27 Mayıs 2009 Çarşamba

METİN ALTIOK

BİR SOLCU İÇİN AĞLAMAK


Dün akşam basın danışmanım, artık kültür ve sanat camiasıyla barışık görünmemin
hayırlı olacağını söylediği için, 2009 Metin Altıok Şiir ödülü Gecesi’ne katılmam uygun bulundu. Tören, Saat 19.00’da başlıyordu. Mahsus birkaç dakika geciktim. Kapıda kimse karşılamadı. Beni protokole oturtmadılar. Çok sinirlendim. Salonu terk etmeye hazırlanıyordum . Hatta bu etkinliğe ev sahipliği yapan İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü’nü aratıp, azarlayacaktım. Fakat protokol müdürüm böyle gecelerde cep telefonlarının kapalı tutulmasını tembih etmişti.Tutamadım kendimi. Korumamı çağırdım. “Aç şu cep telefonunu çocuğum, çalarsa seninki çalmış olur” dedim. Yetkilileri bulun bana!!!

Sahnede Yaşar Kemal’e takıldı gözüm. 1976 doğumlu Azad Ziya Eren adlı kürt kökenli
şaire hayırlısıyla ödül takdim ediyor. Hıncal Uluç’un kulakları çınlasın, insan ödül törenine
smokinle gelir değil mi? Bunlar Oscar’ları da mı seyretmiyor? Sinirden geberik durumdayım.
Bir de buradan karikatür bilmemnesine gidilecek, iyice asap bozulacak. Akşam da arkadaşlarla kebapçıda şalgam muhabbeti var!

Buyurun buradan yakın! Azad Ziya Eren, ödül alırken ne diyor biliyor musunuz: Kitapların yakıldığı bir ülkede yazarları da yakarlarmış! Sen 33 yaşında bu kadar mutsuzsan, hiç yaşama daha iyi. Bizim sabahtan akşama kadar uğraştıklarımızla uğraşsan, yandın demek ki! Sonra
Doğan Hızlan açıklıyor (ben yine anlamıyorum): bu çocuğa küçük mutlulukları değil, büyük mutsuzlukları yazdığı için ödül vermişlermiş!

Bir sigara yakasım var. Ama cep telefonuyla konuşulmayan yerde, sigara da içirmezler adama. Gel koruma , gel buraya. Yak şu sigarayı, sen içer gibi yap. Aslında sen yakacaksın , ama aslında ben yakacağım.

Demet Sağıroğlu’nun şarkıları, Selçuk Yöntem’in şiirleri ve tabi korumamın yaktığı ama aslında benim yaktığım sigarayla biraz kendime geldim Salonu terk etme konusunu tekrar düşünmeye başladım. İyi ki bu sinirle protokolde oturmuyorum, bu sefer protokoldekiler yanar. Kaldı ki, bu protokolde oturanların hiçbirini tanımıyorum. İnsan semtin muhtarını,
İski müdürünü , itfaiye müdürünü filan da çağırır.

Çıkmak üzereyken, Metin Altıok’la göz göze geldik….

Tamam öldüğünü ben de biliyorum ama çok kötü bakıyordu gözlerimin içine.

Çok gençti.

Daha söyleyecek çok sözü vardı belli.

Çok fena oldum.

Soğuk ter bastı. Ateşlendim sanki. Korumam uyandı duruma. Hemen, korumak üzere yanıma yaklaştı ki:
“Çık dışarı” diye bağırdım. (tabi kimseyi rahatsız etmeden)

“Efendim cep telefonunuz”….

“Efendim sigaranız”, “çakmağınız efem” ….

İstemiyorum!

En arkaya oturdum.

Gözlerimi ayıramadım o delikanlıdan.

Dinleyeceğim seni Metin , ama hep muhalifsin be kardeşim !

Biliyorum, aydın kişi kendisini bilgiyle donatmış kişi değil, muhalif kişiye denir demişsin zamanında ama hırsını benden çıkartma, seni ben yakmadım ki…. Ayrıca Sıvas katliamı diyerek bir kente bir katliamı maletmek yanlış değil mi, Sıvaslı aydınlara ayıp! Kaldı ki, o gün Erdal İnönü, Aziz Nesin’e yaşamınız benim teminatım altındadır demişti filan derken, susmaya karar verdim.

Zaten sabahtan akşama konuşuyordum bu kez sustum, bir şiir daha dinledim.

