25 Ağustos 2010 Çarşamba

TURNE ANILARI

ÖZEL TİYATROLARIN ÖZEL TURNELERİ


Bir tiyatro sanatçısının turne anıları, askerlik anıları gibidir.
Başlattığın zaman susturmak zor olur. Bir de, bu anılara daha çok yaşayanlar güler.
Umarım, okur olarak da aynı keyfi alırsınız.
Biz tiyatrocular, büyük bir aile gibi yaşarız ama oyun bitince aile dağılır. Aileyi ara sıra toplamaya çalışsak da, araya zaman girdiğinden midir nedir, aynı coşkuyu yaşamakta zorlanılır.
“Seni hayırsız” diye başlayan cümleler, “o günler ne güzeldi” diye sona erer! Kulisi güzel oyunlar vardır bir de. Onlar çok tutmasa da, uğurlu gelmiştir tiyatrolara. Bir de aman aman diyerek adını bile anmak istemediğimiz projeler vardır. Oyuncu yerine beyaz eşya olması gereken mikserler öyle bir karıştırmıştır ki kulisi, oyunlara gelen binlerce seyirciyi bile gözümüzde sıfırlamışlardır
Eskiden Lale Oraloğlu’lar, Altan Karındaş’lar, Dormen’ler 45 gün çıkarmış turnelere. Adapazarı’ndan başlar, belki Antakya, Hakkari’de bitermiş serüvenler. Hatta 45/50 günde matine/suare 80 oyun oynandığı günlerden söz ediliyor. Tiyatrokare’nin kuruluşunda ardışık olarak 15 günde 25 oyun matine/suare full salonlarda turne yaptığımız altın günlere yetiştik. Hatta “Şen Makas” adlı oyunumuzda, bir oyuncumuzun deyimiyle, iki kez Boğaziçi Köprüsü’nden geçip, iki hafta eve uğrayayamadığımız keyifli günler de yaşadık. Bir bakış açısıyla ard arda, tiyatrodan bozma salonlarda teknik güçlüklerle oynanan oyunlar, Anadolu’daki tiyatro geleneğini perçinlemek yerine, seyirciyi tiyatrodan soğutmuş olabilir. Bense, Anadolu’nun en ücra köşesinde bile onbinlerce kişilik buluşmalarda tiyatronun düzeyi düşmedikçe, gerçek işlevinin yerine geldiğini düşünüyorum.
Bu yazıyı da sizi eski tiyatrocu ağabeyilerimiz, ablalarımızın anısına İstanbul’dan başlayarak, Güneydoğu Anadolu’da bitirmeyi planlıyordum ama yazıyı yazarken yüreğim şehit haberleriyle öyle kan ağlıyor ki , ilk güzergah olarak Diyarbakır’ı seçtim.

1 Mayıs’ta Diyarbakır’da Salaklar Sofrası oynuyoruz: Herkes tedirgin ekipte. Bense, bu kadar yoğun güvenlik tedbiri altında, hiçbir sorun yaşanmayacağını ısrarla söylüyorum. Birden booom! Dışarıda patlayan araba egzosu iç dünyamıza bomba olarak yansımış. Bu koşullarda, üzerini aratarak tiyatroya gelmeyi kabullenen ve halen gülebilen yüzlerce seyirciye bravo.

Tiyatrokare olarak kurulduğumuz 1992’den bu yana Güneydoğu turnelerini önemsiyoruz. Güzergahımız bizi bu kez Gaziantep’e götürüyor: Oyunda oynadığımız Füsun Önal gazetede 75 adet sahipsiz James Bond çantanın bölgeye bomba olarak bırakıldığını okumuş. Otele yerleşir yerleşmez odasında bir adet şemsiye ile James Bond çanta bulmaz mı? Bu kez çığlık atmakta son derece haklı! Meğer kendisine yanlış oda göstermişler. (Ancak James Bond çanta masum)

Solcu olduğunu iddia eden bir arkadaşımız Güneydoğu turnesine çıkmayacağını söylüyor, politik baskılarımızı göğüsleyemeyince, bölgede varolan coskulu seyirciyi anlatmamız karşısında utanıyor, daha sonra işadamı eşi vasıtasıyla bölgenin en pahalı otellerini ayarlıyor. On günlük turnede aldığımız her şeyi otellere yatırıyoruz.

Düşünüyorum da, bugün bu yazıyı kaleme alırken, televizyonda içimi acıtan haberlerin sorumlusu Doğu’ya gitmekten kaçan öğretmen, doktorun yanı sıra biz sanatçılar değil miyiz? Gitsek de, kanayan yarayı göremeyen, çözüm üretemeyen bizler değil miyiz biraz da çözümsüzlüğün nedeni?


Doğudan çıktık, nefis şamfıstıklar, baklavalar çantamızda . Ben o zaman bugünkünden 51 kg. fazlayım. Hergün 1 kg. fıstık yiye yiye, her gün bir ilde oynaya oynaya Malatya’dan Ankara’ya kadar gelmişiz. “Üç Kadın Bir Çapkın” adlı oyunuyla. Malatya kayısısını paylaşırım paylaşmasına ama şamfıstık konusunda cimriyimdir. Şamfıstıklarımdan isteyen Füsun Önal’a, daha önce defalarca provasını ettiğim ve kabuğu açılmayan fıstıkları vermişim. Halbuki bugün olsa, “hemen al şunları önümden” derdim. O gün, Antep’ten Ankara’ya kadar denene denene yıpranmış, kabukları açılmamış fıstıkları , ancak o zaman ikram etmeye razı gelmişim.

Rahmetli Pekcan Koşar ile Mersin’de çok güzel bir sahnede oynuyoruz. Ama fazla güzel! Sahneyi cilalamışlar şık olsun diye. Giren önce bir güzel düşüyor, sonra sağ kalmayı başarırsa oynuyor..

