29 Ocak 2012 Pazar

TEK BAŞINA DA OLSA, KONUŞMAK!

Tek başınıza neler yaparsınız?
Ben, “çift oldukları halde hiç konuşacak şeyi olmayanların” yadırgayan bakışlarına rağmen tek başıma yemek yemeyi, sinemaya, müzeye gitmeyi ve bazen tek başıma konuşmayı çok severim.
Çağımızda tek başına konuşmak için illa deli olmak gerekmiyor. Tek başına konuşur musunuz bilmem ama bence toplumumuzda tek başına konuşanların sayıları artmış olmasa da, tek başına konuşulanların sayısı delice arttı.
Belki de çocukluğumda tiyatro aşkım içime “Birlikte Oynayalım” adlı oyunla düştüğünden olsa gerek, tek kişilik oyunları yadırgamışımdır… Başka biriyle oynamak çok büyük keyifken, bir oyuncu neden tek başına konuşur anlayamam! Bu nedenle de tek kişilik oyunların yönetmenleri bazen konuşmaya bir gerekçe uydururlar, örneğin oyuncu aynayla, ayrıldığı sevgiliyle sevgiliyle konuşur filan da falan. Ya da dördüncü duvarı kırıp, seyirciye stand up yapar.
Cem Yılmaz, Ferhan Şensoy, Mehmet Esen, Ata Demirer gibi ustaları saymazsak, stand up, benim çok keyif almadığım bir tür. Anlatacak hiçbirşeyi olmayan, donanımsız çocukların atari salonu muhabetlerine kulak kabartmak bana hiçbirşey kazandırmıyor Bazı oyuncuların “ben artık büyüdüm” dürtüsüyle tek başlarına ego yarıştırmaları da beni hep itmiştir.
Öte yandan, mutlaka tek başına oynanması gereken oyunlar da var.
Günay Karacaoğlu’nun oynadığı yalnız kadını görünce, kocasının sahneye gelmesini istemedim! Türkiye’nin ilk transseksüel stand up’çısı “Esmeray”ın bohçasını samimiyetle tek başına açması, şu sıralar öz babasının kendisine nasıl tecavüz ettiğini babasını uyuşturduktan sonra bir yatağa yatırarak anlatıp, sahneden de öte yaratıcısının iç dünyasında büyük bir devrim yapan “Ağustos’ta Karla Dans” adlı performans gösterisi özel bir yerde… Bu gibi “çok özel” ve samimi söylemlere, çok fazla kişi bulaşmamalı!
Genco Erkal ise tek başına oynadığı her oyunda, ortaya anlattığı kişinin ruhunu taşıyabilen bir virtüöz! Tek başına oynasa da her yapıtının , oynadığı kişiyle örtüşen farklı bir dokusu var!
Şu sıralar Müjdat Gezen ve Levent Kırca gibi ustalar da tek kişilik oyunlar oynuyorlar. Ben bunu politik kimliğini ve söylemini kaybetmeyen, özü sözü bir kişilerin yalnız bırakılmışlıklarıyla bağdaştırıyorum. Onlardan bir “ikinci” yok, adı üstünde özü sözü birler!
Gençlerin tek başına oynadıkları oyunların artış göstermesi ise beni derinden düşündürüyor. İnsanın ekip ruhunu en coşkuyla yaşaması gerektiği çağda neden yalnız oynamayı seçiyorlar? Bir araştırma yapmak gerek, tiyatronun altın yıllarında, biraz da demokrasi varken memlekette, bunca çok tek kişilik oyun var mıydı diye!
