29 Kasım 2009 Pazar

TÜRK SİNEMASININ BAYRAMI: NEŞELİ HAYAT

Bayram sabahı uyandığınızda Çanakkale’de bir kız isteme meselesinin, 2500 kişinin katıldığı bir “Kürtlere ölüm” gösterisine dönüştüğünü okuduğunuzda, yatağınıza geri dönmek mi istersiniz, inadına sanat üretmek mi?
Bir sanatçı olarak, topluma varoluşunuzla katkı payı sunarken, bırakın toplumu kökten değiştirmeyi, üzerinizde varolduğunuz topraklarda en ufak bir hareketlilik sağlayamadığınızı hisettiğiniz gün artık yaratmanın bir anlamı kalmamış, zaten derin uykulara dalmışsınızdır. Artık çevrenizde olanlara gözünüzü kapatmanız mümkün değildir çünkü çevrenizde olanlara gözünüzü kapatmanızla, bayram sabahı yatağınıza dönmeniz arasında hiç fark yoktur!
Uğur Vardan, Radikal Gazetesi’nde, Yılmaz Erdoğan’ın “ Neşeli Hayat” filmini, bir yılbaşı filmi olarak niteliyor, filmin kurban bayramında vizyona girmesini bir zamanlama hatası olarak görüyor. Bense, filmi zaten bir yılbaşı filmi olarak değerlendirmemekle birlikte, iyi ki bayramda vizyona girmiş diyorum!
Yılmaz Erdoğan, bizi bayram sabahına uyandıran bir sanatçı! Öyle bir film yapmış ki, siz gazetelerde toplumu birbirine düşüren ayrımcılık haberlerini okuduğunuz bu bayram sabahında yatağınıza dönmeyi değil, inadına sokağa çıkmayı istiyorsunuz.
Filmin bütün karakterlerine sarılmak, onları sarmalamak, onları kucaklamak istiyorsunuz.
Yılmaz Erdoğan, tam da bayramda ihtiyacımız olan bir birlik filmi yapmış.
Çanakkale’de kız istediği için kapısına 2500 kişinin dayandığı Kürt delikanlının nasıl baskıları aşıp aşkına kavuşmasını yürekten istiyorsam, yeni keşfettiğim sımsıcak oyuncu Ersin Korkut’un evlenmeden hamile bıraktığı kıza kavuşmak için para bulmasını da aynı sıcak duygularla istiyorum.
Birbirimizi sevmeye ve anlamaya o kadar ihtiyacımız olan bir dönemde, bu genç kızın iki ağabeyin , “sizin gibi tutarsız adamların düğününe gelmeyeceğiz” dediği anda, yine Ersin Korkut’un tutarsız sözcüğünün küfür olmadığını anladığı sırada, “pek de kötü bir şey dememişler” dediği dakikanın sinema tarihimizin en komik anlarından biri olduğunu iddia ediyorum!
Yoksulluk, sefalet ve kıç korkusuyla, her hakareti kabul etmeye hazırken, “tutarsız” sözcüğünü bu kadar olgunlukla karşılayarak, moderniteyle dalga geçebilmek, yazarın ince zekasının ürünü!
Bir alışveriş merkezinde bir palyaço kostümünün içine beş metrekareye mahkum edilen bu zavallı adam, akşamları gecekondusunda yaşarken, gündüzleri geçici bir süre için en beylik şehir jargonlarıyla çocukları mutlu etmeye çalışır.