İstemihan Talay, henüz Tarsus’a, kültür merkezi yapmamış. Tarsus’ta da çok güzel bir seyirci potansiyeli var, oyunlar nikah salonunda oynanıyor. Organizatörümüz matinenin 19’da, suarenin 21.30’da olduğunda ısrarcı.. Nikah salonu önünde saat 17 sularında beklerken, nikah davetlileri olduğunu sandığımız kişiler bize tuhaf bakışlar fırlatıyor. O anda tesadüfen afişten matinenin 17’de olduğunu öğreniyor, ilk bulduğumuz tuvalet dibinde organizatörün şaşkın bakışları arkasında alelacele soyunmaya başlıyoruz. Organizatöre kalsa, halen kadınlarla erkeklerin ayrı odalarda, bir perde arkasında soyunması gerektiğini düşünüyor. Bizim derdimizse tesadüfen 17’de olduğunu öğrendiğimiz oyuna yetişmek…

Nikah salonu demişken… Düzcede de nikah salonu açmışlar bize! Kent Oyuncuları dahil herkes orada oynarmış. Ama bu kez başoyuncu Nedim Saban’a “Damat Odası” açılmış. “İki Oda Bir Sinan” adlı oyunu oynuyoruz Düzce’de. Pizza kullanılıyor oyunda. Pizzacı Paşhan Yılmazel Domino’s Pizza’da çalışıyor rol icabı. Aksilik bu ya, sahne teknisyenleri Paşhan’ın tişörtünü İstanbul’da kurutemizlemecide unutmuş. Düzce’de Domino’s yok, o gün Paşhan, Cihad Pizza’da çalışır oldu, yeşil üniformayla sahneye çıktığında, ekibin en disiplinli oyuncusu Seden Kızıltunç tuttu kendini sadece, hepimiz yerlerdeydik.

Düzce’deki oyuna toplu bilet alan grup, herhalde kendi paralarını kendi bastırmış! Anladığım kadarıyla kalpazanlara grup satışı yapmışız. Düzce’den Bilecik’e geçtik, ekip arkadaşlarıma harcırahlarını vermiştim, lokantadan birer ikişer arıyorlar, sahte paralarla lokantada mahsur kalmışlar, iyi ki Bilecik küçük yer, patron olarak hemen yetişiverdim imdatlarına, ve tabi iyi ki, kredi kartımda limit varmış!

Bu tiyatroculuk aşkı nasıl bir şeydir ki, “the show must go on”a inanmışızdır bir kere! “Salaklar Sofrası” adlı oyunumuzla Karabük turnesine çıktığımız gün, daha İstanbul Elmadağ’da dekor kamyonumuz yandı ama turneler için yedek dekor yaptırmıştık. Karabük Mobilya Mağazasından edindiğimiz birkaç parça mobilya ile oyunu tamamladık. Kostümlerimiz ise o kadar isliydi ki, birbirinin yanına yaklaşan her oyuncu ötekinde şiddetli baş ağrısına neden oluyordu. Şimdiki aklım olsa, belki de bu durumlarda, “the show must not (!) go on “ derdim. The show go on oldu da ne oldu, Karabük mü kurtuldu? Türk Tiyatrosu mu ihya oldu? Madalya mı aldık? Zengin mi olduk? Anlatacak bir anımız daha oldu, işte o kadar! ( Üstelik oradaki organizatörden kesik de yedik. Kesik biz tiyatro sahiplerinin dilinde parayı eksik almak demektir)


Turne anıları derken, bundan 10/15 sene öncesine kadar, en az 45 gün yelken açılan yaz turnelerini anımsamamak sözkonusu olamaz. Nejat Uygur ustamız hasta yatağında halen İzmir Fuarı’nı sayıklarmış. Yaz turnesi gençler için plaj eğlencesi olabilir. Bir de titizliğiyle tanınan Erol Keskin ile deneyin bakalım! Salı Ziyaretleri’ni Kaş Antik Tiyatro’da oynuyoruz. Münzevi ve aksi ihtiyar Mr. Green’i oynayan Erol Keskin’i yarım saat plaja davet ettim. Aldığım cevabı yorumsuz paylaşıyorum: “Ne yani, Mr. Gren o gün Brooklyn’de plaja mı gitmiş? Hayatımda duyduğum en saçmasapan teklif!”

Geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız en saçmasapan olaylardan biriyse, Uşak’ta, “Samsun Sanat Tiyatrosu” ile pişti olmamızdı. Tiyatronun genel sanat yönetmeni, bir gece önce, nihayet Tiyatrokare’nin bir oyununu izleyeceği için sevinmiş, sonra afişe bakıp, saatlerin çakıştığını görünce oyunu izleyemeyeceğini anlamış, ardından Türk tiyatro tarihinde ilk kez iki tiyatronun aynı salonda hem matine, hem suarede pişti olduğuna tanık olmuş! Yanlış okumadınız. Halk eğitim merkezi yöneticileri, salonu aynı gün aynı saatte, iki tiyatroya kiralamışlar. Türk Tiyatro tarihinde ilk kez 6 saat içinde 4 oyun iç içe oynandı. Birinin dekoru kurulurken, diğerinin oyuncuları don ve sutyenle panik içinde antreye yetişmek için koşuyor, ötekinin seyircisinin bileti kesiliyor, diğerinin yönetmeni sahnelerin gereksiz yerlerinin nasıl kesilebileceği ve seyircilerin daha fazla bekletilmeyeceği oyuncularla oyun sırasında dramaturji toplantısı yapıyordu!

