31 Mart 2010 Çarşamba

DİYARBAKIR'DAN KÜRTÇE TİYATRO İZLENİMLERİ

Milliyet Sanat Dergisi’nin Ocak ayı sayısında Türkiye’deki Kürt Tiyatrosu üzerine geniş bir araştırma yapmış, bu topraklarda Kürtçe Tiyatroya emek veren sanatçılarla söyleşmiştim. İstanbul’daki üç değişik tiyatro topluluğunun temsilcileri, yıllardır Kürtçe Tiyatro ilk olarak 1998 yılında Ankara Tiyatro Festivali’nde Kürtçe tiyatro kavgasını kazandıkları halde, aynı yıl, aynı kentte, aynı oyunun yasaklandığını anlatmışlardı.

Kürtçe tiyatro, bu iklimde halen ikilimleri barındırmaya devam ediyor. DTP’nin kapatılmasının ardından, ne yazık ki darmadağın! Tiyatro yapacak salonları yok, turne yapacak güçleri yok. Mezopotamya Kültür Merkezi’nden estetik ve belki de siyasi bakış açılarındaki farklılık nedeniyle ayrılarak varolmaya çalışan toplulukların üzerinde, yeni bir baskı unsuru oluşmuş: “Birleşin!”

İlk bakışta bir birlik ve dayanışma mesajı gibi görülen bu ültimatomun, Kürtçe tiyatro yapan toplulukları kısa vadede derleyip toplayacağı düşünülse bile, uzun vadede,
bir denetim mekanizasmasının oluşturularak, 2010 yılına kadar zincirlerini kırmayı başarmış , yeni estetik arayışlara girmiş olan , folklorikten evrenselliğe geçen , “öteki” olmayı sadece mağdur olmak değil, “farklı” olabilmek ile özdeşleştirmeye hazır yeni Kürtçe Tiyatro arayışlarını derinden vuracağından, uzun vadede denetim ve otosansüre yol açacağından korkarım. Umarım, Ekim ayında Diyarbakır’da yapılması kararlaştırılan Kürt Tiyatrosu Kurultay’ında tüm bu çekinceler açıkça ortaya açıkça konularak, Kürt Tiyatrosu’nun merkeziyetçi bakış açısıyla yönetilmesi güdüsünden kurtulunur.

Beni bu endişeye Destar Tiyatro’dan Kürtçe izlediğim, deneysel oyun daha da çok itti. Topluluğun Kumbaracı 20’de sunduğu, Mirza Metin’in yönettiği, “Reşe Şeve” sini, Türkçe üstyazıyla izlerken, daha önce bir okuma tiyatrosu faaliyetinde birlikte sahneyi paylaştığım Berfin Zenderlioğlu adlı genç meslektaşımla, bu kez bir izleyici olarak “Başka Dilde Aşk” yaşadığımı itiraf etmeliyim. Sahneden seyirciye yansıyan bu sıcaklık, ilk kez duyduğum ve son derece tiyatral olduğunu düşündüğüm Kürt dili deneyimimle doruğa ulaştı. Bir kadının, erkek dünyasıyla hesaplaşmasını konu edinen oyunda, “savaş ve “devlet”kavramları , erkek dünyasıyla özdeşleştirilmiş. Oyunda kadın, Mere Şeve (gecenin erkeği) ile Reşe Şeve (gecenin karası) arasında, erkeğin kadının düşleri üzerindeki kuşatmasını ağır bir karabasan olarak yaşıyor. Oyunda yer yer gülüyor, oyunun dengesini bozan ve kanımca hiç olmaması daha yerinde olan son sahnedeki erkek varlığının sadece bir karabasan olarak kalmasını istiyorsunuz! Kültür Bakanlığı’na, Destar’ı, desteklediği için teşekkür etmeliyiz. Büyük bir olasılıkla, açılım nedeniyle, “bir de Kürtçe oyun olsun” diye pozitif ayrımcılık yapmışlar, ancak bilmeden de olsa yılın en iyi oyunlarından birini ödüllendirmişler.

“Devlet baba bu, sever de döver de fikrini kabul ederseniz”, Diyarbakır’da ilçe belediye başkanları halen tutuklu bulunduğu için siyah bir bayrağı aşarak girdiğiniz belediye binasının arkasında izlediğiniz , Kürtçe Buzlar Çözülmeden provasını belki anlamlandırabilirsiniz. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nın, Haldun Dormen’i konuk etmesi üzerine bu derginin Ocak ayı sayısında , Kürtçe Tiyatro yapan tiyatrocuların belediye tiyatrosunun bu uygulamasını yakışıksız bulmuş olmasını da göz önüne alarak, Diyarbakır’a önyargılı gittiğimi itiraf etmeliyim.

