30 Haziran 2009 Salı

BABALAR VE OĞULLARI

Yıllar önce, Dr. Stress adlı televizyon programının sunuculuğunu yaparken, "Babalar ve Oğullar" adlı bir program sunmayı tasarlamıştım.Çetin Altan, Mehmet ve Ahmet Altan kardeşler bir araya gelseler, ve Turgenyev'in romanında olduğu gibi, memleket meselelerini tartışsalar, fakat asıl mesele "oğlum ben bunu sana böyle öğretmedim", "oğlum bak ben solcu bir milletvekiliyken o yumruğu, senin yıllar sonra böyle olman için yemedim" olsa fena mı olurdu?

Bu uğurda Çetin Altan'ı Feneryolu civarlarındaki evinde ikna turuna çıktım. İster misin o gün elektrikler kesilsin!
( Bugünün Ahmet'i, o elektrikleri askerlerin kestiğini sanacak kadar sığ bir bilimsel çıkarım gücüne sahip ne yazık ki.)
O zaman da, bende bugünden fazla olarak 30 kilo var. Marş marş diyerek, Altan’lar uğruna 14, 15 kat merdiven çıktım.

Dünkü (29 Haziran) Akşam Gazetesi'nde Oray Eğin'in Altan ailesini inceleyen muhteşem yazısı beni Babalar ve Oğullar konusunda taraf olmaya tetikledi.

“Neyin mücadelesini vermişler, neye direnmişler, neyi feda etmişler ki?Babası 12 Mart'a alkış tutmuş, oğlu 12 Eylül olur olmaz solcu geçmişine küfretmiş ve Özal'a yaranmış. Cumhurbaşkanı'nı ayakta alkışlayan, iktidar sofrasında kadeh tokuşturan onlar. Hangi demokrasi mücadelesinden bahsediyorsunuz, tek amaçları ceplerini doldurmak ve kendilerine rant sağlamaktı.En büyük özellikleri ise ne modaysa onun peşinden gitmek...Önce solculara küfretmek, sonra Özalcılık, sonra dönemin modasına uygun olarak Kürtçülük, şimdi Fethullahçılık ve Siyasal İslamcılık... Bugün Türkiye'de gerçek bir darbe havası olsa, asker de gerçekten darbe yapmaya niyetli olsa, kamuoyunda bir darbe beklentisi olsa baba-abi-kardeş-torun-damat hep bir ağızdan en büyük darbeci olurlardı. Babasının 12 Mart'ta yaptığı gibi darbeye alkış tutarlar, askeri müdahalenin öneminden bahsederlerdi...Ama şimdi moda askere vurmak, onlar da modaya uyuyor...”
http://www.aksam.com.tr/2009/06/30/yazar/13322/oray_egin/entelektuel_ikoncan.html
Önce biraz Turgenyev.!. Gerçi Taraf'ta Murat Belge, Ferhat Uludere, Mehmet Güreli, Pakize Barışta gibi ustaların yanında bana edebiyat tahlili yapmak düşmez ama Turgenyev, Pavel Petroviç kahramanını boşu boşuna da Feneryolu'nda ondördüncü kata çıkartmaz değil mi? Bir klasiğin klasik olmasının nedeni, karakterlerinin her çağa, her çağdaşa hitap etmeleridir. Bu laf üzerine sakın ola ki dönekler, her çağa her çağdaşa hitap ederek, klasik olabileceklerinin çıkarımını yapmasınlar. Oray Eğin, son derece güzel özetlemiş Babalar ve Oğullarının , artık kelimenin wikipedia manasıyla klasikleşmiş dönekliklerini.
"Askerin gelmesini, hükümeti devirmesini alkışlamıştı Çetin Altan kendi darbe günlüklerinde...O yüzden şimdi hiç kimse kalkıp da Altan ailesinin darbeye karşı aldığı tavırları falan anlatmasın. Neyin mücadelesini vermişler, neye direnmişler, neyi feda etmişler ki?Babası 12 Mart'a alkış tutmuş, oğlu 12 Eylül olur olmaz solcu geçmişine küfretmiş ve Özal'a yaranmış. Cumhurbaşkanı'nı ayakta alkışlayan, iktidar sofrasında kadeh tokuşturan onlar. Hangi demokrasi mücadelesinden bahsediyorsunuz, tek amaçları ceplerini doldurmak ve kendilerine rant sağlamaktı.En büyük özellikleri ise ne modaysa onun peşinden gitmek...Önce solculara küfretmek, sonra Özalcılık, sonra dönemin modasına uygun olarak Kürtçülük, şimdi Fethullahçılık ve Siyasal İslamcılık... Bugün Türkiye'de gerçek bir darbe havası olsa, asker de gerçekten darbe yapmaya niyetli olsa, kamuoyunda bir darbe beklentisi olsa baba-abi-kardeş-torun-damat hep bir ağızdan en büyük darbeci olurlardı. Babasının 12 Mart'ta yaptığı gibi darbeye alkış tutarlar, askeri müdahalenin öneminden bahsederlerdi...Ama şimdi moda askere vurmak, onlar da modaya uyuyor..."