Sonra bir şiir daha…

“Bir yarım umuttur elimizde kalan, ğöğüslemek için karanlık yarınları”

Hayatımda ilk kez mi şiir dinliyorum? Yoksa ilk kez mi bir aydınla göz göze geliyorum?
Ya da yakılan bir kişinin ağıtını mı ilk kez dinliyorum bilmem ki, çok fena oldum! Ağlamalıydım. Ama korumam görmesin, hanım duymasın.

Bir solcu için ağlayayım bugün. Aman bizimkiler duymasın.

Cep telefonuma her gün yüzlerce tayin recası gelir. Doğudan kaçmak isteyen öğretmenler, doktorlar, hemşireler. Gereğini yaparım. Metin Altıok, Bingöl’de felsefe öğretmenliği yapmış 1979’da! Ama nasıl olur, basın danışmanım sanatçıların halktan uzak yaşadığını anlatmıştı bana.

Bak, ödül alan Diyarbakırlı Azad Ziya da köyde öğretmenlik yapmış ! Belli ki orada yıkamışlar kafasını… Ne zaman nerede kitap yakılmış, ha mutlaka yakanlar olmuştur ama, ısınma ihtiyacını gidermek içindir, mutlaka öyledir….

Ben bir solcu için ağladım bugün. Kendimden utanmalı mıyım?

Ağlamayı öğrendiysem, hatırlamayı da öğrendim demektir! Hatırlamak, unutmamak demek değil mi aynı zamanda? Sıvas’ı unutmadım demek çok mu ayıp olur? Nefretten sıyrılmak, insan ruhunu kemiren şüpheden, ayrımcılıktan kurtulmak için önce hatırlamayı bilmek, taşları yerli yerine oturtmak, şu siz, biz, onlar telaşından sıyrılmak gerek…

Sevgili Metin öğretmen, Sevgili Azad öğretmen ve hergün cep telefonuma tayin için mesaj bırakan onlarca hıyar, “hiçbirşey eyleme geçen cehalet kadar kötü olamaz”!

Yok ben karikatürcülere filan gitmeyeceğim bu akşam. Ağlamayı yeni öğrendim, gülmeyi öğrenmek için de bu kadar acı çekmek gerekiyorsa , göze alamam bu kadar acıyı!

Yok kebapçıya da gitmeyeceğim. Kimbilir, bazen kebapçı, bazen mezbaha sandığımız o yerlerin arkasında ne kadar çok katledilen insan öyküsü vardır! Belki de müze olmayı hak ediyor alışveriş merkezi, otel sandığımız yerler.

Gel Bijar, önce ödül alan babanla tanıştır beni. Bir şiir okusun baban bana. Sonra Bijar, izin verirse sevgili baban, beni, köyüne götür. Öykünü babanın şiirinden dinlersem anlayamam belki, bir de insanlarının gözlerinin içinden yaşayayım!

Yok Bijar kim olduğumu sorma. Ben de bu gece öğrendim çünkü!

