Şehir Tiyatroları, her yıl bayramlarda, kadrolu stajyer farkı gözetmeksizin, tüm emekçilerine şekerleme gönderir. Nereden mi biliyorum? Yapmayın canım! 12 dalga Ergenekon, 2 dalga deniz feneri sizi iyice komplo teorisyeni yapmış. Onlarca arkadaşım, meslektaşım, selamdaşım var o tiyatroda. 1979 yılından bu yana içindeyim camianın. Ayrıca her yaptıkları mahrem değil ki onların! Örneğin eskiden, çok eskiden, rahmetli baş efektör Hitay Daycan’ın zamanında, dublaj stüdyoları filan o kadar yaygın değilken İstanbul’da, özel tiyatrolar olarak efekt kayıtlarımızı bin bir rica, orada yapardık. Bir gün, yine rahmetli Hitay ağabeyiden yardım rica etmiştik, rahmetli Muhsin Ertuğrul tiyatrosuna geldik baktık ki, eski dostum Can Doğan, o akşamki prömiyerine kayıt yetiştirmeye çalışıyor. Doğal olarak, kurumun stüdyosu ona ait olacaktı, fakat sevgili Can, müthiş centilmenlik göstererek, stüdyoyu bize bıraktı. O dönem bu yardımlaşmaya tanık olan herkes Can’a hayran olmuştu. Hitay ağabey, içeride yangın sesleri filan üretirken, ben çay ocağında, ustaların sohbetlerini dinliyor, çocuk oyunu distribüsyonlarına bakıyor, akşam prömiyeri için sabırsızlanan, fakat kibarlıktan renk vermeyen sevgili Can Doğan’a iki yangın efektinden sonra stüdyoyu terk edeceğimizi söylüyordum.
Kimin aklına 10 yıl sonra, yangın efektine gerek kalmayacağı, çünkü tiyatronun basiretsizlik yüzünden zaten yakılacağı gelirdi? Kimin aklına, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun , koltuk uğruna (tabi ki tiyatro koltuğu) yıktırılacağı, bütün güzel efektlerin hoş bir seda olarak kalacağı, tüm kostümlerin, aksesuarların, Hitay ağabeyinin kayıtlarının yağmalanacağı, Muhsin Hocanın paha biçilmez değerdeki teatral sermayesinin lav edileceği gelirdi?
Ve sıkı durun: Kimin aklına, genel sanat yönetmeni vekilinin, o gün, distribüsyonlara bakan, korkusuzca Hitay ağabeyisinin kayıtlarını karıştıran Nedim Saban’ı, Şehir Tiyatrosu’ndaki meslektaşlarına jurnalci olarak tehlike sinyali (!) diye ihbar edeceği gelirdi? Yahya Kemal’i kimseden habersiz sansürlemeye çalışan , Yeditepeli İstanbul’u kılıfına uydurarak yasaklatmak için çabalayan, telif haklarını korkusuzca çiğneyen, emekçilerinin hakkını çiğneten , devletin kaynaklarını hoyratça kullanan genel s.yön.vekili Nedim Saban’ı sevmiyor olabilir. “Sen işine, ben işime” diyebilir.
Tiyatro eleştirmeni olmadığım için, iyi bir tiyatro adamı olduğunu sağdan soldan duyduğum Orhan Alkaya’yı eleştirmek bana düşmez.(Sevim Burak rejisinde Peter Pan numaralarını yazmamıştım, yazmam da, pardon şimdi yazmış oldum) Ama tiyatro insanı olduğum için, kanımın son damlasına kadar, bir kamu kuruluşunda sanat yaparak, seyirciye karşı sorumlu olan, üstüne üstlük bunu Muhsin Ertuğrul gibi bir ustanın koltuğunda yapmak iddiasında bulunan bir kişiyle mücadele etmek hakkına, her tiyatrosever kadar sahip olduğumu düşünüyorum.
