17 Aralık 2011 Cumartesi

KLONLANAN KOYUN VE TİYATROMUZ

KLONLANAN KOYUNUMUZ VE TİYATROMUZ



Facebook sayfanızda geçen haftaki doğumgünleri etkinlikleri arasında gördünüz mü bilmiyorum ama Türkiye’nin ilk klonlanan koyunu Oyalı , dört yaşına bastı.
Oyalı, dünyadaki klonlanmış hayvanlar arasında en uzun süre yaşayanlar arasında yer alıyor..
Bu Türk bilim adamlarımızın başarısının delili olduğu gibi, klonlanmış hayatlar yaşadığımızla ilgili kötü bir havadis de olabilir.
Malum, hayvanlar yaşadıkları ortamlara uyum gösterirler.
Sanatçılar, insanların klonlanmış hayatlar yaşamaması için topluma ışık tutarlar, ayrıksıdırlar.
Ancak ne yazık ki, son dönemlerde sanat dünyasındaki bu ayrıksılık sadece özel hayatlara, magazin sayfalarına yansıyor. Toplumu değiştirmesi, en azından geliştirmesi beklenen cesur sanat insanlarımızın sayısı yok denecek kadar az!
Ben, bunun en önemli nedenleri arasında “otosansürü” de görüyorum. Düzenin insan üzerinde öyle bir baskısı var ki, ilerici düşünceler daha sanatçının kafasındayken siliniyor.
Politik söylemlere otomatik olarak “delete” tuşuna basan bir tarikat var sanki.
Tabi, sözkonusu baskılar, ruhlarda her anlamda yaratıcılığı da söküp attığı için, televizyon dizilerimiz bile birbirine benziyor. Seyircimiz monotonluktan, aynı saatlerde ayrı kanallarda aynı şeyleri izlemekten son derece şikayetçi!
Bir yenilik lazım ama ne?
İçi boş, politikadan arındırılmış yenilikçilik sadece biçimsel kalır, yüzeysel olur, düzene farklı yoldan hizmet etmenin bir yoludur. Ancak, bu ayrı bir tartışma konusu.
On yıl önceye kadar Türkiye’de, batıdaki off broadway ya da fringe anlamındaki alternatif tiyatro yok denecek kadar azdı. Bunun nedeni kuşkusuz alternatif tiyatronun barınak bulamamasıydı. 250/300 kişlik salonlarda, ağır kiralarla kapitalizmin rekabetçil sistemiyle baş etmesi zordu alternatif girişimlerin.
Tiyatrokare’den biliyorum, Frank Wedekind’in gençlik oyunu “Bahara Uyanış”ı , Nesrin Kazankaya’nın harika çevirisiyle haftaiçi matinelerde sergilediğimizde bile, “ gençlik tiyatrosu” seyircimizin yaş ortalaması 60’ın üzerindeydi! Çünkü oyunun oynandığı mekan yanlıştı. Steve Martin’in Picasso ile Einstein’ı sanal alemde bir araya getirdiği “Şerefe Yirminci Yüzyıl”ın prodüksiyonuna çok özendiğimiz halde, “Şerefe Yirminci Yüzyıl” ile öyle bir battık ki, bir özel tiyatro olarak bir türlü yirmibirinci yüzyıla giremedik.
Ancak, DOT çok büyük bir yeniliğe imza atarak, alternatif mekanlarda alternatif oyunları başlattı, akım olarak in yer face’i seçtiler, bu durumda bazı projeleri Royal Court Theatre’dan direkt olarak ithal edilmiş olduğu için, bana fazla “yabancı” kaldı, ama sanırım o oyunları da benden daha beyaz olan Türkler sevdi.
DOT’un açtığı yolu takip ederek, Türk Tiyatrosu’nu klonlanmaktan kurtaran nice grup var.
Bu grupların yarattığı mekanlar, yeni grupların oluşumuna da yol açtı. İçerik değilse de, en azından tiyatromuzun formunu değiştirdi
Ben gerçek değişimin, yeni oyun yazarlarının yetişmesiyle başlayacağına inanıyorum.
Yıllar önce, “Tiyatromuzda Yerli Yazar Sıkıntısı” konusundaki bir konferansta, yazar yetiştirmek için bir laboratuar kurulması konusundaki konuşmamla katılmıştım. Usta yazarlarımızın bile yazdığı yeni oyunların, öncelikle oyun yazma laboratuarlarında pişirilmesi gerektiğini belirtmiştim.Rahmetli Recep Bilginer bana pek kızmış, “bu yaştan sonra laboratuarda yemek mi pişireceğim?” demişti.
Oysa “Angels in America” gibi dev bir proje bile, laboratuarda biçimlendi, bölge tiyatrolarında geliştirildikten sonra, önce Broadway’i, sonra tüm dünyayı sarstı. Kısacası, yazar Tony Kushner, Amerika’da nice laboratuarda yemek pişirdi!
Bizim önde giden yazarlarımız sürekli Kültür Bakanlarına baskı yapıp, oyunlarının ödenekli tiyatrolarda oynanmasını sağlama yolunu seçerler. Belki de bu yüzden “önde giden yazar” sıfatını almışlardır. Oysa, ödenekli kurumların ısrarla aynı oyunları oynaması, Türk Tiyatrosu’nun klonlanmasından başka bir işe yaramaz.
Şimdi, Kumbaracı 50’de Yiğit Sertdemir, oyun yazma, ( adı oyun yazamama olan) atölyeye öncülük ediyor, genç yazarların önüne çıkan engellerle savaşması için yol açıyor. Usta çırak ilişkisinden gelen yıkıcı teatral geleneğimiz onda yok. Yiğit bilgilerini paylaşan bir tiyatro adamı!
Galata Perform’da ise dünyanın en önemli yazarlarının konuk edildiği oyun yazma atölyeleri var. Bu çalışmalarda biçimlenen yerli oyunlarımız Almanya’da bile oynanmış.
Bu atölyeler son derece önemli, devlet sadece sözkonusu oyun yazma atölyelerine bile ödenek ayırmalı bence.
Bu yolla kazanacağımız yazarları televizyonlar kapmazsa, ödenekli tiyatrolar da sahiplenecektir..Örneğin Devlet Tiyatrosu’nun, yabancı oyunlarda izlediği başarılı repertuar politikasın yerli oyun kalitesinin yükselmesine de yarayacaktır . “60 Yılda 60 Yerli Oyun” projesi çok önemliydi, ama Türk Tiyatrosu uzun süredir klonlandığı için oyunların çoğu başarısız diye nitelendirildi.
Bizlere düşen, bir yandan Oyalı koyuna happy birthday derken, öte yandan yeni seslerin alkışlanmasının önünü açmaktır. Bu yola kendini adamış Yiğit Sertdemir, Yeşim Gülan gibi insanların dışında, bir oyunun bitmiş ürün olmadığını sezebilen, yeni yazarlarla çalışmayı göze alabilen dramaturglara gereksinim var.
Bana kişisel olarak düşen görev ise, masamda bir yıldır duran 30’a yakın yeni yazarın eserini bir an önce okuyup , yapıcı biçimde eleştirmek, onları daha fazla oyalamamak!