Merve Engin, tiyatromuza yeni bir ruh ve biçem katarak Coımmedia del Arte karakterlerini sahneye taşıdı… Şimdilerde çok sevdiğim yazar Mine Söğüt’ten uyarladığı “ Sinekler Sevişirken’i oynuyor.
Ama aynı oyuncudan 3 tane tek kişilik oyun bana biraz fazla! Arkadaşımın hırsını iyi bildiğim için, belki bu yazıya inat, seneye yedi tane tek kişilik oyun çıkartmış olur. Aslında haftanın her günü yeni bir kimliğe sahip olmak da çok tahrik edici olabilir!
Cüneyt Yalaz’ın “Yeni Bir Hayat İçin” ve Aybike Esin Tutumluer’in “Çok Hücreli Bölünen” oyunlarının da çok başarılı olduğunu duydum. Esra Bezen, “Ve Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi” ile oyunculuğunun doruğundaymış. Bu oyunları çok merak ediyorum.
Ayrıca Hakan Gerçek’in oynadığı, Cemal Süreyya’nın dizelerine hayat verdiği “Üstü Kalsın” ve Kemal Kocatürk’ün “Can” adlı oyunu ilk izlenecekler listemde.
Yıllar sonra beni en çok etkileyen tek kişilik oyun ise Nuri Gökaşan’ın müthiş bir duyarlılık, ve incelikle sergilediği “Adam Adam” oldu! (Yaklaşık 15 yıl önce Ankara Sanat Tiyatrosu bünyesinde turneye gelen Altan Erkekli’nin tek kişilik oyununa kattığı sıcak ruhu bu oyunda buldum yıllar sonra.)
Bu oyunu bir delinin, Rodin’in düşünen heykeline seslenişi olarak değerlendirmek, hafifsemek olur. Çok fazla anlatmak ise, her dakikası sürprize açık olan oyunu ele vermek olur. Nuri Gökaşan bize eski eşinin ve annesinin cenazesine gidemeyen kişiyi anlatırken , sihirli değneğiyle çok daha derinlere taşıyor.
Bugün ülkemizde çocuklarının cenazelerini polisten alamayan, çocukları kayıp nice anne var!
Nuri Gökaşan’ın zengin dili ve izleyeni yeni çağrışımlara davetkar oyunculuğu bana bu anneleri, babaları hatırlattı.
Nuri ağabey, “Bazen bilmek, anlayabilmek, ağır gelir insana. Kimi taşır benim gibi, kimi taşıyamaz… Sahaf dükkanında kedimi beslerken telefon çaldı. Komşuları anamın öldüğünü söylediler. Eve girdiklerinde pencerenin yanındaki koltukta, yarım bardak çayı ve elinde benim çocukluk resmimle bulmuşlar. İnançlıydı. Oğlunun yaşadıklarının ağırlığına,dua ile katlanırdı. Üzdüm onu hiç istemeden. Ben anamla hiç tatil yapamadım” derken salonda hiçbirimiz gözyaşlarını tutamıyoruz.
Sadece Gökaşan’a değil, karşısındaki düşünen adam heykeline , bu ülkede düşünen her yalnız adama, Mumcu’lar, Hrant’lara ağlıyor, düşünceleri uğruna ölümü göze alanları ise ayakta alkışlıyoruz!
Ölüm, tek kişinin sevdiklerine oynadığı bir oyun . Ölümsüzlük ise, cesaretle yaşamak ve bunu sanata yansıtmakta gizli!
Uğur Mumcu’nun ardından , “susturulduk ey halkım, korkutulduk ” diyenlere er geç hesap soracak tarih.Susmamak için, , başkaları duymak istemese de konuşmak , gerekirse sadece tek başımıza konuşmak gerekli! Karşımızdakini dinlemeyi de bilerek, çok konuşmak ! Hiç susmamacasına…