17 Mayıs 2009 Pazar

HOMOFOBİ....ASIL ONLARDAN KORKMAK GEREK

Bugün, 17 Mayıs’ta Ankara’da homofobi karşıtı bir yürüyüş var!
Homofobi…
Ne kadar aşağılayacı bir kelime değil mi?
Homo kısmını geçelim….
Can Dündar, 16 Mayıs tarihli Milliyet’te incelikli bir yazı yazdı bu konuda. Ben fobi kısmına değineceğim. Yani, korkuya. Bir insanın bir insandan korkması.
Korkunun ecele faydası yok diye bir laf ederdi ninelerimiz!
Homo sapiens (insanoğlu) o kadar aşağılık olabilir ki bazen, korkunun ecele faydası olur bal gibi. Korku yüzünden, birbirini öldüren aşağılık herifler var.
Türkiye’de gay cinayetleri gittikçe artıyor, artmakta…
Öldürme güdüsünün ardında sadece çalma çırpma yok, başkasını yok etme, kendi gibi olmayanı aşağılama, kendi gibi olmayanı hor görme var! Bu cinayetlerin büyük bölümünde katilin, kurbanıyla ilişki kurduğu da göz önüne alınırsa, kişinin kendinden korkması, kendi cinselliğiyle yüzleşmekten korkması sözkonusu… Homofobi değil, homo sapiens fobi….
Bugün, homofobi’ye karşı yürüyenler, topluma bizleri ya da onları (çünkü yürüyenler
Sadece eşcinsel değil, eşcinsel dostu, yani gay friendly) sevin mesajı veriyorlar.
Hoşgörü!
Ne kadar iğrenç bir söz!
Azınlığın çoğunluktan yarım ekmek içi döner istemesi?
Beni hoşşş gör.
Homofobi karşıtı sitelere girdiğimde, “homoseksüellere özgürlük verilirse heteroseksüeller de
özgürleşir” deniliyor.
Özde doğru, ama sözde yanlış.
Farkında olmadan ghettoya razı geliyor eşcinseller.
Bizim gay barlarımıza izin verin ki, sizin heteroseksüel barlarınızda bira içip kusan göbekli heriflerinize sarkmayalım.
Bizim derneklerimize izin verin ki, sizin sivil toplum örgütü ya da partilerinize bulaşmayalım. (İki üç ay önce Esmeray adlı bir travesti sanatçının stand up gösterisinde sol partide nasıl sarkıntılığa uğradığını dinlemiştim. )
Bize iş verin ki, fuhuş yapmayalım.
Bizi hoşşş görün, biz de sizi hoşt görelim.
Sizin polisiniz bizi dövmesin.
Bize hortum sıkmasın!
O zaman, sizin polisiniz başka azınlıkların üzerine su sıktığı zaman biz sesimizi çıkartmayacağız.
Bizim kıyafetimize karışmasın!
O zaman, biz de başkalarının kıyafetleri konusunda ses etmeyiz, fikir beyan etmeyiz.
Bizim derneklerimizi, barlarımızı basmasın!
O zaman, biz de Laila’yı bastıklarında hoşşşt görürüz.
Ne acı değil mi?
“Benden korkma, ben aslında insanım” içtepisinin, çağrısının ardında, ghettoya itilme isteği var!
Bu yazımla, 17 Mayıs homofobi karşıtı eyleme destek vermediğim sanılmasın. Türkiye için önemli bir başlangıç. Kaldı ki orada yürüyecek olan kişiler, annelerinin babalarının, patronlarının, bütün gün televizyon izleyen komşularının, korkularını aşarak, kendilerini teşhir (!) etmekten korkmayan kahramanlar…
İbne kelimesinin halen küfür olarak kullanıldığı, evlilik kurumunun gençler üzerinde baskı aracı olarak görüldüğü, eşcinselliğin tedavi edilebilecek bir hastalık olarak değerlendirildiği bir dönemde, homofobi karşıtı yürüyüş, kuşkusuz önemli olduğu kadar gerekli!
Kimliğinle barışıksan açıkla muhabbeti vardır, bir de….
Heteroseksüeller, homoseksüeller üzerinde kılıç kalkan oyunu oynarlar.
Ulan, sen son yattığın kadının adını soyadını, kocasının adını, kan grubunu, sekreterinin adını ve son birleşmenizde yatak çarşaf rengiyle, orgazmın kaç dakika sürdüğünü açıkla, o zaman o da, kimliğini açıklasın.
Çoğunluğun cinsel tercihini azınlığın üzerinde tehdit unsuru olarak kullanacak kendi çapında.
Yıllar önce, Dr. Stres adlı programıma, travestilerin, transsseksüellerin bir zamanlar korkulu rüyası Hortum Süleyman lakaplı polisi konuk etmek istemiştim. Adam hortumluktan emekli olmuş, hatırladığım kadarıyla, İstanbul’un Zeytinburnu gibi varoşlarından birinde bir büroda pısırık bir emekli hayatı yaşar olmuştu.
Yani, korkuturken, korkar duruma düşmüştü!
Farklı kesimlerden 10 milyon azınlığı katleden Hitler’in korkudan yatağına işemesi gibi!
O Hitler’i son gecesinde sorguya çekip, son yattığı karının orgazm bilgilerini sormak ve Neo Nazilere örnek olarak sunmak , Hortum Süleyman’a son saçını kestiği transseksüel hakkındaki bilgileri şimdilerdeki modern yunuslara bir işkence suçu olarak göstermek…
Yani korkutanları korkutmak…
Homofobi değil…
Benden korkma, ben insanım mesajı vermek değil…Senden korkuyorum çünkü sen hayvansın!