Şimdi ben çocukluğumda Bakırköy İlkokulunun sahnesinde yağmurlu bir günde bütün bir oyun boyunca kafama aşırı yapışkan yağmur suyunu yedikten sonra bunun aslında yalıtımı tamamlanmayan helanın suyu olduğunu anladığım zaman “işte memleketimden tiyatro manzaraları” diyerek bu gerçeği kanıksamış biriyim ama ya sizler bu yazıyı okuyunca bu memlekette özel tiyatro yaparak turneye çıkan özel insanların yaşadıklarına tanık olup kültür politikamıza gülecek misiniz, ağlayacak mısınız, yoksa bizlere saygı mı duyacaksınız? Hele hele halen özel tiyatroların salt tecimsel amaçlarla turneye çıktığını düşünüyorsanız, bu fikrinizi bir daha sorgulayacak mısınız?

Nedim Saban
19.06.2010


Bu yazı TEB Dergisi 2010 Ağustos sayısında yayınlanmıştır.

24 Ağustos 2010 Salı

TİYATRO MÜZELERİMİZ

Tiyatro sanatıyla müzeyi oldum olası bağdaştıramamışımdır!
Tiyatronun çok dinamik, değişken, biraz da kaçak yapısı var…. Yakalanıp, kavanozun içine atıldığı zaman büyüsü kaçıverecek gibi gelir bana!
A.B.D’de çalışmalarını takip ettiğim, politik tiyatro öncülerinden, “Yaşayan Tiyatro”’nun kurucusu Judith Malina ile uzun uzun sohbet etme olanağı bulduğumuzda da bu düşüncemi dile getirmiş, kendisinden de aldığım enerjiyle “No More Museum Pieces” adlı bir tiyatro kurmuştum.
“Vahşet tiyatrosu” çalışmalarıyla tanınan ünlü tiyatro kuramcısı Antoin Artaud’nun, sanat müzelik olmasın düşüncesinden yola çıktığı bir makalesinden yola çıkarak kurduğum tiyatroda çarpıcı bir “Woyzeck” sahnelemiştik.
Bizimkisi sanatın müzelik olmaması adına siyasi ve estetik bir mücadeleydi tabi.
1992 yılında Türkiye’ye döndüğümde ise, sanatın müzelik olmaması adına bu kez ters yönde bir mücadele verildiğine tanık oldum.
Halkevlerinin kapatıldığı, köy enstitülerinin kökünün kurutulduğu, kültür politikası olmayan yurdumda, tiyatro sanatı olması gerekenden çok daha fazla “uçucuydu”!
Haldun Taner , “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” adlı oyununda, “zaten aktör dediğin nedir? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede hoş bir seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olarak kalırız…..Birazdan teatro bomboş kalacak. İşte bu hatıralar, o sessizlikte, saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler. Artık kendimiz yokuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır durur meydanlarda” diyordu ama Türkiye’de kültür politikası,
repliklerin fısıldaşması üzerine değil, aksine repliklerin üzerine ölü toprağı serilmesi üzerine kurulmuştu!
Yıllardır, Tepebaşı’nda bir tiyatro müzesi olasılığından söz edilir durur.
Türkiye’de sahnelenen ilk Hamlet’i merak eden öğrencinin bu bilgilere internette sörf yaparak ulaşamayacağını anlatmak ne mümkün!
Tepebaşı’nda yanan tiyatronun yerine konan çirkin bina ve otoparkı çocuklarımıza kültür mirasımız olarak göstermek yerine, çocuk sahibi olmamayı tercih ederim.
Muhsin Ertuğrul’un “tiyatro devrimi” yaptığı bir ülkede çocuklarımıza tiyatro tarihimizi belgeleyememek ne acı!
Aynı acıyı Yunanistan ile Karagöz senindi benimdi kavgası yaparak da yaşıyoruz.
İşte bu yüzdendir ki, bu hafta Kadıköy Belediyesi’nin desteği ile Haldun Taner Müzesi’nin açılacağını okuduğumda içimi farklı bir heyecan kapladı. Ardından, küçük bir araştırma yaparak, bu haberlerin 2008’e dayandığını gördüm. Sanırım, iki yıldır süregelen bürokratik engeller artık aşılacak ve Büyükşehir Belediyesi’nin de devreye girmesiyle, bu toprakların yetiştirdiği en önemli edebiyatçılarımızdan biri ölümsüzleşmiş olacak.
Müzeye girdiğimizde yazarın Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nda ünlü kumpanya patronu Tomas Fasulyeciyan’a söylettiği, “zaten aktör dediğin nedir ki, oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır” sözüne yaraşacak sanatçılar yaratmak lazım artık!
Madem tiyatro müzelerimiz var, müzelerimizi doldurmaya layık işler yapalım değil mi?
13 Ağustos geçti, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yardım almak için dosyalar teslim edildi, bu dosyalarda tarihte ilk kez sanatçıların vatandaşlık numarası soruluyor. Ancak sanmayın ki, bu vatandaşlık numaralarıyla tarihe geçeceksiniz.
Siz, dosya yetiştirme telaşıyla Ankara’ya koşuştururken, Paşabahçe’de sendikal hakları elinden alındığı için haksız yere işten atılan Türkan Albayrak, 34 gündür direniyor.
Türkan Albayrak’ı duyun, onunla yaşayın….Çadırına gidin. Gidin ki, bu ülkede yeni Keşanlı Ali Destanları yazılsın!
Aziz Nesin, “ölürsem yaşamalıyım defne yapraklarında” demişti.
Onun vakfındaki çocuklar emek vererek, sel felaketine rağmen yaşatıyor Aziz Nesin’i.
Ne mutlu ki, Haldun Taner’e de sahip çıkan bir eşi var! O olmasa, belki layık olduğu yeri bulamayacaktı usta.
Öte yandan, daha ölmeden öldürülen, işkenceden geçirilen, hapislerde süründürülen, sürgünlere yollanan, düşüncenin suç sayıldığı, aşağılandığı yazarların, çizerlerin, düşünürlerin vatanları burası.
Belki de bunun içindir müzeden fazla mezara düşkün oluşumuz!
Nazım’ın mezarını Türkiye’ye getirmeyi takıntı haline getiriyoruz ama Nazım’la yüzleşeceğimiz bir müze açmayı düşünmüyoruz. 21.yüzyıl müzesinde Balbay’ı 500 gün hapis yatırdığımızı mı söyleyeceğiz, Ahmet Kaya’nın suratına çatal fırlattığımızı mı belgeleyeceğiz?
Zamanı geldiğinde yas tutar, timsah gözyaşları döker, tarihe belge bırakmadan yok olur gideriz.
Yalnız, Haldun Taner’in söylediği gibi, Hıranuşla Virginia’nın bir dialogu eski kostümlerden birine sığınmıştır. O hatıralar, saklandıkları yerden çıkarlar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler!
Ben şahsen, kıyamet günü diye bunu bilirim!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

