16 Nisan 2010 Cuma

MONİK BENARDETE'NİN ARDINDAN

Sizler Monik Benardete’nin cenazesini, gazetelerde Türk sosyetesinin 58 yaşındaki renkli simasının kaybı olarak okumuş olabilirsiniz ama onun gidişi, İstanbul kenti için çok büyük bir kayıp.
Moniğin babası zamanının çok önemli bir iş adamıymış. Atatürk’ün isteğiyle İstanbul/ Sivas demiryolunu inşa etmiş. Bir anlamda, kente göçün de mimarlarından sayılır.
Monik, röportajlarından birinde İstanbul’da topu topu 22 asil ailenin birden bire sayısının artmasına değinirken, “çek defteri ve banka karnesinin değeri arttı” diyordu !
Önemli bir müzayede öncesinde satışa çıkacak çok değerli tablolara bakarak, “Sakıp Bey öldü, Sabancı’ların duvarlarında da yer yok! Bu tablolar kime gidecek? “ diye soracak kadar da saf, katıksız olabiliyordu bazen.
Zülfü Livaneli’nin “Leyla’nın Evi” adlı oyununun hazırlığı içindeyim şu sıralar. Monik, her ne kadar boğazda münzevi bir hayat yaşamamış, İstanbul’un çirkinleşmesi, toplumun değişmesiyle yüzleşmiş olsa da , benim için Leyla karakteriyle fazlasıyla benzerlikler taşıyor!
Yoksa, günde üç tane insülin iğnesi vurdurturken ve doktoru zatürre teşhisiyle ona acilen hastaneye gitmesi konusunda uyarı yapmışken, Papermoon’a gitmezdi!
İstanbul’un son haliyle yüzleşmemek için bilinçaltında bir intihardı Moniğinki!
İstanbul öldürdü Moniği. Kentin değişimi, yıkımı, rantiyelere peşkeş çekilmesi onu intihara sürükledi!
Art nouveau, Art deco, oryantalist ve Beyoğlu turları konusunda uzmanlaşmıştı Monik!
İstanbula İstanbullu olmayı öğretmeye adamıştı kendini.
Çiğdem Simavi ile birlikte KÜSAV ( Kültür ve Sanat Varlıklarını Koruma Vakfı ) yararına yaptığı çalışmalar saymakla bitmez! Türk kültürü ve İstanbul’a hizmet etmeye adamıştır kendisini.
Şehirde dillere destan olan davetleri Çiğdem Simavi’nin Halas Gemisi’nde olurdu çoğunlukla. Ama yıllardır kapalı kalmış olan Tophane-i-Amere’yi de ilk kez açtıran odur! Davet bahane tabi. Bilinçaltında İstanbul’lulara yaşanmaya değer İstanbul’u tekrar yaşatmak vardır.
Televizyon izleyicileri, gazete okuyucuları bu davetlerde görgüsüzce şampanya patlatıldığının, eşekçe harcama yapıldığının sanrısı içinde olabilirler. Nasıl bir öfkedir ki bu, bir ölünün arkasından bile gazetelerin internet sitelerine “sosyete şimdi cenazede ne giyeceğini düşünüyordur” diye çiziktiriyorlar!
Aşk-ı-Memnu’da kahvaltıya görgüsüz uzun elbiselerle inilen, magazin programlarında elin orospusu için elin yeni zenginin 28 şişe şampanya patlatıp, elin 44 numaralı ayakkabılı hatunun ayakkabısından köpüklü şarap içtiği programlarla büyümüş kuşağın intikamı diye saymak lazım bunu!
Beyoğlu’nda Markiz Pastanesi’nin içindeki Arnoux imzalı Art Nouveu fayans panolar ve Mazhar Resmol’a ait Art Deco vitrayları görmemek onların suçu değil ki Monikçiğim. Markizin camında hamburger+cips 5 lira, kapısında da Darty yazıyor yıllardır.
Monik, sadece İstanbul’da değil, New York, Paris, Londra’da hamburgercisinden, müzesine, dondurmacısından, tiyatrosuna, en yeni filmden en trendy dükkanına kadar yaşama kültürünü bilen bir insandır.