6 Mayıs 2009 Çarşamba

YENİKAPI TİYATROSUNUN OYUNU YASAKLANDI

PARK VE BAHÇELER DEMOKRASİSİ




12 Eylül 1994 yılında Kenan Paşa, Marmaris’te çiçek böcek resmi çiziyordu. Ben de televizyonda Dr. Stress adlı bir televizyon programı sunan hevesli, yeni yetme bir sunucuydum.
Yapımcımı çağırdım. Bu haftaki programın teması “Kenan Paşa, sen çok yaşa” olsun programın dedim.
Program havadan sudan konuşurken, çağırdığı konuklara çok fena çakardı bazen. Yapımcım hemen çaktı meseleyi.
“ Gelmez paşa” dedi!
“ Ya, yarım saat için gelsin bari “ dedim.
Paşa, mutlaka tuvali fırlatmış olmalı elinden.
“ Ben ihtilali yarım saatte yapmadım” !
…..
Ne kadar akıllıca bir yanıt değil mi?
Oysa paşa paşa memleketi yönetmeye çalıştıkları dönemlerde, paşalar arası bir diyalogu anlatan “Son En Çıkan Şarkılar” diye bir piyes yazmıştım, Türkçeyi nasıl bozdukları ve memleket havasıyla ilgili nasıl söylendiklerine dair! Gerçi hava almıştı tüm oyun yazma yarışmalarında ama hiç de paşanın verdiği gibi akıllı diyaloglar yoktu içlerinde.
Yine memleketi yönettikleri 80’li dönemlerde, Beş Kafadarlar Tiyatrosu ile, sokak tiyatrosu yapmaya yeltenmiştim. Havanın çok soğuk olduğu bir gün, Gülhane Parkında, henüz hiç bir şeyin farkında…. olmayan bir müdür bulmuştum.
Kışın park ve bahçeler müdürü ne yapar?
Dikildim tepesine!
Efendim, biz park ve bahçelerde sokak tiyatrosu yapacağız, izniniz olursa?
Adamcağız için park ve bahçede sokak tiyatrosu yapmak, çölde kutup ayısının çiftleşmesine izin vermek gibi bir şey tabi.
Üstelik sıkıyönetim zamanında böyle bir izne ek başına imza atmanın keyfine varmak, Sibirya hapishanesinde İncil okuyan bir köre mum tutmak kadar kutsal bir şey olmalı.
Gülhane parkının orta yerinde sabahın sekizinden akşamın beşine kadar kimseleri görmeden kış karanlığında, üstelik sıkıyönetim döneminde park ve bahçeler müdürlüğü yapan bir memurun imzasıyla sokak tiyatrosu yapmaya koyulmanın zevki bambaşkaydı.
1983 yılında Maçka Parkı, Doğancılar Parkı, Gültepe Parkı, Saraçhane Parkı, Barbaros Bulvarı ve nicelerinde yoksul çocuklar için oynanan “Çizmeli Kedi” ve “Bir Şeftali Bin Şeftali” yi basan askerler, polisler, belediye zabıtaları, park bekçileri, kimsenin tanımadığı Park ve Bahçeler Müdürü’nün izni karşısında, kıldan ince kılıçtan keskince davranıyorlardı. Aynen Rus oyun yazarı Gogol’un bir kahramanına davranır gibi kaçışıyordu herkes.
Yarım saatte yapılmayan ihtilalin izleriydi bunlar.
……
Aradan neredeyse 25 yıl geçmiş. Sonuna kadar demokrasi var, Allaha bin şükür!
Yenikapı Tiyatrosu bu kez gerçekten Gogol oynamaya yelteniyor sokakta.
Sonuna kadar demokrasi olduğu için, Kenan Paşa resim ve heykel konumunda olduğu için,
asker havariliği ayıplandığı için, Yenikapı Sahnesi, sonuna kadar demokrasiye de güvenerek, bir de kuşkusuz Lions Kulübünden aldığı taze tiyatro ödülüne e de güvenerek, İstanbul’da sokağa çıkmaya yeltenmiş.
Avrupa Birliği standartlarına göre kokoreçin kaldırıldığı, açık gıdanın yasaklandığı, simidin bile poşete gireceği sokakta sen misin oyun oynayan?
Demokrasi var ya, oyunları başlamadan bitmiş. Oyuncuları saatlerce gözaltında tutulmuş.
Oyunlarını izlemek gafletine düşen seyircilerini bile itmiş kakmış polis.
Yahu, biz Park ve Bahçeler Müdürü’nün izniyle oyun oynadığımızda oyunumuzu Aziz Nesin’ler, Deniz Türkali’ler, Esin Afşar’lar, Erol Keskin’ler, Ayla Algan’lar, Adnan Özyalçıner’ler, Sennur Sezer’ler, izledi, hiçbiri dayak yemedi, üstelik o zaman, çok yadırgadığımız sıkıyönetim vardı.
Şimdi, özgürlük var. Taraf Gazetesi bile var.
Dur burada bir yanlışlık var.
Park ve Bahçeler Müdürü’nü arayın,
O bir emir versin İçişlerinden birini arasın,
Sokakta olmasa da, bari kimsenin görmeyeceği bir yerde, Yenikapı Tiyatrosu’nun geniş halk yığınlarıyla buluşmasına izin versinler.
Mesela, İstanbul Kültür Başkenti olacak ya, hani hiç kimse görmeyecek nasılsa, orada olabilir. Galada da kokoreç ikram ederiz!

