Milliyet Sanat Dergisi’nin Ocak ayı sayısında Türkiye’deki Kürt Tiyatrosu üzerine geniş bir araştırma yapmış, bu topraklarda Kürtçe Tiyatroya emek veren sanatçılarla söyleşmiştim. İstanbul’daki üç  değişik tiyatro topluluğunun temsilcileri,  yıllardır  Kürtçe Tiyatro   ilk olarak  1998 yılında Ankara Tiyatro Festivali’nde Kürtçe tiyatro kavgasını kazandıkları halde,   aynı yıl, aynı kentte, aynı oyunun yasaklandığını anlatmışlardı.
Kürtçe tiyatro, bu iklimde halen  ikilimleri barındırmaya devam ediyor. DTP’nin kapatılmasının ardından, ne yazık ki darmadağın! Tiyatro yapacak salonları yok, turne yapacak güçleri yok. Mezopotamya Kültür Merkezi’nden estetik ve belki de siyasi bakış açılarındaki farklılık nedeniyle ayrılarak varolmaya çalışan toplulukların üzerinde, yeni bir baskı unsuru oluşmuş: “Birleşin!”
İlk bakışta bir birlik ve dayanışma mesajı  gibi görülen bu ültimatomun,  Kürtçe tiyatro yapan toplulukları  kısa vadede derleyip toplayacağı düşünülse bile, uzun vadede,
bir denetim mekanizasmasının oluşturularak, 2010 yılına kadar zincirlerini kırmayı başarmış ,  yeni estetik arayışlara girmiş olan  ,  folklorikten evrenselliğe geçen , “öteki” olmayı sadece mağdur olmak değil, “farklı” olabilmek ile özdeşleştirmeye hazır  yeni  Kürtçe Tiyatro arayışlarını  derinden vuracağından, uzun vadede denetim ve otosansüre yol açacağından  korkarım. Umarım, Ekim ayında Diyarbakır’da yapılması kararlaştırılan  Kürt Tiyatrosu Kurultay’ında tüm bu çekinceler  açıkça ortaya açıkça  konularak, Kürt Tiyatrosu’nun merkeziyetçi bakış açısıyla yönetilmesi güdüsünden kurtulunur.
Beni bu endişeye  Destar Tiyatro’dan Kürtçe izlediğim, deneysel oyun daha da çok  itti.  Topluluğun Kumbaracı 20’de sunduğu, Mirza Metin’in yönettiği, “Reşe Şeve” sini,  Türkçe üstyazıyla izlerken, daha önce bir okuma tiyatrosu faaliyetinde birlikte sahneyi paylaştığım Berfin Zenderlioğlu adlı genç meslektaşımla, bu kez  bir izleyici olarak “Başka Dilde Aşk” yaşadığımı itiraf etmeliyim. Sahneden seyirciye yansıyan bu sıcaklık, ilk kez duyduğum ve  son derece tiyatral olduğunu düşündüğüm Kürt dili  deneyimimle doruğa ulaştı. Bir kadının, erkek dünyasıyla hesaplaşmasını konu edinen oyunda, “savaş ve “devlet”kavramları , erkek dünyasıyla özdeşleştirilmiş.  Oyunda kadın, Mere Şeve (gecenin erkeği) ile Reşe Şeve (gecenin karası) arasında, erkeğin  kadının düşleri üzerindeki kuşatmasını  ağır bir karabasan olarak yaşıyor. Oyunda yer yer gülüyor, oyunun dengesini bozan ve kanımca hiç olmaması daha yerinde olan son sahnedeki erkek varlığının  sadece bir karabasan olarak kalmasını istiyorsunuz!  Kültür Bakanlığı’na, Destar’ı, desteklediği için teşekkür etmeliyiz. Büyük bir olasılıkla, açılım nedeniyle, “bir de Kürtçe oyun olsun” diye   pozitif ayrımcılık yapmışlar, ancak bilmeden de olsa yılın en iyi oyunlarından birini ödüllendirmişler.
“Devlet baba bu, sever de döver de fikrini kabul ederseniz”, Diyarbakır’da  ilçe belediye başkanları halen tutuklu bulunduğu için siyah bir bayrağı aşarak girdiğiniz belediye binasının arkasında izlediğiniz ,  Kürtçe Buzlar Çözülmeden provasını belki anlamlandırabilirsiniz. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nın, Haldun Dormen’i  konuk etmesi üzerine  bu derginin Ocak ayı sayısında , Kürtçe Tiyatro yapan tiyatrocuların belediye tiyatrosunun bu uygulamasını yakışıksız bulmuş olmasını da göz önüne alarak, Diyarbakır’a önyargılı gittiğimi itiraf etmeliyim.
