((((……. SEVDİĞİNİZİN ACI ÇEKMESİ
Acılar içinde kıvranırken, çok
önemli olmayan bir hastalıkta bile yaşama sevincinin ne kadar çabuk
kaybedileceğini anladım. En ağır sorunlar karşısında savaşmayı ilke edinmiş
olan bu yazarınız yalnız gecelerde yedinci kattaki penceresine bakarak, yaşamı
sonlandırma fikriyle bile flört etti.
Stefan Zweig’ın politik seçimi
olan intihara hep saygı duydum, çağa pasif tanık olarak gözlerini kapamak
yerine, yaşama gözlerini kapamak bana
hep daha onurlu geldi..
Bir ağrı kesiciye bağlı olan
yaşama sevinci ne kötüymüş! Yaşama sevincinin bir ağrı kesiciye bağlı kalacak
kadar umutsuz bir çağa tanık olmak ne acıymış.Bedenin acıları mutlaka geçer, ancak bedenin acı çekmesinden sonra ruha bıraktığı mirastan kurtulmak epey
acıtır!
Galiba, hepimizin en büyük acısı,
ruhumuzun derinliklerindeki acıların bedenin his edebileceği en ağır acılardan
bile acı olması. Çağa tanıklık etme acısı
ve inançsızlık, bedenimizin iyileşmesiyle bile iyileşemiyorsa, “geçmiş
olsun” bize!
Dini inançları güçlü olan
insanları kıskanmamak elde değil bu durumda… Biz solcuların inanacakları o
kadar az şey kaldı ki!
Hanake’nin bu hafta Oscar ödülü
alan filminde de gördüğümüz gibi, dünya, insanın sevdiğinin acı çekmesi
karşısında neler yapması gerektiğini tartışıyor. Tiyatromuzun yüzakı yazarlar
Berkun Oya “Babamın Cesetleri” ve Yiğit Sertdemir “Gerçek Hayattan Alınmıştır”
da buna yakın sorular soruyorlar.
Sevdiğinin acı çekmesi karşısında
sevdiğini öldürmeyi düşünebilecek kadar şefkatli olan biz insanlar,
çocuklarımızın geleceğinin karartılması
karşısında nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyoruz? Bugün bir ağrı kesicinin dindirebildiği
acılarımızın yarının çocuklarının yaşamlarında önlenemeyecek kadar büyüyeceğinin
farkında değil miyiz?
Hala nasıl susabiliyoruz? Yoksa farkında
olmadan morfinman mı olduk?
GÜLRİZ SURURİ
Levent Kırca, Müjdat Gezen kimi
zaman çok dik olduğunu düşündüğümüz çıkışlar yapıyor.
Kırca’nın bazı çıkışlarındaki
eğlenceli biçeme takılarak, içeriği görmezden gelebiliyoruz. Bazı söylemler de
fazla eski gelebiliyor. Ulusalcılık, milliyetçilik ve ümmetçilikle iç içe
geçebiliyor bazen. Bazen de , kavramların içinde kaybolacak kadar ağır
uyuşturulmuş hastalar olabiliyoruz.
Bu hafta Gülriz Sururi de bir
politik çıkış yaptı. Tiyatromuzun
yetiştirdiği en büyük ustalardan, en önemli oyunculardan ve tabi ki en güzel,
zevk sahibi kadınlardan biri olan Sururi’nin bazı söylemleri biraz abartılı gelebilir.
Ancak, söylemlerinin eskiyip eskimediğini tartışmak yerine, kendisinin eskimiş
olduğunu söylemek, ne büyük ayıp!
Toplum olarak kaset çıkartanın
gündem yarattığı insanlara alıştık. Oyuncular da bu kervana dizi tanıtımlarıyla
katılıyor son zamanlarda. Sururi’nin hiç kimseden bir beklentisi, çıkarı yok. Ayrıca eyvallahı hiç
yok. İlkeli bir duruşu olduğu gibi, alkışlanma ya da onaylanma derdinde değil.
Kaldı kihiçbir zaman bu yola başvurmayacak onurlu bir yaşamı oldu ustanın.
Engin Ardıç, “Gülriz Sururi
intihar etti” diye başlık atınca, kimin intihar ettiğini düşünmeden edemedim
doğrusu.
Hadi solcuların güçlü bir inanç
sistemi olmadığı için boşlukta olduklarını var sayalım,
İnanç sistemlerinde ideoloji ya da
din olmayan, her şeylerini hükümete endeksleyen dönekler
yaşıyor mu?Hiç yaşadılar mı?
Kimbilir ne ağır acılar çektiriyor
onlara inançsızlıkları. Ağrı kesicilerimden ikram edeyim diyorum ama şu aralar ilaçların hepsi bana lazım…