşturduğum Beş Kafadarlar Kumpanyası
tarafından sahnelenmeye çalıştığını anlattım.
Bugünün meşhur sanatçılarının menejerlerine filan anlatamayacağınız
şeyler bunlar… Erol Günaydın’a korkusuzca telefon eden çocuğun, tek korkusu
büyümek, çocuk kalamamak! Telefonda
nazikçe ” red edilse ” , değişik taktiklerle oyalansa, o çocuğun
hiçbir hayali kalmaz çünkü… Oysa, çocuk olarak doğan ve çocuk olarak
ölen usta, bir çocuğu terslemeyecek kadar büyüktü. Eee kertenkele taklidi yapan bir ustadan 12
yaşında bir çocuğun hayallerini söndürmesi beklenemezdi değil mi yav?.
Telefon konuşmasını takip eden o Cumartesi sabahı, Erol Günaydın’ın kurduğu
Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun birbirinden önemli sanatçıları, Zeynep Tedü, Ayla
Arslancan, Bülent Kayabaş, Göksel Kortay, Kerem Yılmazer, Yüksel Gözen ve daha
niceleri Beş Kafadarlar Tiyatrosu’nun
“Vay Akıl Fakiri Vay” adlı 7 dakikalık
çocuk oyunu izliyorlardı. “Kostümleriniz nerede?” dedi Erol usta. Şu anda
City’s Alışveriş Merkezi’ne dönüştürülmüş olan Şişli Terakki Lisesi’ne pek yakın olan
evlerimize dağılıp, babamızın çorapları, dedelerimizin pijamalarını toplayıp, 1
saat içinde döndük tiyatroya. Sahne amiri Nükhet Gök aceleyle son rötuşları
yaptı…Tiyatro sanatının beklemeye tahammülü yoktu çünkü…
Ve sahnedeydik. Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun perde arasında
yeni çocuklara yaşam hakkı tanınmıştı… Erol Günaydın, Perşembe günkü telefonu
menejerine paslamamış, Cumartesi günkü müsamereyi Akbank’ın üst düzey müdürlerine sormamış, yeni
seslere korkusuzca kulak vermiş, yeni
oyuncuların var olmasına olanak tanımıştı.Şimdi anlıyorum ki, Beş Kafadarlar
Tiyatrosu olarak iki perde arasında sahneye
çıktığımız Akbank Çocuk Tiyatrosu, o zamanlar bir liman kadar korunaklı, bir
anne kucağı kadar sevgi doluymuş. O
dönem oyunlarına ara vermiş olan Dormen Tiyatrosu’nun önemli isimleri hem
sahneden, hem hayattan uzak kalmamak için sığınmışlar bu çocuk
tiyatrosuna.…Erol Günaydın’ın yazdığı çocuk oyunlarıyla ruhlarını koruyor, biraz daha rahat soluk almayı başarıyorlardı… Bugünkü dizilerde vahşi
sermaye düzenininin reyting
puanlamalarını cep telefonlarından takip etmiyorlar, çocuklarla beraber
üreterek, içlerindeki çocuğu koruyorlardı. Birkaç yıl sonra Erol Günaydın’ı,
şimdilerde alışveriş merkezi olmak için yıkılan Taksim Tiyatrosu’nun kulisinde ziyaret
ettiğimde, Altan Erbulak ile kurmuş olduğu bu tiyatronun kulisinde, Feydau
farslarının ihtişamlı kostümleri içinde yaşadığı hayal kırıklıklarını
dinlemiştim. Özel tiyatronun ne kadar dertli bir iş olduğundan yakınıyordu. Altan
Erbulak ile kurduğu tiyatroyu kapattıktan sonra,Ferhan Şensoy’un
Ortaoyuncular’ına da katılarak özel tiyatro alanında savaşmayı sürdürmüş, ancak
bence hiçbir zaman çocuk tiyatrosundaki kadar mutlu olamamıştı.
Erol Günaydın, geceleri karanlıkta uyumamak için lambayı
söndüremeyen bir çocuktu. Bildiğimiz
kadar ölüm karanlıktır…Bu çocuk artık yalnız başına ve kim bilir ne kadar çok
korkuyor!
2005 yılında Müşfik Kenter ile aynı zamanda tiyatroda 50.yılını kutlamıştı. O da Müşfik Hoca gibi, 60.yılı kutlayamadan
göçtü gitti ve son yıllarını kulislerden çok, hastane odalarında geçirdi…
Müşfik Kenter yerli oyunları da
ustalıkla oynamış, Erol Günaydın’ın Dormen Cep
Tiyatrosu’nda başlayan kariyerinde de çok fazla yabancı oyun var. Ama bu
iki ustayı yine de, alaturka ve alafranga tiyatro biçemlerinin öncüleri diye
ayırmak gerek… Alaturka, tuvalet başta olmak üzere, küçümsediğimiz tüm
değerlere verilen ad! Alaturka tiyatrocu da bir küçümseme vurgusu.O,
alaturka’yı alla Turka olarak hayata geçirebilen büyük bir isimdi…Meddah
geleneğinden gelirdi bir kere… Meddah, sözlük anlamıyla, meth edenlere yakıştırılan
isim! Oysa, o methetmez, ince ince alay ederdi, zengin zengin taklit ederdi…
Bugünkü kamplaşmış toplum, komedyenlerine ince taklitten
uzak durmayı öğretiyor en önce. Kürt, Arnavut, Yahudi, Ermeni, Laz taklitlerinin azalmasının nedenlerinden
birisi de, üst kimliklere oynayan
komedyenler yüzünden değil mi? Oysa, bir
kertenkele hassasiyetiyle, bir rakı bardağının hacminde yapılan azınlık
taklitleri, hüküm süren çoğunlukların dışında da bir yaşam olduğunu anlatmaz mı
bize? Meddah geleneğimizde Galata köprüsünü taklit etmek var…Martı sesleri,
sarı yağmurluklu balıkçıları, dalga sesleriyle yaşamın ta kendisidir Galata
köprüsü…Bugün sayıları parmakla gösterilecek kadar azalan meddahlar günlük
yaşamlarında pek az yeri olan Galata Köprüsü’nün taklit edilebileceğini
akıllarından bile geçirmiyorlar…Bense Galata Köprüsü’nün üzerine konan kertenkele taklidi yapan ustalara hasretim.
Sizler onu Disko Kralı
programından hatırlayabilirsiniz ama, benim için dalga geçilen ihtiyar
değil, hiç büyümeyen çocuktur.O, takım elbisesinin üzerine taktığı şapkayla Batılı, rakısını içerken anlattığı
fıkrayla dibine kadar Karadenizliydi… Düşünüyorum da, şapkanın bu kadar çok yakıştığı bir başka çocuk adam tanımamışımdır.