1 Mayıs 2009 Cuma

TARİH: 1 MAYIS 2009 YER:İSTANBUL BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI

Şehir Tiyatroları, her yıl bayramlarda, kadrolu stajyer farkı gözetmeksizin, tüm emekçilerine şekerleme gönderir. Nereden mi biliyorum? Yapmayın canım! 12 dalga Ergenekon, 2 dalga deniz feneri sizi iyice komplo teorisyeni yapmış. Onlarca arkadaşım, meslektaşım, selamdaşım var o tiyatroda. 1979 yılından bu yana içindeyim camianın. Ayrıca her yaptıkları mahrem değil ki onların! Örneğin eskiden, çok eskiden, rahmetli baş efektör Hitay Daycan’ın zamanında, dublaj stüdyoları filan o kadar yaygın değilken İstanbul’da, özel tiyatrolar olarak efekt kayıtlarımızı bin bir rica, orada yapardık. Bir gün, yine rahmetli Hitay ağabeyiden yardım rica etmiştik, rahmetli Muhsin Ertuğrul tiyatrosuna geldik baktık ki, eski dostum Can Doğan, o akşamki prömiyerine kayıt yetiştirmeye çalışıyor. Doğal olarak, kurumun stüdyosu ona ait olacaktı, fakat sevgili Can, müthiş centilmenlik göstererek, stüdyoyu bize bıraktı. O dönem bu yardımlaşmaya tanık olan herkes Can’a hayran olmuştu. Hitay ağabey, içeride yangın sesleri filan üretirken, ben çay ocağında, ustaların sohbetlerini dinliyor, çocuk oyunu distribüsyonlarına bakıyor, akşam prömiyeri için sabırsızlanan, fakat kibarlıktan renk vermeyen sevgili Can Doğan’a iki yangın efektinden sonra stüdyoyu terk edeceğimizi söylüyordum.

Kimin aklına 10 yıl sonra, yangın efektine gerek kalmayacağı, çünkü tiyatronun basiretsizlik yüzünden zaten yakılacağı gelirdi? Kimin aklına, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun , koltuk uğruna (tabi ki tiyatro koltuğu) yıktırılacağı, bütün güzel efektlerin hoş bir seda olarak kalacağı, tüm kostümlerin, aksesuarların, Hitay ağabeyinin kayıtlarının yağmalanacağı, Muhsin Hocanın paha biçilmez değerdeki teatral sermayesinin lav edileceği gelirdi?

Ve sıkı durun: Kimin aklına, genel sanat yönetmeni vekilinin, o gün, distribüsyonlara bakan, korkusuzca Hitay ağabeyisinin kayıtlarını karıştıran Nedim Saban’ı, Şehir Tiyatrosu’ndaki meslektaşlarına jurnalci olarak tehlike sinyali (!) diye ihbar edeceği gelirdi? Yahya Kemal’i kimseden habersiz sansürlemeye çalışan , Yeditepeli İstanbul’u kılıfına uydurarak yasaklatmak için çabalayan, telif haklarını korkusuzca çiğneyen, emekçilerinin hakkını çiğneten , devletin kaynaklarını hoyratça kullanan genel s.yön.vekili Nedim Saban’ı sevmiyor olabilir. “Sen işine, ben işime” diyebilir.