Bir iki yıl önce çok okunan bir gazete, ünlü yazar Selim İleri’yi filmin mekanına benzer bir alışveriş merkezine götürmüş ve yürüyen merdivenlerin tepesine kondurduğu yazarın şaşkınlığını görüntülemeyi başarmıştı. Mekanik şehir yaşamıyla arası hiç iyi olmayan bu kentli entelektüelin gizlemediği şaşkınlık bile hafızalardan silinmemişken, neşeli hayat uğruna kötü bir saadet zinciri deneyimi yaşamış ve bu uğurda karısının altınlarını bile satmış temiz kalpli bir köylüyü aynı yapay dünya içine kilitleyerek Türkiye panoramasına ışık tutmak dahiane bir düşünce.
Yazar Yılmaz Erdoğan, “palyaçolar mutlu eder ama kendileri mutsuzdur” klişesine sapmadan, içinde hiçbir karakterin stereotip olmadığı iyicil bir film yapmayı başarmış. Öyle ki, Noel Baba’ya iş veren sert ve acımasız mağaza müdürünü bile tanıdıkça, onun dünyasını anlıyor ve karmaşık şehir hayatını çözümlüyorsunuz. Cuma namazında imamın yılbaşı kutlamalarının İslam camiasında fuzuli olduğunu anlatmasıyla, düğün salonunda yılbaşı hariç hiçbir gecenin boş olmaması ve aynı fuzuli yılbaşı gecesinde yılbaşı kahramanımız Noel Babanın gecekondularda mutluluk dağıtması Erdoğan’ın bir senarist olarak ustalığın ötesine geçtiğinin bir kanıtı!
Yönetmen Erdoğan ise sinemasal olarak nefes kesen iki ana imza atmış: Biri, saadet zincirine katılan Sinan Bengier’in pazarlamacılığa başladığı anda çantayı açamadığı sahne, diğeri ise
mahkemede hakimin karşısında sinir bozucu şekilde çalan cep telefonuyla özetleyen ve koca bir duruşmayı tek bir olaya indirgeyen zengin sahne!
İşte bu ustaca, insana dair davranışlar ve sade hayat parçacıkları sayesinde, “Neşeli Hayat”, bizim için bir film oluyor.
İşte bu sıcaklık sayesinde, bu film, köy ve kent gerçeğini, yoksul ile zenginin iç içe geçen dünyasını bu kadar derinden analiz edebiliyor.
Geçtiğimiz haftalarda, bu sütundaki 21. yüzyıla espri üretmek başlıklı yazımda, yazar Erdoğan’ın televizyon skeçlerinde eşcinsellikle ilgili espriler konusundaki kaba çizgisinden arınması gerekliliğinden söz etmiş ve çok izlenen programında “homofobi”ye değinmesini önemli bir adım olarak değerlendirmiştim.
Şimdi, aynı Yılmaz Erdoğan’ın, Türkiye’ye bayram ettiren, aslında yoksulluğun dünyasını anlatırken, zenginliğin sefaleti ve kentliliğin yalnızlığını anlatan ince, duyarlı filmini onurla alkışlıyoruz.
Yıllar önce Yasemin Yalçın’ın başrolünü oynadığı “Kadınlık Bizde Kalsın”ın bir erkeğin , Yılmaz Erdoğan’ın kaleminden çıktığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Yine Yılmaz’ın imza attığı , Demet Akbağ’ın başrolünü oynadığı, De “Bana Bir Şeyhler Oluyor” da, çok önemli bir oyundu ve mizah açısından daha rafineydi. O günden bu yana Yılmaz, tiyatro adına, aktif bir üretimin içinde olmadı.
Geçen yıllar belki bize Türk Tiyatrosu adına iyi bir yazarı kaybettirdi ama kanımca sinemamız için çok önemli bir usta kazandırdı.
Salt bizi neşelendiren bir komedyen, iyi bir yönetmen, usta bir senarist değil bayram sabahına uyanmamıza neden olan, bizde tekrar yatağa sığınma ihtiyacı doğurmayan , önemli bir insan aynı zamanda!

