Geçtiğimiz haftaki yazımda şu çağda bir  tek yanlış yapmanın bile, pek çok doğruyu
götürebileceği konusundaki çekincelerimi yazmıştım…Bu hafta da doğru olduğuna
inandığım kişilerin, bir çırpıda yüzlerce doğrularını  götüren yanlışlarına parmak basayım.
Yoğun kavram kargaşası yaşadığımız şu günlerde artık  haftalık bir yazı yazmak bile daha fazla emek
ve sorumluluk gerektirdiğinden olsa gerek, yazılarımda  bir süre sadece değer verdiğim kişilere yer
vereceğim için, aşağıda kendimce yanlış bulduğum çıkışları  hakkında görüş bildirdiğim dostlarımın
analizimi olgunlukla karşıyacaklarından eminim.
Yılmaz Erdoğan:
Türk sinemasının kimliği tartışmalarına, “neden
filmlerimizde yeterince ezan sesi yok?” diyerek yaptığı çıkış, bazılarına
saldırı fırsatı doğurdu.
Bizim toplumda başarılı kişiler kıskanılır; yetenekten haz
etmeyiz genelde .Hele hele yetenekli bir sanatçıya yarattığı eserden dolayı
saldıramazsak, onu başka yönden 
yaralamak için fırsat kollarız.
Yılmaz’ın en büyük  hatası bu sözleri, hükümetin sanat
tartışmalarını alevlendirdiği şu günlerde söylemesi  oldu. 
Ertuğrul Özkök’ün  de onu eleştirerek,
“korkak” olduğunu ima etmesi ,başlı başına bir 
kara mizah örneğiydi tabi! Bu arada, işleri güçleri kasa tutmak olanlar,
Yılmaz’ın filmi için Kültür Bakanlığı’ndan 500.000  TL alması  ile açıklamasının zamanlamasını
ilişkilendirmeye çalıştılar. Oysa bütçesi 1 milyon doları aşan  bir film için, 200.000 USD ödenek alınmasına takılmak
çok gerçekçi değil!
Bu arada  sosyal
medyada bazı kişilerin , “Noel Baba filminde tabi ezan sesi olmaz” diyerek,
Yılmaz’ın son filmini harcamaya çalışması da yakışıksızdı! Tam tersine sözkonusu
film , Yılmaz’ın kimlik arayışını destekler nitelikte,  bir anti/ kahramanın kendi kültürüyle
bağdaşmayan bir işte dikiş tutturamama dramını anlatıyor.
Yılmaz’ın ezan sesiyle ilgili  genellemesiyle, sözgelimi son zamanlarda “Beş
Vakit”, “Takva” gibi çok önemli filmleri görmezden gelmesi , söylediklerinin
özünden öte, ezan sesi detayına takılınmasına neden oldu. Bu yanlış örnekleme
nedeniyle, bir sanatçının sinemamızın kimliğini sorgulama  davetini dışlamış olduk.
Ha, İran Sineması meselesine gelince… Mazlum halkların film
dili oluşturmaktaki çabası ve samimiyeti konusunda haklı olabilir  ama  son
dönemde gündeme eserlerinden çok sanatçılarına yaptığı baskıyla gündeme gelen
İran Sineması’nın pek de öykünülecek bir yanı yok bence…Acı çeken sanatçının
her şeye rağmen ürettiğini görmek bir milletin sinemasına kimlik kazandırmaz,
sadece laboratuar usulü bir araştırmaya konu sağlar.  
Nurullah Tuncer:
Yurtdışında büyük başarılara imza atmış bir yönetmen ve
tasarımcı olarak, gölge adam olmak ona yaraşmadı. İstanbul Belediyesi’ne bağlı
Kültür A.Ş, başbakanın “istediğim oyunları desteklerim” sözünü doğrulamak
istercesine, 3 oyuna 3 milyon TL ödenek ayırdı. Bu ülkede 120’ye yakın özel
tiyatro yıllardır 3 milyon TL’yi pay edemez, bakandan “para yok” sözünü duyarak
dilenci durumuna düşürülürken, eski genel sanat yönetmenini sevenlere 3 milyon
dağıtılması  yakışıksız oldu!
Evet böyle uygulamalar İskender Pala lehine,  değerli tiyatro ustası Ali Taygun’un
rejisörlüğünü yaptığı bir oyunda da denenmişti. Ancak Şehir Tiyatroları’nda
yüzlerce insan işsiz kalma derdiyle  sokağa dökülmüşken, alelacele çıkan bu
muhteşem oyunlara imza atmak , hele hele Nurullah Tuncer gibi nitelikli  bir sanatçıya yaraşmadı…
Oyunların içeriğine değinme gereksinimi duymuyorum bile. Bu
yıl apar topar  biçimde kaldırılan “Rosenbergler
Ölmemeli”, göstermelik olarak  tekrar
sahnelenirse bile şaşmam.
Behzat Uygur: 
O, yıllar boyu devlet yardımı almayı red etmiş olan Nejat
Baba’nın oğludur. Ödenekli tiyatroların özelleştirilmesi konusundaki çıkışı bu
yüzden samimi olabilir, ancak bunu reform olarak görmesi bence ağır bir hata!
Hani tepeden inen reformlar, reformdan sayılmazdı?
Ömrünü turnelerde geçirmiş bir tiyatro emekçisi, meseleye
İstanbul’dan bakmamalı, Doğu’da, Güneydoğu’da her gece canını dişine takarak
perde açan ve büyük kitlelere hizmet götüren  ödenekli tiyatroları küçümsememeliydi.
Kaldı ki sevgili Behzat hükümetin samimiyetini, sadece
Kültür A.Ş’nin adam kayırma politikası ve son uygulamadaki taraflılığıyla
ölçebilir.  Devlet Tiyatroları özelleşirse,
özel tiyatrolara gün filan doğacak gibi bir şey yok. Göstermelik olarak yardım
bu yıl 3’ten 5’e çıkartılıp, sonra da  “bizden
para alanlar bize dil uzatamaz” denilerek, hepten  sıfırlanabilir.Bunun altyapısı da, bir
yönetmelik değişikliğiyle, şimdiden  hazırlandı
bile.
Tiyatrosunu yıllardır  kahramanca ayakta tutan Ferhan Şensoy’a linç
politikası  uygulanmaya başlandı … “Nasri
Hoca ve Muhalif Eşeği”, bakanlık desteğiyle  oynanıyormuş! Para bakanlığın değil, halkın
bir kere…. Bu böyle biline!