26 Şubat 2013 Salı

ÖLÜMÜN DEĞİŞİK ADLARI


 

((((……. SEVDİĞİNİZİN ACI ÇEKMESİ

 
Önce fıtık teşhisi koydular, fıtık olduğum o kadar çok insan ve  o kadar çok şey var ki, “tamam , doğru teşhis” dememe kalmadı,  bu kez de kas problemi filan gibi şeyler çıkardılar.

Acılar içinde kıvranırken, çok önemli olmayan bir hastalıkta bile yaşama sevincinin ne kadar çabuk kaybedileceğini anladım. En ağır sorunlar karşısında savaşmayı ilke edinmiş olan bu yazarınız yalnız gecelerde yedinci kattaki penceresine bakarak, yaşamı sonlandırma fikriyle bile flört etti.

Stefan Zweig’ın politik seçimi olan intihara hep saygı duydum, çağa pasif tanık olarak gözlerini kapamak yerine, yaşama gözlerini kapamak  bana hep daha onurlu geldi..

Bir ağrı kesiciye bağlı olan yaşama sevinci ne kötüymüş! Yaşama sevincinin bir ağrı kesiciye bağlı kalacak kadar umutsuz bir çağa tanık olmak ne acıymış.Bedenin acıları  mutlaka geçer, ancak bedenin acı çekmesinden  sonra ruha bıraktığı mirastan kurtulmak epey acıtır!

Galiba, hepimizin en büyük acısı, ruhumuzun derinliklerindeki acıların bedenin his edebileceği en ağır acılardan bile acı olması. Çağa tanıklık etme acısı  ve inançsızlık, bedenimizin iyileşmesiyle bile iyileşemiyorsa, “geçmiş olsun” bize!

Dini inançları güçlü olan insanları kıskanmamak elde değil bu durumda… Biz solcuların inanacakları o kadar az şey kaldı ki!

Hanake’nin bu hafta Oscar ödülü alan filminde de gördüğümüz gibi, dünya, insanın sevdiğinin acı çekmesi karşısında neler yapması gerektiğini tartışıyor. Tiyatromuzun yüzakı yazarlar Berkun Oya “Babamın Cesetleri” ve Yiğit Sertdemir “Gerçek Hayattan Alınmıştır” da buna yakın  sorular  soruyorlar.

Sevdiğinin acı çekmesi karşısında sevdiğini öldürmeyi düşünebilecek kadar şefkatli olan biz insanlar, çocuklarımızın geleceğinin karartılması  karşısında nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyoruz?  Bugün bir ağrı kesicinin dindirebildiği acılarımızın yarının çocuklarının yaşamlarında önlenemeyecek kadar büyüyeceğinin farkında değil miyiz?

Hala nasıl susabiliyoruz? Yoksa farkında olmadan morfinman mı olduk?

 

 

GÜLRİZ SURURİ


Levent Kırca, Müjdat Gezen kimi zaman çok dik olduğunu düşündüğümüz çıkışlar yapıyor.

Kırca’nın bazı çıkışlarındaki eğlenceli biçeme takılarak, içeriği görmezden gelebiliyoruz. Bazı söylemler de fazla eski gelebiliyor. Ulusalcılık, milliyetçilik ve ümmetçilikle iç içe geçebiliyor bazen. Bazen de , kavramların içinde kaybolacak kadar ağır uyuşturulmuş hastalar olabiliyoruz.

Bu hafta Gülriz Sururi de bir politik  çıkış yaptı. Tiyatromuzun yetiştirdiği en büyük ustalardan, en önemli oyunculardan ve tabi ki en güzel, zevk sahibi kadınlardan biri olan Sururi’nin  bazı söylemleri biraz abartılı gelebilir. Ancak, söylemlerinin eskiyip eskimediğini tartışmak yerine, kendisinin eskimiş olduğunu söylemek, ne büyük ayıp!

Toplum olarak kaset çıkartanın gündem yarattığı insanlara alıştık. Oyuncular da bu kervana dizi tanıtımlarıyla katılıyor son zamanlarda. Sururi’nin hiç kimseden bir  beklentisi, çıkarı yok. Ayrıca eyvallahı hiç yok. İlkeli bir duruşu olduğu gibi, alkışlanma ya da onaylanma derdinde değil. Kaldı kihiçbir zaman bu yola başvurmayacak onurlu bir yaşamı oldu ustanın.

Engin Ardıç, “Gülriz Sururi intihar etti” diye başlık atınca, kimin intihar ettiğini düşünmeden edemedim doğrusu.

Hadi solcuların güçlü bir inanç sistemi olmadığı için boşlukta olduklarını var sayalım,

İnanç sistemlerinde ideoloji ya da din  olmayan,  her şeylerini hükümete endeksleyen dönekler yaşıyor mu?Hiç yaşadılar mı?

Kimbilir ne ağır acılar çektiriyor onlara inançsızlıkları. Ağrı kesicilerimden ikram edeyim diyorum ama şu aralar  ilaçların hepsi bana lazım…