PAVEL PETROVİÇ: Sınıf ayrılıkları ve törelere inanan, kendini soylu sayan ; bir zamanlar Rus ordusunda da görev yapmış ve ileride Rusaya yönetimine geçecek biri olarak bakılırken bir anda kendini kardeşinin yanında; çiftlikte ömrünü geçirirken bulmuş biridir.NİKOLAY PETROVİÇ: Çiftlik yönetmekle uğraşan , her şeyi oğlu için yapan bir kahramandır.Katya ile evlenmekten çekinen fakat abisinin ve oğlunun desteğini aldıktan sonra o da törelerin zamanla değiştiğine inanarak onunla evlenen böylelikle kitapta yazarın betimlemek istediği kahramandır.

Bir an için Ahmet Altan'ın Pavel Petroviç, Çetin Altan'ın Nikolay Petroviç, çiftliğin de Feneryolunun o tarafları olduğunu düşünün.
Pavel'in Rus ordusunda görev yapmış olması , baba Nikolay'ın da Katya ile evlenme istemi dışında öykü neredeyse birebir tutuyor!
Koskoca Çetin Altan'ın, o zamanlar Dr.Stress'te stres atmaktan niçin korktuğunu şimdi daha iyi anlıyorum! Belli ki, Pavel Petroviç'in saçmasapan konuşmasından ürkmüş. Entellektüel bir baba için ne ürkünç bir şey değil mi?

80’ler….
Önce devrimcilerle alay etti Ahmet Altan. Yalçın Küçük'ün deyimiyle yazdığı küfür romanlarında, kendilerini doğru ya da yanlış, ama bir ideale adayanlara küfrederek, entellektüel elitistliğe soyundu. Robert Lisesi'nde öğrenciyken yazar tarafından katıldığı bir edebiyat söyleşisinde kendisini döneklikle suçladığım zaman, öğretmenlerimin gözünün içine bakarak beni nasıl da Kenan Paşa'sının Milli Eğitim'inin kanatlarına terk ederek, arkasına bakmadan kaçıvermişti. (Oysa şu sıralar bir panelde, ben konuşmacı olarak, soru soranı düzenle karşı karşıya getirebilecek bir soruyla muhatap olduğum zaman en önce soru soran öğrenciyi koruyorum)

90’lar….
Ahmet’in romantizm döneminin başladığı yıllar. Ucuz kağıtlara basılmış milyonlarca romanla kadınların gönlünü çeldi. Aşkı tarif etti. Bu dönemde onun küfür romanlarında alay ettiği solcuların bir bölümü işkencede ölmüş, bir bölümü ise reklamcı olarak doğru yolu (!) bulmuştu. Gençler aşk, sevgi,
vav, cız, öpücük diyerek, Evren Paşalarının hapislerinde çürümüş ve Ahmet paşalarının bile alay konusu olmuş ağabeyileri gibi olmamak için doğru yola kayıyorlardı. Globalizasyonu Bayburt’ta tenis kortu açmak “, Altan ailesinin şiar edindiği “Türklerin mesleği yoktur” sözünü “para kazanmayan kişinin mesleği olmaz” sanan gençler, depolitize olmuşlar, Ahmet Altan ağabeyileri de bu depolitizasyon modasını sonuna kadar kullanarak, onlara aşk edebiyatı satıp, milyonlarca baskıya ulaşmıştı.

2000’ler…
Ahmet Altan, Orhan Pamuk olamadı.
Çetin Altan, Yaşar Kemal olamadı.
Bu parlak zekalardan beklenen uluslararası başarılar, Pavel ile Nikolay’ın ondördüncü katında duvardan duvara halılar arasında kalan sığ sohbetlere dönüştü.
Çetin Altan için gazete değiştiren okuyucular , ne yazık ki üstadın artık hangi gazetede bile yazdığını hatırlayamaz oldular.
Yazılarından dolayı 300 kez mahkemeye gitme onuru taşıyan yazar, olsa olsa apartman yöneticisiyle ihtilafından dolayı mahkemeye çağrılır hale geldi.

2010’lar…
Önce entelektüelleri taraf olmaya çağırdılar. Sonra, yukarıda adını saydığım kültür alanında değerli ve bana hitap eden Neşe Düzel, Alper Görmüş, Rasim Ozan Kütahyalı, Halil Berktay gibi güçlü kalemlere sığınarak hem yazılı basının en donanımlı sanat eklerinden birini çıkardılar, hem de entelektüelleri gazetelerine bağlamak için çeşitli tuzaklara başvurdular. Bu yolla gazetelerindeki bazı taraflı köşe yazarlarının Cumhuriyet eskidi, Kemalizm ideoloji değildir, Atatürkçülük demode oldu, Militarizm kötüdür gibi, özünde tartışmaya açık ama tartışan kişinin sözünde tartışmaya değmeyecek konuları, donanımlı kültür ve sanat ekinin yanında promosyon olarak kokozladılar.

Karısına bok yediren bir yazara sayfa açtılar, kendi kadın yazarlarını “pavyondaki namuslu kadın” ahlakı söylemleriyle aşağıladılar…. Kadının özgürlüğüne evet diyerek türbana yeşil ışık yaktılar ama aynı sayfalarda, ataerkil genleriyle öyle bir kadın düşmanlığı pompaladılar ki,anlayan beri gelsin! Sözümona dertleri mazlumun yanında olmaktı ama kadını aşağılayarak, aslında türbanın yanında da olamayacaklarını , kadının bedenini pavyon malzemesiyle eşdeğerde gören eskimiş solcu değerlerini kusarak, sadece tiraj uğruna ve babalarını mutlu etmek uğruna çalıştıklarını net bir biçimde ortaya koydular.

