29 Kasım 2011 Salı

TİYATRO UCUZLATMA FIRSATLARI

Bugün size Türkiye’nin ilk klonlanan koyunu Oyalı’nın dört yaşına basmasıyla, Türk Tiyatrosu’nun bağlantısını yazmaya hazırlanıyordum ki, Taksim’e çıkma gafleti gösterdim. Taksim meydanının Ayaspaşa mevkiine uzun süredir uğramıyor, ya da uğradığımda metruk biçimde duran Atatürk Kültür Merkezi’ni görmezden geliyordum.
Bu kez de çürütülen Atatürk Kültür Merkezi ile çürük değerlerimiz arasında paralellik kuran bir yazı yazmaya karar verdim .
Fakat, gözüme Atatürk Kültür Merkezi’nin yancağızına dikilen bir kulübe ilişti: Taksim’de hiç salonu kalmayan ve mecburen yıllarca sadece özel tiyatrolara tahsis edilmiş Küçük Sahne’yi kullanan Devlet Tiyatrosu gişesinin yanına yepyeni, şipşirin bir kulübecik dikilmişti. Bu kulübe Tom Amca’nın kulübesi değildi çünkü Tom Amca, çocukluğumuz bitince ölmüştü. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne ait bir gişeydi.
Aslında bunu çözene kadar biraz zaman geçti: Uzun yıllar önce, sahnede çok yetenekli olan ama araba kullanma konusunda çok kısıtlı bir yeteneğe sahip olan bir hanımın yanlışlıkla AKM’nin otoparkının yanına kulübe diken ve devlet baba dahil olmak üzere hiç kimsenin yıkamadığı bir” babaya” ait kulübeyi, frene basamadığı için yanlışlıkla yıkabildiği öyküsünü anımsadım.
AKM’nin yanında dikilen bu iki gişe bile, “biz oynayamadığımız binanın önünde bilet satıyoruz,i halen yaşıyoruz ” mesajını verdikleri için başlı başına birer ibret öyküsü. Ancak dünyanın bütün medeni şehirlerinde olduğu gibi, meydanlarda tiyatro gişeleri olur, bu gişeler tiyatroların o gece için kalan yerlerini indirimli olarak satarlar.
Bu yerlerin rin önünde çoğunlukla Japon turistler, 150 dolarlık müzikalleri indirimli izlemek için uzun kuyruklar oluştururlar. Bizim İstanbul’da böyle bir gişe bulunmamasının nedenini ben Türk Tiyatrosu’nda Japonları sevmemize bağlarım.
Oyunda birbirimize “Japonlar gelmiş” demek, reaksiyonsuz seyirci geldi demektir.
Yıllardır özel tiyatrolara yapılan ianelerin yerine köklü çözümlerden söz ederiz ya: benim önerdiğim köklü çözümlerden bir tanesi, özel tiyatroların da kentin meydanlarında biletlerini satabilecekleri gişeler kurulmasıdır.
Biletix, My Bilet filan var diyecekseniz ama bu çözüm ortakları, dünyadaki her türlü benzeri şirketler gibi, biletin üzerine haklı olarak kendi komisyonlarını ekledikleri için, tiyatro biletlerinin ucuzlamasına değil, tam tersine daha pahalı hale gelmesine neden olurlar.
Ben, aynen Londra, New York, Paris’te olduğu gibi, oyun günü boş yerlerini indirimli olarak satan ve tüm tiyatrolara hizmet eden bir gişeden söz ediyorum.
O gün yeriniz yoksa, gişeye tiyatro olarak bilet tedarik etmezsiniz ama sıraya girmiş olan bir kişiyi başka bir oyun izlemeye teşvik edersiniz.
Bizde ise, devlet, yılda bir kez teşvik verir, sonra çekilir. Hatta Maliye Bakanlığı, Devlet Tiyatrosu salonlarına turneye giden özel tiyatrolara zamanında sembolik kiralara verirken, üç katına çıkartır. Bir de size orada yüzünü bile görmediğiniz 10 elemanın yevmiyesini ödetir.
İrili ufaklı tüm özel tiyatrolara hizmet eden gişe düşüncemi Devlet Tiyatrosu’nun vizyonu geniş genel müdürü Lemi Bilgin’e iki yıl önce anlattım, hatta bu konuda söz bile aldım. Devlet Tiyatrosu Müdürü niye özel tiyatrolara ödenek masasında oturur, onun yerine bize böyle köklü yardımlarda bulunsun dedim. Tiyatro adamı olduğu için mantıklı karşıladı.
Tabi kimin meydanını kime bağışlıyorsunuz: Lemi Bilgin’in bir tiyatro sevdalısı olarak çok sıcak baktığı konuyu, çevresindeki büro/sanatçılar, bürokrasiye takmış olabilirler.
Devlet bu anlamda kenara çekildi: Onun yerine özel fırsat siteleri çıktı.
Çamaşır makinesi, Avşa’ya haftasonu tatili, eşofmanla birlikte tiyatro biletlerini yarı fiyata satıyorlar. Komisyonları da %50’lere kadar vardığı için, siz, tiyatro olarak dörtte bir fiyatına oyun oynuyor, paranızı da neredeyse 30 günlük vadeyle alıyorsunuz.
30 günlük en düşük faizin de %2’lerde olduğunu düşünürseniz, 40 liralık oyununuzu 9.5 liraya oynamış oluyorsunuz. Siteler kötü niyetli değiller tabi, ama tiyatro bileti iç çamaşırıyla beraber satılınca ortaya çıkan şeye en basitinden “içten” demek mümkün değil!
Üstelik tiyatronuzun seyircileri, oyununuzun nasılsa bu sitelere düşeceğini bildiği için, “ucuzlamasını” bekliyor.
Siz istediğiniz kadar çırpının, hatta gazetelere bizim tiyatromun biletlerini fırsat sitesinde bulamayacaksınız diye ilan vererek, üzerine bir de ilan masrafı yapın ! Daha oyununu iki gün önce çıkartan tiyatro fırsat sitesinde işi ucuzlatmış…
Tamam tiyatroya gitmek, ödenekli tiyatro ile özel tiyatro arasındaki dünyanın hiçbir yerinde olmayan farkı önlemek için “fırsatlar” yaratılmalı ama tiyatro bu kadar ucuzlatılmış bir şey olmamalı.
Tabi hiçbir konuda yan yana gelmeyen tiyatrocular, bu konuda da tartışmıyor, tiyatro için fırsatın fırsat sitesinde olmadığını kavramak istemiyor!
Taksim Meydanından sorumlu bakan yapmazsa, Şişli, Kadıköy, Bakırköy gibi meydanlarda
oluşsun bu gişeler…Belki oraların belediye başkanları bu öneriyi dikkate alabilirler.
Hiçbirşey olmazsa, şairin dediğini azıcık değiştirir:
“Bakakalırım Taksim’deki gişenin arkasından” diyerek , fikrimi “devletleştirerek”, bir kamu hizmetine dönüştüren Opera ve Bale’ye nice bilet satmasını candan temenni ederim.