YETENEK DÜŞMANLARI

Başarıya aç bir toplum olsaydık, mutlaka modern Türkiye, bambaşka bir yerde olurdu. Olması gerektiği yerde…
Ancak biz oldum olası başarıyı çekemedik, bşarılı insanları aşağı çekmek ile uğraştık. Türk’ün uluslar arası başarısında kapitülasyonun katlığını kabullenemiyoruz galiba.
Cehennemde zebaniler fıkrasını herkes biliyor: Birbirlerini kazana atma yarışı olan farklı uluslara ait zebaniler Türklere gelince, onlar zaten kazanı kendi kendilerine kaynatıp, birbirlerini yok ediyor derler.
Meltem Cumbul, konservatuar bitirmiş, yer yer iyi projelere imza atmış, bence başarılı bir oyuncu.
Belki de tek problemi gişede hüsrana uğrayan bir sanat filminde ya da hiç kimsenin izlemediği bir oyunda oynamamış olmak. Öyle olsaydı, “anlaşılmayan sanatçı” olarak değil Golden Globe’da konuşma yapmak, ödül almayı bile hak ederdi.
Ama o, Madonna’nın arkasından sahneye çıkınca, aldı bizim kıskançları bir telaş. Kimmiş, hangi ilişkilerini kullanarak oraya gitmiş filan falan!
Hayata genellikle erkeğin penceresinden bakanlar, kıyafetine de dokundurdular tabi Bu adamlar için birinin metresi değilseniz , bir şey becermeniz çok zordur çünkü. Ya da arkanızda mutlaka bir lobi vardır:
Orhan Pamuk,çok sevdiğim bir yazar değil, dünya görüşünü hiç benimsemem. Ama salt Türkiye aleyhtarı konuşmalarından dolayı Nobel Ödülü aldığını kabul edemem. O zaman sen de çık öyle konuş, Alabilir misin Nobeli?
Geçenlerde yurtdışında pek çok ödül almış, hatta hatta Meltem’i başarısızlıkla suçlayanların görüşüyle filmleri gişe yapmadığı için çok iyi bir sinemacı olduğu söylenen bir yönetmene salt Fethullahçı olduğu için ödül veriliyor gibi saçmasapan bir şey duydum, sinirlerim yerinden oynadı. Farzedin ki öyle! Yüzbinlerce Fethullahçı arasından onun filmleri uluslar arası sahada ödül alıyorsa, ben sadece alkışlarım!
Medyada fenomen haline gelen bir sunucu için de aynı şey sözkonusu! Efendim birkaç yıl önce basit bir muhabirmiş, nasıl buralara gelmiş!!! Bir kere insanlar analarından iyi yazar, iyi oyuncu, iyi televizyoncu olarak doğamaz zaten! Birinin geçmişini sorgulayarak, bugünkü başarısını çekememek ne kadar ayıp! Bu medya kralı hükümet yandaşı olduğu için kral oldu diyenlere de cevabım hazır: O zaman Türkiye’de ezici bir çoğunlukla AKP’yi hükümete getiren yüzlerce büyük televizyoncu olurdu! Bu mantıkla yandaş medyada nice insan rating kralı olur, ya da “en çok sevilen” yazarlar arasında yer alırlardı. Çoğu yerlerinde saydı.
Umarım Can Bonomo Eurovision’da başarılı olmaz… Bu sefer de Yahudi lobileri devreye girdi deyip, çocuğu genç yaşında yerden yere vuracaklardır. Sanki müziğin, sinemanın, tiyatronun dili, dini varmış gibi. Her başarının arkasında bir lobi aramak ne kadar aşağılayıcı…
Ahmet Kaya’nın sırf Kürt olduğu için “Büyük sanatçı” olduğunu, Yılmaz Güney’in bile Cannes’da bu nedenle ödül aldığına inanır bu çarpık bakış açısı.
Bunların komplo teorilerini ciddiye alırsanız, Türkiye karşıtı söyleme de Nobel veriliyor, yandaş olanlar da ödül alıyor? Nasıl olabilir ki?
Meltem Cumbul “yurtta sulh cihanda sulh” dedi ya, niye orada diye vuramayanlar , bu kez de,” niye öyle konuştu” diye soruyor.. Büyük bir devrimcinin, evrensel söylemini tüm dünyaya, hele de barışa bu kadar ihtiyaç olan bir dönemde, tekrar hatırlatmış olması suç mu? Mutlaka herkesin ezilen halklar hakkında mı konuşma yapması gerekiyor?
Sanatçılar belediyeye yandaş olduğu için kaçak kat çıkan, ucuz arsa kapatan kişiler değil ki? Onların başarıları ne olursa olsun, kim olursa olsun, kimden olursa olsun,alkış hak eder!
Komplo teorilerine kurban edilerek ezilmemeliler!
Kızcağız “zorunlu açıklama yapmış”, 2006’da Oscar Adayı olan filmimle gittim, ondan sonra orada sana çevresiyle ilişkiler kurdum filan demiş.
Uyuşturucu operasyonunda yakalansaydı, fuhuş yapsaydı adı M.C olarak gizlenecekti belki. Ama o uluslararası bir başarı göstererek, dünyaya 30 saniye için de olsa, çağdaş bir Türk Kadını görüntüsü verdi ya, vurun vurabildiğiniz kadar.
Madem başarısız olduğuna inanıyorsun, sen başarılı bir yıldız olarak gitmeyi hedefle günün birinde! Kaldı ki başarısızlık da her sanatçının kariyerinde kabullenilmesi gereken bir durumdur. Bugün başarısızsa, yarın da başarısız olacak demek değil ki bu! Nedir başarının tanımı zaten? Tamamen göreceli…
Kimse Meltem’in Londra’da çok başarılı bir radyocu olduğunu, mükemmel bir İngilizcesi olduğunu, konservatuar bitirdiğini söylemiyor.
Başarıyı kıskanmak bazen kabullenilebilir tabi. İnsan meslektaşının oynadığı çok güzel bir filmi, oyunu kıskanabilir… Ancak başarılı insana zarar vermeyi aklım almıyor!
Haftaya size Nuri Gökaşan’ın yazıp, tek başına oynadığı ve bence bir başyapıt olan “Adam Adam” oyunundan sözedeceğim. Nuri ağabey ile iki yıldır beraber çalışma şansına sahip biri olarak, yanıbaşımda bu kadar büyük bir başarıya imza atarken,ben görmek için bu kadar zaman utanmadan beklemişim.
Nedense bu toplum başarıya göz yummamak, gözlerini kapatmak gereğini hatırlatır bize, en yakınımızdaki kişinin bile başarısını görmekten mahrum bırakan bir inanç sistemi, önyargı geliştirmemize neden oluyor, hepimiz içimizde yetenek düşmanlığı besliyoruz.
Oysa çevremizde sadece sanatçılar, bilim adamları değil, mesleğinde dürüstçe ilerleyen emekçiler, günün 8 saatini tuvalet temizleyerek bize hijyenik bir ortam yaratan helacılar, ve en önemlisi ilk önce kafamızdaki pis bakış açılarını temizleyecek olan başarılı çöpçülere dehşetle ihtiyacı var bu toplumun.