Ancak özellikle Türk Tiyatrosu’na yüzlerce oyuncu yetiştirmiş, en önemlisi ekip ruhunu öğretmiş olan Dormen’in olağanüstü aurası, DBŞT’nin konuk yönetmenlerle çalışma kültürüyle uyuştuğu için, prova sırasında gözlemlediğim uyuşma ortamını gözlerim yaşararak izledim. Bu sadece Türk/Kürt uyuşması buluşması değil, usta/çırak uyuşmasıydı ve doğu ile batının arasına bir duvar gibi örülen her şey gibi tiyatro biçemlerinin de diyalog sayesinde çözülmesiydi.

Sanatın birleştirici ruhu, yukarıdan zorlama açılımla değil, “Çirokeke Zivistane” adıyla Kürt diline kazandırılan, kendi türündeki ilk Kürtçe müzikal provalarındaki kardeşlik ortamıyla yaşanacaktır. Örneğin, oyunun hamam sahnesinin prova sırasında paylaşılan esprilerin , Kürt ve Türk halkını Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun açılım merakıyla yarı Türkçe, yarı Kürtçe oynadığı ve Şivan Perver müzikleriyle süslediği, “Ölümü Yaşamak”tan daha yararlı olacağına inanıyorum. Aynı biçimde DBŞT’de bu yıl sergilenen Aziz Nesin’in “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”ında, Yaşar’ın sadece bürokrasi ile cebelleşirken Türkçe konuşması, diğer sahnelerin Kürtçe oynanmasının bir reji kavraklığı olarak düşünmekle birlikte “ayrıştırıcı” olduğunu düşünüyorum. Hiçbirşey iki kültürü hamam sahnesinin provasındaki paylaşım ortamı kadar ısıtamaz bence.

Devlet Tiyatrosu demişken… 1990 kuruluş yıllarında Diyarbakır DT’de “Yunus Emre” adlı oyun oynanırken, “dilimi konuşmak istiyorum” diyen oyun kahramanının aşırı alkış alması üzerine yanlış anlamaları önlemek için, ertesi gün oyunun devlet eliyle “Türkçemi konuşmak istiyorum” diye düzelttirildiği günler, iyi ki geride kaldı.

DBŞT genel sanat yönetmeni ……, konservatuar elemelerindeki diksiyon standardının kaldırılarak, özellikle bölge tiyatrolarının artık Kürtçe Tiyatro’ya açılması gerektiğini savunuyorlar. DT’de “Ölümü Yaşamak” adlı oyunun yönetmeni Tamer Levent, DT kanunun buna el vermeyeceğini söylüyor. Ben de söyleşimizde bu konudaki sınırı soruyorum. DT’nin kimi bölgelerde Lazca, Ermenice, Çerkezce oyunlar sahnelemesini talep etmenin ne derece doğru olacağını soruyorum.

1 Şubat 2009’da, oyunlarının Kürtçe oynanması için Devlet Tiyatroları’na dilekçe vermiş olan Cuma Boynukara, kökeni ve düşünceleri nedeniyle tüm yurtta baskılar görmüş değerli bir oyun yazarı olabilir, ama eleştiri kaldırmayan bir sanatçı olduğu bir gerçek. Ocak ayı sayımızda Erdal Ceviz’in, Boynukara’nın yöneticisi olduğu Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nin Teatra Jiya Nu’yu Kadın Oyunları Festivali’nden dışlanmış olmasının, kişisel olmadığını çok iyi anlıyor, bu iklimdeki ikilime bağlıyoruz.

DBŞT oyuncuları ile söyleşimizdeki en hararetli anları dil konusunda yaşıyoruz. Topluluktan bazı üyeler, “ne olursa olsun Kürtçe olsun” derken, diğerleri diline kavuşmuş tiyatronun, içeriğinin de önemsenmesi gerektiğine inanıyorlar. Ekipten bir deneyimli oyuncu, nüfus kağıdına çocuğunun adını yazarken şapka kullanılmasına halen izin verilmiyorsa, özgürlük mücadelesinde dilin halen en öncelikli araç olması gerekliliği konusunda ısrar ediyor.

Ne de olsa, Harold Pinter’in “Dağ Dili”ni, Kanadalı bir konuk yönetmenle çalışmış bir tiyatronun oyuncularıyla konuşuyoruz! Dormen’in, Kürtçe tiyatro sahneleme teklifine, “İngilizce”de olsa sahneye koyardım tavrıyla yaklaştığını ve yönetmen için dilin ikinci derecede önemli olduğunu düşünürsek, Diyarbakır’lı oyuncuların ısrarlı tutumlarını anlamlandırabayabiliriz. Ancak Ahmet Kaya’larımızın salt Kürtçe şarkı söyledikleri için sürgün yediklerini göz önüne alırsak, Kürtçe tiyatro konusundaki hassasiyeti anlamamız gerekir.

DBŞT’nin repertuarının %80i Kürtçe oyunlardan oluşuyor. Bu yıl ilk kez Ülker Köksal’ın “Dağ Denize Kavuştu” adlı çocuk oyunuyla, Kürtçe çocuk tiyatrosunu denemişler. Dil serüvenleri, 2001 yılında “Mahmud ile Yezida” oyununa serpiştirdikleri tek bir Kürtçe sözcükle başlamış. “Gel” demişler Kürtçe! Gel demişler ve bugünlere kadar gelmişler.