Tiyatro eleştirmeni olmadığım için, iyi bir tiyatro adamı olduğunu sağdan soldan duyduğum Orhan Alkaya’yı eleştirmek bana düşmez.(Sevim Burak rejisinde Peter Pan numaralarını yazmamıştım, yazmam da, pardon şimdi yazmış oldum) Ama tiyatro insanı olduğum için, kanımın son damlasına kadar, bir kamu kuruluşunda sanat yaparak, seyirciye karşı sorumlu olan, üstüne üstlük bunu Muhsin Ertuğrul gibi bir ustanın koltuğunda yapmak iddiasında bulunan bir kişiyle mücadele etmek hakkına, her tiyatrosever kadar sahip olduğumu düşünüyorum.

Milliyet Gazetesi'nde okuduğum bir habere görei Türkiye’de 70.000 kişinin telefonu dinleniyormuş. 70.000 kişi gözlem altındaymış. Yalan! 70.001 kişi gözlem altındadır. Bu yetmişbin birinci kişi Orhan Alkaya’dır. Kendisinin 3 yanlışı 1 doğrusunu götürmektedir çünkü Türk seyircisine karşı sorumludur. Şeffaf olmak, dürüst olmak, ilkeli olmak zorundadır. Özel yaşamında bu ilkelere uyma zorunluluğu yoktur. Ama sanatsal kimliğinde, bunu yapmak zorundadır.

Devletin kaynaklarını doğru harcamalıdır. Özel tiyatrolar kan ağlarken, beyefendi, eski Yapı Endüstri Merkezi’ne 1 trilyon kira verir ve buranın itfaiye ruhsatını çözemediği için, merkezi seyirciye açamazsa, bunun hesabını sorarlar, adama!
Avrupa Birliği’nin en önemli ilkelerinden biri olan telif hakları meselesini aile (!) içinde çözmeye çalışarak; alinin külahını veliye, velinin külahını aliye vermek, yazarların telif haklarını çözmeden oyun oynatmak koca bir kamu tiyatrosuna yakışmaz! Bunu da sorarlar.
Onlarca yetenekli kişi, haftada kar kış demeden yedi oyun oynayıp, sabah çocuk tiyatrosundan Üsküdar vapuruna yetişmeye çalışırken, Lüküs Hayat’ın saat kaçta biteceğini 25 yıldır hala kimse bilemezken, Belediye Başkanı’nın da emrini dinleyip, daha büyük yerden torpil bulup, kadro ayarlama karşısında kifayetsiz davranmanın bedelini de sorarlar. (Zaten az sonra soracağım…)

Kaldı ki, sadece ben sormuyorum. Artık maske düşüyor. Pek çok duyarlı meslektaşım da öncülük ettiğim konularda sorular soruyor.

Kaldı ki, sadece Orhan Alkaya’ya sormuyorum. 16 yaşındayken Milliyet Sanat’ta Gencay Gürün’e “1402’likler geri dönsün” diye açık mektup yazdım. (Yani Alkaya'nın da hakkını savundum, şimdi aynı durumu yaşasa, yine savunurum. Kendisine de buradan, benim bu yıl uğradığım bir saldırıda imza vererek hakkımı savunduğu için teşekkür etmeyi borç biliyorum. )
Şehir Tiyatroları’nda bir yandan oyun yönetirken, vasıfsız işçi alımı gibi sanatçı alımını protesto ettim, Nurullah Tuncer’i açıkça eleştirdim. (Sanat yönetmeninden daha fazla sanat eğitimine sahip Hasibe Eren'in halen işçi kadrosunda olmasını da Türkiye'nin cilvesi olarak değerlendiririm. ) Belediye, bilet fiyatlarını 1 liraya düşürdüğü gün, yine Nurullah Tuncer’e çok sert bir çıkış yapmışımdır.