19 Kasım 2011 Cumartesi

SONBAHAR

“Bir hazin tutkudur sonbahar
Sarı renkli yapraklar dökülüyor birer birer sanki ruhumuzla beraber
Baharla gelen gençliğim sonbaharla mı gidiyor ne?”


Yukarıdaki dizeler Esin Afşar’ın hastalanmadan önce yazdığı “Sonbahar” adlı şiirden.
İstemi Betil, Çetin Köroğlu, Erdoğan Göze ve Esin Afşar, sonbaharın kısacık bir haftasında kaybettiğimiz büyük değerler.

Pazartesi sabahı çok erken bir saatte sokaktaydım. Bir okul servisi, bir evin önünde duraklamış, geç kalan bir çocuğu bekliyordu. Hayatının ilkbaharında, belki uykuya,ya da uzayan bayram tatiline doyamamış, belki kahvaltıda ekmeğin üzerine sürülen çikolatalı fındık ezmesinden azıcık daha yeme derdinde…. Uykusunu alacak, yemeğini yiyecek, “büyük adam olacak” ve bir gün o da sonbaharda dökülecek. Şansın bol olsun ömrün bol olsun çocuk, aman hep tehlikeden uzak dur, fazla büyümek için çabalama ! Pek çok büyüğümüzü cezaevlerinde çürüttük, ya da amansız hastalıklara yenildiler. İnan bana bu dünyada “büyük” adam olmak için çabalamak yerine, küçük adam olarak kalırsan, çok daha mutlu olacaksın. Sakın bir şeyleri değiştirmeye kalkma! Bırak onlar seni değiştirsin, dünya seni düzeltsin. Sakın sen dünyayı düzeltmeye kalkma!