Topluluğun repertuarında göç,dağlılık, yalnızlık, terk edilmişlik teması var. Buzlar Çözülmeden’de de , köye müfettiş olarak geldiği sanılan tımarhane kaçkınının “değişim” teması işleniyor! Başkut’un oyununun, özellikle Kürt solunda, “baş açma” gibi pek alışık kullanılmayan Kemalist söylemleri,barındırması üzerine, Haldun Dormen’e “Atatürk’ü hatırlatacak” dedim! Kendisinden, “tekrar hatırlatacak” gibi bir vurgulu yanıtla karşılaştım.
Malum, Başkut, Buzlar Çözülmeden’i, 27 Mayıs ihtilalinin ardından yazmış. Oyunun Kürtçe versiyonunda yanlış anlama olmasın diye ihtilal sözüne yer verilmiyor ama CHP’nin neredeyse hiç olmadığı bir kentte, Kürtçe altı ok nasıl karşılanacak, merak içindeyim.

DBŞT oyuncuları, Türkiye’nin açılımın penceresi olan TRT Şeş’de görev almayı red ediyorlar. TRT Şeş’in açıldığı hafta Diyarbakır’da başka bir televizyon kanalının kapatılmasını, Devlet Tiyatrosu’nda bir yandan Perver’in müzikleri çalarken, öte yandan Diyarbakır’da saz çalan arkadaşlarının tutuklanmasını kabullenemiyorlar.

Günde on saatini barış için sanata ayıran, rötarlı uçağını belli bir yaşta olmasına rağmen saatlerce havaalanında yılmadan bekleyen Haldun Dormen, bu kadar özveriye yeni şehitlerin verilmemesi için katlanıyor! Dormen ustanın bu samimi tavrını alkışlamak mümkün değil.

Oyunun İstanbul versiyonunu izleyerek, hiç bilmedikleri bir ekolü bir elbise gibi taşımaya çalışan oyuncuları izlediğim altı saatlik provanın sonunda, dünyanın çeşitli film festivallerinde ödül almış bu yetenekli kişilerin taklitten sıyrılarak, kendi tiyatral dillerini oluşturacaklarından emin olarak salonu terk ettim.

Ben Diyarbakır’da bana kapalı kapılarını açan sanatçıların samimi emeklerinden o kadar etkilendim ki, devlet eliyle zorlanan hiçbir açılımın, barışı kuliste antresini kaçıran müfettişi beklerken akan ter kadar tetikleyeceğine inanmıyorum.

Kan mı? Kan dökmemek için önce ter dökmek lazım! Bu uğurda sahnenin arkasında ter döken emekçileri kutluyorum. Sahne önündekiler çekildiği zaman, sahne arkasındaki gerçek emekçileri görme sırası gelecek.


