29 Nisan 2010 Perşembe

1 MAYIS

1 MAYIS’TA, MEYDANLARDA ÖNCE SANATÇILAR…


NEDİM SABAN
nedimsaban@superonline.com


Saygın yazar Vedat Türkali, Sadri Alışık Sinema Dalında Onur Ödülü’nü aldığı zaman, aydınların, sanatçıların, işçi sınıfından niçin koptuğunu, 1 Mayıs’larda neden işçi sınıfının yanında yürümekten geri durduklarını sorgulamıştı.
O gün ödül almak için sıra bekleyen küçük hanımlar ve beyler, o yaşta yaptırdıkları botoksları akmasın, rujları kokmasın, briyantinli saçları bir yerlerine kaçmasın diye şaşkın, monoton ifadelerle dinlediler yaşlı yazarı!
Bırakın işçi sınıfının sorunlarına duyarlı olmayı, kendi sınıflarının dertleriyle bile ilgili değiller ki. Sendikalaştıkları zaman yapımcılar iş vermez diye mi korkarlar, ne? Ama kendileri en ufak bir haksızlığa uğramaya görsün, maazallah size dünyayı dar ederler.
Oysa daha bir yıl kadar önce işsizlikten intihar eden Yaman Tarcan, “Ömre Bedel” setinde komaya giren Fatma Develi’ , “ Son Bahar” setinde 20 saat çalıştıtıldıktan sonra direksiyon hakimiyetini kaybeden şoförün arabasında yaşamını yitiren Tülin Ergeldi ve Zehra Sezgin örnekleri apaçık ortada!
Tiyatro sanatçılarının ne yazık ki, örgütlü olarak mücadele edebilecekleri oluşumları çok cılız. Sinemacılar ise , Sine- -Sen çatısında, örnek bir mücadele veriyorlar. Nejat İşler, Bergüzar Korel, Halit Ergenç, Tardu Flordun, Memet Ali Alabora, Janset gibi meslektaşlarım onurları için savaşmaktan, meydanlarda olmaktan ürkmüyorlar!
Bir yandan her hafta Türk halkına 90 dakikalık bir mutluluk öyküsü anlatacaksanız, bir yandan setinizde, can yakacaksınız. Yapamazsınız!
1980’den bu yana sesleri daha az çıktığı için midir , son anayasamızda örgütlenme hakları sınırlı tutulduğu için midir nedir, işçi sınıfının sesini daha az duyar olmuştuk.
Dünya düzeldiği için mi?
Hayır. Biz bozulduğumuz için!
Medyamızda, “bu sabah İstinye Park’ta kalktım, akşam Kanyon’da yattım” türünde F tipi yazarlar türediği için.
Vedat Türkali’nin deyimiyle, emek/yoğun sanat dalları bile işçi sınıfından koptu.
Oysa bir filmin, bir dizinin çekimi sırasında harcanan emeği düşünün.
Ne zaman dış çekim yapsam, herhalde benim yeteneksizliğimle de biraz orantılı olsa gerek (!) , onaltıncı kez aynı karenin çekimini izleyen bir sade vatandaş yanıma yaklaşır. “Biz bu işi kolay sanırdık, ama on saniyelik şeyi defalarca çekiyormuşsunuz. Allah çektirmesin!”diyerek, tabanları yağlar.
Oysa, biz sanatçılar, yaptığımız iş bu kadar emek gerektirirken , emekçiden uzak durmayı, kendimizi başka yerde görmeyi o kadar iyi becermişizdir ki, mesela sokakta polisin süreklediği Timuçin Esen’e bakan vatandaş, bir rolü yaratırken, çektiğimiz acıyı anlamaz ve utanmadan “seni biz yarattık” psikolojisine girer!
İşte, bir sanatçıyı yaratmanın zaping aletine bağlı olmadığını kanıtlamak için, işçi sınıfının yanında olmalıyız.
1 Mayıs 2010’un önemi, AKP’nin işçi sınıfına Taksim’i “münasip” görmüş olması değildir.
1 Mayıs 2010’un önemi, Tekel İşçileri’nin kış soğuğunda titreye titreye, Taksim Meydanı’nı işçilere tırnaklarıyla kazandırmış olmalarıdır.
Tekel işçileri, bu ülkenin darbe sonrasının, gölgesinden korkan ve dünya sosyalistleri gözünde bir hiç olan politikacıların bu topraklara kazandıramadığı onurlu demokratik mücadeleyi kazandırmıştır.
Bir yandan Ergenekon’un karmaşık dosyaları, öte yandan en çok solcuları katleden darbecilerin karanlık oyunlarıyla solu sözümona “taraflaştırırken”, Mustafa Kemal gibi bir devrimciyi , Kenan Evren’in başlattığı dizi filmin son bölümlerine montajlamaya müdahale etmek için solun birlik olması gerekiyor 1 Mayıs 2010’da.
1 Mayıs 2010, kanlı 1977’nin politik rövanşı değildir, Türk solunun sabrının eseridir.
1 Mayıs 2010’da sanatçılar Türkali’yi dinlesin ve meydanlara aksınlar.
İşçilerin mi sanatçılara, sanatçıların mı işçilere daha çok gereksinimi olduğu ayrı bir tartışma konusudur ama her iki sınıfın da örgütlü mücadeleye gereksinimi olduğu apaçık ortadadır.
Ben, bugüne kadar işçi sınıfının yanında daha fazla yer alamadığım için kendime kızıyorum.
Örneğin YÖRSAN işçileri, sırf örgütlendikleri için işten çıkartılmışlardı. Üstelik direnişleri “okul çocuklarının psikolojisinin etkilendiği” düşünülerek kırılmak isteniyordu. Ama ben tatile giderken, Balıkesir’de durmamıştım.
Ülkemizde tersanelerde son 8 yılda 50 işçi öldürüldü. Bunlardan çoğu sigortalı bile değilmiş! Ben Tamer Karadağlı ile oynadığım bir dizide Tuzla tersanesinde günlerce çekim yapmış, şu insan yiyen tersaneleri dolaşma gereğini bile hisetmemiştim.
Çünkü nedense, hem yetiştiriliş tarzım, hem son yıllarda sanat dünyamızda işçi sınıfına mesafeli duruş yüzünden, 15/16 Haziran 1970 olaylarından bu yana en büyük işçi eylemi olan TEKEL direnişi gündeme gelene kadar, işçi sınıfını görememiştim.
Sanata ve sanatçıya yaraşan, emekçileri görmezden gelmemektir.
Bugün onları görmezsek , yarın 1960’ların İngiliz Tiyatrosu’ndaki öfkeli kuşak edebiyatı gibi, John Osborne’ların ortaya çıktığı, öfkeli proleterya oyunları izlemek zorunda kalırız!