İlk gençliğimde Okul servisini camdan görüp, defterimi kitabımı unutarak koşturduğum nice gün olmuştur.. Annem akşam beni “bugün Fizik , Matematik dersi” nasıl geçti diye karşılar, yalan söylememe bile fırsat tanımadan unuttuğum defterlerimi, kitaplarımı gösterirdi. Fizik umurumda değil, Galileo önemliydi benim için. Matematik derslerim Tolstoy okumakla geçerdi. Hiçbir zaman pergel kullanmayı öğrenemedim, ama o pergel nedense çantamdan eksik olmazdı.

İnsan, kullanamadığı bir şeyin peşine niye bu kadar düşer, halen çözemedim. Biz de bu hafta yitirdiğimiz ustalarımıza o pergellerei kullandırmadık. Yeteneklerini kullanmaları için çok az fırsat verdik. Koskoca İstemi Betil’i “Kurtlar Vadisi”nin Laz Ziya’sına sığdırarak hatırlayacaksak, yazıklar olsun bize!

Gönül, Grace Kelly huzurunda Jacques Brel ile ödül alan Esin Afşar’ın ülkesinde çok daha fazla konser vermesini isterdi. Caz yorumuyla Aşık Veysel, Nazım Hikmet şiirleri besteleyen, Yunus Emre ve Mevlana’dan çok önemli resitallere imza atan Esin Afşar, tiyatromuz için de bir kayıp. Onun 80’lerde oynadığı “Kelaynaklar” oyunu halen yüreğimde çarpar, daha geçen yıl Devlet Tiyatrosu’nda repertuara alınan ve bölgelerde oynanan bir çocuk oyununu sahnelemek için nice sohbetimiz olmuştur.

Ama, servisi bekleten çocuğa hiçbir zaman olmamasını önerdiğim , nesli tükenen Kelaynaklar çok yalnızdırlar herhalde. Esin Afşar da, çocukları, torunlarına rağmen ülkenin çoğu ilerici aydınları gibi, Kelaynaklar”a benzeyen bir biçimde ayrıldı aramızdan. Oysa ona daha çok üretme hakkı tanısaydık, nesli tükenen hanımefendilerden değil, yeni nesiller yetiştiren aydınlar olarak yazardık arkasından.

Bu arada yıllardır hastalıkla savaşırmış, ben belki de pek çok galada, sanat etkinliğinde onu hep şık, zarif gördüğüm, çok sık karşılaştığım için hasta olduğunu aklıma bile getirmedim. Öte yandan Vahide Gördüm, herkesin çok beğendiği saçlarını kameraların önünde kestirerek, topluma hastalığı aracılığıyla çok önemli mesajlar verdi. Hayranı olduğum Gördüm’ün ömrünün çok uzun olmasını diliyorum! Onunki bir tür soyunma, tam anlamıyla bir arınmaydı. Çok az starın yaptığı bir şeyi yaparak, saçların, aynı servisi belki de fındık ezmesi için bekleten çocuk gibi, dünyada gelip geçici olduğunun mesajını kitlelere verdi ve bir anlamda sadece hastalğı değil, kader çizgisini de zorlayan bir masal kahramanı oldu.

Erdoğan Göze de, ortak dostlarımızdan, en azından şu an sağlık sorunlarıyla boğuşan Macide Tanır’dan tanıdığım kadarıyla yaşamda muzurlukla ayakta duran biriydi. Onun da hayatı Fizik, Matematik kitaplarını evde unutarak geçmiştir eminim. Son olarak Göze’nin kardeşi Arsen Gürzap’ın yönettiği “Giydirici” de avuçlarım kopana kadar alkışladım onu.

Toplum, gerçekleri deşerek birtakım ikiyüzlülükleri su yüzüne çıkartan sanatçılar yerine, “giydirici” leri seviyor. Oysa tiyatronun derdi “soymak”, “arındırmak”, gerçekleri su yüzüne çıkartmak olmalı.

Sonbaharda ağaçlar çıplak kalır, ama ayakta durur ve ilkbaharda tekrar açarlar. İnsanoğlu, sabreder bekler. Oysa biz sanatçılarımızı sonbaharlardan önce soldurduk, ilkbaharlarda açmasına hiç izin vermedik.

Servisi kaçıran çocuk sakın büyümesin!