Bu yazı Milliyet Sanat Dergisi'nin Mart 2010 sayısında yayınlanmıştır

30 Mart 2010 Salı

Nedim Saban : Tiyatro Günü’nde perdeler kapansın - Halkın Gazetesi BirGün

Nedim Saban : Tiyatro Günü’nde perdeler kapansın - Halkın Gazetesi BirGün

15 Mart 2010 Pazartesi

ELİF ŞAFAK VE KARDELENLER

ELİF ŞAFAK VE KARDELENLER

Nedim Saban

nedimsaban@superonline.com


Bu memlekette her gün her şeyin olabileceğine artık fena halde inanmaya başladım.
Açılım derler iki gün sonra Kürt ozanı içeri atarlar , demokratikleşme derler tiyatro oyununda fıkra anlatan Laz Marks’ı mahkemeye verirler, 2010 Kültür Başkenti’nin açılışını Tarkan’la yaparken, çocuğun telefonunu altı aydır dinlerlermiş meğer, açılış konserinden hemen sonra Tarkan’ı emniyete çekerler.
Şimdi herkes durup dururken “eşcinsellik hastalıktır” beyanatını hortlayan bakana kızıyor. Ben, hiç takılmadım. Bu baayanı altı ay sonra, bir gey modacının defilesinde mosmor kıyafetler içinde görürsem hiç şaşmam . Semra Özal ile kol kola, “dönülmez akşamın uuuuufkundayız, vaaakit çoook geeeç” söylerken, detone sesler, ve tabi ki, Bodrum’da yeni keşfedilmiş, bir kadife sesli çıtır sanatçının “haydi kızlar, fennna yaparımmm haaaa” uyarısını fennna halde ciddiye almış halde tabi!
Mesela kim derdi ki, devletimizin hücre evi (!) olarak lanse ettiği Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin “kardelen” projesi Birleşmiş Milletler tarafından dünyaya örnek seçilince yine devlet erkanı tarafından düzenlenen törenlerle New York’ta taçlandırılacak !
Devlet tarafından persona non grata (istenmeyen kişi) ilan edilmeye çalışılan ama Türk halkının vicdanlarından silinmeyen Türkan Saylan’ımızın attığı binlerce tohumdan biri filizlenince, 7 yıl boyunca aldığı bursla Diyarbakır’ın bir köyünde nehirleri aşarak okuluna ulaşan ve sonunda ODTÜ Uluslar arası İlişkiler Bölümü’nde öğrencilik yaşamına devam eden Kardelen Güleser Çelik’in New York’da Birleşmiş Milletler’de konuşma yapması da gerçek olmuş! Durun bu daha sadece bir ilk! Kardelenler bize her alanda nice mutluluk, gurur ve heyecanlı anlar yaşatacak.
Yeter ki projeye maddi ve manevi anlamda sahip çıkılsın. Projenin sponsoru, iletişim devi Turkcell’in bir iletişim hatası yapıp Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Aysel Çelikel’i ve dernek üyelerini törene çağırmayı unuttuklarını tesadüfen katıldığım bir ÇYDD etkinliğinde öğrendim.
Prof. Çelikel durumu olgunlukla ve kanımca biraz fazla sakin karşılamış. New York’taki törende, Elif Şafak’ın konuşma yapmasını ise yadırgamış. “Kardelenler projesinde Ayşe Kulin konuşturulmalıydı!” diyor.
Türkan Saylan hakkında büyük emekleri olan Kulin’in kitabının biraz aceleye getirilmiş olduğunu düşünmekle beraber, Elif Şafak’ın törendeki konumunu ben de kavrayamadım.
Şafak’ın edebiyatçı kimliğini yadsıyanlardan değilim. Orhan Pamuk, Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra bazı kişilerin bu başarıyı tamamen politik arenaya çekmek istemelerinin, yazarı küçültmek yerine, kendilerini küçülttüğünü düşünüyorum. Sen de Orhan pamuk gibi memleket karşıtı demeç ver, Nobel al o zaman , o kadar kolay mı yani?
Bu memleket Orhan Pamuk gibi kaç edebiyatçı yetiştirdi?
Elif Şafağın’da edebi başarısını küçümseyemeyiz bu anlamda! Ruhani yolculukla puan toplamak kadar basitse mesele eğer, sen de çık o yolculuğa, sen de oralardan parsayı götür sıkıysa, nasılsa bu aralar sözkonusu düşünce revaçta! İki alana bir de bonus veriyorlar ama Elif Şafak gibi yazabilmek kolay mı?
Ha Elif Şafak olduktan sonra, sana bazı kapıların açılması, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı’nın çağrılmadığı bir Kardelen törenine bile çağrılmak belki kolay olabilir!
Ben Elif Şafak olsam, şu anda statükoyla ters düşen diğer yazar arkadaşlarımın nerede olduğunu sorgular , en azından Ayşe Kulin’e ve ÇYDD Başkanı’na bir selam ederdim.
Prof. Çelikel, çağdaş yaşam’toplantılarında, “bizi çocukların beynini yıkamakla itham ediyorlar, oysa bursiyerlerimiz devletin kendi okullarında eğitim alıyor” diyor.
Ben Elif Şafak olsam, o gün bakanın kulağına “aman Aliye Hanımcığım okullarda kızlarımıza hep sevgi eğitimi verelim ” ki, yeni kardelenlerimiz yeni dünyalarda çiçek açsınlar derdim! Birleşmiş Milletler’in ayrımcı, kötücül insanları, hasta beyinleri davet etmeyeceği aşikar çünkü.
Elif Şafak’ın, 19 Şubat tarihli “bu dünyada eşcinsel olmak” konulu sevgi dolu bir makalesi var. Bakan da homofobik açıklamasını, Türkiye’ye döndükten sonra yaptı, yani Elif, meseleyi bilmiyordu, demeyin. Bakan, Hürriyet’e, nefretini bir ay önceden kusmuş. Ayrıca bu Kavaf’ın ne ilk, ne son vukuatı.
Kavaf’ı pekçok kurum ve aydın protesto ediyor! Ama devletlü, kardelen törenine nasıl Kulin ile Çelikel’i çağırma konusunda ayrımcı davranırsa, Kavaf’ı protesto edenleri de düşmanı beller.
Bu durumda, şu sıralar devletle ilişkileri iyi olanların dostane çağrılarının daha çok işe yarayacağını düşünüyorum. Aynen başbakanın “köşe yazarını kov” sözüne Gülay Göktürk’ün öncülük etmesi ve ağırlıklı olarak yandaş medya yazarlarından imza toplaması gibi!
Bu dünyada önünde sonunda iyilik kazanacaksa, devlet törenlerde kimin bulunduğu önemli değil, ama tarihe kimin nasıl bir belge bırakacağı önemli çünkü.

Bu yazı 14 Mart 2010 tarihli Birgün Gazetesinde yayınlanmıştır.