Azınlık hakları, Kürt hakları, Ermeni konusu için mücadeleleri ise, sadece statükonun değerleri, hükümetlerinin politikalarıyla sınırlı. Taraf olması gereken gazetede; örneğin Radikal 2’de ya da Birgün’de okuduğunuz kadar bağımsız bir yazı okudunuz mu bugüne kadar?

Yine kendimden örnek vereyim… Etnik kökenimden dolayı bir magazincinin , 2010 Türkiye’sine yaraşmayan yazısına maruz kaldığımda, benimle tam üç saat röportaj yaptılar, ama asıl babalarından onay alamamış olacaklar ki, röportajı yayınlama cesaretini gösteremediler. (Belki tarafçılıkları tutar, bu yazıyı yayınlarlar, o zaman insanlara bok yediren yazarlarının kokteylinden bir tadımlık alırım vallahi)

Askere küfür etmeyi biliyorlar ama 12 Eylül’de solcuları, Kenan Paşa’yı mitleştirerek aşağılamayı, 12 Mart’ı alkışlamayı biliyorlar!

Gazetenizin değirmenin suyu nereden geliyor denildiği zaman, “batıyoruz” söylemlerine sığındılar.. Ondan sonra nedense mucizevi birileri ortaya çıktı, sermaye sağladı da, onları bir dakikada tüm maddi sıkıntılarından kurtardı! Yahu, bu mucizevi kişi niçin çıkıp da fakir yurdum insanının fikir üreticisine sahip çıkmaz, tesadüfen tarafı beslemeyi seçer? Hiçbir gazetenin batmasını istemeyiz tabi, ama bu millet her kazandığı savaşın faturasını kanıyla, canıyla, dişiyle, tırnağıyla ödemişken,
Durup dururken türeyen taraflı sermayeye inanmakta da azıcık güçlük çekeriz doğrusu!

Hadi Turgenyev’e dönelim. Babalarımızın nerede öldüğünü, niçin öldüğünü, neyin umruna öldüğünü, nasıl öldürüldüğünü, defalarca ve tekrar tekrar niçin can verdiğini, oğullarımızın nerelerde niçin, nasıl, gerekirse yoksullukla, gerekirse yoksun ve yalnız olarak ne zaman öleceğini çok iyi biliyoruz.

Bugün Atatürkçülük söylemini boş, demode ve sizin tarafta bulamayabilir, yazar son paragrafa kadar
iyi götürmüş, son paragrafta gereksizce hamaset, lüzumsuzca taraflılık, anlamsızca çığırtkanlık yapmış diyebilirsiniz.

Bu konuyu babalarınızla tartışınız. Babalarınızın uygun gördüğü cezayı kesiniz, kestiriniz.
Biz de oğullarımızla, mazlumu koruma ve aydının tarafında olma konusunda samimi olmadığınız konusunu sonuna kadar tartışırız.

15 Haziran 2009 Pazartesi

BENİM BABAM BİR KAHRAMANDI

… Sabahattin Ali, Abdi İpekçi, Ümit Kaftancıoğlu,
Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter,
Uğur Mumcu, Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı,
Cavit Orhan Tütengil, Doğan Öz, Bedri Karafakioğlu,
Bedrettin Çömert, Cevat Yurdakul, Nesimi Çimen,
Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin, Sevinç Özgüner,
Behçet Aysan, Necip Haplemitoğlu, Aziz Nesin,
Kemal Türkler, İlhan Erdost, Ümit Doğanay,
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Metin Altıok,
Onat Kutlar, Asım Bezirci, Asaf Koçak,
Ahmet Kaya, Hrant Dink,
Ve Diğerleri…

Yakın tarihimiz temelde bağımsızlık ve uygarlık adına emek verenlerin tırpan gibi biçildiği bir kanlı süreçtir. Dünden bu güne gelindiğinde çağdaşlık ve aydınlık yolunda yitirdiğimiz aydınlarımızın unutulmaya yüz tutmuş olmasını içimize sindiremiyoruz. Ülkesini ve halkını seven bu “gerçek” insanların, düşüncelerinin şiddet yolu ile sindirilmesini, yok edilmeye çalışılmasını kınıyor ve bunun çıkar yol olmadığını gururla haykırıyoruz. Ama bu aydınların düşünceleri yüzünden kurşunlara ve bombalara hedef olduğu gerçeğini maalesef değiştiremeyiz. Başka bir ülke yoktur onlarca aydınını kurşunlara hedef etmiş ve bu denli yönetenlerce sahiplenilmemiş olsun.

Düşüncenin özgürce ifade edilebileceği bir ülke arayışını dün aydınlarımız, bugün de biz sürdüyoruz. Düşüncelerinin bedelini canlarıyla ödeyen bu aydınlarımızın acılarının sadece ailelerinin değil, tüm toplumun olduğunu belirtmek istiyoruz.

Türkiye’de bir ilk olan bu etkinlikte, yakın tarihimizde katledilen tüm aydınlarımızı çocukları ve aileleriyle beraber babalar gününde anacağız Onlar yalnızca aileleri için değil, sosyal işlevleri ve uğrunda savaştıkları ilkeler ile onları yok eden bilinçli odakların bilinçsiz maşalarının da geleceği için bir umut idi. Bunun bilincine varan tüm insanların, düşünce farklılıklarına kanıtlanabilir düşünce ile yanıt vereceği, şiddetin her türlüsünün reddedileceği bir toplum kurma yolunda bizimle birlikte yürümesi gerektiğini biliyor ve davet ediyoruz.