16 Ocak 2012 Pazartesi

ÜSKÜDARA GİDER İKEN, DİZİ SEKTÖRÜ ÇÖKER İKEN

Büyüklüğünü bilmediğimiz bir düşmanla savaşamayız.
Savaşma seviş desek de bu rekabet ortamında, mal satamayız.
Kredi kartına 16 taksit de yapsak, reklam şart!
Fakat gelin görün ki, nereye reklam vereceğimizi şaşırmış durumdayız. Eskiden rating’leri ölçülürken, arabamızı A/B grubunda çok izlenen programlarda, sabunumuzu C’de kadınların izlediği programlarda satabildiğimizi sanıyorduk. Eee şimdi kim en büyük belli değil, ortalık karışmış durumda, şu an kullanılan datalarla eskiler tutmuyor.
Ne bok yiyeceğimizi bilemediğimiz için, televizyon reklamlarımızı azaltıyoruz haliyle. Sosyal medyadan veri toplama çabamız da anlamsız çünkü sosyal medya fanları fanatik olabiliyor.
Verdiğimiz geçici rahatsızlık için özür dileriz.
Bir kapitalist

Sevgili Kapitalist,
Siz diziye reklam vermezseniz, televizyonlar bölüm başı 300.000’den 999.000’ liraları bulan bütçelerle, alelacele çektiğimiz, bölüm yetiştirmek için çift ekip 21 saat çalıştığımız dizileri ödeyemezler, biz de işsiz kalırız. Hadi eskisi gibi dublajla idare edeceğiz desek, zaten konuşacak şey kalmadı ki memlekette! Biz ya sizin reklamların üstüne, ya sesi çıkmayan oyuncuların üstüne konuşuruz, bu saatten sonra Hint dizilerini seslendirmek de,, bize yakışmaz. Bazılarımız tiyatro yapmak zorunda bile kalabilir. Aslında iyi bir vitrin, fakat bu saatten sonra oynamaya “oynamayı” da unutmuş olabiliriz.
Orta yetenekte bir oyuncu


Sevgili kapitalist,
Lütfen tv reklamlarını kesmeyin. Ben haftada 30.000/ 40.000 kazanan bir oyuncuyum. En az sizler kadar kapitalist olmayı başardım, sette, uçakta, vapurda (pardon vapura binmem kendi teknemde), arabada (pardon arabaya binmem karavanımda) hep bu düzeni savundum. Politik çıkışım yok, etliye sadece kasapta, sütlüye sadece yoğurt alırken bulaştım. Bazı özel tiyatrolarda 50’ye yakın kişinin ekmek yediğini göz ardı edip, “tiyatrodan para kazanılmaz, Amerika’da izlediğim müzikal de burada yapılamaz ” deyip, bok yedim.
Evde oturamam çünkü evim çok geniş, hangi odada oturacağımı bilemem. Sizleri çok öperken,çok rica ederim, lütfen kucağınızda olduğumu unutmayın. Tabi bunu aramızda kalmak şartıyla söylüyorum!
Zengin bir oyuncu

Sevgili beni sevmeyen,
Dizi, reklam, film sektörü ölürse, eve ekmek nasıl götüreceğim diye korkmam. Gerekirse bir fabrikada işçilik yaparım. Oyuncu kaprisi çekmektense, vardiya şefiyle tepişir, onurlu bir biçimde eve ekmek götürürüm.
Set işçisi