13 Kasım 2011 Pazar

AVİGNON'DA VE MODERN TİYATRODA KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ

( Bu yazı Ağustos 2011 yılında Birgün'de yayınlanmıştır. )


Bu yıl gittiğim Avignon festivalinin farkı boyutlarını birkaç farklı yazıyla anlatmaya çalıştım.
Geçen hafta gündeme getirdiğim, Lübnanlı yazar/ yönetmen Wajdi Mouwad’ın ‘in “Kadınlar” temasıyla Sofokles’in oyunlarından uyarladığı 7 saatlik gösteri, ne yazık ki gerek eleştirmenler, gerek izleyicilerde büyük hayal kırıklığı yarattı. Artık Kanada’da yaşayan Mouwad 2011’de kadınların doğurganlık temasından yola çıkarak, 2015’de yaşlılık temasıyla özel bir seçki yapmak istiyordu besbelli, ancak bu satırların sabırsız yazarını ne yazık ki 2011’deki üçlemesinin birinci oyununda kaybetti. Üstelik oyunu, Peter Brook’lar, Arienne Mnouchkine’lere özenilerek özel bir mekanda, surların arkasında sergileniyordu, ancak mekana özel hiçbir yaratıcı tasarım ve uygulama olmadığı gibi, modern tiyatro adına oyuncuların seslerinin duyulmaması dışında hiçbir özelliği yoktu.
İstanbul Film Festivali’nde kaleme almış olduğu “İçimdeki Yangın” filmleri ile kitleleri büyüleyen, 2010’da Garajistanbul’da düzenlenen Rotterdaminİstanbul’da yazmış olduğu ve köklerini sorgulayan “Yangınlar” adlı oyunla tiyatro seyircimizle tanışan Mouwad’ın bir yönetmenden öte bir yazar olarak daha başarılı olduğu ve kendine daha yakın temaları sahnelemekte ön plana çıktığı oyunla ilgili öne çıkan eleştiriler arasındaydı.
….
Avignon’un büyüleyici mekanı Papaların Şatosu’nda ilginç bir gösteri, kendisini özellikle eğitime adamış olan Boris Charmatz adlı koreograf’ın 9 yetişkin, 27 çocuk dansçıyla beraber gerçekleştirdiği “Çocuk” temalı dans gösterisiydi.
20. yüzyılda sanat cinsellik ve üreme konularında yoğunlaşırken, 21. Yüzyılın hastalık, ölüm, varoluşu irdelemesi, insanoğlunun kahramanlıklarından öte uzayda bir hiç oluşuna ve gittikçe önemsizleşmesi, değer kaybetmesi, küçülmesine değinmesi, bu yıl sadece Avignon’da değil, genel olarak modern tiyatroda ve sanatta ön plana çıkıyor. Koreografın 2011 yılında “çocuk” , Mouwad’ın doğurganlık olarak belirlediği tema, 2015’lere doğru ölüm, yaşlılığa doğru bir karamsar bakış açısına yöneliyor.
Avignon’un Off kategorisinde izlemiş olduğum Marius Von Mayenburg imzalı “Le Moche” (Çirkin) birdenbire, bilinçüstü birdenbire yüzünün çirkin olduğu konusunda harekete geçirilerek, aynanın karşısına geçirilen bir adamın, yavaş yavaş üst benliğini yitirerek, herkese benzemesini ve toplumda kişilik kaybına uğramasını anlatıyor.
Çağımızdaki oyunlar, Tanrılara karşı geldikleri için, hubris (kibir)’le karşı koydukları için ceza görmelerini değil, toplumda herkesin arasına karışarak, teknolojinin karşısında niteliksiz yaratıklar olarak kişilik kaybına uğramalarını anlatıyorlar. Bir anlamda kahramanların değil, sığınmacı karakterlerin öykülerine sığınıyorlar. Hastalık, ölüm, sağlıksız yaşam, kısa ve uğursuz ömürlere yakalanmamak için bir nokta, ya da bir bilgisayar nick’i olarak yaşamaya sığınan korkakların öyküsüne doğru yol alıyor tiyatromuz.
Belki bunun içindir ki, pek çok büyük tiyatro oyuncusu, artık sağlam muhteşem karakterler bulamadığı için hayıflanmakta… Medea’lar, Cid’ler, Oidipus’lar, Hamlet’ler, Hekate’ler, Macbeth’ler, Blanche Dubuois’lar, Villy Loman’lar tekrar yazılmamakta, çağın bu bakış açısıyla yazılamayacak da
Artık çabuk ölmemek, erken hastalanmamak, oyunun birinci perdesinde bir kazaya kurban gitmemek için silinmemek için anti-kahramanların yazıldığı bir çağdayız.
Belki de bu yüzden dramları korka korka, komedileri de bağıra bağıra oynuyorlar Avignon’da.