Anneler Günü'nün annesi ölen minik bir kızın gözyaşı için değil, 41 yaşındaki Anna Jarvis adlı bir hanımın bir tekstil tüccarı ve köyün klisesinin desteğini alarak ortaya çıktığını biliyor muydunuz? Babalar Günü ise, özellikle bu yıl sigara yasağına rağmen kira indirimi yapmamakta direnen pekçok alışveriş merkezi için paha biçilmez bir fırsat olacak!

Ben bu babalar gününde, güneydoğuda polise taş attıkları için onlarca yıl hapis cezasına çarptırılan ve erişkinlerle aynı koğuşlarda yatan çocuklar için gözyaşı döküyorum.

Onlar, babalarına, belki de daha on yıl boyunca sarılamayacaklar demek, şiirselliğin en ucuz klişesine sığınmak olmalı.Peki hapisteki çocukların babaları için ağlamayı denemek?Bir babanın "baba" sözcüğünü yeterince duyamadan ölüp gitmesi?

İnsan niçin çalışır, niçin yaşar?

Şiirselliğin en ucuz klişesine sığınırsak, çocuğu için tabi!

Peki niçin ölür?

Şiirselliğin en ucuz klişesine sığınırsak, niçin öldüğümüzü bilemeyiz tabi. ( O tanrı ile bizim aramızdaymış)

Ama bu dünyada çocuğumuz için yaşama hakkımızı elimizden alanlar, öldürdükleri zaman da bizi niçin öldürdüklerini gizliyorlarsa , işte o zaman ağlamak gerek bu güzel toprakların babaları için.

21 Haziran Pazar 19.30'da, Babalar Günü'nde, Esenyurt Rıfat Ilgaz Açıkhava Tiyatrosu'nda çok önemli bir etkinliğe imza atılacak.
Babalarına bu dünyada yaşama hakkı verilmeyen çocuklar "benim babam bir kahramandı" diyecekler!

Bertolt Brecht, kahramanlara ihtiyacı olan ülkeye yazıklar olsun demişti Galileo Galilei oyununda.

Bu durumda, Biz ne kadar yüce (!) bir ülkeymişiz ki bu kahramanlara ihtiyaç duymamışız. Öldürmüşüz onları! Öldürtmüşüz! Öldürülmelerine göz yummuşuz, sessiz kalmışız. Öldürenlerin aramızda dolaşmalarına alkış tutmuşuz.

Ben bu babalar gününde, çocukları için yaşama hakları bile fazla görülen ve neden öldüklerini bilmeyen o babalardan özür diliyorum. Utanıyorum o güzel gözlü babalardan. Utanıyorum o nur yüzlü insanlardan.

Aydınlarının ışığından yararlanmak yerine onları kahraman yaparak ölüme terk eden, ölümüne terk eden, aydınlarının ölümünü izleyerek kendi geleceğinin kararmasına göz yuman, geleceğinin ölümüne izin veren çağdaşlarımdan, çocuklarını yetiştirmek, büyütmek yerine onları öksüz bırakan, onları bir kahramanın evladı ilan ederek mutsuz bırakan, onları mahkum ilan ederek cezaevine sürükleyen çağdaşlarımdan utanıyorum.

Ne olurdu engizisyon çağında yaşasaydım! Brecht'in Galilei'sinin yanıbaşında yaşasaydım keşke, o karanlık çağda! Galileo Galilei ne derse desin, dönmeyen bir dünyada yaşasaydım keşke!

Not: Geçenlerde Metin Altıok'un ardından "Bir Solcu İçin Ağlamak" diye bir yazı yazdım. Yazıda, ateşle oynayan ve elini kolunu sallaya sallaya dolaşan bir faşistin, Altıok'un ardından ağlarken neler hisettiğini ve sanal dünyada ozandan özür dilediğini ironik bir dille dillendirmeye çalıştım. Yazıyı zaplayan bazı kişiler hiç anlamamış. Yazının kahramanı ve yazar gözünün, yani ateşle oynayan kahramanın Nedim Saban olduğunu düşünecek kadar saçmalamışlar.Bunların arasında, aklı selim insanlar da var. Hakikaten dönmeyen, düz, boyutsuz bir dünyada yaşıyoruz galiba! Anlamayanlar için morg alfabesine çeviren Zeynep Altıok'a teşekkürler. Yazının aslı hacklenmediyse nedimsaban.blogspot.com'da okunabilir.

8 Haziran 2009 Pazartesi

ORHAN ALKAYA GÖREVDEN ALINDI

ALACAKARANLIK KUŞAĞI VE ÖZERK TİYATRO


29 Mayıs Cuma günü, İstanbul halkı, İstanbul’un fethini kutladığı sıralarda, tiyatroseverler İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda 17 aylık alacakaranlık kuşağı sona ererek, kurumun yeni bir kadın genel sanat yönetmenine kavuşmasını kutluyorlardı! Üstelik bu genel sanat yönetmeni bu kez okuma yazma bilen, bu kez yüksek öğrenim sahibi, bu kez iki yabancı dil bilen, bu kez konservatuar mezunu, bu kez sanatsal yeterliliği salt sanat dünyasında değil, idari makamlarda da tartışılmayacak, reji alanında ödüller almış Ayşenil Şamlıoğlu’ydu! 31 Mayıs günü de tiyatroseverler, bu kez Tiyatro Oyuncuları Derneği Başkanı Ulvi Alacakaptan’ın alaşağı edilmesi üzerine havalara uçtular, İstanbul’u yeniden fethettiler.