Sevgili televizyon yöneticisi,
Ay nasıl memnun oldum, reklamları kısaltmışsınız, çok teşekkür ederim. Değişik isimlerle, oğluma attırdığım mailleri bu sefer dikkate aldınız herhalde! Çok temiz kalplisiniz. Bu iyiliğiniz karşısında, ben de bir itirafta bulunayım. yapı. Zaten ben reklamları hiç izlemiyordum. Oğlum diziyi internetten indirirdi, ben reklama geçtiğinizde zap yapardım, ama evde huzur kalmamıştı. Müsadenizle televizyonunuz aracılığıyla, kocamın da artık eve dönebileceğini duyurmak isterim.
Bir tele/ev kadını

Bakın sevgili reklamcılar, reklam veren amcalar, teyzeler, kocaman bütçeleri yönetenler,
Size yıllarca tiyatro sponsorluğunun büyük bir prestijden öte, doğru bir yatırım ve reklam kaynağı olacağını, afişlerimizin binlerce sayıda basıldığını, hergün en çok okunan gazetelere reklam verdiğimizi, her şeyin ötesinde ülkede sanatın yaşamasının, insanların lmutlu olmasının daha uyumlu bir gelecek için gerekli olduğunu yazdık, durduk. Ama laf anlatamadık. “Tiyatroya kaç seyirci gelecek ki, biz almayalımé dediniz. Nitelik/nicelik tartışmasına girmeden, bizim reklamların da etkili, olacağını söyledik, katien anlatamadık! Televizyonda zaplanan reklamlar yerine tiyatro sponsorluğu yapsaydınız, başınıza bunlar gelmezdi.
Bir tiyatro sahibi

1982 yılında çocuk tiyatrosu yapıyor, parklarda, sokaklarda yoksul çocuklara oyun oynuyordum. İlk sponsorum Evrim Oyuncakları’ydı. Firma iflasa giderken, sahibi sadece görgülü bir insan değil, “nasılsa battık batacağımız kadar hiç olmazsa bir tiyatroya sahip çıkalım” diyecek kadar vizyon sahibi biriydi. İkinci sponsorluğumuzu Yaşar Holding’den aldık. Genel müdürü ileri görüşlü olduğu kadar, tiyatroyla eğitim verileceğini de bilecek kadar önemli biriydi. Evrim Oyuncaklarının sahibi Ergin Telci, Yaşar Holding’in o dönemki genel müdürü erken öldüler, halbuki çevrelerine daha çok ışık saçacaklardı.
Televizyon seyircisinin haftada 10/15 diziyi nasıl birbirine karıştırmadığı hep merak konusu olmuştur.
Bundan sonraki merakım da, yatırımcıların tiyatroya sahip çıkarak, reklam stratejilerini yeniden gözden geçirip geçirmeyeceği olacaktır.

Nedim Saban


Not: Geçen haftaki yazımda Tiyatro Dergisi’nin ödüllerinin Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda dağıtıldıktan sonra, kokteyl için sponsor otelin mekanına gittiğimi yadırgadığımı, bunu da “fuayede içki haramdır” mantığına bağladığımı söylemiştim. Dergiyi cengaverce bu kadar yıl yaşatan emekçi Mustafa Demirkanlı’yı kırmak değildi amacım. Kaldı ki, tiyatro sponsorluğuınu özendirmeye çalıştığımız yazıda, bu önemli ödüllere ev sahipliği yapan Elite World OIteli’ne teşekkür etmek başka bir ödev. Demirkanlı yazımda yanlışlık yaptığımı,Şehir Tiyatroları’ndan bu konuda hiçbir baskı görmediğini bildiren bir mail gönderdi. Ben yanlış yapmışım, önyargılı davranmışım demek. Sevgili dostumla en kısa zamanda Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin fuayesinde kadeh tokuşturarak, kendimi afettirebileceğimi umuyorum.

7 Ocak 2012 Cumartesi

YILIN ERKEK OYUNCUSU: USHAN ÇAKIR

Bu yazıyı genç ve değerli bir oyuncuyu yıpratmak için değil, aksine onu korumak için yazıyorum.