Ancak özellikle Türk Tiyatrosu’na yüzlerce oyuncu yetiştirmiş, en önemlisi ekip ruhunu öğretmiş olan  Dormen’in olağanüstü aurası, DBŞT’nin konuk yönetmenlerle çalışma kültürüyle uyuştuğu için, prova sırasında gözlemlediğim uyuşma ortamını  gözlerim yaşararak izledim. Bu sadece Türk/Kürt uyuşması buluşması değil, usta/çırak uyuşmasıydı ve doğu ile batının arasına bir duvar gibi örülen  her şey gibi tiyatro biçemlerinin de diyalog sayesinde çözülmesiydi.
Sanatın birleştirici ruhu, yukarıdan zorlama açılımla değil, “Çirokeke Zivistane” adıyla Kürt diline kazandırılan, kendi türündeki  ilk Kürtçe müzikal provalarındaki kardeşlik ortamıyla yaşanacaktır. Örneğin, oyunun hamam sahnesinin prova sırasında  paylaşılan esprilerin , Kürt ve Türk halkını  Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun açılım merakıyla yarı Türkçe, yarı Kürtçe oynadığı ve Şivan Perver müzikleriyle süslediği, “Ölümü Yaşamak”tan daha yararlı olacağına inanıyorum. Aynı biçimde DBŞT’de bu yıl sergilenen Aziz Nesin’in “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”ında, Yaşar’ın sadece bürokrasi ile cebelleşirken Türkçe konuşması, diğer sahnelerin Kürtçe oynanmasının bir reji kavraklığı olarak düşünmekle birlikte “ayrıştırıcı” olduğunu düşünüyorum. Hiçbirşey iki kültürü hamam sahnesinin provasındaki paylaşım ortamı kadar ısıtamaz bence.
Devlet Tiyatrosu demişken… 1990  kuruluş yıllarında Diyarbakır DT’de  “Yunus Emre” adlı oyun oynanırken, “dilimi konuşmak istiyorum” diyen oyun kahramanının aşırı alkış alması üzerine  yanlış anlamaları  önlemek için, ertesi gün   oyunun devlet eliyle “Türkçemi konuşmak istiyorum” diye düzelttirildiği günler, iyi ki geride kaldı.
DBŞT genel sanat yönetmeni ……,  konservatuar elemelerindeki diksiyon standardının  kaldırılarak,  özellikle bölge tiyatrolarının artık Kürtçe Tiyatro’ya açılması gerektiğini savunuyorlar.  DT’de  “Ölümü Yaşamak” adlı oyunun yönetmeni Tamer Levent,  DT kanunun buna el vermeyeceğini  söylüyor. Ben de söyleşimizde bu konudaki sınırı soruyorum. DT’nin kimi bölgelerde Lazca, Ermenice, Çerkezce oyunlar sahnelemesini talep etmenin ne derece doğru olacağını soruyorum.
1 Şubat 2009’da, oyunlarının Kürtçe oynanması için Devlet Tiyatroları’na dilekçe vermiş olan Cuma Boynukara,  kökeni ve düşünceleri nedeniyle tüm yurtta baskılar görmüş  değerli bir oyun yazarı olabilir, ama eleştiri kaldırmayan bir sanatçı olduğu bir gerçek. Ocak ayı sayımızda Erdal Ceviz’in,  Boynukara’nın yöneticisi olduğu  Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nin  Teatra Jiya Nu’yu Kadın Oyunları Festivali’nden dışlanmış olmasının, kişisel olmadığını çok iyi anlıyor, bu iklimdeki ikilime bağlıyoruz.   
DBŞT oyuncuları ile söyleşimizdeki en hararetli anları dil konusunda yaşıyoruz. Topluluktan bazı üyeler, “ne olursa olsun Kürtçe olsun” derken, diğerleri  diline kavuşmuş tiyatronun, içeriğinin de önemsenmesi gerektiğine inanıyorlar. Ekipten bir deneyimli oyuncu, nüfus kağıdına çocuğunun adını yazarken şapka kullanılmasına halen izin verilmiyorsa, özgürlük mücadelesinde dilin halen en öncelikli araç olması gerekliliği konusunda ısrar ediyor.