Gerek Al acakaptan, gerek Al kaya, aslında vizyonları geniş kişilerdi. Çok kritik bir dönemde, çok önemli koltuklarda oturdular. Ancak bilgilerini, donanımlarını sanat ve sanatçı için değil, koltuklarını sağlamlaştırmak için kullandılar. “İktidar için her yol mübahtır” diye düşündüler ancak iktidarlarını sağlamlaştırmak uğruna kullandıkları silahlar, onlara geri döndüğünde “demokrasi havariliğine” soyundular. Türk Tiyatrosu’nun sorunlarını, ülkenin sorunlarından ayrıştırmak tabi ki, düşünülemez. Demokrasinin değerini ona sahip olduğumuz bilmek gerekir. Demokrasiyi yitirdiğimiz zaman, demokrasi özlemi çekeceğimiz aşikardır. Alkaya’nın deyimiyle keskin bir virajdan döndüğümüz günlerde, bu stratejik noktalarda oturan kişilere mercek tutmak her aydının vicdan borcu, her tiyatrocunun sorumluluğudur.
Bu sorumluluk duygumla, onlara demokrasinin verdiği hakları, baskıcı bir rejime çeviren alacakaranlık kuşağı karakterlerinin zamanında bulundukları makamlarda demokrasi kültürü, sanatın özerkliği, sanatçının özgürlüğü, özgür üretimine hiçbir katkıda bulunmadıklarının altını kalın çizgilerle çizmek isterim.

Alkaya, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun yıktırıldığı , ülkenin üzerinde sansür tehlikesinin hortladığı (Darwin yasak, karikatür çizmek problem, üniversitelerde düşünce özgürlüğü darbe almış, medyada yazarlar taraflandırılmış), tayinlerin, atamaların, kadrolaşmaların her alanda politize edildiği bir dönemde Şehir Tiyatroları gibi köklü bir kuruma, Alacakaptan ise oyuncuların setlerde 24 saat köle gibi çalıştırıldığı, set çıkışlarında işçilerin yorgunluktan trafik kazalarına kurban gittiği , oyuncuların sendikal haklar için örgütlenmeye çalıştıkları, politizasyon ve örgütlenme ihtiyacı duydukları, Yaman Tarcan’ların işsizlikten intihar ettiği bir dönemde Tiyatro Oyuncuları Derneği gibi önemli bir sivil toplum örgütünün başına geçmişti.

Soyadlarındaki al takısını, kısa zamanda al acakaranlık kuşağına çeviren ve koltuk kavgası uğruna, sanatla politikayı birbirine karıştıran, politik ilişkileri mübah sayan alacakaranlık kuşağının iki kadim dostu, alaşağı edildi, ancak bu kez her nedense, herkese, her keseye gerekli olan demokrasinin cilvelerine başvurmaya çalıştılar.

Alacakaptan soluğu noterde alarak, kendisinin alaşağı edildiği görev değişiminin yasal olmadığını , Amerikanın parmağının (!) işe karıştığını ve alaşağı edildiği günde elektriklerin kesildiğini (!) söyledi.Alkaya ise, tiyatroda özerklik söylemlerine başvurarak, demokrat tiyatro eleştirmenlerine bile arkasından ağıt söyletmeyi başardı. 2006 yılından bu yana özerklik söyleminin içinde olan ve bu konuda parmağını kıpırdatmayan Alkaya’nın, koltuğu kaybettikten sonra özerklik havariliği yapmasını samimi bulmuyorum! Koltuğu işgal etmek için İstanbul Belediye Başkanı ile bir Ramazan Günü, Sultanahmet’te gizli gizli buluşan, o zamanın çiçeği burnundaki sadrazamı, bugünün devrik sultanlığını bir antidemokratik sürgün hikayesine dönüştürerek, yeni bir öykü kahramanına dönüşmek istiyor olabilir! Ancak, bu yazıyı okuyanlar, tarihte alacakaranlık kuşağından aydınlığa geçmenin pek kolay olmadığını bilmelidirler. Alkaya, belki Cumhuriyet ya da Birgün gibi saygın gazeteler aracılığıyla bilgi kirliliği yaratmak peşinde olabilir, ancak kendisi tarihe karşı sorumludur. Kaldı ki, Şehir Tiyatroları üzerinde oyunlar oynadığını iddia ettiği Kenan Işık’ın, ışık saçıp saçmadığı tabi ki tartışılır. Ama Kenan Işık’ı, alacakaranlık kuşağına çeken, başkana sanat danışmanı olarak öneren kişi Orhan Alkaya’nın kendisidir! Başkası değil!

Şehir Tiyatrolarının 2005 yılında Belediye’nin katma bütçesinden çıkartılarak, genel bütçeye geçirilmesi sonucunda, tiyatro yönetiminin eli kolu her anlamda bağlanmıştı. Belediyenin genel bütçesiyle hiç uyuşamayan niteliklere sahip olan sanat kurumunda, sözgelimi bir peruk alımı, oje alımı, şampanya alımı gibi kalemler genel bütçede tanımlanmadığı için, bir oyuna aksesuar almak, belediyeye 300 tane çöp kamyonu almaktan daha zor hale gelmişti. Öyle ya, belediyeye bağlı başka hangi kuruma oje ya da şampanya alınırdı? Bu dönemde Mazlum Kiper genel sanat yönetmeniydi. Gala davetiyelerinde bile sanatçılar mazlum olmuştu! Artık oyunların galalarında, çok gerekliymiş gibi, tiyatro müdürünün de imzası vardı.