Geçtiğimiz hafta düzenlenen Tiyatro Dergisi’nin ödül töreni gerçekten çok titizce hazırlanmıştı, üstelik jüri üyeleri daha önceden alışık olmadığımız bir açıklıkla, oylarını ekrandan şeffaf biçimde dile getiriyorlardı. Bu sistem bazılarınca her ne kadar “at mı koşuşturuyoruz” tarzında eleştirildiyse de, gerekçeli kararlar dergide de yayınlanacağı için, her şeyin gizli, kapaklı yapıldığı bir ortamda bana çok doğru geldi. Bu arada sahneye davet edilen ve genellikle şaşkın gestuslar yapan noterleri görmekten de kurtulmuş olduk. Enver Aysever de samimi sunumuyla geceye renk kattı. Ödülden sonra içki içmek isteyenler, gezegendeki ilk uygulamayla sponsor otele kadar yürümek durumunda kaldılar, böylece modern Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’ndaki alkol yasağını delmemiş oldular..

Twitter aracılığıyla ödül alanları paylaştım, özellikle Berkun Oya’ya verilen ödülden ne kadar mutluluk duyduğumu yazdım. Tabi, gazeteler bunu değil de, Ushan Çakır için yazdığım “dayakla gündeme gelen biri yılın erkeği seçilse de, yılın erkek oyuncusu seçilmesi etik değil”

sözlerimi, hem de “dayakçı oyuncuya ödül” manşetiyle taşındı.

Böylece “dinci” gibi tuhaf bir tanımlamadan sonra “dayakçı” da Türkçe’de jargon olmuş oldu.Oysa bir insanı bir tek kelimeyle sıfatlandırmak çirkin!

Törenden sonra William Boroughs’un karısını öldürdüğü halde, büyük yazar olduğu konusunda beni ikna etmeye çalışanlardan tutun, “çocuğu hayat boyu cezalandıralım mı” diyenler, “mesleğine ödül verilir kişiliğine değil” diye görüş bildirenlerin sayısı, “kadına şiddet bağışlanamaz” diyenlerinkini fazlasıyla geçti. İşin tuhafı, genç kızlardan “dayak atsa da ona hayranız”diye mailler geldi Aynı hafta Behzat Ç’yi bir alışveriş merkezinde gören bir hanım, “bana da televizyondaki gibi küfür et” dediği için buna da şaşırmadım.

Ushan Çakır, genç kuşakta hayran olduğum oyunculardan biri. Üstelik ödül aldığı tiyatroyu ne kadar çok önemsediğimi defalarca yazdım. Onun ömür boyu işsiz kalmasını istemek, ölüm fermanını yazmak olur. Ama, kameralara yansıyan boğazlama görüntüleri, ne yazık ki bu yıl oyunculuğunun önüne geçti. Devam eden davada cezasını hukuk verir belki ama ödüllendirilmesi hakikaten çok tuhaf. Hele hele olayın mağduru Ezgi Aşaroğlu da cezalandırılarak, işten atılmışken!

Siz evde kocasından dayak yediği yüzündeki morluklardan belli olan bankanın çaycısını işsiz bırakabilir misiniz? Bu, insanlığa sığar mı?

Ushan iyi oyunculuğuyla ödüllendirilirken, Ezgi de diziden kovularak iyi oyunculuğuna rağmen cezalandırıldı. Kimse onu bağrına basmadı, ödül filan da vermedi.

Üstelik, mesele sette, yani iş ortamında yaşanmış.

Evde şiddeti polise haber verdiğinizde “ karı koca arasına girme” lafını duyup, komşunuzun komaya girmesine göz yummak zorunda kalsanız bile, en basitinden iş ahlakı denilen bir şey var.

Aktör sete zamanında gelir, rolünü çalışıp gelir ve sette kadın boğazlamaz! Böyle bir durumda, otobüste sarmaş dolaş oturan çifti indiren şoför bey (!)’e kızma hakkımız olur mu? Adam kaza mı yapmış, yaya mı çarpmış?.Maşallah iyi şoför, mesleğini iyi yapıyor, kimseye çarpmıyor, sadece işine gelmeyenlere “çarpıyor” .

İnsan, mesleğine kişiliğini evde bırakarak mı soyunur? Özellikle sanat insanlarının iç içe geçmiş sanatçı kimliği ile kişiliği birbirinden bu kadar kolay ayırd edilebilir mi? Çocuk istismarcısı Polanski’ye büyük sinemacı demeyin lütfen! Çocuğu istismar etmese çok daha büyük olurdu deyin. İnanın, onu sanatında da frenleyen bir şeyler vardır.

Kaldı ki, günümüzde televizyonda da, tiyatroda da “aman daha az iyi oyuncu olsun, iyi insan olsun” görüşü hakim.