YANIK

YANIK

Nedim Saban
nedimsaban@superonline.com


Tiyatro sezonunu beni ertesi gün yeni bir oyun izlemek için heveslendiren, harika bir oyunla açtım: Devlet Tiyatrosu’nda “Yanık”!
Bazı sezonlara kötü bir oyun izleyerek başlarsam, o sezon hep “kötü şeyler izleyeceğim” korkusuyla bir süre tiyatrodan uzak durma kararı alırım.
Ancak, bu yıl sezonu özellikle açmak için bilinçli bir seçim yaptığım “Yanık” oyununu hararetle öneriyorum.
Bu satırların okurları, Avignon Festivali’nde “Sofokles” üçlemesiyle öne çıkan ve doğrusu yönetmen olarak beni çok heyecanlandırmayan, eleştirmenlerden de kötü not alan Lübnan asıllı Wajdi Mouwad‘ı hatırlayacaklardır. Ancak, o yazımda Türk seyircisinin Mouwad’ı 2010 yılında RotterdaminIstanbul festivalinde keşfettiklerini ve çağımızın en büyük yazarlarından biri olduğunu da anlatmıştım.
Türk seyircisi, daha önce yabancı bir dilde de olsa “Yanık” oyununu izledi, İstanbul Sinema Festivali’nde Mouwad’ın bu oyundan yola çıkarak yönettiği “İçimdeki Yangın” filmini de gördü.
Ailesiyle 1977’de iç savaştan Fransa’ya kaçan Mouwad, 2005 yılında “ Fransız eleştirmenlerin modern yazarlarla ve çağdaş tiyatroyla barışık olmadığı” gerekçesiyle Moliere ödülünü red etti., Kanada’ya yerleşen yazar, yönettiği oyunlarla 2006’da Kanada’nın en prestijli ödüllerinden biri olan “Siminovitch” ödülünü kazandı.
“Yanık”, Batı’dan doğuya bir bakış hikayesi!
Cem Emüler’in çevirisi ve nefes kesen yorumu sayesinde bir anlamda doğudan batıya bakamamayı işliyor, bizi suçluyor..
Devlet Tiyatrosu’na yaraşan büyük bir prodüksiyonla sunulan “Yanık” ta, ustalığı tartışılmayan dekoratör Ali Cem Köroğlu’nun dekoru bana bu kez macera hissi vermedi, slaytların çarpıcılığı bile doğuyla batı arasında rahatça dolaşımımı engelledi.
Ancak, tüm ekibin yadsınamaz başarısının yanı sıra en çok sade bir oyunculukla seyirciyi büyülüyen Emel Göksu gibi bir virtüöz sayesinde, kendimi savaş yolculuğunun içinde buldum. Göksu’nun pencerelerin içinde söylediği tiradlar, bize “ sağlıklı bakmaktan” fazlasıyla aciz olduğumuzu kanıtladı.
Yönetmen üç saatlik oyunun uzun bulunmasından etkilenerek umarım Emel Göksu’nun tiradlarına dokunmaz..
“Yanık” bana uzun değil, aksine fazla kısa geldi.
Dinler, ırklar arasında savaşlar, katliamlara, Lübnan’a, Lübnan’daki acımasız Sabra ve Şatilla katliamına gittim. Doğruyu daha çok öğrenmek, birbirinden daha etkili biçimde oynanan karakterlerle daha çok özdeşleşmek istedim.
Batıda yaşayan bir Musevi çocuğu olarak, doğuyu hiç bilmediğimi, kavrayamadığımı anladım, kendimle hesaplaşıp, üzerinde din ve ırk örtüsü olan katliamların dünyanın her yerinde tekrarlandığını kavradım. Kaldı ki, dünya Yahudilerinin İsrail’in bir ülke olarak benimsediği politikalardan, savaşçı bakış açısından sorumlu tutulamayacağını, kararlarını kendi veren bir ülke olarak algılanması gerektiğini düşündüm.
İnsanlık adına çok korktum!
“Yanık” aslında iki çocuğun köklerini arayışı olarak da algılanabilir. “Savaş” temasını oyundan tamamen çıkarttığınızda, sahnede Devlet Tiyatrosu’nun genç oyuncu yokluğu ve bu konuda bölgelerden kopuk politikası nedeniyle pek “çocuk gibi” durmayan, ama müthiş enerjileriyle bize gençlik esprisini yaşatan çocuklarımızın köklerini arama kavgası da denebilir.
Bu köklü ve saygın arayışta içine düştükleri savaş, tecavüz ve kapitalizmle gelen her pislik, aslında doğunun batıdan ithal ettiği pislikleri göstererek, doğudan batıya da bakıp, oyunun döngüsünü değiştiriyor.
Bu bağlamda “Yanık”, Devlet Tiyatrosu’nun çok büyük bir riski olan (kolay seyirlik olmayan ama bize bazı anlamlarda ne yazık ki söyleyecek çok sözü olan ) bir oyunu repertuarına alması ve müthiş bir ekip ruhuyla sunması açısından da alkışlanması gereken özel bir çalışma.
Yanık’tan çıktığımın ertesi gün, Van’daki artçı sarsıntıda çökenleri, oyunun dünyasına oturtarak acıyla izledim.
“Köklerini aramak için Doğu” ya gidip, bir savaşın içine düşmek ne demektir, sorguladım.
Hiçbirşeyi yadırgamadım. Savaşsız bir dünya olamayacağını artık öğrendiğim için, sadece savaşı bu kadar cesurca “dillendiren” Devlet Tiyatrosu’na tekrar tekrar gidip avuçlarım kopana kadar alkışlamak istedim.
Şimdi sırada Füsun Günersel’in çevirisiyle Şehir Tiyatrosu’nda izlemeyi dört gözle beklediğim geçen yıl kaçırdığım “Arzunun Onda Dokuzu” adlı oyun var!