Dönemin genel sanat yönetmeni Gencay Gürün, 16 yaşındaki bir çocuğa, 1402’likler ile ilgili bir açıklama gönderecek kadar medeniydi. Oysa, o dönem, rahatlıkla, tiyatrodaki askeri yönetim uzantılarına , tehlikeli bir velet olarak ilan edebilirdi beni. Peki Alkaya ne yaptı? Kurum içine bir mesaj göndererek (sanırım panoya asılmış, artık bir merkez olmadığı için kurumun resmi açıklama yapacağı ve sanatçılarını bilgilendireceği bir yer de kalmamış) , yeni tiyatro mevsimi açılmadan önce , Nurullah Tuncer ile yapacağı “aile içi” açık oturum (bu durumda kapalı oturum) un Nedim Saban’a sızdırılmaması (!) konusunda meslektaşlarını uyarmış. Cumhuriyet Gazetesi’ne, Yahya Kemal sansürüyle ilgili yaptığı açıklamada, “kulislerimize sızıyorlar” gibi birşey söylemiş.
Kulislere sızan kimmiş peki?Belediyeden gönderilen bir otobüs şoförü, eski bir istihbaratçı ya da mezarlıklar müdürü, mezbahalarda çalışmış kesim amiri mi? Yoo...kulislere tiyatrocular sızıyor. Ne kadar tehlikeli değil mi? Örtbas edilen gerçekleri öğrenecekler. Eğer karınları bağlı değilse, kamuoyu ile paylaşacaklar.

Eğer sansür, baskı, torpil, hile içeride kalsın diyorsanız, 70.001 kişi olduğunuzu unutmayınız sayın yönetici!
Şehir Tiyatroları öylesine kutsal bir kurumdur ki, bu pisliği bünyesinden derhal atar ve Icarus gibi, küllerinden yeniden doğar. Ha, tabi ki mesleki etik gereği kurumun içinde kalması gereken konular vardır ki, bunlar zaten paylaşılmaz.
( Örneğin bir oyuncunun ekonomik sıkıntısı, rahatsızlığı, başka bir oyuncuyla sorunu gibi kulis ahlakı gerektiren şeyler)

Rahmetli Hitay ağabeyinin stüdyosunda kayıt yapıp, distribüsyonları okur, çay ocağında Suna Pekuysal dedikodularına gülerken, tüm bunların bir gün yasak olacağı aklıma gelir miydi? Yakın dostum Hülya Karakaş, kutsal kurumun bünyesindeki kirliliği söküp atması için daha birkaç ay önce bir panel yapılmasını önerdiğinde, bana efekt stüdyosundaki yerini vererek büyük centilmenlik gösteren Can Doğan, yakışıksız bir karşı çıkış göstermiş , Hülyayı Uğur Dündarcılık oynamakla suçlamıştı. Şimdi duyuyorum ki, genel sanat yönetmenler arenasındaki bir açık oturum düzenlenirse, burada moderatörlüğe talipmiş.

O düzen oyunları kimi ilgilendirir ki, sevgili Can?

Bak moderatörlük yapacaksan, 10 yıla yakın bir süredir beklenen asal kadrolar topu topu 5 kişiye verilmiş. Seninle yıllardır aynı oyunlarda emek harcayan, ter akıtan, oyunlarında oynayan, asistanlığını yapan emekçilerin hakkı yenilmiş. Onların moderatörlüğünü yapıp, haklarını korusana….

Mesela Ümran İnceoğlu. Dünyanın hangi ülkesinde bir insan 21 yıl stajyer kalır Allah aşkına?
Ümran, Dil Tarih mezunu. Kendisini sürekli geliştiriyor. Sokak tiyatrosu yapıyor. Halen çocuk tiyatrosuna emek veriyor. "Ben asistanlık yapmam" demeyecek kadar çalışkan, gelişime açık. Modern tiyatro konusunda araştıran, dünyayı sorgulayan bir insan. Sahip çıksana Ümran’a! Üstelik, kurumunun genel sanat yönetmeni yardımcısı, “bu yıl kadroya Osman Gidişoğlu dışında kimse alınmayacak diyerek, yakışıksız biçimde kandırmış meslektaşını”!

Bak, birkaç ay öncesine kadar “kurum içinde yaşananlar kurum içinde kalmalı” diyen sevgili Arda Aydın bile patladı sonunda! Geçtiğimiz yıl ödüllere aday gösterilen yetenekli Arda es geçilmiş, İrem de, Arda da hukuk yoluyla arayacaklarmış haklarını. Ard arda başroller oynayan, ödüller alan Mert Turak da, aynı durumda!

Daha nice meslektaşım var.

Bugün 1 Mayıs. İşçi Bayramı. (Bir ara Bahar Bayramıydı, şimdi yeni birşey oldu adı. )

Kimileri seslerini çıkatmıyor, kimileri aile içinde kalsın diyor, kimileri belki işi Ankara’dan bitirmeye çalışıyor, kimileri Orhan Alkaya, ya da Orhan alkaya'dan öncekiler ve sonrakilerle pazarlık durumunda, (hazır bugün kabine de değişti, pazarlık payları artmış, kimilerinin sesi daha fazla çıkmış olabilir). Kimileri Ümran gibi onurlu ve sabırlı belki, daha 21 yıl emek vererek, kazanmayı umuyor…

Büyük çoğunluk ise yılanın bugün kendilerini sokmadığı için mutlu.