EVET YA DA HAYIRIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Siz, ramazan ayında bolluk, bereket bekleyerek birbirlerine hayırlı işler diyen esnafın artık ne olur ne olmaz diye, “işlerimiz iyi olur inşallah” dediğine inanabiliyor musunuz?
Bir dönem karşımıza çıkan simitçi, taksici, çımacı bize lafın gelişi “selamınaleyküm” dedikçe, bazılarımız rejim elden gidiyor telaşıyla “merhaba” derdi ısrarla. Onlar da işin bir sınıfsal çatışmaya dönüştüğünü düşünerek, selamı toptan kestiler. Artık İstanbul’da selam almak bile parayla!
Bu aralar “hayırlı işler” dersen, hayırcısın.
Geçen gün, AKP’li bir belediyeye telefon eden bir arkadaşım telefonun “hayırlı günler” diye açıldığını duyup, başkanın AKP’li olduğu halde, hükümetle arasının açık olduğu için, memurlarına ısrarla ve derinden hayır propagandası yaptığını düşündürtecek kadar derinleştirmiş kafasındaki komplo teorilerini.
Vay bu dönemde evlenenlerin haline!
“Eveeet” dedikleri anda, evet sözcüğünün 13 Eylül sabahına kadar alt metninde taşıdığı anlamı bir daha düşünmeliler.
Tiyatroda oyuncu metni alır. Deşifre etmeye çalışırken, sözcüklere anlam bulma ve derinlik katma telaşında bir alt metin arar. İşte size bir evet sözcüğünün bu dönemdeki deriinliği!
Gerçekten de, sözümona bir nikaha jest olarak katılan belediye başkanının, gelinle damada “mesele burada evet demek değil, 12 Eylül’de de evet demek” deyince, gelinin babasının “eve iş getirmeyin” diye bağırdığı ve ortalığın karıştığı bir memleketteyiz.
Sezen Aksu’nun politik eğilimlerini hiç samimi bulmuyorum. Ahmet Kaya’ya, Serdar Ortaç kadar bile sahip çıkmayan Sezen’in Kürt açılımı için başbakanı kutlamasını en çok eleştirenlerdenim. Ama “evet” diyeceğini açıkladı diye, solcuların, İzmir’deki Sezen Aksu sokağının adının değiştirilmesini istemeleri çok komik doğrusu. İstemiyorsan sen girme o sokağa… Ama o sokağa girip, çıkmaman Sezen’e olan saygıya kusur etmeni gerektirmez!
Evetçi Sezen’in bütün CD’lerini çöpe atacaklarmış solcu arkadaşlar. Hayır! İyi bir şey üretirse, sanatına evet, politik düşüncesine hayır dersin!
Fazıl Say, Sezen Aksu’nun müziğini kirli ve detone bulmuş ya, bu ülkede yıllardır bir müzik tartışmasının silikon tartışmalarının önüne geçmesini göz ardı edercesine, işi komplo teorisine döküyorlar.
Fazıl, bu açıklamayı Sezen’in, evet’çi olması nedeniyle yapmış.
Şimdi, evet desen linç ediliyorsun.
Hayır diyeceğini söylersen, başın zaten belada!
Bakan açıklama yapıyor: “ Hayır diyen iş adamları sakın Eylül’de vergi borçlarının af edilmesi için beni aramasınlar. Yurtdışı yasaklarını kaldırmayacağım !”
Başbakan ise TÜSİAD’a haykırıyor: “Ne biçim iş adamısınız kardeşim? Ülkenizi sevmiyor musunuz? Ya evet, ya hayır diyeceksiniz. Hangi yanda olduğunuzu açıklayacaksanız. İstemeye gelince, istemeyi biliyorsunuz ama!”
Ama sayın başbakanın hükümeti, hayırcıları fişleyeceğini açıkça beyan etmiş. Şimdi, zavallı milyar dolarlık servet sahiplerinin, taraf tutacak gücü mü var? Memleketlerini mi sevecekler, vergi borçlarının af edilmesini mi isteyecekler?
Yeni anayasa paketi, sanki insan haklarının temel ilkelerinden biri değilmiş de kazanılmış bir hakmış gibi, insanların artık fişlenmeyeceğini söylüyor. Gönlüm, tabi ki “evet” demekten yana! Öte yandan, yeni anayasayı uygulayacak hükümet açıkça kendisinden yana olmayanları fişleyeceğini beyan ediyor.
Şimdi evet mi diyeyim, hayır mı?
Tarafsız kalmak ya da vereceğin oyu gizli tutmak iyice suç!
Sandıkla ilişkisinin mahrem olduğunu belirten Metin Akpınar’a yükleniyorlar.
Ne biçim sanatçısın kardeşim?
“ Tarafını belli et” be adam!
Geçenlerde bir internet sitesi Erdoğan genelgesi başlıklı bir espri yayınladı: “Başbakanlık hayırlı günler demeyi yasakladı” diye!
Başbakanlık Basın Merkezi cevabı yapıştırmaz mı?
“ Bir internet sitesinde Sayın Başbakan’ın imzası ve resmi yazı formatı oluşturularak, sahte bir başbakanlık genelgesi yayınlanmıştır.Bu çerçevede sahte bilgi ve içerikler oluşturulması suçtur. Vatandaşların esasen mizahi bir içeriğe sahip olduğu belli olan bu tür genelgelere itibar etmemeleri….”
Televizyoncular “Çarkıfelek” ile boşuna zaman harcıyorlar.
Yerlerinde olsam şu dönem ratingleri Erkan Yolaç ile zorlardım.
Vatandaşını çok seven ve mizahı salgın bir hastalık olarak görerek bülten çıkarttıran başbakanlık, Erkan Yolaç’la evet ya da hayırı yasaklatarak da tarihe geçerdi bu durumda!
Öte yandan, twitter’da, “memleketim hakkında endişeliyim ” yazan Gülben Ergen’e, Cumhurbaşkanımızın oğlundan yanıt geliyor: “Senin için ne yapabilirim?”
Gülben Ergen, hiç beklemediği bir gençle karşı karşıya geldiği için uzun bir sessizliğe gömülüyor.
Ama cevabını sevgili eşi Mustafa Erdoğan’dan alıyor 12 Eylül’de evet diyeceğim!
Mustafa Erdoğan, Gülben’i “şimdilik” kurtarıyor belki ama benim kafam karışık.
Bakkal, bir haftadır evime süt ve ekmek girmediğini fark etmiş.
“ Abi, sütün kalmamış. ”
Benden yanıt yok!
“ Ekmek?”
Ne evet, ne hayır!
Aç kalacaksın ulan diyor kırk yıllık bakkalım boğazıma sarılarak.
Ekmek ister misin ? Evet mi, hayır mı? Söylesene!

