7 Kasım 2009 Cumartesi

KÖYDE HAMLET

Ümmiye Koçak’ı tanıdığınız zaman, Türkiye’de aydınlanmanın önünün neden kesildiğini anlayacaksınız.
Bu yazının “onu tanıdığım zaman Türk kadını adına, Türk köylüsü adına umutlandım” diye bitmesi gerekiyor değil mi? Ben daha başlarken , öyle bitirmeyeceğimi söyleyeyim..
Mersin ‘e 60 kilometre uzaklıkta bir dağ köyünde, Arslanköy’de bir tiyatro devrimi yaratan,
sekiz yıldır ona yakın oyun, yirmibeş öykü yazan ilkokul mezunu Ümmiye Koçak, altı köylü kadının oynadığı Hamlet’i sahneleyerek, dünya basınına konu oldu.
Muhsin Hoca’nın düşlerinin kahramanıdır Ümmiye hanım.
Metin And tanısaydı gurur duyardı onunla.
Ben ise, saatlerce tırmandığım yolları inerken sadece utanıyordum!
Köy ensitüleri kapatılmasaydı, halkevlerinin önü kesilmeseydi, Anadolu nice Ümmiye Koçak’lar yetiştirecekti.
Fakir Baykurt’lardan, Orhan Kemal’lerden sonra köyle kentin arasına birileri dinamit koydu.
Köylü adamların kahvelerde oturduğunu sandık bizler. Kimi zaman tarikat okullarından, kimi zaman cinayet romanlarından, kimi zaman varoşların intikam öykülerinden üçüncü sayfa haberi olarak köylüler!
Neredeydiler?
Üretmiyorlar mıydı?
Kuşkusuz üretiyorlardı, ama sesleri duyulmuyordu. Herkes Ümmiye Hanım değildi ki, bir yandan ocağa gözleme atarken, bir yandan yüreğimizi dağlayan öykünün inceliklerini en dinamik ve en esprili biçimde anlatadursun…
Ümmiye Koçak, üç çocuk annesi. Arslanköy’e otuz yıl önce gelin gelmiş. Sekiz yıl önce almış kalemi eline. Hayatında hiç tiyatro izlemediği halde ilk oyunu Çiçekler Solmasın’ı yazmış.
Ardından, kadına şiddet temalı bir oyun gelmiş.
“Şiddet mi yaşamış ki, yazmış?” İlgisi yok. Eşiyle gül gibi geçinip gidermiş.
Nasıl tiyatroyu bilmeden tiyatro eseri yaratabilmişse, şiddet görmeden de yazabilecek kadar derin bir ruha sahip bir aydın köy kadını o.
Sadece son öyküsünde, belki de yakından yaşadığı bir felaketi dile getirmiş: Spastik bir oğlu var. O da, son öyküsünde yaşayan bir kız çocuğunu dillendiriyor. Bazı anneler kızlarını hiç okutmazken, bu anne kız çocuğunu okula taşıyor…. Çocuk büyüyor, ağırlaşıyor, anne yaşlanıyor. Bu kez fedakar anne çocuğu bir yük arabasıyla sürüklüyor okula! Bu kurgu Çukurova’nın ünlü bir ressamını öyle etkilemiş ki, resmetmeye hazırlanıyormuş öyküyü.
Ümmiye Hanım’ın meme kanseri, ozon tabakasıyla ilgili oyunları, öyküleri de var.
Oyunlarını sahnelemek için oluşturduğu köy tiyatrosuyla Afife Jale ödülü bile almış, fakat her nedense bu ödül oyunu yazan Ümmiye Hanım’a değil de, köy okulunun müdürüne verilmiş.
Çağdaş Yaşam Derneği üyelerinin ona getirdiği kitaplar sayesinde Afife Jale’nin yaşamını incelemiş. Ödül almak umurunda değil ama keşke bu onurlu kadının adını ben taşısaydım diyor!
Köy tiyatrosu yaparken, bir gün muhtardan, “yahu tiyatro nasıl bir şey, bizi tiyatroya götürüver hele” diye rica edivermiş. Mersin’e “Fehim Paşa Konağı’”nı izlemeye gitmişler. Oyuncular, “tiyatro ne hale geldi, köylülerin eline düştü” diye aşağılamış Arslanköylü kadınları. Günlerce ağlamış lastik ayakkabılı, şalvarlı Ümmiye Hanım…”Bakmayın böyle giyindiğime, tepeden tırnağa Atatürkçüyüm diyor” parantez içinde.
Ama leyleği havada görmüş. Pelin Esmer, onun tiyatro macerasını bir belgesel haline getirerek, San Sebastian Festivali’nde ödül almış. Ümmiye Hanım, Mersinli tiyatrocuların küçümsediği şalvarı ve lastik ayakkabılarıyla festivalde ayakta alkışlanmış.
Ardından bir süre, salt çocuklarını üniversiteye yerleştirmek için büyük kente göçmüş. Burada bilgisayarla, internetle tanışmış. Yine de öykülerini elle yazıyor .
