20 Ekim 2012 Cumartesi

İSTANBUL'DA BİR GÜN


Çocukluğumun yalnız gecelerinde  kitaplarım  uyandırırdı beni… Pazar günü Çınaraltı’ndaki sahaflardan toplamış olduğum  , daha önce yaşadığı kişinin metresi olmayı red ettiği  evden kaçmış olan , yaprakları mutlaka ama mutlaka hayat kokan bir kitap, ne yapar ne eder başucumu bulur, beni dürterek uyandırırdı…

Klasiklerin büyük bölümünü 17 yaşına kadar okudum… Hem yalnız sabahlarda, hem de sonunculukla bitirdiğim Robert Lisesi’nin Fizik, Kimya, Biyoloji ve karnemde ısrarla 0 olarak yer eden Matematik derslerinde…

Orta yaşımın yalnız gecelerinde ise  kitapların yerine,  köpek sesleri uyandırıyor  beni… Sokakta havlayan sahipsiz  köpekler kent ile ilgili nasıl bir alarm veriyorlar kimbilir… Ben bu kenti sokaklarıyla, sokaktaki köpekleri, kedileri,  insanları, , sahafları, vapurları, poğaça arabalarıyla sevdim… Ve ben bu kenti otoparkçıları, mütaahitleri, Boğaz Köprüleri, plazalarıyla  filan sevemedim…

Sabahın dördünde  bir sokak köpeğinin sesiyle uyanır, birkaç saati kitaplarımla geçirmeyi severim… Bir daha dünyaya gelirsem, annemle babamın bana hangi yaşta hangi kitabı okumalarını beşiğime iliştirmelerini  isteyeceğim.. Okunması gereken binlerce kitap, izlenilmesi gereken yüzlerce film, bir de beğenilmemek niyetiyle şöyle bir bakılan onlarca dizi filmle beraber dağılır giderim. Bir şeyler yazmaya çalışırım. Sabahın ilk 3 saati, diğer 21 saatin kalkanıdır… Bu 3 saatteki yalnızlığım, diğer saatlerde kalabalıklar arasındaki yalnızlığımı besler…

Bu arada kahvaltı faslı var… Yıllarca kilo almamak için az yemek lazım korkusuyla, en güzel öğünleri kaçırmışım meğer… Şeytan, Teşvikiye’de halen çağa direnen poğaça arabasında bol yağlı bir börekle başlamamı emreder güne… Ancak onun yerine yalnız kalmış bir armut, dağılmış bir yulaf ezmesi ya da yoğurda talim ederim… Sabahın ilk saatlerinde İzmir’in gevreği, Gaziantep’in katmeri, Trabzon’un ekmeği, Ayvalığın zeytinini düşleyecek kadar zengindir hayallerim. Hayallerimin bittiği dakikada, saat kaç olursa olsun, yatağa atarım kendimi. Beni ısrarla arayanlar tuhaf saatlerde uyuduğumu kanıksamışlardır.  

Her sabah yedide, 11 yıllık hayat arkadaşım Çiço ile beraber, şehrin sesini dinlemeye çıkarız… Okul servislerini bekleyen çocuklara uzaktan uzaktan bakar, acırım onlara… Acımasız minibüslerle bilgiyi çok uzakta arayan çocukların ana babalarına kıl olurum.

Ben bilgiyi yıkık bir evde, alışveriş merkezleri yerine ıhlamur ağaçlarıyla ünlü bir sokakta ararım ısrarla…İyi okul, kantininde rengareng lokum, kapısında çağla satılan köşe başındaki okuldur benim için!

Sokağın tehlikeli bir yer olduğunu, artık kedi görünce kaldırım değiştiren köpeğimden öğrendim…Çiço, her ağacın dibine “ben buradaydım” diye iz bırakma çabasındadır… Biz sanatçılar da, böyle bir telaş içinde, her günün ertesi gününde ölecekmişiz gibi üretiriz… Oysa,artık sahafların yerini korsanların aldığı bu çağda, yazdığımız kitabın kokusu, rengi filan kalmamıştır . Böyle bir dünyaya rağmen, böyle bir dünya için üretiriz..

 
Çiço, mahallenin şarkütericisini haraca keser…  Teşvikiye’de Çerkezo’dan bir parça  salam kapmadan , ne yukarı, ne aşağı iner..Ben de Çerkezo’nun yıllardır özenini yitirmeyen vitriniyle dalarım düşlere…Kentte böyle vitrinler kalmadı, şimdi dev markaların %50’lik indirim panoları hakim…Bu vitrinin öyküsünü anlatmaktır telaşım bir sanatçı olarak. Bu güzelliği paylaşamadan ölürsem, dünyaya teşekkür edemeyeceğimi sanırım. Oysa, böyle bir teşekkür bekleyen yoktur.

 
Sabah yürüyüşünden eve döndükten sonra,  kaos başlamıştır… İnsanların öteki yaşamları filan varsa, eski yaşamımda kesin katip filan olduğumu düşündürecek kadar sistemli bir yazışma, dosyalama, arşivleme merakım vardır… Tuhaf ama gerçek, cep telefonunda konuşmayı beceremem, kaldı ki arkadaşlarımın çoğu ben kalktığım saatlerde yattıkları için konuşacak saati denk getirmekte zorlanırım..

Amerika’da eğitim aldığım yıllarda shopping mall’lardan ne kadar uzak durduysam, şimdi o kadar düştüm AVM’lere… Emek Sineması’nda, Yeni Melek, Atlas’ta film izlemek isterken, 17 numaralı AVM’nin 34 no’lu salonlarında  genellikle tek başıma film izlemek zorunda kalırım. Cumartesi, Pazar sabahlarım bir AVM sinemasının makinistiyle, reklamları göstermeden filme başlama konusundaki pazarlığımla başlar. Reklamlardan yırtamam, ancak film arasında patlamış mısırı çabuk almayı başarabilirsem, antrakların uzamasını önlerim.

En sevmediğim saatler öğleden sonralarıdır…Geceye yorgun başlamamak için bir iki saat öğle uykusuna yatarım. Gecelerim tiyatroya giderek geçer… Keşke tiyatrolarda da sabah seansı olsa da, mesleğimin heyecanlarını karanlıkta yaşamak zorunda kalmasam diye düşünürüm…

 
Sanatçı dostlarla buluştuğumuz Papirüs, Çiçek Arif, Kör Agop yok artık. Cihangir’de Journey, , White Mill,21  filan var ama şimdilerde pek moda olan blush şarabını içerken, karnıyarık filan yemek tuhaf oluyor.  Üstü kapatılmış  Çiçek Pasajı’nın uğultusuna dayanamıyorum. İstanbul mezeleri yerine brokoli yenilen meyhaneleri kafadan red ediyorum. Beşiktaş Çarşı’da, gençliğimin sohbetlerini bulamasam da, hiç değilse mezelerini buluyorum. Asmalımescit’te kenti turiste endeksleyen meyhaneleri çoktan terk ettim, bazen salaş Karaköy Balıkçısı’na takılıyorum.  

 
Bol bol yürürüm. Yürüyerek mesafe aldığımı sanarım… Her geçen günde daha çok yaşadığımı düşünmek isteyerek sarılırım yaşama. Yaşanılanın peşinde koşarak, anı biriktiririm. Oysa her anıyla beraber kentin havlayan köpekleriyle beraber, ben de ölüme daha çok yaklaşıyorum. Nedense bu gerçeği bir türlü kabul edemem.