Ne de olsa, Harold Pinter’in “Dağ Dili”ni, Kanadalı bir konuk yönetmenle çalışmış bir tiyatronun oyuncularıyla konuşuyoruz! Dormen’in, Kürtçe tiyatro sahneleme teklifine, “İngilizce”de olsa sahneye koyardım tavrıyla yaklaştığını ve yönetmen için dilin ikinci derecede önemli olduğunu  düşünürsek, Diyarbakır’lı oyuncuların ısrarlı tutumlarını anlamlandırabayabiliriz. Ancak Ahmet Kaya’larımızın salt Kürtçe şarkı söyledikleri için sürgün yediklerini göz önüne alırsak, Kürtçe tiyatro konusundaki hassasiyeti anlamamız gerekir.
DBŞT’nin repertuarının %80i Kürtçe oyunlardan oluşuyor. Bu yıl ilk kez  Ülker Köksal’ın “Dağ Denize Kavuştu” adlı çocuk oyunuyla, Kürtçe çocuk tiyatrosunu denemişler. Dil serüvenleri, 2001 yılında “Mahmud ile Yezida” oyununa serpiştirdikleri tek bir Kürtçe sözcükle başlamış. “Gel” demişler Kürtçe! Gel demişler ve bugünlere kadar  gelmişler.
Topluluğun repertuarında göç,dağlılık, yalnızlık, terk edilmişlik teması var. Buzlar Çözülmeden’de de , köye müfettiş olarak geldiği sanılan tımarhane kaçkınının “değişim” teması işleniyor! Başkut’un oyununun, özellikle Kürt solunda, “baş açma” gibi  pek alışık kullanılmayan  Kemalist söylemleri,barındırması üzerine, Haldun Dormen’e  “Atatürk’ü hatırlatacak” dedim! Kendisinden,  “tekrar hatırlatacak” gibi bir vurgulu  yanıtla karşılaştım.
Malum, Başkut, Buzlar Çözülmeden’i, 27 Mayıs ihtilalinin ardından yazmış. Oyunun Kürtçe versiyonunda yanlış anlama olmasın diye  ihtilal sözüne yer verilmiyor ama CHP’nin neredeyse hiç olmadığı bir kentte, Kürtçe altı ok nasıl karşılanacak, merak içindeyim.
DBŞT oyuncuları, Türkiye’nin açılımın penceresi olan TRT Şeş’de görev almayı red ediyorlar. TRT Şeş’in açıldığı hafta Diyarbakır’da başka bir televizyon kanalının kapatılmasını,  Devlet Tiyatrosu’nda bir yandan Perver’in müzikleri çalarken, öte yandan Diyarbakır’da saz çalan arkadaşlarının tutuklanmasını kabullenemiyorlar.
Günde on saatini barış için sanata ayıran, rötarlı uçağını belli bir yaşta olmasına rağmen  saatlerce havaalanında  yılmadan bekleyen  Haldun Dormen, bu kadar özveriye  yeni şehitlerin verilmemesi için katlanıyor! Dormen ustanın bu samimi tavrını alkışlamak mümkün değil.
Oyunun İstanbul versiyonunu izleyerek, hiç bilmedikleri bir ekolü bir elbise gibi taşımaya çalışan oyuncuları izlediğim altı saatlik provanın sonunda,  dünyanın çeşitli film festivallerinde ödül almış bu yetenekli kişilerin taklitten sıyrılarak, kendi tiyatral dillerini oluşturacaklarından emin olarak salonu terk ettim.
Ben Diyarbakır’da bana kapalı kapılarını açan sanatçıların samimi emeklerinden o kadar etkilendim ki, devlet eliyle zorlanan hiçbir açılımın, barışı  kuliste antresini kaçıran müfettişi beklerken akan ter kadar tetikleyeceğine inanmıyorum.
Kan mı? Kan dökmemek için önce ter dökmek lazım! Bu uğurda sahnenin arkasında  ter döken emekçileri kutluyorum. Sahne önündekiler çekildiği zaman, sahne arkasındaki gerçek emekçileri görme sırası gelecek.     
Bu yazı Milliyet Sanat Dergisi'nin Mart 2010 sayısında yayınlanmıştır