6 Mart 2010 Cumartesi

TİYATROMA DOKUN

“Tiyatroma dokun!
Gerekirse kilit vur.
Sanatçıları, bu meslek uğruna ter dökenleri işsiz bırak.
Ödenekli tiyatrolara, opera, baleye 4 C’yi balyoz gibi indir”

Bu girişi okuyunca, herhalde dönüp, yazının imzasına bir daha bakma ihtiyacı hisetmişsinizdir.
Nedim Saban mı yazmış bu cümleleri?
Yoksa ben yanlış bir köşe mi okuyorum?
Hatta, hatta Birgün yerine başka bir gazete mi almışım?
Ya da, “ o da mı”, diye düşünebilirsiniz?
“Nedim Saban” da, mı kiraladı kalemini?

Şu kadarını söyleyim: Genel Sanat Yönetmenliği’ni yaptığım Tiyatrokare, Yenimahalle Belediyesi’nin düzenlediği bir festivalin açılış oyunu oynuyormuş, ama ben hala Yenimahalle Belediye Tiyatrosu’nda neler oluyor diye sorabiliyorum. Çünkü Tiyatrokare’nin bugün orada bir oyun oynaması tabi ki çarkı döndürmek açısından önemlidir, ama Yenimahalle’de tiyatro geleneği ortadan yok olursa, yarın orada önce Tiyatrokare’nin varolma şansı kalmaz.Bugün salt kendimizi düşünerek, kısa vadeli çözümlere sığınıp, tiyatromuzun önünü tıkamaya, hele hele Anadolu’da filizlenen tohumlara set çekmeye ne hakkımız var?

İşin ilginç yanı, Yenimahalle’de tiyatromuz kapandı diye feryad edenlerin kendileriyle ilgili destek yazıları medyada yer aldıktan sonra ortadan kaybolmalarıdır. Bu durumda basını bir şantaj aracı olarak kullandıklarını düşünmeye başladım. Belediyeye giderek, “Bakın bizi buradan uzaklaştırırsanız, sizi çok fena ısırtırırız” mı diyorlar nedir? AKP’li Sincan’dan, CHP’li Çankaya’dan da ses çıkmıyor. Hani tiyatroya dokunuyorlardı, kıyamet kopuyordu? Anlaşılan mesele tiyatroya dokunulması değil, bazı kişilere dokunulmamasıymış. Pazarlık tamamlanınca, tiyatro miyatro hak getire!

Yıllar önce, Orhan Alkaya’nın başını çektiği bir muhalif ekip, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılıyor diye hepimizi alelacele tiyatronun fuayesine toplantıya çağırdı. Aydınlar, sanatçılar işi gücü bırakmış, meseleyi doğal olarak ciddiye almışlar. Aynı gün Alkaya, genel sanat yönetmenliği için, belediye ile masaya oturmuş. Fuayeye bir arkadaşını salmış. Koca koca sanatçıları, “fazla çıngar çıkartmayın, nihayetinde bu bir bilgilendirme toplantısıdır” diye uyardı. Ben karşı çıkarak, “kendi aranızda bilgi alışverişi yapın, bizim burada ne işimiz var o zaman” demiştim. Burada da “tiyatroma dokunma” silahını, belediyelere karşı, bir pazarlık unsuru olarak kullandılar.

İstanbul’un, “Bizans entrikaları çevrilen yer” denilmesine ne kadar karşı çıksak da, şehrin bu makus talihini ne yazık ki yenemedik. Ama geçen yıl 18 Mayıs yürüyüşünden bu yana en azından sanat camiası olarak kenetlenerek, “sanatçı sanatçının kurdudur, bunları içten bölmek gerek” düşüncesini bir ölçüde kırdık.

Anadolu’da tiyatroyu yaşatmak ise çok daha zor. Kültür Bakanı’nın Fazıl Say takıntıları olabilir belki iyi yanlarını da görmek gerek. En azından Anadolu’da tiyatro ateşini alevlendirmek için bir kültür politikası geliştirmeye çalışıyor.

Anadolu’daki kültür emekçilerini selamlamak, onlarla kenetlenmek için yaklaşık bir yıl önce Tiyatrolar Birliği’ne katılma kararı aldım. Bu kentlerde onurlu mücadele veren meslektaşlarımı selamlarken, onların dertlerine bir nebze çözüm bulmaya katkı sağlayabiliyorsam ne mutlu bana!

Afyonkarahisar Belediyesi Tiyatrosu’nun kapatılacağını internetten duyduğum zaman da, eski genel sanat yönetmeni hakkında bir destek yazısı yazmıştım. Tiyatronun gönüllülük esasıyla devam edeceğini söyleyen belediye başkanına Anadolu’da tiyatro sanatının bir emek ve uzmanlık gerektiğini hatırlatarak çağrı yapmıştım. Daha sonra Tiyatrolar Birliği üyeleriyle bir günde 1100 km yol giderek, Afyon Tiyatrosu’nun yeniden yapılanmasının perde arkasını araştırdık. Konuyu hem Tiyatrolar Birliği bir basın bülteniyle kamuoyuna duyurdu, hem ben şahsi düşüncelerimi bu köşeye “tiyatroma dokunma” başlığıyla taşıdım.