29.04.2010

22 Nisan 2010 Perşembe

BUGÜN 23 NİSAN

BUGÜN 23 NİSAN, İNSAN OLAN NEŞE İLE DOLAMAZ


Nedim Saban
nedimsaban@superonline.com


Bugün 23 Nisan, neşe dolmuyor insan.
Çağrıcıları arasında olduğum TMK Mağduru çocuklara özgürlük için adalet çağrıcılarından ödünç aldım bu tümceyi.
Sevgili Atatürk’ten ödünç alıp, çocuklarımıza vermiştik sözümona memleketi ama Siirt’te tecavüz ettik, Batman’da hapsettik, ekmek çaldıkları zaman, taş attıkları zaman en ağır cezalara çarptırarak, ağır intikam aldık onlardan. Aman “neşe” anlayışınız buysa ve 23 Nisan’ı bu arabesk, grotesk neşe anlayışla kutluyacaksanız, ne olur neşe filan saçmayın evlatlarınıza!
Bırakın hüzünlü kalsın gözleri…
Bırakın ağlasınlar, bırakın çığlık atsınlar.
En azından çığlık atarlarsa, belki birileri duyar , sahip çıkar onlara….
Bugün 23 Nisan…
Televizyonlarda ne idüğü belirsiz popçular, bazı ablalarının magazine banılmış imajlarının aksine, çocuk dostu bakire şeker kızı oynamak, jön mösyöler de, Türkiye’de çoğalan genç nüfusun sanal hayranlıklarına geçit vermek adına çocuksu, aptal saptal ama neşeli şarkılar söyleyecekse , bırakın neşeyle dolmayalım!
Çünkü o televizyonlar bangır bangır neşe saçtıkça , tecavüze uğrayan ya da ağalara peşkeş çekilen bir genç kızın sesi daha çok bastırılıyor!
Yıllar önce Aktüel Dergisi için söyleşiler düzenliyordum, Trakya’da, öz amcası tarafından tecavüze uğrayan bir kız haberi için yollara düşmüştüm. Biliyor musunuz ki, amca olay yerinden uzaklaştırılmak için apar topar askere yollandığında, kızın öz babası , annenin sanrılar içinde olduğu gerekçesiyle boşanma davası açtı ve bütün köy buna sessiz kaldı. Ve biliyor musunuz ki, ocağına düştüğüm medyatik kadın hakları avukatı, mahsuscuktan davaya sahiplenir gibi yapıp, mahkemeye gitmek zahmetine bile katlanmayarak davanın kaybedilmesine neden oldu!
Rahmetli Ercan Arıklı, aile içi şiddet, ensest gibi konuların Türkiye’de en büyük tabu olduğu, Aktüel’ün bu konudaki kapaklarının ciddi tehdit aldığı konusunda, beni 15 yıl önce uyarmıştı. 15 yıl önceki Türkiye’nin bugünkü Türkiye’den 15 yıl ileride olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem? Bugün Siirt’te yaşanan felaketin devletin kurumları tarafından örtbas edilmesi, Trakya’da sahip çıkılan tecavüzcü amcaya, yani toplumun en ufak birimi olan aileye dayanıyor.
Ailenin saygınlığı toplumun namusu, devletin güvenliği, saygınlığı ya da her neyse, ne, kurumların üzerindeki örtüyü sıkı sıkı koruyarak, bir çocuğun yaşamını hiçe sayan zihniyet, 23 Nisan’da tabi ki neşeli olacak !
Hapishanelerindeki ses duyulmasın diye şarkıların en zevksizini söyletiyorlar popçularına.
Bazen bir evi, bazen bir okulu, bazen bir köyü, bir aşireti, bir karakolu hapishaneye çeviriyorlar.
“Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”, “kızını dövmeyen dizini döver”, “eti senin kemiği benim” sözleriyle büyüyen bir kuşağın çocukları olarak sıkıysa çalın hapishanenin kapısını!
Gardiyanlar baba, gardiyanlar öğretmen, gardiyanlar aşiret reisi, kimi zaman emniyet amiri, vali, bakan, bazen de işkenceyi görmezden gelen bir doktor, savcı, hakim.
Dünyada ilk çocuk bayramını kutlayan ülkenin çocuklarını böyle sorumsuz, böyle sorunlu sorumlulara teslim etmiş olamaz başöğretmenimiz!
Mustafa Kemal, UNICEF’den 30 yıl önce çocuk bayramını kutlamaya başlamıştı.