Milliyet Gazetesi'nde okuduğum bir habere görei Türkiye’de 70.000 kişinin telefonu dinleniyormuş. 70.000 kişi gözlem altındaymış. Yalan! 70.001 kişi gözlem altındadır. Bu yetmişbin birinci kişi Orhan Alkaya’dır. Kendisinin 3 yanlışı 1 doğrusunu götürmektedir çünkü Türk seyircisine karşı sorumludur. Şeffaf olmak, dürüst olmak, ilkeli olmak zorundadır. Özel yaşamında bu ilkelere uyma zorunluluğu yoktur. Ama sanatsal kimliğinde, bunu yapmak zorundadır.
Devletin kaynaklarını doğru harcamalıdır. Özel tiyatrolar kan ağlarken, beyefendi, eski Yapı Endüstri Merkezi’ne 1 trilyon kira verir ve buranın itfaiye ruhsatını çözemediği için, merkezi seyirciye açamazsa, bunun hesabını sorarlar, adama!
Avrupa Birliği’nin en önemli ilkelerinden biri olan telif hakları meselesini aile (!) içinde çözmeye çalışarak; alinin külahını veliye, velinin külahını aliye vermek, yazarların telif haklarını çözmeden oyun oynatmak koca bir kamu tiyatrosuna yakışmaz! Bunu da sorarlar.
Onlarca yetenekli kişi, haftada kar kış demeden yedi oyun oynayıp, sabah çocuk tiyatrosundan Üsküdar vapuruna yetişmeye çalışırken, Lüküs Hayat’ın saat kaçta biteceğini 25 yıldır hala kimse bilemezken, Belediye Başkanı’nın da emrini dinleyip, daha büyük yerden torpil bulup, kadro ayarlama karşısında kifayetsiz davranmanın bedelini de sorarlar. (Zaten az sonra soracağım…)
Kaldı ki, sadece ben sormuyorum. Artık maske düşüyor. Pek çok duyarlı meslektaşım da öncülük ettiğim konularda sorular soruyor.
Kaldı ki, sadece Orhan Alkaya’ya sormuyorum. 16 yaşındayken Milliyet Sanat’ta Gencay Gürün’e “1402’likler geri dönsün” diye açık mektup yazdım. (Yani Alkaya'nın da hakkını savundum, şimdi aynı durumu yaşasa, yine savunurum. Kendisine de buradan, benim bu yıl uğradığım bir saldırıda imza vererek hakkımı savunduğu için teşekkür etmeyi borç biliyorum. )
Şehir Tiyatroları’nda bir yandan oyun yönetirken, vasıfsız işçi alımı gibi sanatçı alımını protesto ettim, Nurullah Tuncer’i açıkça eleştirdim. (Sanat yönetmeninden daha fazla sanat eğitimine sahip Hasibe Eren'in halen işçi kadrosunda olmasını da Türkiye'nin cilvesi olarak değerlendiririm. ) Belediye, bilet fiyatlarını 1 liraya düşürdüğü gün, yine Nurullah Tuncer’e çok sert bir çıkış yapmışımdır.
Dönemin genel sanat yönetmeni Gencay Gürün, 16 yaşındaki bir çocuğa, 1402’likler ile ilgili bir açıklama gönderecek kadar medeniydi. Oysa, o dönem, rahatlıkla, tiyatrodaki askeri yönetim uzantılarına , tehlikeli bir velet olarak ilan edebilirdi beni. Peki Alkaya ne yaptı? Kurum içine bir mesaj göndererek (sanırım panoya asılmış, artık bir merkez olmadığı için kurumun resmi açıklama yapacağı ve sanatçılarını bilgilendireceği bir yer de kalmamış) , yeni tiyatro mevsimi açılmadan önce , Nurullah Tuncer ile yapacağı “aile içi” açık oturum (bu durumda kapalı oturum) un Nedim Saban’a sızdırılmaması (!) konusunda meslektaşlarını uyarmış. Cumhuriyet Gazetesi’ne, Yahya Kemal sansürüyle ilgili yaptığı açıklamada, “kulislerimize sızıyorlar” gibi birşey söylemiş.