Kiper’den Nurullah Tuncer’e geçen genel sanat yönetmenliği sırasında, sıkı muhalif Alkaya, yönetim kuruluna oy çokluğuyla tiyatroyu özerkleştirmek üzere görevlendirilmişti. Üç adet farklı yönetmelik üzerine çalışmalar yapıldı. Ancak belediye, (d) hiçbiri maddesini seçti. Belli ki, özerk tiyatro istenmiyordu. Yönetim kurulu kararları alındı, tiyatronun içinden yetkin ve duyarlı isimler toplantılar yaptılar. İçişleri Bakanlığı ve Başbakanlığa, özerk tiyatroyla ilgili talepler iletildi.

Özerk bir tiyatroyu kim istemez?

Ancak Alkaya’yı atarken başkana bağlı, görevden alırken özerk bir kurum henüz yaratılmadı!

Bir ülke düşünün ki, genel sanat yönetmenleri, mezarlıklar müdürleri gibi, tayinle göreve geliyor, birkaç ay sonra belediyenin danışmanıyla bozuşuyorlar, görevden alınıyorlar. Bu durumu kim ister?

Özerk tiyatro çalışmaları sırasında arkadaşlarının haklarına sahip çıkması beklenen demokrat Alkaya, belki de Şehir Tiyatrosu’nu kurtarabilirdi. Ancak, muhalefette direnerek çözüm üretmek yerine, iktidarın çarkına elendi. Belediye Başkanı’na, Şehir Tiyatroları’nda özerklik için yürütülen onurlu mücadeleyi aktarmak yerine, sanırım ki, yanlışlıkla Sultanahmet Meydanı’nın özelliklerini anlattı. Şehir Tiyatroları gibi bir kalabalık bir kurumda oy farkıyla yönetici olmak ne demek? Aklaya, arkadaşlarının bu güvenini, onurlu bir biçimde taşımak yerine, iktidara oynadı.

Ardından Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun yıkılması gündeme geldi. Tiyatroda yine saygın sanatçılardan oluşan 35 kişilik bir komisyon sadece iki toplantı yapmıştı ki, tiyatronun yıkılması durumunda buldozerlerin altına yatacağını söyleyen Alkaya, belediye tarafından (!) genel sanat yönetmeni olarak atandı.

Ustalarının adını taşıyan tiyatro yıkılırken özerkliği filan unutan, en son 27 Mart 2008 Atatürk Kültür Merkezi’nde görülüp, o günden bu yana ortadan kaybolan, setlerde işçiler ölürken, 18 Mayıs’ta farklı düşüncelere ait yüzlerce kişi yürürken telefonları kapalı olan İSTİŞAN ( İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçıları Derneği) ‘nın sesi soluğu çıkmadı.
Orhan Alkaya, asaleten atanmış genel sanat yönetmeni Nurullah Tuncer’i koltuğundan indirirken ve 17 aylık genel sanat yönetmenliğinin 16.5 ayını halen geri dönme süreci mahkemede devam eden Nurullah Tuncer’in kadrosuyla uğraşmakla geçirirken, İŞTİSAN özerk tiyatroyu unutmuştu. En son, 15 yıl önce Gencay Gürün’ü koltuktan indirme konusunda faal olan İŞTİSAN’ın özerklikle ilgili yayınladığı son bildiriyi bu nedenle inandırıcı bulmadım. Bu derneğin genel kurulunda yedek üye seçecek kadar bile sayıda üyesi olmadığını biliyorum, ancak ben niceliği değil, tiyatro alanındaki saygın adlarını yani niteliklerini önemsediğim için, İŞTİSAN üyelerini, acilen gerçekçi memleket meseleleriyle uğraşmaya davet ediyorum.


Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu kuşkusuz daha iyisinin yapılması için yıkılmıştır. Ancak iyiniyetli başkan Kadir Topbaş, “tiyatrolar sadece alkıştan yıkılsın” rozeti taktığı halde, sihirli bir rantiyenin eli, tiyatroyu talan etti. Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun tarihi aksesuarları çöpe atıldı, Türk Tiyatrosu’nun tarihi gözler önünde yok edildi. Şehir Tiyatrosu’nun genel belediye bütçesine geçmesiyle bir perukanın ne kadar zor alındığını bilenler, Bedia Muvahhit’in elbiseleri, perukları yok edilirken neredeydiler?

Başkanı bile aşan o sihirli güç, 9300 metrekarelik bir tiyatro sözü vermişti ve fakat amma ve lakin, bugüne kadar hiç kimse, birkaç ay sonra açılacağı iddia edilen tiyatronun nasıl bir şey olacağını bilmiyor, hayal bile edemiyor, hayal ne demek efendim, tasavvur bile edemiyor. 29 Ekim’de Muhsin Ertuğrul’da prömiyer olacaksa, herhalde o oyunun dekoratörüne, en azından sahnenin ölçülerini 28 Ekim gecesine kadar vermeyi akıl ederler. Dekoratörün yeni tiyatro projesini bilmesi önemli olmayabilir ama beni prömiyere çağıracaksanız, en azından 10 gün öncesinden haber verin, smokin diktireceğim!

