Bayram sabahı uyandığınızda Çanakkale’de bir kız isteme meselesinin, 2500 kişinin katıldığı bir “Kürtlere ölüm” gösterisine dönüştüğünü okuduğunuzda, yatağınıza geri dönmek mi istersiniz, inadına sanat üretmek mi?
Bir sanatçı olarak, topluma varoluşunuzla katkı payı sunarken, bırakın toplumu kökten değiştirmeyi, üzerinizde varolduğunuz topraklarda en ufak bir hareketlilik sağlayamadığınızı hisettiğiniz gün artık yaratmanın bir anlamı kalmamış, zaten derin uykulara dalmışsınızdır. Artık çevrenizde olanlara gözünüzü kapatmanız mümkün değildir çünkü çevrenizde olanlara gözünüzü kapatmanızla, bayram sabahı yatağınıza dönmeniz arasında hiç fark yoktur!
Uğur Vardan, Radikal Gazetesi’nde, Yılmaz Erdoğan’ın “ Neşeli Hayat” filmini, bir yılbaşı filmi olarak niteliyor, filmin kurban bayramında vizyona girmesini bir zamanlama hatası olarak görüyor. Bense, filmi zaten bir yılbaşı filmi olarak değerlendirmemekle birlikte, iyi ki bayramda vizyona girmiş diyorum!
Yılmaz Erdoğan, bizi bayram sabahına uyandıran bir sanatçı! Öyle bir film yapmış ki, siz gazetelerde toplumu birbirine düşüren ayrımcılık haberlerini okuduğunuz bu bayram sabahında yatağınıza dönmeyi değil, inadına sokağa çıkmayı istiyorsunuz.
Filmin bütün karakterlerine sarılmak, onları sarmalamak, onları kucaklamak istiyorsunuz.
Yılmaz Erdoğan, tam da bayramda ihtiyacımız olan bir birlik filmi yapmış.
Çanakkale’de kız istediği için kapısına 2500 kişinin dayandığı Kürt delikanlının nasıl baskıları aşıp aşkına kavuşmasını yürekten istiyorsam, yeni keşfettiğim sımsıcak oyuncu Ersin Korkut’un evlenmeden hamile bıraktığı kıza kavuşmak için para bulmasını da aynı sıcak duygularla istiyorum.
Birbirimizi sevmeye ve anlamaya o kadar ihtiyacımız olan bir dönemde, bu genç kızın iki ağabeyin , “sizin gibi tutarsız adamların düğününe gelmeyeceğiz” dediği anda, yine Ersin Korkut’un tutarsız sözcüğünün küfür olmadığını anladığı sırada, “pek de kötü bir şey dememişler” dediği dakikanın sinema tarihimizin en komik anlarından biri olduğunu iddia ediyorum!
Yoksulluk, sefalet ve kıç korkusuyla, her hakareti kabul etmeye hazırken, “tutarsız” sözcüğünü bu kadar olgunlukla karşılayarak, moderniteyle dalga geçebilmek, yazarın ince zekasının ürünü!
Bir alışveriş merkezinde bir palyaço kostümünün içine beş metrekareye mahkum edilen bu zavallı adam, akşamları gecekondusunda yaşarken, gündüzleri geçici bir süre için en beylik şehir jargonlarıyla çocukları mutlu etmeye çalışır.
Bir iki yıl önce çok okunan bir gazete, ünlü yazar Selim İleri’yi filmin mekanına benzer bir alışveriş merkezine götürmüş ve yürüyen merdivenlerin tepesine kondurduğu yazarın şaşkınlığını görüntülemeyi başarmıştı. Mekanik şehir yaşamıyla arası hiç iyi olmayan bu kentli entelektüelin gizlemediği şaşkınlık bile hafızalardan silinmemişken, neşeli hayat uğruna kötü bir saadet zinciri deneyimi yaşamış ve bu uğurda karısının altınlarını bile satmış temiz kalpli bir köylüyü aynı yapay dünya içine kilitleyerek Türkiye panoramasına ışık tutmak dahiane bir düşünce.
Yazar Yılmaz Erdoğan, “palyaçolar mutlu eder ama kendileri mutsuzdur” klişesine sapmadan, içinde hiçbir karakterin stereotip olmadığı iyicil bir film yapmayı başarmış. Öyle ki, Noel Baba’ya iş veren sert ve acımasız mağaza müdürünü bile tanıdıkça, onun dünyasını anlıyor ve karmaşık şehir hayatını çözümlüyorsunuz. Cuma namazında imamın yılbaşı kutlamalarının İslam camiasında fuzuli olduğunu anlatmasıyla, düğün salonunda yılbaşı hariç hiçbir gecenin boş olmaması ve aynı fuzuli yılbaşı gecesinde yılbaşı kahramanımız Noel Babanın gecekondularda mutluluk dağıtması Erdoğan’ın bir senarist olarak ustalığın ötesine geçtiğinin bir kanıtı!
Yönetmen Erdoğan ise sinemasal olarak nefes kesen iki ana imza atmış: Biri, saadet zincirine katılan Sinan Bengier’in pazarlamacılığa başladığı anda çantayı açamadığı sahne, diğeri ise
mahkemede hakimin karşısında sinir bozucu şekilde çalan cep telefonuyla özetleyen ve koca bir duruşmayı tek bir olaya indirgeyen zengin sahne!
İşte bu ustaca, insana dair davranışlar ve sade hayat parçacıkları sayesinde, “Neşeli Hayat”, bizim için bir film oluyor.
İşte bu sıcaklık sayesinde, bu film, köy ve kent gerçeğini, yoksul ile zenginin iç içe geçen dünyasını bu kadar derinden analiz edebiliyor.
Geçtiğimiz haftalarda, bu sütundaki 21. yüzyıla espri üretmek başlıklı yazımda, yazar Erdoğan’ın televizyon skeçlerinde eşcinsellikle ilgili espriler konusundaki kaba çizgisinden arınması gerekliliğinden söz etmiş ve çok izlenen programında “homofobi”ye değinmesini önemli bir adım olarak değerlendirmiştim.
Şimdi, aynı Yılmaz Erdoğan’ın, Türkiye’ye bayram ettiren, aslında yoksulluğun dünyasını anlatırken, zenginliğin sefaleti ve kentliliğin yalnızlığını anlatan ince, duyarlı filmini onurla alkışlıyoruz.
Yıllar önce Yasemin Yalçın’ın başrolünü oynadığı “Kadınlık Bizde Kalsın”ın bir erkeğin , Yılmaz Erdoğan’ın kaleminden çıktığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Yine Yılmaz’ın imza attığı , Demet Akbağ’ın başrolünü oynadığı, De “Bana Bir Şeyhler Oluyor” da, çok önemli bir oyundu ve mizah açısından daha rafineydi. O günden bu yana Yılmaz, tiyatro adına, aktif bir üretimin içinde olmadı.
Geçen yıllar belki bize Türk Tiyatrosu adına iyi bir yazarı kaybettirdi ama kanımca sinemamız için çok önemli bir usta kazandırdı.
Salt bizi neşelendiren bir komedyen, iyi bir yönetmen, usta bir senarist değil bayram sabahına uyanmamıza neden olan, bizde tekrar yatağa sığınma ihtiyacı doğurmayan , önemli bir insan aynı zamanda!
Nedim Saban
26 Kasım 2009
BİRGÜN GAZETESİ