Geçtiğimiz hafta bu sütunlardan “Güneydoğu hakkında yüzeysel bir yazı” başlığıyla bir yazı yazmış, ne kötü bir tesadüftür ki, Güneydoğu konusundaki ilgisizlik ve kültür politikası yoksunluğumuza değindiğim yazının yayınlandığı gün Van’daki depremle sarsılmıştık.
İstanbul’da bir alışveriş merkezinde film izlediğim ve telefonumun kapalı olduğu saatlerde, depremin haberini birkaç saat gecikmeyle aldım.
Bazı alışveriş merkezlerinde genellikle koca koca ekranlar asılı olur, ya benim o gün gittiğim AVM’de yoktu, ya da nasılsa sürekli reklam yayınlıyorlar diye bakmak aklıma gelmedi.
Ama işin kötü yanı, binlerce insanın cirit attığı İstanbul’un en sosyetik merkezinde hiç kimsenin yüzünde bir kaygı, bedeninde bir korku hisetmedim.Dakika başı indirim anonsları yapılırken, Van’da deprem oldu diye en ufak bir bilgilendirme yapılmadı.
Yıllar önce bir sunucunun ulusal yayında “Bugün havada bulut yok ” demesiyle ilgili olarak, Van’da, Kars’ta, Ardahan’da o gün yoğun tipi nedeniyle çocuklarını okula götüremeyenlerin,haberleri içinde dinledikleri ve sığındıkları battaniyenin altında “Vay İstanbul’un haline” dedikleri şehir efsanesi olmuştur.
Şimdi sunucular sadece hava raporu vermekle kalmıyor, bildikleri ya da bilmedikleri her konuda ahkam kesiyorlar. Üstelik havada bulut yok demiyorlar, havayı bulutlandırıyorlar.
“Onlar polise, askere taş atıyorlar ama polis, asker yardımlarına koşuyor” diyerek, afet durumlarında salt güvenlik görevlilerinin değil, bu toprakların her köşesinde yaşayanların asal görevi olan bir meseleyi, bir ırk ayrımına dönüştürmek, insanlık ayıbıdır.Kurtarma ekipleri göcük altında bir kişiye depremin ana sloganlarından birine dönüşen “sesimi duyan var mı” demek yerine “sesimi duyuyorsan Kürt olup olmadığını söyle” diye mi sorsunlar Ya da deprem başka bir bölgede olsa, aynı sunucu “onlar kimseye taş atmadıkları için taşın altında kalmayı hak etmediler mi” diyecekti?
Bu söylemlerin sosyal medyada da devam ettiğini, depreme yardım sağlayan kuruluşlar arasında bile ayrımcılık yapıldığını görünce dayanamadım doğrusu. O anda Ergenekon davasından delilleri yok ederler diyerek yıllarca içeride çürütülen yazarlar, bilim insanlarını bir an için unutmuş, Deniz Feneri davasından “delilleri ortadan yok etme” şüphesi olmadığı için aklandıkları için, çok kısa zamanda hapisten çıkartılanları düşündükçe, deprem yardımını Deniz Feneri’ne mi bağışlasam diye bile düşünür olmuştum açıkçası!.
Deprem vergilerinin duble yollara gittiğinden şüphelenen vatandaş, tabi ki yardımın yerine ulaşıp ulaşmadığından korkar ama salt politik olarak yandaşı olduğu kuruluş, parti, derneğe yardım ederse, bu fazlasıyla “şüpheci” bir millete dönüştüğümüzün kanıtıdır. Üstelik şimdi bazı havayolları Van’a 1 TL’ye uçak kaldırıyor, çok şüheci ama gerçek yardımseversen, kalk da Van’a git derler adama!
Marmara Depremi’nin onuncu yılı sırasında Tiyatrokare olarak, Liberty Sigorta’nın sponsorluğunda “Birimiz Hepimiz Hepimiz Akut” adlı bir çocuk oyunu hazırlamış, çocuklarımıza sadece deprem değil, afet anında neler yapmalarını gereken bir güvenli yaşam öyküsü anlatmayı seçmiştik. Üstelik her gelen çocuğa güvenli yaşam konusunda Liberty Sigorta’nın hazırladığı çok güzel bir bilgilendirme kitapçığı da sunmuştuk..
Ne acıdır ki, bu oyuna çok az belediye sahiplendi. Oysa çocukları, gençleri eğitmek yerel yönetimlerin, devletin göreviydi! Üç yıldır ısrarla sürdürdüğümüz bu sosyal sorumluluk projesine ne yazık ki veliler bile rağbet edip, çocuklarını götürmedi. Çocuğum “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” izlesin diyerek, belki de evlatlarının korkmasını istemediklerinden oyuna uzak durdular.
10 yıl süren Dr.Stress programımın sunuculuğu sırasında en yüksek ratinglerden birini “Marmara Depremi” sırasında 7 saat süren canlı yayınımda almışken, bir yıl sonra “Deprem Tedbirleri” programımdaki seyredilmeme oranı (!) nedeniyle, neredeyse televizyondan kovalanır hale gelmiştim.
Unutkan mıyız, bize dokunmayan tehlike konusunda duyarsız mıyız siz karar verin artık!
Twitter hesabımda “depremi doğa yarattı, bizler sürdürdük” yazdım, afetlerin “Tanrı’nın bir cezası” olduğu cevabını aldım.
Bedri Baykam bıçaklandığı gün, belki duyarsızlığı, belki de politik duruşu nedeniyle yaralıyı arabasını almayan bir milletin çocuklarına dönüşüyoruz. Oysa tüm dünya bizi misafirperverliğimizle tanımaz mıydı? Şimdilerde misafirperverliğimiz , Sultanahmet’te halı satanların “come please” söyleminde kaldı.
Bugün tiyatrolar da “come please” diyor.
Geçtiğimiz yıl Yapı Kredi ile TEGV’in ortak projesi “Sahneyi Çocuklara Bırakıyorum” ile Güneydoğu’ya giden meslektaşlarım Cem Davran ve Bahtiyar Engin ile gurur duyuyorum.
Bu hafta Tiyatro 0.2 “Limonata, Tiyatro Gerçek “Üstü Kalsın”, Sadri Alışık Tiyatrosu “Oğluma Bir Haller Oldu”, Tiyatrokare “Büyük İkramiye”, Metin Zakoğlu Tiyatrosu “Bir Delinin Hatıra Defteri”, Kaşmir Mektebi ve Alpay Erdem de tek kişilik oyunlarını depremzedeler için oynuyor.
Eğer tiyatrolarımızın da yardım paralarıyla iki katlı dekor yaptırmadığı konusunda şüpheci olmadıysak (!), “come please” misafirperverliğini halıcılara bırakmayıp,,sadece depremzedelerin yaralarını değil, kendi önyargı ve gizli ırkçılık duygularımız, duyarsızlığımızı sarmalamak için tiyatroya bilet almaya ne dersiniz?