İstanbul sosyetesine, bir davette bundan 50 yıl önce “güveçte kurufasulye” ikram ederek, görgüsüzlüğe, pahalı yaşamaya değil, zevkli olmaya imza atmıştır. Kaldı ki, yine bir söyleşisinde İngiliz gümüşü ve Fransız tabağından öte bir kültüre sahip olmayan batı hayranı sosyeteyi eleştirerek, Osmanlı eserlerinin ortaya çıkması konusundaki çalışmalarından da uzun uzadıya söz eder.
2 yaşından bu yana dostumdu. Yani 41 sene.
Eski eşinin de ne kadar tatlı olduğunu bildiğim için, o zamanlar mutlu bir evliliği olduğunu düşünüyordum.
Ama evlilik dar gelmişti o çılgına! Zaten Ayşe Arman’a da evliliklerin saat 19 ile 22 arasında yaşandığını çünkü eşlerin, 22’de televizyon karşısında uyuduklarını, sabah da işe gittiklerini anlatmıştı.
35 yıl önce saçlarını kırmızıya boyattığı zaman duyumsamalıydım iç dünyasındaki isyanını. Ayşe’nin röportajını beklememeliydim.
O benim Leydi Diana’mdı.
Sadece Leydi Di’den çok daha yalnız bir biçimde gitmişti ölüme.
Oysa, basın tarafından izlenmeyi, takip edilmeyi, gündemde olmayı, o kadar severdi ki, belki de kovalanarak ölmek isterdi.
Monik, diyabet . İsteseydi, daha kontrollü yaşayabilirdi. Ama, o gitgide şişmanlayarak,
toplumda “yer kaplamak” istedi.
Basına anlattığına göre çok önemli bir iş adamı olan babası o dönemde bir kız çocuğu yetiştirmenin ve gözler önünde olmanın endişesiyle olsa gerek, kendisine “baskı” yapmış, ardından 17 yaşında gelin gittiği evde kendini bulamamış, hayatının son dönemlerinde de sosyetede göz önünde olanları “eşek”ten sayan kendi cemaatinin önde gelen kişilerini “kınayarak”, yine kurulu düzenle ters düşmüştü .
Elinden geldiğince düzene karşı koydu, boşandı, evlendi, çarpıcı röportajlar yaptı, çok konuşulan davetler verdi, saçını boyattı, çılgın kahkahalar attı, zayıfladı, şişmanladı, deli ama her zaman zevk sahibi kıyafetler giydi…
Fakat İstanbul’u çok fena kaptırdığını anladığı gün, şairin dediği gibi, İstanbul’u gözleri kapamayı dinlemeyi tercih etti.
Şimdi, mutludur orada! En azından, o taraftakilerlerin, İstanbul’a, bu taraftakilerden daha fazla sahip çıkacağı kesin! ( Sevgili Mo, bir İstanbul aşığı Ali Koçman ve yine beraber çook güldüğümüz Mario Rodrik’e çok selam söyler misin benden, tabi görürsen. Görmezsen, lütfen yolunu değiştirme)
Monik, sinemaya gitmiş bir gün. Kimsecikler yokmuş. Makinist ve o!
Reklamlar başlamış.
“Geçiniz reklamları” demiş!
Makinist ise, “mecburum” yayınlamaya diye tutturmuş.
Monik, “nasılsa seyretmiyorum deyip,” makinistle kavgaya tutuşmuş.
O gün duvarda görünmez olup, o renkli kavgaya tanık olmayı ne çok isterdim.
Ya da, Moniğin bugün melek olup, bu yazıyı okumasını diliyorum. Okuyorsa, ona şunu sormak isterim.
“ Sevgili Mo, nefes tüketeceğine, reklam kaç dakika diye sorup, dışarıda patlamış mısır yemeyi akıl edemedin mi? Akılsız dostum! Bak şimdi, o kadar sevdiğin hayattan, bir paket patlamış mısır eksik yiyerek ayrıldın. Niye yaptın bunu? Çok erken olmadı mı?