19 Şubatı 20 Şubata bağlayan gece, tiyatro kulisinden çıkıp Tekel işçileri eylemine destek yürüyüşüne katılmak için uçağa yetiştiğimde, havaalanında çok fena bipliyordum.
Saatimi ve cep telefonumu çıkarttığım halde, güvenliğe takılmıştım
Böyle durumlarda, polise peşinen yanımda taşıdığım “sakıncalı “yayınlardan söz ederim. Can Yücel Baba, bir şiir öttürüklemiştir! Geçen hafta başbakanın “kovun”dediği yazarlardan biri de kibarca ötmüş olabilir.
Yok, bu kez öten başka bir şey.
Polis didik didik ediyor ama bulamıyor. Uçak gitti, gidiyor.
“15/16 Haziran 1970’den ve 3 Ocak 1991’den bu yana yaşanan en büyük işçi direnişi bu! Kaçırma uçağı ” diyor içimden bir ses.
Saygın yazar Vedat Türkali, bir sinema ödülüne layık görüldüğü gece, aydınların ve sanatçıların emekçilerden niçin koptuğunu sorgulamış, yanımda oturan briyantinleri kıçına kaçmış umud vaad eden erkek oyuncu ile, botoksları akmış küçük hanım estetik doktorlarının onlara bu yaşta armağan ettiği monoton ifadelerle seyretmişlerdi.
Sanki, setlerde 20 saat çalıştıktan sonra trafik kazalarına kurban giden kostümcüler, komaya giren figüranlar, işsizlikten intihar eden oyuncuların memleketinde yaşayan onlar değildi! Türk halkına her hafta 90 dakikalık mutluluk masalı kokozlamak için ezilenler uğruna sadece Nejat İşler, Tardu Flordun, Janset’ler, Memet Ali Alabora’lar yürürken, tiyatro oyuncuları örgütlenince “dışlanmaktan”korkuyor, sinemacılar sendikalarının değerini bilmiyorlardı. Oysa devlet opera balesi ve tiyatrosunun kapısında bile 4 C rüzgarı esmeye başlamıştı.
Acaba beni biiipleten şey , telefonuma gaipten gelen mesajlar olabilir mi?.
“ Gitme oralara. Solculara destek çıkma!”
Oysa, Tekel işçilerinin çoğunun, sağ eğilimli seçmenler olduğunu biliyoruz.
Mesaj bipledi, güvenlik inledi, saat ilerledi, uçak kaçtı kaçacak.
“Biiiiiip. Yürüyüş yasal değil, biber gazı yersin”
Biber gazımı, İstiklal’de volta atarken , Starbucks’ta fındıklı kahvemin içinde yemiştim zaten. Bu kez Tekel işçileri için olsa ne olur! Onlar, çadırlarda, Türkiye’nin uzun zamandır tanık olmadığı bir dayanışma sergileyerek, ezberimizi bozdular. Ölen arkadaşlarının haklarını aradıkları zaman ruh hallerine yenilip parti bastıkları günü saymazsak, pasif direnişle, Türkiye’ye zafer kazanmak için plazalarda sümen altında anlaşmalar yapmaya gerek olmadığını, sokakta da mücadele edilebileceğini gösterdiler ve sonunda Danıştay’ın da kararıyla bir tarihe imza attılar.
Kaldı ki, her sabah saatin aysonunu gösterdiği günde üzerlerine hangi tankların saldıracağını bilmeden, Gandhi modeli bir direniş kararında ruhlarını kenetlediler. Şiddete adaletle meydan okudular.
Bunca güzellik karşısında neydi hala bipleyen?
Vicdanımın bipliyordu derinden.
Onlar YÖRSAN’da direnirken, Balıkesir’den gaza basıp tatile gitmem….Biip….
Onlar tersanelerde sigortasız çalıştırılırken, onlar ölürken Tamer Karadağlı ile oynadığım dizi tersanede geçtiği halde onlara bakmadan rol kesmeye çalışmam! Biiippp….
Türkiye Zimbawe’nin bile imzaladığı maden güvenliği sözleşmesinden uzak dururken, onlar yeraltında ölüyor. Ben yer üstünde dünyanın en güzel oyununu oynasam ne yazar? Çadırda kendisine uzatılan lahmacun doğal olarak daha önemliyken, Nedim Saban’ın gözlerimin içine bakmayı seçen o onurlu işçinin samimiyetini, birgün oynadığım bir role yansıtabilecek miyim acaba?
Havaalanı polisi için “güvenli miyim” bilemem ama, kendimle yüzleştiğim için, artık ötmüyorum.
Tarık Akan ve Rutkay Aziz ile DİSK kortejine ulaştığımızda, Rutkay Aziz, Disk Başkanı Süleyman Çelebi’ye: Arkanızda yürümeye geldik dedi, ama başkandan, “ bizimle kol kola yürümenizi istiyoruz” cevabını duyduk.
Ben 40.000 kişinin kol kola yürüdüğü o yürüyüşte, emekçilerin bugün bu hükümet, yarın başka bir haksızlığa direnmeleri karşısında, 40.001’inci kişi olabildiğim için onur duyuyorum! Artık sanat yapmanın yeni bir anlamı var.
Bu yazı Milliyet Cadde'de 6 Mart'ta yayınlanmıştır.