Ancak, Türkiye’nin Dünya Çocuk Hakları Bildirisi’nde imzası olduğu halde, halen medyada taş atan çocuklar gibi yüzeysel başlıklarla geçiştirilenbinlerce TMK Mağduru çocuğa “çocuk hakları ihlali” yapması, onları hapishanelerde en kötü koşullarda süründürmesi, aylarca mahkemeye bile çıkartmadan, onları topluma kazandırmak yerine, terörist gibi yargılaması karşısında herhalde neşelenecek bir şey yok!
Bugün içi boş kahramanlık şiirleri döktürmenin de gereği yok!
Çocuklara o kadar kötü şiirler ezberletiyorlar ki, 23 Nisan 24.00’dan ertesi 22 Nisan 23.59’a kadar Hasan Hüseyin, Fazıl Hüsnü kürü yapsanız da kulağınızdaki pasını temizleyemiyorsunuz.
Sadece İstanbul’da, ilkokulları turlayan 300 adet tiyatro kumpanyası var. Milli Eğitim Müdürlüğü’nün okulları ziyaret eden tiyatro ve tiyatrocular için koyduğu kriterlere baksanız, Türkiye’de güller açması lazım! Oynanan oyunları, dekor diye bir naylon torba içinde taşınan fon perdelerini görseniz, 23 Nisan 24.00’dan itibaren her gün kahvaltıdan sonra Shakespeare’in oyunlarını kapsül olarak yutsanız bile , yine gördüğünüz felaketi kusmadan edemezsiniz.
Çemberlitaş Anadolu Lisesi öğrencileri, 20 Nisan Günü’nde derslerinden zorla çıkartılarak “kutlu doğum haftası” etkinliğine sokulmuşlar. Salona girerken öğrencilere gül ve lokum dağıtılmış,meçhul sponsorun hadis kitapları hediye edilmiş.
Çocuklara din ve ahlak bilinci aşılamak belli bir yaşa kadar gerekli olabilir ama zaten müfredatta var ! Bir müzeye gitmek için bin tane izin kağıdı gerekirken, meçhul sponsorlar okullarda lokumlar, din kitapları dağıtıyor.
Öte yandan kötü tiyatrolar tehlikeli oyunlar oynuyor: İşte İstanbul’da oynanan, bir çocuk oyunu:
“Çocuk evde ders çalışırken, hırsız girer. Ama çocukla arkadaş olur. Dul anne eve geldiğinde, yakışıklı hırsızla tanışır. Gırgır, şamata! Hırsızın kalacak yeri olmadığı için, burada yaşar. Gündüz çocukla, gece anneyle ilgilenir!
Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan!

18 Nisan 2010 Pazar

AHMET TÜRK'ÜN YUMRUK YEMESİNİ İSTEMİYOR MUSUNUZ?

AHMET TÜRK’ÜN YUMRUK YEMESİNİ İSTEMİYOR MUSUNUZ?


NEDİM SABAN

nedimsaban@superonline.com

Ahmet Türk’ün yumruk yemesini istemiyorsanız….
Hrant Dink’in kurşunlanmasını istemiyorsanız…
“Miğfer” oyununu yasaklamayınız.
….
Ayla Çınaroğlu’nun, 1992 yılında içinde Turgut Özakman, Rutkay Aziz, Yücel Erten, Tamer Levent, Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu gibi gibi yetkin tiyatro adamları, psikologlar ve yazarların bulunduğu kişilerin oluşturduğu TOBAV tarafından ödüllendirilen “Miğfer” adlı çocuk oyunu , geçtiğimiz hafta Hatay Dörtyol Kaymakamlığınca yasaklanmış. Türkiye Tiyatrolar Birliği, Assitej, TOBAV, OYÇED, Çağdaş Drama Derneği, İstanbul Barosu Tiyatrosu gibi tiyatro örgütleri bu kez nasıl olduysa olaya hızla sahiplendiler, kınama bildirileri yayınlayarak bu çağdışı uygulamaya kafa tuttular. Bazı bildirilerde yer alan “kaymakamımızı yeniden düşünmeye çağırıyoruz” sözü beni çok güldürüyor. Dilimize “kendine iyi bak” gibi, bir de bu deyim pelesenk oldu!
Bu kez kaymakam hakikaten “yeniden düşündü” ve yasağı kaldırdı. Ama bazen yeniden düşününceye ceye kadar çok geç kalınmış olabilir.
Eğer bir kişi, Türkiye Cumhuriyeti’nde Kaymakamlığa, Emniyet Müdürlüğüne, Valiliğe, bakanlığa kadar yükselmişse, artık “yeniden düşünme” mertebesini çoktan geçmiştir.