6 Kasım 2011 Pazar

KURBAN PSİKOLOJİSİ VE BAYRAM

Bugün bayram, çocuklar erken kalkar mı, yoksa daha çok uyumak için bahane mi bulurlar bilemem.
Türkiye, çocuk olmanın zor olduğu bir ülke çünkü.
Bugünü çocuk olarak kutlamak ise daha da zor.
Daha geçtiğimiz hafta 13 yaşında bir kıza tecavüz edip, ceza indirimi alan muhtar, kaymakamlıktaki yazı işleri müdürü, devlet bankası veznedarı, ziraat odası başkanı, imarette hayır işleri sorumlularının yaşadığı bir ülkede, çocuklar nasıl bayram edebilir ki?
29 Ekim’de de “hassasiyet” yüzünden bayram kutlamalarına izin verilmemişken, ertesi hafta çocuk istismarı konusunda en ufak bir “hassasiyet” duyulmamışken hangi çocuk ve hangi veli gerçekten bayram kutlayabilir?
Çocuklar Cumhuriyet’in kurulduğu gün “erken kalkmadıları gibi, bu bayramda da erken kalkma ihtiyacı duymayacaklar, büyükleriyle bayramlaşmayacaklar. Zaten yüzbinlerce” büyük”, bayram tatili nedeniyle kaçmış,gitmiş, şehri, memleketi terk etmiş, çocukların bugün çaldıkları kapılardan boş dönme olasılıkları pek yüksek!
Bartın’da milli eğitim müdürü çocukların tiyatroya “eğitim öğretimi aksatmamamaları koşuluyla okul saatleri dışında” izin vermiş sadece. Bu da çocukların tiyatro izlemelerinin önünü neredeyse sonsuza kadar tıkamak demek.
Oysa, bizim çocukluğumuzda sırf büyüklerle bayramlaşmak değil, tiyatroya gitmek de bayramdı.

Bugün bayram ama ödenekli tiyatrolar bile “bayram dolayısıyla kapalı”!
Oysa şimdi hasta yatağında yatan Nejat Uygur’u izleyerek ne çok bayram kutlamıştım çocukluğumda. Gazanfer Özcan’lar, Feridun Karakaya’lar’la neşelenerek geçirdiğim güzel bayram matineleri, okulda hep beraber “Topkapı Müzesi”ni gezdiğimiz gibi, Yıldız Kenter’in “Ben Anadolu”sunu izlemek de bayram sevinçlerimizin arasındaydı.
Şimdi, eğitimi aksatır gerekçesiyle, “okul saatlerinde tiyatroya gitmek yasak”! Feridun Karakaya’yı anımsamak için onun adının yaşatıldığı sahnenin bile tabelasının söküldüğü günlerde kutlanan buruk bir bayram bu .. Sadece tiyatrocular, tiyatroseverler için değil yazarlar, çizerler, onların okurları için de kederli.