14 Ağustos 2010 Cumartesi

AKP,AKM,ÖKM

Genç arkadaşlarım kısaltmalarla konuşmayı pek seviyorlar. Bir de herkese, “hocam hocam” diye hitap etmeyi… O yüzden “hocam ÖKM de kapatılıyor denildiğinde”, benim için Japonca gibi bir şeydi. “AKP, AKM’den sonra elini ÖKM’ye de uzattı hocam” diye yeniden uyardılar beni geçenlerde! Ama yine anlam veremedim doğrusu. İsimleri bile yüzlerle özdeşleştirmeye çalışırken, herkesin “hoca” olduğu memlekette bu kadar kısaltmayı çözümlemek epey zor oldu….
Sonra, işi çözmeye çalıştıkça, ÖKM’nin, İstanbul Üniversitesi’nde 1990 yılında açılan ve bünyesinde 20'yi aşkın öğrenci kulübü barındıran Öğrenci Kültür Merkezi olduğunu anladım.
AKP’nin söylemiyle, 12 Eylül’ün faşizan anayasasından kurtulmak için sandık başına gitmemize neredeyse bir ay kala, demokrat bir sanatçı olarak, beynim beni evete, ancak vicdanım hayıra götürürken, nasıl olmuşsa öğrencilerin sosyalleşmesine, örgütlenmesine, her şeyi bırakın konuşmalarına, görüşmelerine, fikir alışverişi yapmalarına, bir arada olmalarına 12 Eylül sonrasında bir biçimde izin verilmiş. Gel gör ki, bu merkez, birden bire uzaktan eğitim ve açık öğretim fakültesine dönüştürülmüş.
Adı üstünde! Eğitimini uzaktan uzaktan yap, kimseye bulaşma, rektörlüğün başına bela olacak şekilde sosyalleşme, kültürel faaliyetlere katılma… Çok istiyorsan git kulübünü Avcılar’da, Büyükçekmece’de, kendinin de, arkadaşlarının da ulaşamayacağı, fakültelerin zaten kendi öğrencilerinin dışında kapılarını kimseye açmayacağı bir yerde kur.
Aslında bu politika, kentin merkezinden sınırdışı edilen AKP kültür politikasıyla da örtüşüyor. Taksim’in ortasındaki AKM kapalı kalsın, Emek, Alkazar yıkılsın, Taksim sahnesi için çivi çakılmasın ama Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları Küçükçekmece, Üsküdar, Kartal’da perde açsın!
Yani işin gavurcası Broadway, West End’deki tiyatrolar too good to be true, onları rantiyelere peşkeş çek. Londra’ya oyun seyretmeye giden bir turist, metroya, trene binsin, kentin banliyölerinden kültür hizmeti alsın. Böylece kültür, sanat yavaş yavaş kentin önceliğinden silinsin, unutulsun, gitsin.
Dünyanın neresinde böyle bir saçmalık görülmüş yahu?
Yekta Kara, çok akıllı bir politikayla, opera binası olmayan kente opera indirdi! “Opera şehre indi” sloganı hariç her şey doğruydu.
Bütün dünyada, şehrin merkezleri operaların, tiyatroların, sinemaların, kültürel etkinliklerin çekim merkezidir. İnsanlar Londra’nın Taksim’ine, New York’un Pera’sına arkadaşlarıyla buluşmak, müzik dinlemek, tiyatro izlemek, sosyalleşmek için inerler. Bizde ise Taksim, ruhumuzdaki çürümeyi simgeler gibi AKM’nin yıllardır çürütüldüğü çirkin bir meydan.
Ali Beylikdüzü’nde, Süeda Çamlıca’da, Nida Gülbağ’da , Hakan Pendik’te oturuyor. Pazar günü buluşup, tiyatroya Üsküdar’da gidiyorlar. Var mı böyle bir saçmalık?
İstanbul Üniversitesi’nde Öğrenci Kültür Merkezi’ndeki 20 kulübü kapatan rektörlük, hükümetin binalarına göz diktiğini, aslında konservatuarın da tehlikede olduğunu söylemiş.
İyi, hoş ama, öğrencilerini devlete karşı korumak senin görevin değil mi?
Ali’nin, Süeda’nın, Nida’nın, Hakan’ın Pazar günü tiyatroya giderken zaten canı çıkıyor, bari
Pazartesi günü okulda sosyalleşmelerine izin ver.
İstanbul Üniversitesi Rektörü’nün başbakanın doktoru olduğunu bir an için unutsak ve hükümetin değil öğrencinin yanında olduğunu varsaysak, refleks olarak binaya sahip çıkması gerekmez mi? Uzaktan eğitim, açık öğretim yapan çocuk zaten uzaktan eğitim yapacağı ve okula belki kırk yılın başında uğrayacağı için, onlara eğitimin adına da çağrıştıracak biçimde uzakta ve açıkta bir bina bulunamaz mıydı?
Öğrencilerin kültür merkezlerine sahip çıkmaları için Rektör Yardımcısı ile yaptıkları görüşmede binanın yazın boş olmasından faydalanarak apar topar, kanunsuzca sepetlenen 2o kulubün (tiyatro ve bir kulüp daha binada tutulacakmış) bazılarının pasif olduğu ve yeni “öğrenci kulüpleri yönetmeliği” ile bu külüplere işlevsellik kazandırılacağı söylenmiş.
Yani 12 Eylül’de oylayacağımız anayasa değişikliği gibi bir şey bu!
Öğrencinin kaderini belirleyen ama öğrencinin içinde olmadığı bir yönetmelik.
Değişik bir demokrasi anlayışı! Üstlerin sana reva gördüğüne “Allah razı olsun diyerek ses çıkartmadan” boyun eğmek, kendi kaderini belirleyememek, kendinle ilgili kararlarda söz sahibi olamak, örgütlenememek!
Örgütlensen ne olacak?
Zaten 20 yıllık öğrenci merkezini kapatarak çil yavrusu gibi dağıtmışsın öğrencilerini!
Aynen ülkenin işçisini, memurunu, emekçisini dağıttığın gibi!
Son iki sözüm de iki yılın sonunda AKM aşkı depreşenlere…
En sonunda İstanbul’un merkezinde kültürün durakladığını hatırlamış olanlara!
Dünyanın her kentinde içinde lokantalar ve kafeleri, kitapevleri günboyu işleyen, fuayesi kültürel buluşma mekanı olan kültür merkezi örnekleri vardır. Çok doğru.
Ancak, SİT alanı olarak ilan edilmiş olan ve yasal olarak “dokunulmazlığı” tescillenmiş olan bina üzerinde bu gecikmiş teorileri tartışmak yerine, yargıyla restleşen 2010 Kültür ajansından AKM için hesap sormanın daha doğru olacağı kanısındayım.
Bildiğim kadarıyla, bu konudaki görevini yerine getirmediği için sivil toplum örgütleri, ajans hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu. Ajansın 2010’da daha önemli etkinliklere bütçe ayırdığı için, AKM’nin restorasyonu konusunda kendisine verilen görevi yerine getiremediği konusunda hiç şüphem yok. Ancak kamuoyunu, AKM’nin içinde açılacak bir kafenin bu koca merkezi restore etmek için tek çare olacağı konusunda kandırmak yerine, gerçekler konusunda bilgilendirmek, sadece kültür başkentini yönetmeye talip olanların değil, yüce basınımızın da görevi olmalıdır.