Aman sevgili Erdal İnönü, yeniden düşün de, Sivas katliamını engelle diyebiliyor musunuz? Ölülerinizle yüzleşmekte geç kalmışsınızdır artık!
Ahmet Türk yumruğu yemiş, ne olur yeniden düşün, Samsun Emniyet Müdürü…
Hrant öldürülmüş, lütfen yeniden düşün, İçişleri Bakanı!
Transseksüeller dövülüyor, yeniden düşün Beyoğlu Emniyet Amiri!
2010’da oyun sansürlüyorsun, sanatçılar turnelere giderken hala seks işçisi gibi nüfus kağıdı, ikametgah senedi gösteriyorlar , bir HIV testi istemediğiniz eksik… Yeniden düşün Kültür Bakanı!

İzmir ve Ankara Devlet Tiyatrosu başta olmak üzere Türkiye’nin her köşesinde defalarca oynanan “ödüllü” bir oyunu , 28 yıl sonra durup dururken “karakterlerin olumsuz davranışlar sergilemesi, orduyu rencide edici ifadelerde bulunulması, mesajın yanlış yollarla verilmesi, esprilerin seviyesizliği, sıkça argo sözcük kullanılması” nedeniyle yasak altına alan bu zihniyete imza atanların bir bölümü ertesi sabah genç beyinlere eğitim vermeye gidecek, belki sayın kaymakam ileride daha yüksek makamlarda görevler yapacak.

Gençlere “barışı anlatan” bir tiyatro oyunundan sakınmak, çocuklara savaşın kötü yanlarını anlatmaktan çekinmek niye? Toplumumuzda şiddetin körüklediği olayların yıllardır ne canlar yaktığını hepimiz bilmiyor muyuz? Komisyonu oluşturan eğitmenler olarak gazetelerin birinci sayfalarını pas geçseniz bile, üçüncü sayfalarını da mı okumuyorsunuz?

TOBAV, oyunla ilgili olarak kaleme aldığı kınamada “Miğfer”,’in 28 yıldır, Türkiye’nin hiçbir bölgesinde soruşturulmadığını da dile getirmiş. Sanki Hatay Dörtyol Türkiye’nin farklı bir bölgesiymişçesine, MİĞFER Dörtyol’da yolunmuş !



Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu akıl dışı uygulamasını anlamak zaten imkansız. Türkiye’yi kamplara bölmüşler. Düşünün Amasya’da oynadığınız oyun için, Diyarbakır’da tekrar komisyon kararı aldırtmak zorundasınız , Antalya’nın şirin bir beldesi için yeniden başvuru yapmak zorundasınız!

O ilçenin kaymakamı, ilçe milli eğitim müdürü hangi tarikata yakınsa, kendi sevdiği oyunların kayırılması sözkonusu. Belki Dörtyol’da olduğu gibi “Miğfer”i yasaklayacak kadar ileri gidemiyor ama Hacıcavcav ile Karagöz’e ne taklalar attırıyorlar bir bilseniz!

Umarız yeni Milli Eğitim Bakanı bu konuda kararlı, sağlam adımlar atar. Türkiye’de eğitimin, öğretimin bir bütün olduğunu, Hatay’da ayrı, Edirne’de ayrı uygulamalar yapılamayacağına karar verir.

Yoksa, bir de iş savaş karşıtı bir oyunu yasaklamaya varırsa, yarın okullarımızdan mini tetikçiler, üçüncü sayfa katilleri çıkacağından korkarım. Yıllar önce Dr. Stres adlı programımda bir ortaokul bahçesinde gömülü bıçakları ekranda göstermiş, şiddetin ailenin en küçük ferdinin kanına işlendiğini belgelemiştim.

Bir ülkeyi bölmek için, bir yuvayı bölmek, bir anne ile oğlun arasına, sadece Kurtlar Vadisi’ni değil, bir bıçak sokmak, bir çocuğu “savaş karşıtı” bir oyundan soğutmak yeter!

Bu arada, MİĞFER konusunda duyarlı davranan tiyatro örgütlerimiz, Batman’ın Tek Kürtçe Tiyatro Grubu Arsen Paladov Tiyatrosu üyesi Abdullah Tarhan’a, beş yıl “sanat yasağı” verilmesine nedense tepkisiz kaldılar! Nedenini ben biliyorum. Abdullah Tarhan ile görüş ayrılıkları vardır. Bu ne biçim bir demokrasi anlayışıdır ki, bu topraklarda bir sanatçının “beş yıl sanat yapmamasını”, bu dramı görmezden gelerek, sadece gündemi Dörtyol’a kaydırmayı içine sindirir? Hani, yüreğiniz, içerdiği sözden bağımsız olarak, sanatın, sanatçının özgürlüğü için atıyordu?

Savaş istemiyoruz, barış istiyoruz, demokrasi istiyoruz, özgür düşünce, ifade özgürlüğü istiyoruz demek iyi hoş ama bunları kendiniz için değil, başkaları için de istemek, paylaşmayı bilmek lazım!