Suçlu hapisten çıktığında, “onu topluma kazandırmak gerek, yoksa yine aynı yola düşer” diyenlere sonuna kadar katılırım. Ushan, iyi tiyatro yaparak, belki rehabilite olacak, yaptığı hatadan dönecek… Onu yalnız bırakmak değil, aksine rehabilite etmek insanlık görevi!Ancak bu sürece psikologlar, sosyal yardım uzmanları yardım eder, jüriler değil.

Peki bu başarılı genci hayat boyu cezalandırmak mı gerek?

Yine bu sütunlardan yayınlanan bir yazımda, bir kıskançlık krizi sonucu karısını öldürüp, hapis cezası da çekmiş olan Bertrand Cantat adlı büyük müzisyenin, bestelerini seslendirmek için, duyarlı seyircinin baskısıyla Avignon Tiyatro Festivali’ne ,hatta Kanada prömiyerine katılmasına bile izin verilmediğini, aktivistlerin şiddete şiddetle cevap vererek, evini bile yaktıklarını yazmıştım.

Şimdi çok “masum” bir toplummuşuz gibi, magazin muhabirlerine rest çektiği için yerlerde sürüklenen Timuçin Esen’i, suçsuzken toplum önünde küçük düşürmeye, ona haber ambargosu koymaya sessiz kalacağız , öte yandan şiddetle öne çıkan birine “baskı yapmayalım” mı diyeceğiz?

Ushan’ı anlamasak da, kazanmaya çalışalım, onu hep alkışlayalım ama en azından olay bu kadar tazeyken ödüllendirerek, topluma alttan alta “dayak atsan da büyük adam olabilirsin” mesajını salgılamayalım.

Sanatçı, toplumun önünde giden kişidir. Topluma örnek olmak, içki içmemek, serserilik yapmamak, aşk yaşamamak, kıskanlık krizine kapılmamak gibi sığ şeyler değil tabi. Sadece çağa tanıklık etmek!

Kusura bakmayın ama öğrencilerin hapislerde çürüdüğü, genç Kürt çocuklarının yanlışlıkla (!) öldüğü, 14 yaşındaki gelinlerin ağalara peşkeş çekildiği bir çağda, genç bir sanatçının da sadece “rol oynamak” değil “toplumda iyi bir rol oynamak” gibi bir sorumluluğu olduğunu savunmayı görev bilirim.

2 Ocak 2012 Pazartesi

KÖTÜCÜL BİR BİR OCAK YAZISI

Geçen yıl yılbaşı yazımı Monet üzerine yazmıştım.

Bu durumda her yılbaşı yazısında, azıcık felsefe jimnastiğ yapan ir şeyler yazmak artık “şart ” oldu! Bugün de size Deepah Chopra’dan sözedeceğim.

Bu yazıyı, gece erken yatmışsanız 1 Ocak sabahı , ya da en kötü ihtimalle 1 Ocak öğleden sonrası okuyacağınızı düşünürsek, yazar psikolojim beni geçtiğimiz yıl yaşanan çirkinlikleri unutturmak, sizlere biraz umut aşılamaya itebilirdi.

Bunu başka gazetelerdeki yazarlara bırakalım!

Dönemsel nedenlerle bugünlerde televizyonlarda boy gösteren astrologlar gibi 2012 için tahminler yapma yeteneğine de sahip değilim ne yazık ki. Zaten durup dururken gökyüzünü suçlamanızı, yazgımızı gökyüzü hareketlerine bağlamanızı, “ulan bizimkiler beni ne kadar yanlış zamanda peydahlamışlar”, “burcumun içine edeyim” gibi bir çöküş psikolojisine girmenizi de istemem.

Dün gece nasıl bir yılbaşı geçirdiniz, Noel Baba’nız nereden girdi, ne getirdi, onu da bilemem.

Bildiklerimi yazmamak, mesela Türkiye’de 95 tutuklu gazeteci ile 2011’de rekor kırdığımızı, sadece sanatçılarımızı, yazarlarımızı değil, öğrencilerimiz ve çocuklarımızı da tutuklu olarak sıkı sıkıya tuttuğumuzu hiç hatırlatmayayım.

Daha geçen gün Siirt Cezaevinde tutuklu bulunan 10 çocuğumuz aşırı dozda ilaç alarak toplu intihar girişiminde bulundu. Küçücük çocuklar cezaevinde bu kadar hapı nereden buldular diye sorgulama fırsatı kalmadan, İçişleri Bakanımız sanatçıları teröre çanak tutmakla suçladı.