1 Ağustos 2010 Pazar

EY KÜLTÜR BAKANLIĞI TİTRE VE KENDİNE DÖN

27 Haziran’da bu köşede “Özel Teatrolara Devlet İanesi” adlı bir yazı yazmış, özel tiyatrolarımıza 8 milyar ile 72 milyar arasında değişen ve bence köklü sanat kurumları için küçültücü olan devlet ianelerinin kaldırılmasını önermiştim.
Ardından Parkan Özturan, ödenekli tiyatroların satılan her bilette koltuk başına 75 lira zarar ettiğini yazmış. 8 liraya oyun izleyen bir seyircinin devlete maliyeti 83 lira.
Özel tiyatrolar olarak, bizler de, sanatımızı yaygınlaştırmak adına, “bilet fiyatlarımızı ödenekli tiyatrolarla aynı fiyatlara düşürelim, aradaki farkı devlet bize ödesin” önerim oldukça yankı buldu.
Ancak, ben yine de aşağıdaki yeni önerimin pek gerçekçi olmamakla beraber daha da çok yankılanacağına inanıyorum:
Eğer, büyüklerimiz özel tiyatro biletlerinin 8 lira olması ve aradaki farkın devlet tarafından karşılanmasını bürokratik olarak çözümleyemiyorlarsa,
Ankara Hilton’un Havuzbaşı’nda büyük bir kokteyl versinler özel tiyatrolara
Ayrılan 3 milyar ödenekle, tüm ödenekli tiyatrolara ayrılan ödeneği bu havuza atsınlar , sonra
her tiyatronun seyirci sayısını da bu havuza atılsın. (Al sanailköğretim seviyesinde bir havuz problemi)
Örneğin AST’ın 1, Tiyatro İstanbul’un 2, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun 2, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun 3, İzmir Devlet Tiyatrosu’nun 1, Antalya ve Konya Devlet Tiyatrosu’nun 0.5 oranında seyircisi çıkıyorsa, havuzdan çıkan ödeneği böyle bölüştürün.
Bu durumda sözgelimi İstanbul DT’nin kasasına 150, Antalya’nın kasasına 25 lira gireceği için, doğal olarak ya Antalya DT kadrosundaki fazlalıkları eleyecek , ya prodüksiyon niceliğini azaltacak, ya da prodüksiyonları sahnelerken izleyicinin beğenisini göz önüne alarak, kendisini seyirciye endeksli “tutan” oyunlar hazırlamak zorunda hisederek, prodüksiyon “niteliğini” arttıracaktır.
Ödenekli tiyatroların işlevi tabi ki sanat kalitesini yükseltmektir, ancak örneklemek gerekirse, geçtiğimiz yıl İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın yeni genel sanat yönetmeninin uyguladığı politika tamamen yanlıştır. Ayşenil Şamlıoğlu, kurum içinde huzursuzluk çıkmaması için pekçok kişiye mavi boncuk dağıtarak, 35 prodüksiyon asmış ve sanırım bu özelliğiyle bir dünya rekoru kırmıştır.
( Taş patlasa 8/10 10 yeni prodüksiyonla perde kapatan Royal Shakespeare Theatre ve Comedie Francaise, 4 yeni oyun sahneleyen Lincoln Center Theatre herhalde kıskançlık içindedir)
Şehir Tiyatroları’nın atölyeleri 35 oyunun dekor, kostümünü hazırlayacak altyapıya sahip olmadığı için, prodüksiyonlar dışarıya ihale edilmiştir. Üstüne üstlük, bunca yeni oyuna karşın, seyirci sayısı ve beğenisi göz önüne alınarak, tiyatronun parlak bir sezon geçirdiğini söylemeye bin şahit ister.
Oysa, havuzbaşında seyirciye endeksli yapılacak bir yeniden bütçelendirme çalışmasıyla, en azından bu tip kurumlara 35 yerine “az olsun ama iyi olsun” türünde bir salvo verilmesi pek yararlı olurdu! Ayşenil Şamlıoğlu’ndan tabi ki, seyirci çekmek için yönettiği dillere destan roman müzikali “Bana Mastikayı Çalsana ” kalitesinde (!) oyunlar beklemiyoruz, ancak zekası ve yaratıcı gücüyle, tabi ki yukarıda önerdiğim havuzdan fırlayacak bütçesinin de sınırlandırmalarıyla en iyi ve en halka hitap eden repertuarı oluşturabileceğinden eminim!
Bu sütunda eski Kültür Bakanı İstemihan Talay’la akrabalık ilişkisine dayanarak devlet yardımı ianesindeki tüm standartların kaldırılmasını başaran Ekin Tiyatrosu’nu eleştirmemin ardından Kültür Bakanlığı’nın özel tiyatro başvurularında artık belli başlı standartlar gözetmesini sevinçle karşıladım.