Bu yazı 19 Nisan 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

16 Nisan 2010 Cuma

MONİK BENARDETE'NİN ARDINDAN

Sizler Monik Benardete’nin cenazesini, gazetelerde Türk sosyetesinin 58 yaşındaki renkli simasının kaybı olarak okumuş olabilirsiniz ama onun gidişi, İstanbul kenti için çok büyük bir kayıp.
Moniğin babası zamanının çok önemli bir iş adamıymış. Atatürk’ün isteğiyle İstanbul/ Sivas demiryolunu inşa etmiş. Bir anlamda, kente göçün de mimarlarından sayılır.
Monik, röportajlarından birinde İstanbul’da topu topu 22 asil ailenin birden bire sayısının artmasına değinirken, “çek defteri ve banka karnesinin değeri arttı” diyordu !
Önemli bir müzayede öncesinde satışa çıkacak çok değerli tablolara bakarak, “Sakıp Bey öldü, Sabancı’ların duvarlarında da yer yok! Bu tablolar kime gidecek? “ diye soracak kadar da saf, katıksız olabiliyordu bazen.
Zülfü Livaneli’nin “Leyla’nın Evi” adlı oyununun hazırlığı içindeyim şu sıralar. Monik, her ne kadar boğazda münzevi bir hayat yaşamamış, İstanbul’un çirkinleşmesi, toplumun değişmesiyle yüzleşmiş olsa da , benim için Leyla karakteriyle fazlasıyla benzerlikler taşıyor!
Yoksa, günde üç tane insülin iğnesi vurdurturken ve doktoru zatürre teşhisiyle ona acilen hastaneye gitmesi konusunda uyarı yapmışken, Papermoon’a gitmezdi!
İstanbul’un son haliyle yüzleşmemek için bilinçaltında bir intihardı Moniğinki!
İstanbul öldürdü Moniği. Kentin değişimi, yıkımı, rantiyelere peşkeş çekilmesi onu intihara sürükledi!
Art nouveau, Art deco, oryantalist ve Beyoğlu turları konusunda uzmanlaşmıştı Monik!
İstanbula İstanbullu olmayı öğretmeye adamıştı kendini.
Çiğdem Simavi ile birlikte KÜSAV ( Kültür ve Sanat Varlıklarını Koruma Vakfı ) yararına yaptığı çalışmalar saymakla bitmez! Türk kültürü ve İstanbul’a hizmet etmeye adamıştır kendisini.
Şehirde dillere destan olan davetleri Çiğdem Simavi’nin Halas Gemisi’nde olurdu çoğunlukla. Ama yıllardır kapalı kalmış olan Tophane-i-Amere’yi de ilk kez açtıran odur! Davet bahane tabi. Bilinçaltında İstanbul’lulara yaşanmaya değer İstanbul’u tekrar yaşatmak vardır.
Televizyon izleyicileri, gazete okuyucuları bu davetlerde görgüsüzce şampanya patlatıldığının, eşekçe harcama yapıldığının sanrısı içinde olabilirler. Nasıl bir öfkedir ki bu, bir ölünün arkasından bile gazetelerin internet sitelerine “sosyete şimdi cenazede ne giyeceğini düşünüyordur” diye çiziktiriyorlar!
Aşk-ı-Memnu’da kahvaltıya görgüsüz uzun elbiselerle inilen, magazin programlarında elin orospusu için elin yeni zenginin 28 şişe şampanya patlatıp, elin 44 numaralı ayakkabılı hatunun ayakkabısından köpüklü şarap içtiği programlarla büyümüş kuşağın intikamı diye saymak lazım bunu!
Beyoğlu’nda Markiz Pastanesi’nin içindeki Arnoux imzalı Art Nouveu fayans panolar ve Mazhar Resmol’a ait Art Deco vitrayları görmemek onların suçu değil ki Monikçiğim. Markizin camında hamburger+cips 5 lira, kapısında da Darty yazıyor yıllardır.