“Noel Baba adam olsaydı bacadan değil kapıdan girerdi” diyen müftüye nedense pek kızdık, oysa Cem Yılmaz’ın yaptığı espriler kategorisine girebilirdi. .

Bugüne kadar bakanlarımız çok daha ağır laflar etti, ama onların laflarına belki dokunulmazlıkları olduğu, belki bize dokunmadıkları için tahammül etmeyi öğrendik.

2011’de heykelleri “ucube” dedik yıktık, Can Yücel’in mezarını kırdık, Bedri Baykam’ı İstanbul’un lüks semtlerinden birinde, gün ortasında bıçakladık. Bütün bunları mutlaka “insanlık” adına yapmışızdır.

2012 çok daha iyi olacak.

Niçin?

Dünyadaki ekonomik kriz bize acıyıp uğramayacağı için mi? Başımızdakiler bizi daha iyi yönetecekleri için mi? Yoksa demokrasiye ani geçiş yapacağımız için mi?

İnanmayın böyle şeylere…

2012’de, hangi burçtan, hangi partiden, hangi şehirden olursanız olun kötü şeyler bekliyor olabilir bizleri. 2011, 2012’ye öyle bir SMS gönderdi bence giderayak.

Dönelim Chopra’ya: Michael Jackson’un iyi dostu olan alternatif tıp uzmanı, yazar Jackson’un ölümünün ardından, psikolojik tedavide kullanılan ağır ilaçlara karşı çıkarak gündem oluşturmuştu.

Chopra: “ sizin dışınızda yaşandığını sandığınız olaylardan hoşnut değilseniz , içinize doğru bir yolcuk yapmanızı öneriyor. Dünyanın 360 derecelik aynalarla çevrili olduğunu söylüyor.

Diyelim ki çevreniz hırsızlar, dolandırıcılar , insan haklarını ihlal edenler, şiddet yanlılarıyla dolu ?

Farzedin ki, sizi aşağılara çeken bir düşmanınız, korktuğunuz bir kişi ya da sistem var.

Aslında hoşnut olmadığınız her şey, sizin yansımalarınızdan oluşuyor!

İnsan bilmediği bir olguyu yansıtamayacağına göre, hele hele dıştan gelen kötülükleri tanımlayabiliyorsanız, aslında bu kötülüklerin çoğalmasından ne ne yazık ki siz de sorumlusunuz!

Şimdi kağıdınızı kaleminizi hazırlayın (önce piyangoda ikramiye vurmuş mu onu kontrol edin tabi) ve şöyle bir ufak egzersiz yapın: 2011’de yakın çevrenizdekileri üç özelliğiyle kağıda dökün.

Patronunuz, aşkınız, arkadaşınız, düşmanınız, anneniz, babanız, kardeşiniz, en yakın arkadaşınız, örnek aldığınız liderin pozitif ya da negatif özelliklerini sıralayın,

kağıdın ortasına da kendinizin adını yazın.

Biraz zorlanacaksınız ama , çevrenizdeki herkesin özelliklerinin aslında sizde de varolduğunu ayırd edeceksiniz!

“Ben çalmam, çırpmam, namusluyum, dürüstüm ama etrafım hırsızlarla dolu” derseniz, belki de zamanınızı, enerjinizi, dünyaya katacağınız rengi kendi kendinizden çalmış, bilmeden de olsa çevrenizdeki en kötü hırsız kadar hırsızlık yapmış, kendinizi çok iyi sansanız bile, dünyaya yakınınızdaki en kötü insan kadar zarar vermiş olabilirsiniz.

Ben kadın dövmem, insan ayırmam, önyargılı değilimdir der ama belki de hayran olduğunuz bir starın, bir liderin dünyasının kötülüklerini yansıtıyor olabilirsiniz kimbilir?

Unutmayın, sadece tiyatro değil, ruhunuz da bir aynadır!

2012’de başımıza gelebilecek bütün kötülüklerinden sizi sorumlu tutarsam, bana çok mu kızarsınız?

Sizleri Noel Baba ve piyango biletinizle baş başa bırakıyor ve ben kendi adıma temizliğe başlıyorum.

Kendimi ciddi biçimde sorgularsam, çevremdekilerin taşıdığını sandığım, ama bana da yansıyan kötülükler yavaş yavaş kaybolur ve dünya temizlenmiş olur..

Kendi yapmadığım olaylardan nasılsa sorumlu değilim diye kendimi kandırırsam ise, 2013, 2012’yi, 2012, 2011’i mumla aratır!