Ancak, meslektaşlarımı, tiyatrolarının vergi borcu olmasının başvuruya engel olmadığını, sadece vergi durumunu belgelendirmeleri gerekliliğinde uyarmak isterim. Öte yandan, tiyatrolardan kdv, stopaj, gelir vergisi gibi diğer vergilerin kaldırılmasının, devletin tiyatroya dağıtacağı üç beş kuruştan çok daha etkin olacağının, ancak devlet babanın tiyatrocuların zincirlerini bu kadar ucuza bırakmayacağını, tiyatrocuları besleyen, gerektiğinde sansürleyen, patronajından bu kadar ucuza sıyrılmayacağını düşünmek gerekir.
Yıllardır tiyatrolarımıza para dağıtan komisyon üyelerinin oyunlarımızı seyretmediği, bu kişilerin bir çoğunun komisyonda bir dönem sadece Ankara Ekin Tiyatrosu’nun önerisiyle(!) bulundukları pek aşikardır.
Bakanlar değişir, komisyonlar niye değişmez? Çünkü, bu asırlık komisyon, oyunları izlemediği, tiyatroların ne yaptıklarını bile bilmedikleri halde, herkese mavi boncuk dağıtmıştır. Çok fazla çatlak ses çıkmadığı için, kurulu düzenin devam etmesine karar verilmiştir.
Pekçok konuda, bazen gereksiz bültenler de yayınlayabilen Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Türk Tiyatrosu’nun kaderini değiştiren bu meselede niye sessiz kalır ki? Neden tiyatro sanatının gelişim toplantılarına tiyatro izleyen eleştirmenler, ödül jürileri davet edilmez? Biz beş kişiyiz birbirimizi biliriz mantığıyla devletin 3 milyar ianesini üleştirip, haksızlıklara sessiz kalmak, tiyatro sanatımızı 8 milyar ile 72 milyar arasında değişen paralara satmak bizlere yaraşır mı?
Mesleki onurumuzun, ifade özgürlüğümüzün, zincirlerimizden arınmamızın bedelinin bu kadar ucuz olamayacağını bizi alkışlayanlara anlatmamız, onlara hesap vermemiz gerekmiyor mu?

Bu yazı yazarın Birgün Gazetesi'ndeki köşesinde 1 Ağustos'ta yayınlanmıştır.