Tiyatro dünyasının son şövalyeleri 27 Mart 2008’de yas tutarken, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu önünde İstanbul halkı Alkaya’yı yuhalıyordu. Tiyatrolarının yıkılmaması için mum yakan, sessiz eylem yapan Şehir Tiyatrosu oyuncuları o gün her nedense yoktular.( Sayıları azdı diyelim, zaten Haldun Dormen’den Mücap Ofluoğlu’na kadar herkesin destek verdiği eylemleri yavaş yavaş pasif ve sessiz protestolara, bilgilendirme toplantılarına filan dönüştürerek kaygan zemini hazırlamışlardı. ) Alacakaranlık kuşağının başrol oyuncuları Ulvi Alacakaptan, aynı saatlerde Beyoğlu Belediyesi ile kol kola bir kutlama yaparken, Orhan Alkaya sözümona yeni açılan bir tiyatronun basın kahvaltısını aynı saatlere denk getirerek, hedef şaşırtmayı başarmıştı.

Görevden alındıktan sonra tiyatronun özerk olması için mücadele veren Alkaya’nın bu basın toplantısında başkanla ve belediye üyeleriyle çektirdiği fotoğraflar, uzun süre makamında baş köşeyi süslemişti.

Özerk bir tiyatroyu kim istemez?

Ancak gerçekçi olalım! Türk Tiyatrosu, Muhsin Ertuğrul gibi, şapkasını alıp giden prensip sahibi bir genel sanat yönetmeni yetiştirdi mi ki? Alkaya, görevden alındıktan sonra düzenlediği basın toplantısında, Yeditepeli Aşk sansürünü, Kenan Işık’a yükleyerek, o günden bu yana, danışmanla görüşmediğini ve görevden bu yüzden alındığını ima etmiş.

Bu oyunla ilgili ilk yazıyı utana sıkıla yazmış ve hem Kenan Işık’ın, hem Alkaya’nın sansürdeki payını gayet net biçimde tanımlamıştım. Alkaya’nın sansüre kılıf uydurmak için bir oyuncuyu makamına çağırarak, “rapor al ya da dizi çek, ortadan yok ol, oyun kalksın” dediğini de belirtmiştim. Hadi hepsinin yanlış olduğunu farz edin. Alkaya’ya,
o tarihte, Muhsin Ertuğrul gibi şapkasını alıp gitmek yaraşmaz mıydı?

O tarihte böyle onurlu bir davranışa imza atsaydı, özerk tiyatro söylemleri tabi ki inandırıcı olacaktı. Kaldı ki, üç ay boyunca emek verdiğim ve devletin bütçesiyle hem cep tiyatrosu, hem geniş sahne için iki dekor yaptırtılan “Geçmişten Gelen Kadın” adlı oyunu, galası bile yapılmadan, 11 temsilde salt şahsi nedenlerden dolayı kaldırdığı halde, kendisinin görevden alınmasına ilk ben isyan edecektim.

Ama Alkaya, şapkasını almak yerine, şapkanın arkasında gizlenmeyi seçti. Yahya Kemal gibi bir büyük ozanın 10 yıldır sahnelerde okunan dizelerini yasaklattı.

Yeni genel sanat yönetmeni Şamlıoğlu, Habertürk Gazetesine verdiği röportajda, Yahya Kemal ya da Yeditepeli Aşk sansürüyle ilgili bilgi sahibi olmadığını söylemiş. Şamlıoğlu, akıllı ve politik bir kişidir. Sadece tiyatroyu düşünür. Akşam tiyatroya yenilik getirmek için yatar, sabah bu düşünceyle uyanır. Bu açıklamasının polemikten uzak durmak için yapılmış olduğuna inanmak istiyorum. Eğer sokaktaki simitçinin bile üzüldüğü sansürü takip etmemişse ve bu görevi de kurumun gerçeklerini bilmeyerek kabul etmişse , Allah kolaylık versin! O zaman yenilik yapmak yerine, o da pek yakında alacakaranlık kuşağına katılacaktır.

Peki neydi alacakaranlık kuşağının karanlık öğeleri?

Tiyatronun yıktırılması, oyunların sansürlenmesini sağır sultan duydu. Alacakaranlık kuşağının diğer öğesi ise belediye ile kol kola vererek, sanatçılara aşı kampanyasının başlatılmasıydı!

Bir sanatçının bir diğerine cız yapması ne acı bir şeydir değil mi? Hele hele iğneci tutarak?

Bu aşı kampanyasında ilk önce arkadaşım Hülya Karakaş yaralandı. Ancak o kadar çetin cevizdir ki, kendisini nasıl koruyacağını çok iyi bilir. Hülya, kendisine yakıştırılanın aksine (!) internet polemiklerine filan girmedi, yasal yollara başvurdu. Sanırım olumlu sonuçları pek yakında kamuoyuyla paylaşacaktır. Hülya, salt muhalefet yaptığı için, hakkında soruşturma açıldı. Bunun yasal olmadığını söyleyince, disiplin kuruluna verildi. Oysa Orhan Alkaya bir dönem muhalefet yaptığı ve basına bu yönde demeç verdiği için Kültür İşleri Daire Başkanlığı, kendisi hakkında soruşturma açmış ve sanat camiası olarak hepimiz bu yakışıksız davranışı ayıplamıştık.

