4 Mart 2012 Pazar

ŞİMDİ ÖLME VAKTİDİR

Tarık Akan, Nürnberg Film Festivali’nde onur ödülü almış ve törende yaptığı konuşmada, “Türkiye’de sanatçı olmak çok zor. Ancak ölünce rahatız” demiş.
Toplumumuz ne yazık ki, iyi sanatçılarımızın değerini ancak öldükleri, hastalandıkları, evsiz barksız kaldıkları zaman anlıyor. Basın için de cenazelerin ayrı bir yeri var. Sanatçı cenazelerinin gideni geleni bol oluyor, bol bol röportaj konusu çıkıyor. Onlar için düşkün bir sanatçıyı, “neydi ne oldu?” diye teşhir etmenin de farklı bir nostaljik boyutu var tabi.…
Tarık Akan’ın sözleri, tabi ki politik bağlamda ele alınmalı. Memleketini ve insanını seven duyarlı aydınlar, son nefeslerine kadar mücade ediyorlar. . Bu mücadeleyi verirken dışlanıyorlar, hele hele son dönemlerde neredeyse Mccarthy dönemini andıran bir ötekileştirme, dışlama, nefret söylemi var. Oyuncular, oynadıkları rollere göre sınıflandırıldıkları gibi, politik duruşlarına göre de ayrımcılığa uğruyorlar. Hükümet karşıtı bir sanatçının artık ekranlarda boy göstermesi neredeyse imkansız hale geldi. Özel televizyon yöneticilerinin bu içtepisel tutumlarında , sadece günlük politikanın değil, kapitalizmin acımasız kuraları işliyor. Şöyle bir düz mantık sözkonusu: Halkın %50’sinin sevdiği bir partiye karşı olan birisini, halkın %50’si sevmez, bu kişi zaten rating alamaz!
Oysa, oyun kahramanları, film kahramanları da tıpkı masal, öykü kahramanları gibi değil midirler? Oynadıkları rolleri üzerlerine yapıştırıp hele hele buna politik bir alt metin yazarsak, onları zaten öldürmüş olmaz mıyız?
Ya ölüme terk ettiklerimiz ? Bu yazı Ahmet Şık ve Nedim Şener’in içeriye tıkıldıklarının birinci yılında yazılıyor. Balbay’ların sadece kalemleri kırılmadı, uzun süre hücrede tecrit edildiler. Prof. Haberal, tüm dünyayı aydınlatabilecek bir bilim adamı, ama onun da yüreği karartıldı.
İçlerinde Tarık Akan’ın da bulunduğu bir sanatçı girişimi, geçen gün Ses Tiyatrosu’nu tıklım tıklım doldurdu. Benim de imzalamaktan onur duyduğum bir bildiriyle, “kaygılıyız” dediler...
İşin acı yanı, ülkemizde ilericiler, ne zaman harekete geçseler, daha çok döneklerden oluşan bir demokrat grubun (!) saldırısıyla karşılaşıp, darbelere alkış tutmakla suçlanıyorlar. Sanki postalların altında ezilenler onlar değilmiş gibi, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün cezaevlerinde çürüyenler, işkence görenler, yurtdışına kaçmak zorunda kalanlar şimdi de “darbe yandaşlığı “ ile sınıflandırılıyor. Suçlayanların çoğu ise ,Evren’in sopasını, askerin dayağını, polisin copunu sadece filmlerde izlemişler…
12 Eylül’den ağır biçimde nasibini almış , Tarık Akan gibi ilkeli bir aydın, kuşkusuz ölene kadar savaşacaktır… Savaşmadan, ölmeyecek, dolayısıyla ölmeden rahata kavuşmayacaktır.
Ben çeşitli nedenlerle savaşamayanların da, yaşananlar karşısında utanç duymaları ve gerekirse ölmeyi göze almalarını öneriyorum.
Toplumun çöküşünü durduramayıp, boyun eğmek, göz yummak, meseleye sessiz kalmak, ölmekten daha kötü çünkü! Tarih, ev kadını Ayşe Hanım’ın, emlakçı Mehmet Bey’in duyarsızlığını sorgulayamayabilir. Ama toplumunun önde giden aydınlarını sorgulamaz mı? Aydın, sadece kendisinden değil, çevresinden belki sorumluluk duyan insan değil midir?
Emile Ajar, “mutluluğun doruğundayken” ölmekten söz ediyor. İnsan,” mutluluğu yakaladığı zaman ölmelidir” diyor. Ben, başkalarını mutlu edemeyenlerin de tarihsel bir sorumlulukla, ölümü göze almaları gerektiğine inanıyorum. Mutluluğun doruğunda değil, mutsuzluğun dibinde ölebilmek bir erdem olabilir bazen!
Pozantı Cezaevi’nde TMK Mağduru çocuklar, adli suçluların önüne yem olarak atılıyorlar, cezaevi yetkililerinin tacizine uğruyorlarsa, bu çocukların yüzümüze tükürmesini er geç kabullenmeliyiz.Bunu kabul edemeyeceksek de, onlardan önce ölebilmeliyiz.
Geçenlerde bir arkadaşımın “baba” olduğunu müjdeleyen mesajına, “bu dünyaya çocuk getirmek mi?” diye yanıt vermişim.
İyi ki bir çocuğum yok. Çünkü olsaydı, ona üniversitelerdeki haksızlıklara baş kaldırmasını, doğru bulmadığı şeylerle mücadele etmesini salık verirdim..
İyi ki çocuğum yok, çünkü ben onu adil bir dünya, eşitlikçi bir düzen için savaşmaya yüreklendirirken , belki o da şu anda binlerce çocuk gibi cezaevine düşmüş olurdu.
İyi ki bir çocuğum yok, çünkü cezaevinden çıktığı gün, tacize uğramış, psikolojik işkence görmüş bir çocuğun bu şiddete taş atarak bile karşı çıkmasının yeterli olmayacağını bilir, bunu nasıl dillendireceğime karar veremezdim .
İyi ki bir çocuğum yok, olsaydı belki de sadece ona sahiplenir , bu coğrafyadaki diğer mutsuz çocukları göremezdim.
Şimdi, doğmak değil, ölmek zamanı!
Tarık Akan’ın söylediği gibi, sadece öldüğümüz zaman rahat edeceğimizden değil, yaşayarak rahat edemeyeceğimiz için!