Ne yazıktır ki, Afyon Şehir Tiyatrosu’nun kurumsallaşması için sağlam bir tüzük hazırlamayı bırakın, ekip ruhunu bile kurmayı beceremeyen eski sanat yönetmeni bunca destek yazısını ve en azından meslektaşlarının binlerce kilometre yol yapmasını görmezden gelerek, nesnel değerlendirmelere bile saldırıyla yanıt verdi. Üzücü olan, Afyon’da mesailerini tiyatro yapmak yerine birbirleriyle uğraşmakla harcayan eski ve yeni grup üyeleri , tiyatrolarına dokundurtarak, Afyon seyircisine ihanet ettiler!

İstanbul, Ankara’daki kurumlar hizipleşmelerden çok şey kaybetti.

Ne mi kaybettiler? Koskoca AKM’yi kaybettiler! Genel sanat yönetmeni müessesesinin, Muhsin Ertuğrul’un şapkasının onurunu taşırken, belediye başkanlarının külahı olmasını kaybettiler. Mesela pek yakında kapılarına dayanacak olan 4 C’yi kaybettiler!

Anadolu’da tiyatro yapanlar ise halen onurlu bir savaş veriyorlar. Kaldı ki, belediye dediğin şey, grip gibi, bugün var, yarın yok. Ama, hizipleşme, meslektaşın meslektaşı vurması, kanser gibi.

Eğer, Anadolu’daki tiyatro emekçileri, kanserin hücrelerde ilerlemesine izin vereceklerse, o zaman ben de, buradan rahatça, “ey başkan nasılsa metabolizma bozuk, tiyatroya dokun!” diye yazarım.


Bu yazı 7 Mart tarihinde yazarın Birgün gazetesi'ndeki köşesinde yayınlanmıştır.