Oysa, bugün niye yalnız 4000 kişinin Taksim’e çıkabildiği konusunda konuşmaları gerekiyor, dün oyunlar yasaklandığında da konuşmaları gerekiyordu, yarın bir profesör yaka paça götürüldüğünde de konuşmaları gerekiyor. Onlar, başkaları için sustuğu zaman, başkaları da koltuk derdinde, onların haklarını çiğnetirler.

Dünkü 1 Mayıs'ta onlar işçiler için susuyorlardı, bugünkü 1 Mayıs'ta onlar işçi olduklarında, diğer işçiler, onlar için susuyorlar.

Herşey o kadar da kötü değil tabi ki!
Osman Gidişoğlu gibi bir ustayı, emekliliğine 3 yıl kala kadroya dahil ettiler. Böylece, onu 3 yıl da olsa, nice güzel rolde izleme şansı bulacağız.
“Vişne Bahçesi” ni saymazsak, Jülide Kural gibi bir starı özel tiyatroların kısıtlı imkanları yüzünden hepi topu dört beş oyunda izledik. Artık daha çok izleme şansımız olacak.
Hüseyin Avni Danyal, Devlet Tiyatrosu'ndan Şehir Tiyatrosu'na geçerken, zamanında Arsen Gürzap gibi bir yetenek konusunda Gencay Gürün'e kan kusturan Şehir Tiyatrosu camiasının sesi çıkmıyor. Bu da tutucu yapının ne kadar esnediğinin olumlu bir göstergesi!
Şahika Tekand, dünya çapında bir tiyatro eğitmeni ve kuramcısı. Beklan Algan’ın değerini bilemeyen ve yıllarca Faust'u hazır edemeyen kurum, umarım Tekand'ın kuramsal çalışmalarının değerini bilir.

Bu arada, ben olsam galaya bile çıkmadan, apar topar oyun bırakıp giden ve bu davranışıyla hem tazminat, hem kadro kazanan tiyatro insanına come back olarak “Üç kızkardeş” te bıraktığı rolü geri verir, bu vesileyle Üç Kızkardeş'e bir birader kazandırırdım.

Şimdi gelelim 1 Mayıs 2009 mesajına…

Geçtiğimiz yıl, Orhan Alkaya, belediye ile genel sanat yönetmeni konusunda flört halindeyken, Sayın Topbaş büyük bir yemek vermişti. Yemekte, Sayın başkanın masasında Nurullah Tuncer, Nejat Birecik, Başkan Danışmanı İskender Pala , Yönetim Kurulu Üyesi Tülay Erünsal, değerli tiyatro ustası Rauf Altıntak ve bazı meslektaşlarımla birlikte otururken, Osman Gidişoğlu’nun kadro meselesi konu olmuştu. Orhan Alkaya, 500 kişilik katılımın olduğu gecede mikrofonu alarak, “Sayın Başkan, keşke masanıza beni de alsaydınız gibi” bir laf ettikten sonra, kadro ve tiyatronun yıkımı konusundaski değerli görüşlerini dile getirmişti.

Masaya oturdu.
Tiyatroyu yıktırdı.
Arkadaşlarını da ....

O gece, başkan, tüm şahitlerin önünde, “evet evet evet” dedi ve “Osman Gidişoğlu”na kadro verildiyse, bu çocukların da önünü açın diye çok net bir emir verdi.

Masada ben vardım.
Başkan da kimsenin ayağına basmadı.

Sevgili, Orhan Alkaya, vekaleten de olsa, masaya oturduysanız, bu çocukların (ki bazısı 50 yaşında) önünü açın.

Eski bir 1402’liksiniz.
O çocuklara bayram şekeri, lolipop vermek ya da 1 Mayıs'ta Marks+Spencer’dan hediye gönderen bir Marksist olmak size yaraşmaz.
Hadi gelin, Can Doğan moderatör olsun, gelecek sene, hiç değilse bir 5 kişinin önünü açın.
O zaman söz veriyorum, İlk tebrik yazısı benden!