Kulislere sızan kimmiş peki?Belediyeden gönderilen bir otobüs şoförü, eski bir istihbaratçı ya da mezarlıklar müdürü, mezbahalarda çalışmış kesim amiri mi? Yoo...kulislere tiyatrocular sızıyor. Ne kadar tehlikeli değil mi? Örtbas edilen gerçekleri öğrenecekler. Eğer karınları bağlı değilse, kamuoyu ile paylaşacaklar.
Eğer sansür, baskı, torpil, hile içeride kalsın diyorsanız, 70.001 kişi olduğunuzu unutmayınız sayın yönetici!
Şehir Tiyatroları öylesine kutsal bir kurumdur ki, bu pisliği bünyesinden derhal atar ve Icarus gibi, küllerinden yeniden doğar. Ha, tabi ki mesleki etik gereği kurumun içinde kalması gereken konular vardır ki, bunlar zaten paylaşılmaz.
( Örneğin bir oyuncunun ekonomik sıkıntısı, rahatsızlığı, başka bir oyuncuyla sorunu gibi kulis ahlakı gerektiren şeyler)
Rahmetli Hitay ağabeyinin stüdyosunda kayıt yapıp, distribüsyonları okur, çay ocağında Suna Pekuysal dedikodularına gülerken, tüm bunların bir gün yasak olacağı aklıma gelir miydi? Yakın dostum Hülya Karakaş, kutsal kurumun bünyesindeki kirliliği söküp atması için daha birkaç ay önce bir panel yapılmasını önerdiğinde, bana efekt stüdyosundaki yerini vererek büyük centilmenlik gösteren Can Doğan, yakışıksız bir karşı çıkış göstermiş , Hülyayı Uğur Dündarcılık oynamakla suçlamıştı. Şimdi duyuyorum ki, genel sanat yönetmenler arenasındaki bir açık oturum düzenlenirse, burada moderatörlüğe talipmiş.
O düzen oyunları kimi ilgilendirir ki, sevgili Can?
Bak moderatörlük yapacaksan, 10 yıla yakın bir süredir beklenen asal kadrolar topu topu 5 kişiye verilmiş. Seninle yıllardır aynı oyunlarda emek harcayan, ter akıtan, oyunlarında oynayan, asistanlığını yapan emekçilerin hakkı yenilmiş. Onların moderatörlüğünü yapıp, haklarını korusana….
Mesela Ümran İnceoğlu. Dünyanın hangi ülkesinde bir insan 21 yıl stajyer kalır Allah aşkına?
Ümran, Dil Tarih mezunu. Kendisini sürekli geliştiriyor. Sokak tiyatrosu yapıyor. Halen çocuk tiyatrosuna emek veriyor. "Ben asistanlık yapmam" demeyecek kadar çalışkan, gelişime açık. Modern tiyatro konusunda araştıran, dünyayı sorgulayan bir insan. Sahip çıksana Ümran’a! Üstelik, kurumunun genel sanat yönetmeni yardımcısı, “bu yıl kadroya Osman Gidişoğlu dışında kimse alınmayacak diyerek, yakışıksız biçimde kandırmış meslektaşını”!
Bak, birkaç ay öncesine kadar “kurum içinde yaşananlar kurum içinde kalmalı” diyen sevgili Arda Aydın bile patladı sonunda! Geçtiğimiz yıl ödüllere aday gösterilen yetenekli Arda es geçilmiş, İrem de, Arda da hukuk yoluyla arayacaklarmış haklarını. Ard arda başroller oynayan, ödüller alan Mert Turak da, aynı durumda!
Daha nice meslektaşım var.
Bugün 1 Mayıs. İşçi Bayramı. (Bir ara Bahar Bayramıydı, şimdi yeni birşey oldu adı. )
Kimileri seslerini çıkatmıyor, kimileri aile içinde kalsın diyor, kimileri belki işi Ankara’dan bitirmeye çalışıyor, kimileri Orhan Alkaya, ya da Orhan alkaya'dan öncekiler ve sonrakilerle pazarlık durumunda, (hazır bugün kabine de değişti, pazarlık payları artmış, kimilerinin sesi daha fazla çıkmış olabilir). Kimileri Ümran gibi onurlu ve sabırlı belki, daha 21 yıl emek vererek, kazanmayı umuyor…
Büyük çoğunluk ise yılanın bugün kendilerini sokmadığı için mutlu.