TİYATROMA DOKUNMA

TİYATROMA DOKUNMA


NEDİM SABAN

nedimsaban@superonline.com



18 Mayıs 2009’da Galatasaray’dan Taksim’e “seyirci kalma” sloganıyla yürüyen 900’ü aşkın tiyatro sanatçısının ortak dertlerinden biri de, “yargının siyasallaşması” idi. Geçtiğimiz hafta sadece Erzincan depremi haberlerine bakın, 18 Mayıs’ta yürüyenlerin haklı olup olmadıklarına kendiniz karar verin.“Seyirci kalma” diyrek yürüyenler keşke yanılsalardı.
Bence sadece yürüyüşün güzergahında yanıldılar. Galatasaray’dan Taksim’e yürümek yetmedi. Şimdi, tiyatrocular Türkiye Tiyatrolar Birliği’nin öncülüğünde “tiyatroma dokunma” sloganıyla Anadolu’nun yollarını aşındırıyor.
Ne zaman tiyatroya bir saldırı haberi okursam, yaşamımı bu kadar etkin bir sanat dalına adadığım için mutlu oluyorum açıkçası!
Tiyatroya baskıların sadece sağcılardan geldiğini sanmayın! Sosyal demokrat belediyeler de ne yazık ki, yüz kızartıcı bir sınav veriyorlar.
Cumhuriyet Halk Parti’li belediyelerden, 2010 Kültür başkenti için alternatif projeler üretmelerini beklerdik! Hadi geçtim, bari gölge etmesinler. Kadıköy Caddebostan Kültür Merkezi’nde tekelci bir politika uyguluyorlar. Ankara’da hiçbir açıklama yapmadan Yenimahalle Belediye Tiyatrosu’nu kapatmışlar. Çankaya Belediye Tiyatrosu ise sanatçılarına yıldırma politikaları uygulayarak, tiyatroyu kapatma peşindeymiş.
Bundan birkaç ay önce, basında okuduğum bir haber üzerine, Türk Tiyatrosu’nun en köklü kurumlarından Ankara Sanat Tiyatrosu’nun kentten yok olmaması için destek vereceğini açıklayan Çankaya Belediye’sine teşekkür telgrafı gönderdim. Meğer bu basın açıklaması, sadece bir show’dan ibaretmiş. Pek çok tiyatro “hani bize” diyerek Çankaya’nın kapısını aşındırmış, bazıları da işi, “onlara verme, bize ver”e kadar götürmüş. Ankara Sanat’a yardım “hikaye” olmuş!
Ben hala tiyatroya dokunmayanlara teşekkür edecek kadar saftorik davranırken , kimi meslektaşlarım adeta birbirlerini hedef gösterek, tiyatrolarına dokundurtuyorlar. Anlamıyorlar ki, bugün başka bir tiyatronun ölmesi, yarın onların da ölümü demek olacak!
Ne yazık ki benzer bir olaya Afyon’da da tanık olduk. Önce, Afyonkarahisar Belediye Tiyatrosu’nun kapatılacağı haberiyle sarsıldık. Bu küçücük kentte bir ödenekli tiyatronun kurulmuş olması, önemliydi çünkü.
Türkiye Tiyatrolar Birliği’nin öncülüğünde, Ömer Faruk Kurhan, Mehmet Esatoğlu, Orçun Masatçı, Gözde Güldiken’den oluşan bir heyet ile birlikte Afyon’a gittik. Öncelikle, kentte tiyatronun kapatılmadığını, yeniden yapılandırıldığını gördük. Tiyatroya taze kan vermek için seçmeler yapılmış, kadroya yeni kişiler alınmış, festivaller, çocuk birimleri tasarlanmış.
Ancak, ne yazık ki memleketimizdeki bir tiyatro binasının daha yıkılacağını duymak bizi tasalandırdı! Tiyatro şimdilik Halk Eğitim’in salonuna taşınacakmış .Umarım belediye başkanı, Afyon’a donanımlı bir tiyatro binası yapar. Bu durumda ben ilk teşekkür telgrafını yollarım. Nasılsa PTT’den Çankaya nedeniyle bir alacağım var.
Hani bugünlerde iyi insan olmak bile meziyet oldu ya, halkın oyu ile başa gelenlere, sanki meziyetmiş gibi halkın en temel ihtiyacı olan sanat damarlarını kesmedikleri için teşekkür etmek, sanki olağan dışı bir meziyet sergiliyorlarmış gibi davranmak, biraz gerçek üstü bir davranış galiba!
Gerçekçi olmak gerekirse AKP, birtek rant alanı olan Taksim ve Harbiye’ye kıyamıyor. Türkiye’nin dört bir yanında tiyatro salonları yapıyor. Ha, yeni yaptıkları salonların içinde ne oynanır, bu konuda ayrımcı davranırlar mı? Bu ayrı bir tartışma konusu!
Zaman gazetesi, birkaç ay önce “bizim cenahta neden sanatçı yetişmiyor?” tartışmasını başlattı. Sanatçıyı, kamplaştıramazsınız, sanatçı güdümsüzdür. Ancak, ne yazık ki iktidarlar, sanatçıların mesleki hedeflerini ihtirasa dönüştürerek, sanatçıları birbirlerine kırdırmayı başarabiliyorlar.
İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndaki olay ortada! Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu yıkılırsa buldozerin altına yatacağını söyleyen kişi, geçici bir süre için genel sanat yönetmeni yapıldı, sanatçılar kamplaştırıldı, tiyatro da yıkıldı.
Afyon’da da ne yazık ki benzer bir olay yaşanıyor. Yıllarını kentinin tiyatrosuna adamış bir sanat adamı Ali Çakalgöz, öğrencileri ile birbirine düşürülüyor. Sanatçıların kadroları iptal edilirken, üç kişiye de belediyede sus payı olarak sekreterlik, cenaze ilanları editörlüğü veriliyor.(Belki de böylesi, tiyatro yıkımına seyirci kalan Genel Sanat Yönetmeni olmaktan iyidir .)
Oysa Afyon’da, sanatçılar kenetlenebilseydi, en azından mesleki onurlarını kaybetmezlerdi. Genel sanat yönetmeni, haklı gerekçelerle görevden alınsa bile, tiyatronun profesyonel kadroları sürer, tiyatro mesleği yara almazdı.
Kaldı ki, Afyon ile ilgili olarak kaleme aldığım bir önceki yazımda belirttiğim gibi, tiyatro profesyonel bir meslektir, gönüllülük esasıyla amatörce yapılan tiyatro, saygındır ama ister istemez “kısıtlı” kalır. Kaldı ki bir profesyonel gelenekte yapılanmış bir tiyatronun tekrar gönüllülük esasına geçmesi, tiyatro sanatını geriletir.
Afyon Kültür Müdürlüğü ile yaptığımız görüşmelerde, tiyatroya kadro açılamasa bile, emek harcayan sanatçılara “harcırah” tahsisi yapılacağı sözünü aldık. Bu konuda belediyenin kararlı olduğuna inandım.
Gönül, yıllardır birlikte çalışan sanatçıların ve Afyon halkının “Tiyatroma Dokunma” diyebilmekte daha cesur olmasını isterdi ama 1100 km.’lik yolculuğum esnasında, özellikle küçük kentlerde, belediyelere karşı gelmenin pek de kolay olmadığını öğrendim. En muhalif olması beklenen sivil toplum örgütlerinin bile bu kurumlara “işleri” düşebiliyormuş.
Bugün mahalle bakkalanıza borçluysanız “artık bakkal devri kapanmıştır” diyen hükümetin politikasına ses edemez misiniz? Durum böyleyse, tiyatromuza dokundurtmamak için nedenlerimiz daha da artar. Tiyatro sanatı, insanlık tarihiyle birlikte her türlü iktidarın baskısına direnebilmeyi başarmıştır çünkü!

TEKEL İŞÇİLERİNİN ARKASINDA DEĞİL KOL KOLA YÜRÜMEK

19 Şubatı 20 Şubata bağlayan gece, tiyatro kulisinden çıkıp Tekel işçileri eylemine destek yürüyüşüne katılmak için uçağa yetiştiğimde, havaalanında çok fena bipliyordum.