Monik, sadece İstanbul’da değil, New York, Paris, Londra’da hamburgercisinden, müzesine, dondurmacısından, tiyatrosuna, en yeni filmden en trendy dükkanına kadar yaşama kültürünü bilen bir insandır.
İstanbul sosyetesine, bir davette bundan 50 yıl önce “güveçte kurufasulye” ikram ederek, görgüsüzlüğe, pahalı yaşamaya değil, zevkli olmaya imza atmıştır. Kaldı ki, yine bir söyleşisinde İngiliz gümüşü ve Fransız tabağından öte bir kültüre sahip olmayan batı hayranı sosyeteyi eleştirerek, Osmanlı eserlerinin ortaya çıkması konusundaki çalışmalarından da uzun uzadıya söz eder.
2 yaşından bu yana dostumdu. Yani 41 sene.
Eski eşinin de ne kadar tatlı olduğunu bildiğim için, o zamanlar mutlu bir evliliği olduğunu düşünüyordum.
Ama evlilik dar gelmişti o çılgına! Zaten Ayşe Arman’a da evliliklerin saat 19 ile 22 arasında yaşandığını çünkü eşlerin, 22’de televizyon karşısında uyuduklarını, sabah da işe gittiklerini anlatmıştı.
35 yıl önce saçlarını kırmızıya boyattığı zaman duyumsamalıydım iç dünyasındaki isyanını. Ayşe’nin röportajını beklememeliydim.
O benim Leydi Diana’mdı.
Sadece Leydi Di’den çok daha yalnız bir biçimde gitmişti ölüme.
Oysa, basın tarafından izlenmeyi, takip edilmeyi, gündemde olmayı, o kadar severdi ki, belki de kovalanarak ölmek isterdi.
Monik, diyabet . İsteseydi, daha kontrollü yaşayabilirdi. Ama, o gitgide şişmanlayarak,
toplumda “yer kaplamak” istedi.
Basına anlattığına göre çok önemli bir iş adamı olan babası o dönemde bir kız çocuğu yetiştirmenin ve gözler önünde olmanın endişesiyle olsa gerek, kendisine “baskı” yapmış, ardından 17 yaşında gelin gittiği evde kendini bulamamış, hayatının son dönemlerinde de sosyetede göz önünde olanları “eşek”ten sayan kendi cemaatinin önde gelen kişilerini “kınayarak”, yine kurulu düzenle ters düşmüştü .
Elinden geldiğince düzene karşı koydu, boşandı, evlendi, çarpıcı röportajlar yaptı, çok konuşulan davetler verdi, saçını boyattı, çılgın kahkahalar attı, zayıfladı, şişmanladı, deli ama her zaman zevk sahibi kıyafetler giydi…
Fakat İstanbul’u çok fena kaptırdığını anladığı gün, şairin dediği gibi, İstanbul’u gözleri kapamayı dinlemeyi tercih etti.
Şimdi, mutludur orada! En azından, o taraftakilerlerin, İstanbul’a, bu taraftakilerden daha fazla sahip çıkacağı kesin! ( Sevgili Mo, bir İstanbul aşığı Ali Koçman ve yine beraber çook güldüğümüz Mario Rodrik’e çok selam söyler misin benden, tabi görürsen. Görmezsen, lütfen yolunu değiştirme)
Monik, sinemaya gitmiş bir gün. Kimsecikler yokmuş. Makinist ve o!
Reklamlar başlamış.
“Geçiniz reklamları” demiş!
Makinist ise, “mecburum” yayınlamaya diye tutturmuş.
Monik, “nasılsa seyretmiyorum deyip,” makinistle kavgaya tutuşmuş.
O gün duvarda görünmez olup, o renkli kavgaya tanık olmayı ne çok isterdim.
Ya da, Moniğin bugün melek olup, bu yazıyı okumasını diliyorum. Okuyorsa, ona şunu sormak isterim.
“ Sevgili Mo, nefes tüketeceğine, reklam kaç dakika diye sorup, dışarıda patlamış mısır yemeyi akıl edemedin mi? Akılsız dostum! Bak şimdi, o kadar sevdiğin hayattan, bir paket patlamış mısır eksik yiyerek ayrıldın. Niye yaptın bunu? Çok erken olmadı mı?