ESMERAY'I SEVMEK YA DA KÜFRETMEK

Kemalist, feminist, transseksüel sözcüklerinin bir gazetede küfür gibi arka arkaya sıralanmasına kahkahalarla gülüyordu kocaman, şirin dudaklarıyla.
“Skandal mekanda skandal oyun” diye anmışlardı Kumbaracı 50’deki oyunları henüz izlenmeden.
Oysa bence teşekkür edilmesi gerekiyor Esmeray’a! Önemli bir iş yapıyor çünkü.
Kendi acılarından yola çıkarak toplumla yüzleşiyor.
Acılarıyla yüzleşerek, toplumun ikiyüzlülüğünü, vahşetini anlatıyor, toplumdaki şiddeti su yüzüne çıkartıyor.
Köyden kente göçen bireyin yalnızlığını, sefaletini, kimlik bunalımını, arayışlarını, ekmek kavgasını, fuhuş bataklığına sürüklenişini gözler önüne seriyor.
Bunu da hayali karakterler yaratarak değil, iç dünyasını gözler önüne sererek yapıyor.
“Cadının Bohçası” adlı stand up gösterisi/ anlatıda kendisiyle yüzleşmesi, o kadar ağır ki, izleyici olarak rahatsız oluyor, adeta yerinizden fırlayarak, büyük kentteki haksızlıklara, yalnızlığa, pisliğe, köydeki ağalara, feodal düzene isyan etmek istiyorsunuz.
Esmeray, sanatçı olarak, biraz daha olgunlaştığı zaman, Türk Tiyatrosu’ndaki “in yer face” akımının öncülüğünde yer alan önemli kişiler arasında yer alacaktır.Anlattığı öyküler bizdendir çünkü. İçimizdeki insanı yüzümüze özgürce ve tüm katmanlarıyla vururken, sahnedeki özgün dili, duruşu ve kara mizahıyla Türkiye’nin “öteki “insanını anlatabilmektedir.
Esmeray ötekidir, ama farklı değildir, bizden biridir!
Esmeray’ın öyküsüyle özdeşleşebilmek için eşcinsel olmaya gerek yoktur.
Esmeray’ı dinlerken, ötekileştirmiyorsunuz, onu seviyor, öyküsüne sahipleniyorsunuz. En önemlisi, azınlıkta kalanların öykülerini hakim gruptaki çoğunluk olarak dinleyen insanlar olarak Esmeray’a hoşgörüyle bakmak, ona acımak ya da onunla gırgır geçmek gibi berbat duygularınızı tiyatronun dışında bırakarak, iki saatliğine iyi insan olmayı öğreniyorsunuz.
Milliyet Sanat Dergisi için yaptığımız bir söyleşide, Esmeray’ın Kars’tan İstanbul’a göçen, seks işçiliğinden midye satıcılığına, ardından da saygın stand up sanatçılığına uzanan yüzlerce gösterisini Türkiye’nin her yanında izleyen binlerce kişinin ( sadece sağcı bir partinin erkek gibi kadın kolları başkanı hanımının geberseydin diye bağırması dışında) öyküyle özdeşleştiğini kendi ağzından dinledim.
Yıllar önce toplumumuzdaki stand up’çı enflasyonunda anlatacak öyküsü olmayan ve taklit yapmayı stand up yapmak sanan donanımsız, özentili çocuklar sahneyi kirletiyordu, Esmeray ise temizliyor.
O, solcuları da eleştiriyor. Onların ikiyüzlülüğünü, heteroseksist yaklaşımlarını, hatta aktivist olarak yer aldığı bir sol partideki taciz skandalını yüzlerine vuruyor.
Dario Fo’nun “Tecavüz” adlı oyununu ilginç bir kurguyla oynuyor. Oyun, Anadolu’dan gelen genç bir erkek çocuğun Kadıköy Parkı’nda tanıştığı ve yalnızlığını paylaşacağını sandığı bir adamın arkadaşları tarafından tecavüze uğramasının öyküsüyle başlıyor. Kadıköy Parkı’nda yalnız bıraktığınız çocuk belki yeğeniniz, belki köylünüz, belki de hiç tanımak istemediğiniz biridir. Ancak Esmeray, “in yer face” akımının öncülüğünü yaparak, bu çocuğun hayatını söndüren kişilerle yüzleşmenizi sağlıyor. Ardından Dario Fo’nun “Tecavüz” metninde yer alan kadını anlatıyor.
Sağcı da olsanız, solcu da olsanız, özürlü çocuklarınıza, güvenlik (!) görevlilerinizin tecavüz ettiği, bu yönüyle güvende olmadığınız bir memlekette yaşıyorsunuz!
Bu kız çocuğu bakandan kaçırılırken trafik kazasına kurban gitmese, hamile bırakılmasa, siz evinizde miskin miskin uyurken Kadıköy Parkı’nda, Pervari’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde her dakika bir kız ya da erkek çocuğuna tecavüz ediyorlar, onu pazarlıyorlar, dövüyorlar, aşağılıyorlar, paralarını konuşturarak satın almaya çalışıyorlar.
Öte yandan, ülkenizdeki pek çok sanatçı, bırakın bu tür sosyal meselelere duyarlılık göstermeyi, naftalinli oyunlar oynayarak bu tür meseleleri sümen altı ediyor.
Stand up yaptığını iddia eden oğlanlar pıtrak gibi üremekteler. Çoğu çağa yeniliyor belki , Esmeray’ın anlattığı karakterler gibi sistemin bataklığı içinde, erken gelmiş şöhretin acısıyla kaybolup gidiyorlar.
Sanatlarına duyarlılıklarını, acılarını ve samimiyetlerini taşıyabilenler ve bunu sanata dönüştürebilenlere ise sahip çıkmak gerekiyor!
Esmeray gibi, acılarını bal eylemiş bir sanat insanını sevmeseniz de, lütfen sayın.
Sağcı da olsanız, solcu da olsanız, anlattıklarından hoşlansanız da , hoşlanmasınız da dinleyin onu!
Bugüne kadar eşcinsel sahne insanlarının “ay kız yerim seni” diye konuşup, kafanızda ayakkabı paralayan insanlar olmasına alıştıysanız , Esmeray, sizi hayal kırıklığına uğratabilir.
Ha bu arada, bir dahaki sefere ona küfür edecekseniz, sözcükleri doğru seçmekte yarar var. Kemalist feminist transseksüel demeyin çünkü Esmeray kemalist değil sosyalisttir.
Kaldı ki, Kemalizm, feminizm kuramları, aşağılama değil, ideoloji ve yaşam felsefeleri, transseksüellik de bir yaşam biçimidir. Esmeray ise, bu yaşam biçiminde seks işçiliği yapmadan tutunan onurlu bir direniş insanıdır.
Bu yazının amacı Esmeray’ı sevdirmek, sanırım bunu başardım..
Diğer üç kavramı tartışmak için ise yüzlerce yazı yazmak gerek. Ama illa küfür etmek isteyenlere, Esmeray oyunlarına yaraşan bir espriyle bitirelim:
Allah kimseyi Kemalist, feminist, transseksüel, hele hele üçü birden yapmasın! Amin!