“Bugün bana bayram değil ya da ben bu bayramı sevmiyorum” diyenler de çıkacak mutlaka!
Sokakta derisi yüzülmüş zavallı hayvancıkların gerçekleriyle o gün yüzleşmek istemeyen kişiler bunlar. Ama nedense yalnızca o gün ve en çok sosyal medyada kahramanlık taslarlar!
Aslında, bıçak kemiğe dayandığı zaman, kendilerini sağa sola “hassas” göstermek isterler.
İstanbul’da et lokantaları deli gibi artıyor, et yemek tüm dünyada düşen trend’ler arasındayken, bizdeki et lokantalarının fiyatları Boğaz’daki denize nazır balıkçılarla yarışıyor.
“Bugün benim için bayram değil, sokağa bile çıkmaya tahammülüm yok” diyenlerin bir bölümü bu et lokantalarına takılıp, hava atanlar, belki fiyakalı deri ceket giyenler, soğuk kış günlerinde kürklerine sarılanlardan başkası değil..


Hayatını vegan ya da vejetaryen olarak mı yaşıyorsun da kurban bayrama karşı çıkıyorsun?
Cumhuriyet için ne yaptın ki, 29 Ekim’de törenler iptal edilince konuşma hakkını buluyorsun?
“Ablan kurban olsun sana” diyenlere alkış tutar, , “kurban olayım bana bunu yapma” sözünü ağzından düşürmezsin, ama kurban bayramına karşı çıkarsın.
Çocuklar istismara uğrarken, gözünü kapatır, saygın görevine rağmen tecavüz çetelerinin içinde yer alırsın, ondan sonra bayram için kapını çalan çocukları sever, onlara öğütler verirsin.

Bugün bayram…
Sadece İstanbul’da değil, Van’da da bayram…
Sadece senin evinde değil, cezaevinde de bayram…
Tutuklu 65 gazeteci ile dünya birincisi olan bir ülkenin bayramı! Üstelik yazının, suç ile ilişkilendirildiği, daha basıma bile girmemiş kitapların “kurban edildiği” bir bayram.
Bu akşam en çok rating toplayan haberlerin başında ipinden kurtularak mahalleye dehşet saçan boğalar, kesim sırasında “ehil ellere düşmedikleri için” acı içinde ölen zavallı yaratıklar yer alacak. Ne acı değil mi? Bu haberleri izlerken celladın bile “bilgilisini” arar, özler olacağız.
Tıpkı “ehil eller” tarafından yapılmadığı için depremde çöken binalar, malzemeden çalan müteahhitlerin yüzünden göçük altında kalan, kurban edilen insanları ağlayarak izlediğimiz gibi, Türkiye’de iş bilmezlerin her alanda ruhumuzda açtıkları derin yaraları “uzaktan”
izleyeceğiz.
“Bütün bunların suçlusu ben değilim, ben bayram yazısı” okumak istiyorum diyorsan, kandırma kendini, suçlusun.
“Kurban etmeye göz yummak” suç olduğu gibi, “kurban olurum psikolojisiyle susmak” da suç! Hele hele kurban olma psikolojisine kapalıp, “cellatlara söz geçirememek” daha da büyük suç!

Madem bugün tiyatrolar kapalı, tiyatroya gitme fırsatımız yok, hiç değilse Yunan trajedilerini tarayarak anlamaya çalışalım kurban psikolojisini.
Ne olur bu akşam Darülacaze’deki sahte bayramlaşma görüntüleri yanıltmasın bizi..
Yediden yetmişe herkesin “sağlıklı düşünüp, sağlıklı karar vererek” kutladığı bayramları yaşayabilmemiz için, “kurban” psikolojisini üzerimizden atıp, Ermenisi, Yahudisi, Kürdü, Çerkezi, Rumu, kadını çocuğunun ortak sevinçler yaşadığı bayramlar için bir fırsat olarak görelim bugünü…

Bu bayramda, hep birlikte daha “gerçek” bayramlar yaşamak için hiç değilse bayramlık bir adım atalım…