Saatimi ve cep telefonumu çıkarttığım halde, güvenliğe takılmıştım

Böyle durumlarda, polise peşinen yanımda taşıdığım “sakıncalı “yayınlardan söz ederim. Can Yücel Baba, bir şiir öttürüklemiştir! Geçen hafta başbakanın “kovun”dediği yazarlardan biri de kibarca ötmüş olabilir.

Yok, bu kez öten başka bir şey.

Polis didik didik ediyor ama bulamıyor. Uçak gitti, gidiyor.

“15/16 Haziran 1970’den ve 3 Ocak 1991’den bu yana yaşanan en büyük işçi direnişi bu! Kaçırma uçağı ” diyor içimden bir ses.

Saygın yazar Vedat Türkali, bir sinema ödülüne layık görüldüğü gece, aydınların ve sanatçıların emekçilerden niçin koptuğunu sorgulamış, yanımda oturan briyantinleri kıçına kaçmış umud vaad eden erkek oyuncu ile, botoksları akmış küçük hanım estetik doktorlarının onlara bu yaşta armağan ettiği monoton ifadelerle seyretmişlerdi.

Sanki, setlerde 20 saat çalıştıktan sonra trafik kazalarına kurban giden kostümcüler, komaya giren figüranlar, işsizlikten intihar eden oyuncuların memleketinde yaşayan onlar değildi! Türk halkına her hafta 90 dakikalık mutluluk masalı kokozlamak için ezilenler uğruna sadece Nejat İşler, Tardu Flordun, Janset’ler, Memet Ali Alabora’lar yürürken, tiyatro oyuncuları örgütlenince “dışlanmaktan”korkuyor, sinemacılar sendikalarının değerini bilmiyorlardı. Oysa devlet opera balesi ve tiyatrosunun kapısında bile 4 C rüzgarı esmeye başlamıştı.

Acaba beni biiipleten şey , telefonuma gaipten gelen mesajlar olabilir mi?.

“ Gitme oralara. Solculara destek çıkma!”

Oysa, Tekel işçilerinin çoğunun, sağ eğilimli seçmenler olduğunu biliyoruz.

Mesaj bipledi, güvenlik inledi, saat ilerledi, uçak kaçtı kaçacak.

“Biiiiiip. Yürüyüş yasal değil, biber gazı yersin”

Biber gazımı, İstiklal’de volta atarken , Starbucks’ta fındıklı kahvemin içinde yemiştim zaten. Bu kez Tekel işçileri için olsa ne olur! Onlar, çadırlarda, Türkiye’nin uzun zamandır tanık olmadığı bir dayanışma sergileyerek, ezberimizi bozdular. Ölen arkadaşlarının haklarını aradıkları zaman ruh hallerine yenilip parti bastıkları günü saymazsak, pasif direnişle, Türkiye’ye zafer kazanmak için plazalarda sümen altında anlaşmalar yapmaya gerek olmadığını, sokakta da mücadele edilebileceğini gösterdiler ve sonunda Danıştay’ın da kararıyla bir tarihe imza attılar.

Kaldı ki, her sabah saatin aysonunu gösterdiği günde üzerlerine hangi tankların saldıracağını bilmeden, Gandhi modeli bir direniş kararında ruhlarını kenetlediler. Şiddete adaletle meydan okudular.

Bunca güzellik karşısında neydi hala bipleyen?

Vicdanımın bipliyordu derinden.

Onlar YÖRSAN’da direnirken, Balıkesir’den gaza basıp tatile gitmem….Biip….

Onlar tersanelerde sigortasız çalıştırılırken, onlar ölürken Tamer Karadağlı ile oynadığım dizi tersanede geçtiği halde onlara bakmadan rol kesmeye çalışmam! Biiippp….

Türkiye Zimbawe’nin bile imzaladığı maden güvenliği sözleşmesinden uzak dururken, onlar yeraltında ölüyor. Ben yer üstünde dünyanın en güzel oyununu oynasam ne yazar? Çadırda kendisine uzatılan lahmacun doğal olarak daha önemliyken, Nedim Saban’ın gözlerimin içine bakmayı seçen o onurlu işçinin samimiyetini, birgün oynadığım bir role yansıtabilecek miyim acaba?

Havaalanı polisi için “güvenli miyim” bilemem ama, kendimle yüzleştiğim için, artık ötmüyorum.

Tarık Akan ve Rutkay Aziz ile DİSK kortejine ulaştığımızda, Rutkay Aziz, Disk Başkanı Süleyman Çelebi’ye: Arkanızda yürümeye geldik dedi, ama başkandan, “ bizimle kol kola yürümenizi istiyoruz” cevabını duyduk.

Ben 40.000 kişinin kol kola yürüdüğü o yürüyüşte, emekçilerin bugün bu hükümet, yarın başka bir haksızlığa direnmeleri karşısında, 40.001’inci kişi olabildiğim için onur duyuyorum! Artık sanat yapmanın yeni bir anlamı var.


Bu yazı Milliyet Cadde'de 6 Mart'ta yayınlanmıştır.