Ümmiye Hanım, kentte tiyatro kültürünün, köydekinden bile az olduğunu görmüş. Büyük oğlunu üniversiteye yerleştirdikten sonra, Arslanköy’e tekrar dönmüş.
Bu kez, eski arkadaşlarıyla yolları ayrılmış. Kapı kapı dolaşıp, yeni tiyatrosuna gönüllü olabilecek kadınlar bulmuş.
Kadınların gönüllü olması yetmiyor, eşlerinin de gönüllü olması gerek!
Örneğin Hamlet prova edilirken, erkek rolünde Prens Hamit çalışılırken köylülerin tarlada birbirlerine, “kocacığım” diye hitap etmeleri epey yadırganmış!
Ümmiye Hanım’ın, Shakespeare’i seçmesinin nedeni, koca koca sözlere anlam katabilmek.
“Bugüne kadar benim yazdıklarım artık küçük kaldı, şimdi büyük bir adamın büyük sözlerinden ders çıkarma zamanı” diyor.
Ancak köylülerin meseleyi yadırgamaması için, kılıçlar oklavadan yapılmış, taçlar tahtadan
kesilmiş. Ophelia Feraye olmuş, Hamlet Hamit!
Oyunda basma elbiseler , lastik ayakkabılar giyiliyor.
Provalar, marul dikerken yapılmış. Marul diktiğiniz zaman ayaklarınız su içinde kalırmış! Yani lastik ayakkabı olmazsa olmaz.
Dramaturji mi?
Ümmiye Hanım, oyunu en az otuz kez okuduğunu söylüyor.
Shakespeare’in diğer oyunlarını da okumuş.
Othello, Venedik Taciri’nden keyif almış. Macbeth’i bir türlü bulamamış.
Tüm bunları da mum ışığında yapmış. Çünkü bir sır gibi saklıyor ama evinin elektriğini dört aydır ödeyemiyor. Evinin üstü toprak, duvarları naylon. Benim ziyaret ettiğim gün Mersin’de hava 40 derece sıcakken, Arslanköy’de rüzgar esiyordu. Kışın ise kar ve fırtınadan yollar kapanırmış!
Neden Hamlet peki?
Köy meydanında sadece bir kez oynanan ve koşulsuzluklar nedeniyle seslerin duyulamadığı oyunu izleyemedim, ama anladığım kadarıyla mezarlıkta yoğunlaşıyor.
Köylüler, mezarlık sahnesinde yörenin türküsü
“vur kazmacı mezarım derin olsun, beni vuran kardeşim mezarım derin olsun” u kullanmışlar.
Ümmiye Hanım, Hamlet’i seçmelerinin nedenini Shakespeare’in çıkarcılık ve bencilliği zarif bir dille anlatmasına yoruyor. “Sakıp Sabancı bile olsa, parayı mezara götüremiyor” diye devam ediyor.
Paraya tamah olmamak, kardeşin kardeşi vurmaması, üfürükçüler, büyücülere inanılmaması oyunun diğer temaları.
“Ah anama anama, dayanamam anama” ise kullanılan başka bir türkü.
Zaten, köylülerin içtepisel olarak geliştirdikleri dramaturjik güdülerle oyun yetmiş dakikaya e inmiş.
Gözlemelerimizi yiyip, ziyafetimizi darılarla tamamladıktan sonra, oyunun oynandığı sahneye indik. Köylüler, “gibi yaparak” bana oyunu gösterdiler. Özellikle ağaçtan kiraz topladıkları zaman prova yaptıkları için, oyunun belirleyici gestusunun kiraz toplama hareketinde yoğunlaştığını gözlemledim.
İstanbul’a davet ettim onları. Hatta Emre Kınay’ın “Hamlet” hazırlığında olduğunu ve iki Hamlet’i peş peşe izlemenin ilginç olabileceğini düşündüm.
İşte o an Baş Mabenciyi oynayan 62 yaşındaki Gülseren Teyze’den müthiş bir azar işittim.
“ Dünyada başka oyun mu kalmadı! Emre’ye selam söyleyin, Hamlet’i bu yıl biz oynuyoruz.
Kendisine başka bir oyun bulsun!”
Arslanköy’ü ziyaret eden ilk tiyatrocuymuşum.
Arslanköy’den gece karanlığı basmadan ayrıldım.
Benden biraz sonra Ümmiye Hanım’ın eşi gündelikten dönmüş. Eve günlük ekmek parasını getirmiş.
Yeni belediye başkanı (Arslanköy belde olmuş) da beni ertesi gün arayarak, Arslanköy’e bir halk eğitim merkezi yapacağının ve Ümmiye Hanım’ın topluluğunun devletin özel tiyatrolara desteğinden yararlanması için girişimde bulunacağının müjdesini verdi. Bakanlığın politikasında Anadolu’daki tiyatroların desteklenmesinin olduğunu bildiğim için içim rahat.
Ancak, Türkiye son elli yılı nice Ümmiye Koçak’ı yetiştirebilecekken, bu zamanı kaybettiğimiz, aydınlanmanın önünü kesen bir devlet politikasına sahip olduğumuz için utanç duyuyorum.