Oysa, bugün niye yalnız 4000 kişinin Taksim’e çıkabildiği konusunda konuşmaları gerekiyor, dün oyunlar yasaklandığında da konuşmaları gerekiyordu, yarın bir profesör yaka paça götürüldüğünde de konuşmaları gerekiyor. Onlar, başkaları için sustuğu zaman, başkaları da koltuk derdinde, onların haklarını çiğnetirler.
Dünkü 1 Mayıs'ta onlar işçiler için susuyorlardı, bugünkü 1 Mayıs'ta onlar işçi olduklarında, diğer işçiler, onlar için susuyorlar.
Herşey o kadar da kötü değil tabi ki!
Osman Gidişoğlu gibi bir ustayı, emekliliğine 3 yıl kala kadroya dahil ettiler. Böylece, onu 3 yıl da olsa, nice güzel rolde izleme şansı bulacağız.
“Vişne Bahçesi” ni saymazsak, Jülide Kural gibi bir starı özel tiyatroların kısıtlı imkanları yüzünden hepi topu dört beş oyunda izledik. Artık daha çok izleme şansımız olacak.
Hüseyin Avni Danyal, Devlet Tiyatrosu'ndan Şehir Tiyatrosu'na geçerken, zamanında Arsen Gürzap gibi bir yetenek konusunda Gencay Gürün'e kan kusturan Şehir Tiyatrosu camiasının sesi çıkmıyor. Bu da tutucu yapının ne kadar esnediğinin olumlu bir göstergesi!
Şahika Tekand, dünya çapında bir tiyatro eğitmeni ve kuramcısı. Beklan Algan’ın değerini bilemeyen ve yıllarca Faust'u hazır edemeyen kurum, umarım Tekand'ın kuramsal çalışmalarının değerini bilir.
Bu arada, ben olsam galaya bile çıkmadan, apar topar oyun bırakıp giden ve bu davranışıyla hem tazminat, hem kadro kazanan tiyatro insanına come back olarak “Üç kızkardeş” te bıraktığı rolü geri verir, bu vesileyle Üç Kızkardeş'e bir birader kazandırırdım.
Şimdi gelelim 1 Mayıs 2009 mesajına…
Geçtiğimiz yıl, Orhan Alkaya, belediye ile genel sanat yönetmeni konusunda flört halindeyken, Sayın Topbaş büyük bir yemek vermişti. Yemekte, Sayın başkanın masasında Nurullah Tuncer, Nejat Birecik, Başkan Danışmanı İskender Pala , Yönetim Kurulu Üyesi Tülay Erünsal, değerli tiyatro ustası Rauf Altıntak ve bazı meslektaşlarımla birlikte otururken, Osman Gidişoğlu’nun kadro meselesi konu olmuştu. Orhan Alkaya, 500 kişilik katılımın olduğu gecede mikrofonu alarak, “Sayın Başkan, keşke masanıza beni de alsaydınız gibi” bir laf ettikten sonra, kadro ve tiyatronun yıkımı konusundaski değerli görüşlerini dile getirmişti.
Masaya oturdu.
Tiyatroyu yıktırdı.
Arkadaşlarını da ....
O gece, başkan, tüm şahitlerin önünde, “evet evet evet” dedi ve “Osman Gidişoğlu”na kadro verildiyse, bu çocukların da önünü açın diye çok net bir emir verdi.
Masada ben vardım.
Başkan da kimsenin ayağına basmadı.
Sevgili, Orhan Alkaya, vekaleten de olsa, masaya oturduysanız, bu çocukların (ki bazısı 50 yaşında) önünü açın.
Eski bir 1402’liksiniz.
O çocuklara bayram şekeri, lolipop vermek ya da 1 Mayıs'ta Marks+Spencer’dan hediye gönderen bir Marksist olmak size yaraşmaz.
Hadi gelin, Can Doğan moderatör olsun, gelecek sene, hiç değilse bir 5 kişinin önünü açın.
O zaman söz veriyorum, İlk tebrik yazısı benden!