12 Nisan 2010 Pazartesi

BAKAKALIRIM GİDEN EMEK SİNEMASININ ARDINDAN

Emek Sineması yıkılacakmış. Pardon, yıkılmayacakmış. Beyoğlu Belediye Başkanı yıkılmayacağını söylemiş. O söylediyse, doğrudur.
Emek Sineması, aylardır kapalı duruyor. Ama açılacakmış.
AKM’ye de öyle diyorlar. Mahkemesi filan vardı zavallının. AKM, hantal bina ya, o kocaman vücuduyla daracık adliye koridorlarına nasıl sığdı bilmiyorum, ama Taksim’in göbeğindeki binayı bile İstanbulluların gözünde sığıntı hale getirmeyi çabaladılar.AKM’nin A’sına, K’sına ve M’sine dokunmadan tadil edin dedi hakimler!
Muhsin Ertuğrul’un şaşalı açılış töreninde, sanatçı eşrafını da yanlarına alarak önce yargıya küfürü salladılar, yargı senle benim arama giriyor, benim derdim AKM’nin A’sında dediler.
Kim yeşil diyorsa, fazlasıyla yanılıyor.Bunların gözü çok kara.
Muhsin Ertuğrul faciasında önce yeşil alanlar yok oldu.
Mesele, tiyatro filan değil, alttan üstten, yandan yol geçirmek.
O kadar rahatım ki şimdi. Zıırt diye gidiyorum Maçka’daki evime. Kongre olduğu zaman tabi ki tiyatroyu da kapatacaklar, (yaptılar zaten ) kongre olduğu zaman memleketi tatil ettirecekler,amaan bana ne ben de evcağızımda diziciğimi seyrederim.
AKM’nin A’sını da yıkıp, kocaman bir otopark yapsalar, olmayan arabamı park edeceğim.
Zaten neyin tartışmasını yapıyoruz anlamış değilim? AKM’nin dişlerini ve fişlerini çoktan çektiler. İçi bomboş, koltukları sökülmüş , tüm ses ve ışık sistemleri gitmiş. Yani, yapıcı bir biçimde yıkacaklar, ya da dişleri çürümüştü çekiverdik diyecekler.
Bizim demode solcular halen Taksim’e cami, Harbiye’ye heykel tartışması yapadursunlar, memleketimin güzel topraklarının dolar ve euroya hazin dönüşümü karşısında kanım emiliyor, tırnaklarım çekiliyor.
Emek Sineması da AKM gibi önce çürütülüp, sonra yürütülecek.
Beyoğlu Belediyesi, ahlaka mugayir bulduğu “Yala ama Yutma” oyunundaki incecik yutma politikasıyla, belki burayı da yangın merdiveni yokluğuyla yutacak!
Beyoğlu Belediyesi, “Emek Sineması, açılacak diyorsa,” hele bunu onlar diyorsa, hiç inanmam!
Gidin Beyoğlu Belediyesi’nin Karaca Tiyatrosu’na ! Bu tiyatronun hangi tarikatlara, hangi cemaatlere peşkeş çekildiğine tanık olun.
Dini inançlara saygım sonsuz, dinsizlere sevgim büyük. Ama Türkiye’de başka mekan yokmuş gibi, Karaca tiyatrosu’nun dine alet edilerek, profesyonel tiyatrolara kan kusturulması, üstelik bütün bunların Muammer Karaca ustanın adının altında yapılması beni kusturuyor!
Şimdi Emeği yıkarlar, alışveriş merkezi yaparlar tabi.
Bir kere isimden kaybediyor.
Bu zamanda Emek diye isim mi olur?
Bonus, prestij, papatya, akasya varken….
Sonra semtten kaybediyor!
Beyoğlunun orta yerinde sinema mı olur! Hazır Alkazar’da gitmişken, Beyoğlu Sineması can çekişirken!
Sonra 875 kişilik sinema mı olur?
Emek, bilgi, üretim, birlikte yaşama, paylaşma kültürü parçalanmışken, Beyoğlu’nun ortasında 875 kişilik Emek Sineması’nın varolması hayaldir.
Emek Sineması’nı alışveriş merkezine dönüştürmeye hazırlanan Multi Turk Mall’ın Ceo’su Levent Eyüboğlu’nu tanırım. Sabah helikopterine atlayıp, kuşbakışı arsa beğenir, akşam Hollandalı partnerlerine arsayı satar, bir yıl sonra kentin stadyumun yerini değiştirip yeni adıyla yaşam merkezine dönüştürür, üç yıl sonra ödül alır. Herhalde İstiklal Caddesi’ndeki Emek Sineması’nı keşfetmek için helikoptere binmesine gerek kalmamıştır. İmdi, Levent Bey, helikopterine binerek, emek için protesto gösterileri yapan şahısları izlemek için ek mesai harcamak zorunda kalacak anlaşılan.
Ama bu konuda hükümetten yardım isteyebilir. Muhsin Ertuğrul’dan yana, bizimkilerin fişleme kültürü çok gelişti. Hazır helikopter de varsa, yukarıdan fişlemek daha hayırlı olur.
Emek sinemasının emektar müdürü vefat etmemiş olsaydı, çok daha zor olacaktı burayı yıkmak!
Sırada Haydarpaşa var daha! Burası için de, helikopterine atlayacak alışveriş merkezi gurularına, dahi çocuklara ihtiyaç var.
İTÜ Taşkışla Sahnesi Oyuncuları, bir yılı aşkın bir süredir sahnesiz. Ne tuhaf değil mi adlarında sahne var ama sahneleri yok. Provalarını koridorda yapıp, oyunlarını koridorda oynuyorlar.
Rektörlerimiz yıkma kültürünü üniversiteden vermekte çok haklılar. Hiç olmazsa çocuklar hayata atıldıklarında, mekansız kalırlarsa , sudan çıkmış balığa dönmezler. Buradan, İTÜ Rektörü’nü kutluyor, tüm Türkiye’ye örnek olmasını diliyorum.
MHP’li Kemer Belediyesi de tiyatrosunun oyuncularını tasarruf nedeniyle “ belediye “zabıtası” yapmış. Oyuncular bildiri yayınlamış, “biz halimizden memnunuz, polemik yapmayın, başkanımız baldan tatlı” demişler. Seçim kazanır kazanmaz heykel kaldırtan başkanın savunması “tiyatroyu yıkmadık ya” olmuş…
Haklı aslında!
Bu durumda yıksa ne olur, yıkmasa ne olur?
Mesela AKM yıkılmadı da, ne oldu? Emek böyle kalsa, yıkılmamış mı oluyor? Karaca’nın varlığıyla Muammer Karaca diye bir ustayı ölümsüzleştirmiş mi oluyoruz?
Bir sabah ben de uyanmışım mesela…. Bu yazıdan sonra beni “balıkçı” yapmışlar!
Tamam da, bırakın karaları, suları bile satmışlarken, bu saatten sonra boğazda balıkçı olsam ne olur, olmasam ne olur?


Bu yazı 11 Nisan 2010 tarihli Birgün gazetesi2nde yayınlanmıştır.