Hülya, tiyatronun işleyişiyle ilgili bir yazı yazdı, basına demeç verdi ya, bu kez Alkaya tarafından disiplin kuruluna sevk edildi!. “Vay sen nasıl üstlerine hakaret edersin” diyerek meslektaşını disipline verdi ve özerk olmasını istediği kurumda bir ilki başlattı! Sen demokrat adamsın. Ne demiş Hipokrat? “Meslektaşlarım kardeşlerimdir”. Hadi o kadar ileri gitmeye gerek yok, meslektaşın, düşmanın da olsa, al karşına bir konuş. Üstelik altında koltuk da var. Tadını çıkarta çıkarta işkenceci polis, iğneci baba rolü oyna.

Ancak, görevden alındığı zaman özerk tiyatro isteyen Alkaya, Karakaş’la, belediye temsilcilerinin önünde hesaplaşmayı yeğledi. Hülya’yı öyle bir disiplin kuruluna sevk etti ki, içinde sadece, metrobüs şoförü yok. Tiyatronun iki sanatçı temsilcisi dışındaki herkes belediyeden gelmiş!

Yahu sevgili Alkaya, zaten Hülya’ya cezayı dayamışsın. Galası yapılmadığı halde saygın eleştirmenlerden güzel eleştiriler alan oyunu, Hülya ile husumetin uğruna Muhsin Hoca’nın aksesuarları, Bedia Hanım’ın peruklarıyla birlikte çöpe atmışsın! Meslektaşını hedef göstermek” sana yaraşır mı? Bunu ben Hipokrata nasıl açıklarım? Kaldı ki, disiplin kurulunda “suç yoktur” diye karar çıkıyor, sen karara güvenmediğini söyleyerek, ara kararları istiyorsun, yani bağımsız yargıyı (!) da etkiliyorsun, ortalığı Ergenekona çeviriyorsun.

Yahya Kemal sansüründe beni şerefsizlikle suçluyorsun. Bunun üzerine Toron Hoca ve Engin Uludağ Hoca’dan özürler dileyerek, belgelendiriyorum. Bu kez de kulise sızan “bir fare var” diyorsun! Tasarımcı Rıfkı Demirelli, “fare filan yok, tiyatroya sıçanlara karşı ben varım” diyor, Rıfkı Demirelli’yi yine belediye yetkililerinin bulunduğu bir yönetim kuruluna çağırtıyorsun! İğnenin ucunu gösteriyorsun. Nerede kaldı özerklik? Hanimiş benim özgür tiyatrom?

Rusya’da Muhsin Hoca’nın tiyatrosunu temsil edeceksin. Köklü bir kurumun yöneticisisin. Senin yöneticilik yaptığın tiyatro oralara davetler alıyorsa, Muhsin Hoca’nın zamanında ısrarla ve inatla Shakespeare oynamasındandır. İngilizlerin Türkler Shakespeare oynuyor diye çizdiği ırkçı karikatürü hatırlasana. Ardından hem Kenan Işık, hem Nurullah Tuncer, tiyatronun uluslararası diyaloglarını geliştirdi. Ben Moskova’yı görmedim, Çehov’un Üç Kızkardeş’inden dinledim ama muhtemelen onlar da yalancıdır! Moskova’nın tarihi yerleri zengin, barları, restoranları şahaneymiş! Ama Moskova ne kadar güzel olursa olsun, senin tiyatron oyun oynarken, tiyatronun genel sanat yönetmeni olarak ortada olmak yaraşmaz mı sana? Sen yoksun, yerine belediyenin atadığı kişiyi gönderiyorsun. Hadi yerine bir sanatçıyı göndersen neyse ama hani özerk olup, belediyeyi sanat ve zanaat işlerine bulaştırtmayacaktık?

Turne dönüşü ilk iş olarak, bu durumu sorgulayan Melahat Abbasova’yı alacakaranlık kuşağına kurban ediyorsun.Tiyatro zor bir virajdan geçerken, sen, seni seven ya da sevmeyen, her sanatçıyı korumak zorundayken, bir sanatçını daha belediyeyle karşı karşıya getiriyorsun!

Genel sanat yönetmenliğine projelerinle gelmiştin. Sanatsal vizyon ve estetiği tartışmak, bana yaraşmaz. Her sanatçının gönlünde farklı bir aslan, farkı bir repertuar anlayışı, farklı bir estetik yaklaşım yatar. Kaldı ki, bu kadar sorunlu bir yapıda 17 ay gibi kısacık bir dönemde koca bir repertuarı tartışmak hiç gerçekçi olmaz.

Orhan Alkaya, halkın vergilerini son derece güzel biçimde değerlendirdi, her hafta yeni bir oyun çıkartmayı, gala yapmayı başardı, Doğal olarak bu kadar seçenek arasından , birkaç tane iyi de çıktı. Kurum “Maskeliler” ile ödül almanın onurunu yaşarken, maskesi düşmeden şapkasını alıp gitseydi, Türk Tiyatro tarihine tiyatro yıkan, oyun makaslayan, meslektaşlarını cezalandıran kişi olarak değil, özerk tiyatronun özel insanı olarak geçecekti.

Umarım bu özelliğini ve güzelliğini basın toplantısında söylediği gibi, reji masasında kullanır.
Benim korkum, özerk olmayan kuruma tekrar genel sanat yönetmeni olmaya çalışması ya da karşımıza belediyenin sanat danışmanı olarak çıkıvermesidir!