5 Nisan 2010 Pazartesi

İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİNDEN DIŞLANAN KÜRT TİYATROCULAR

Birkaç aydır gerek Milliyet Sanat Dergisi için hazırladığım dosyalar nedeniyle , gerek bu coğrafyada birlikte yaşadığımız insanların varoluş mücadelelerinde sanatın kendini nasıl ifade ettiğini fazlasıyla önemsediğim için Kürtçe tiyatro konusuna yoğun emek harcıyorum.

Geçen gün İnsan Hakları Derneği Önünde, İKSV’nin düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali’nden dışlandıkları için basın açıklaması yapan Kürt Tiyatrosu emekçilerini yalnız bıraktığımdan dolayı ne kadar üzüldüğümü, orada, yeni tanıştığım sevgili dostlarımın yanında, İKSV’nin karşısında olmak için neler feda edebileceğimi bir bilseniz!

Tiyatro Boyalı Kuş’un Genel Sanat Yönetmeni Jale Karabekir’in feminist dramaturjileriyle tiyatromuza armağan ettiği metinlere, Augusto Boal ezilenler tiyatrosu çalışmalarına hayranım, Kürtçe olarak sergilediği ve İbsen Vakfı tarafından ödüllendirilen “Nora” adlı oyununu da merakla bekliyorum. Üstelik, ne acıdır ki,
Tiyatro Boyalı Kuş, partizan bir tavırla, Güneydoğu bölgesine sokulmuyor. Yani, İKSV tarafından dışlandığını söyleyenlerden bazıları , belki de bir partinin sempatizanı olmadıkları için bu feminist grubun dışlanmasına razı geliyorlar.

Seyr-i-Mesel Tiyatrosunun Sanat Yönetmeni Erdal Ceviz, Ocak ayında Milliyet Sanat Dergisi’ndeki söyleşimizde Kürt Tiyatrosu’ndaki gruplaşmalardan açıkça yakınmış, Mezopotamya Kültür Merkezi’nden estetik ve politik ayrışmalar nedeniyle doğan toplulukların Güneydoğu ve İstanbul’da salon bulamadıkları, seyirciyi örgütleyemedikleri, para sıkıntısı çektikleri, zaman zaman dekor ve kostümlerini bile çöplerden toplamak zorunda kalarak prodüksiyonlar kotardıklarından yakınmıştı. Önümüzdeki günler , DTP’nin kapatılmasından sonra Kürt Tiyatrosu Kurultayı toplama kararını bir şemsiye gibi gösterse de, bu şemsiye, farklı estetik ve siyasi arayıştaki grupları dışarıda tutarak ne yazık ki ötekileştirmekten öteye gidemeyecektir! Aynen, İKSV’nin, bu coğrafyada yıllardır Kürtçe tiyatro yapan emekçileri ötekileştirdiği gibi…

Bu arada Kumbaracı 20’de izlediğim Destar Theatre’ın, modern Kürt Tiyatrosu’nda öncü olarak attığı adımların azımsanamayacağını, yaşamımda ilk kez Kürtçe olarak izlediğim Reşe Şeve (Karabasan) adlı oyunun hiç unutamayacağım bir tiyatro deneyimi olarak ömrümün sonuna değin düşlerimi süsleyeceğini belirtmeliyim.

1997’de Ankara Festivali’nin kabul ettiği Kürtçe tiyatro gerçeğini, İstanbul Festivali’nin 13 yıl sonra, tam açılım zamanında, İKSV’nin devletle ilişkileri , hiç bu kadar yakın ve maddi durumu hiç bu kadar kötü olmamışken kabul etmesi sadece bir tesadüf müdür?

Üniversite tezini İbsen ile yapmış biri olarak, Nora’nın ne kadar politik olduğunu çok iyi bilirim. Ama yine klasik bir metin seçerek ne şiş yansın, ne kebap demek ve “açılım” yaparak, “devletlü” olma telaşını sezmemek için hakikaten “saftorik” olmak lazım! İstanbul Tiyatro Festivali’nde Kürtçe tiyatroda bu coğrafyada sanki Kürt sorunu yokmuş gibi bir tavır takınmak, çok ayıp doğrusu!

Bu memlekette analar ağlamıyor mu? Bu memlekette silahlar patlamıyor mu? Şu anda halen etnik kökenlerinden, düşüncelerinden dolayı tutuklu ozanlar yok mu? Ya taş attıkları iddia edilen TMK mağduru çocuklar? Aydınlatılmamış faili meçhul cinayetler? Kürtçe konuştuğu için sövülen dövülen vurulan kırılanlar?

Söyleyin Allah aşkına bir tiyatro festivalinin sorumluluğu bu gerçekleri ortaya sermek olmamalı mı? Yönetici egolarınızı başka zamana saklayın, bari festival zamanları , şenlik günlerinizde aralayın şu ürktüğünüz gerçeklerin perdesini! Festival, Latince festivus, bolluk, bayram demek. Ey egosantrikler, bari festivallerde şenlendirin, çeşitlendirin hayatı ! Bari orada yüzleştirin seyircinizi gerçeklerle.

Türk seyircisini kandırırsanız bile, sanırım yurtdışından gelen eleştirmenleri “tiyatro açılımı” konusundaki devletlü tavrınızla bu kez kandıramayacaksınız. Canlılar inansa da size, Hamlet’in hayaleti dolaşıyor tepenizde!