Nedim Saban
26 Kasım 2009

BİRGÜN GAZETESİ

28 Kasım 2009 Cumartesi

İZMİRİN ETİLERİNDE RASİM OZAN KÜTAHYALI'YA KOLONYA DÖKMEK

Çocukluğumda, ordudan emekli edilmiş bir astsubay komşumuz vardı. Bahçeli bir evde oturur, mahallede birtek benimle anlaşırdı. Entelektüel seviyesi yüksek, fiziksel kapasitesi düşük bir çocuk olduğum için, arkadaşlarım raydan çıkıp, bahçesine top filan kaçırdığında, önce toplarını patlatırdı. Tabi sınırlı harçlıklarıyla hergün bir topu gözden çıkarmak istemeyen veletler, bazen elma çalma, dut ağacını talan etme, adamın köpeğini gıcık etme, çamaşır ipin i kesme gibi “alternatif”karşı oyunlara girdiğinde, adam önce uzlaşma niyetiyle bana hakemlik teklif eder, çok sinir basarsa da, hakemliğimi filan ittir edip, çocukları gün boyu kıçından düşmeyen çizgili pijaması ve silahıyla kovalardı.
O silahın aslında bir gün raydan çıkarak patlayabileceğini, bir tiyatrocu dostumun komşu kavgasında öldürüldüğü otuzlu yaşlarıma kadar kavrayamamıştım.
Yani şöyle söyleyeyim, benim çocuklarım olsa, yine komşularımı silahla kovalayan aynı derecede sıyırtık bir komşum olsa, lagaluga dolu çocukluk günlerime kanıp, bugün şiddet karşısında korkması gereken bir baba olduğumu asla anlayamazdım.
Zafer bayramında elimizde artakalan çatapatlarla o patlak komşumuzun köpeğinin kuyruğunu yakmak gibi sadomazoşist düşünceleri bile beynimizden geçirdiğimizi hatırlıyorum. Ya biz çok kötüymüşüz, ya da o zamanlar korku bu kadar yer etmemiş toplumumuzda…
Aynı manyak komşunun kapısını bayramlarda çalıp çikolata isterdik. Ya biz çok yüzsüzmüşüz, ya da o zamanlar önyargı bu kadar yer etmemiş toplumumuzda…
…..
Bu bayram sabahında çocuğunuzu komşunuzun bahçesine salmaya cesaret eder misiniz?
Aman oğlum biz Aleviyiz, onlar CHP’li! Sakın top oynama o evin bahçesinde. Onur Amca, çıkar ve çok üzer seni.
Aman oğlum biz Kürdüz, onlar İzmirli! Sakın top oynama o evin bahçesinde. Sarışın teyze çıkar ve taş atar sana.
Aman oğlum biz Etiler sosyetesiyiz, onlar AKP’li! Sakın top oynama o evin bahçesinde. Davut Amca çıkar ve terbiyesiz ilan eder seni!
Aman oğlum biz İzmirliyiz, sakın top oynama evin bahçesinde! Ev sahibi ile aramız iyi değil, yedi sülalene küfreder senin.
Bayram ziyaretine ailecek gitsek, ben kolonya sevmiyorum demekten korkarız çünkü ben kolonya sevmiyorum demek, ben Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bize dayattığı düzenin yandaşlarını ve bu yandaşların yaşam biçimini sevmiyorum demek oluyor! Kolonya sevmediğini söylediği için habercilik kariyeri bitirilenler var.Kolonya kullanmadığı için habercilik kariyerine başlayamayanlar da cabası!
Ama bize tutulan kolonyayı kabul etmesek , domuz gribine yakalanma tehlikesi var! Televizyonlar, “eller dezenfekte edilecek ” diye bas bas bağırıyor. Kolonya kullanmamak düzen karşıtlığı olarak algılanabilir ama bir yandan da, başbakanın yanında, sağlık bakanının karşısında bir tavır olarak düşünülebilir Öte yandan kolonyanın çok fazla üzerine gitmek sanki hükümette bir huzursuzluk, tutarsızlık varmış gibi algılanıp, can sıkıcı bir hale dönüşebilir. En iyisi fazla kokmayan, fazla bulaşmayan, etliye sütlüye dokunmayan bir kolonyayı kimseyi rahatsız etmeyecek dozda kabul etmek.
Peki ya bayram gezileri?
Hava pek güzel ama İzmir, Çeşme, Alaçatı, Foça, Kuşadası v.b. şimdilik biraz sisli!
Ertuğrul Özkök/ Ahmet Hakan çifti oraları ziyaret edip, aklayana kadar, kendimizi boka batırmanın manası yok.
İzmirliler “sosyal faşist” olmadıklarını ya AKP’ye daha fazla oy vererek, ya Taraf Gazetesi’nin Ege tirajını arttırarak, ya da Rasim Ozan Kütahyalı’yı daha fazla imza gününe davet ederek kanıtlasınlar hele bir!
Rasim Ozan Kütahyalı’nın ısrarla İzmir’den edebiyat eserleri çıkmıyor demesini, ancak Rasim Ozan Kütahyalı ve Ahmet Altan’ın katıldığı edebiyat matinelerini ağzına kadar doldurarak çürütecekler ki, biz korkmadan İzmir’e gidebilelim.
Ya da Yılmaz Özdil, her Perşembe, İzmir’in tarihi ile ilgili bir yazı yazacak. Düşman şöyle kovuldu böyle kovuldu demeli ki, biz gelecek bayramda elimizi kolumuzu sallaya sallaya,
Çeşme’de midye yiyebilelim!
Ama Çeşme’ye gittiğimizde Özdil’in özenle tarif ettiği Ahmet Türk’ün yazlığına yakın bir otele gitmememiz lazım, çok yanlış anlaşılırız. Tabi Ahmet Türk, yazıdan korkmayıp, o güne kadar yazlığını satışa çıkarmazsa!
Bence şu aralar Ayvalığa takılalım çünkü orada Erbakan hocanın da yazlığı var! Kimse bize bir şey demez ama tabi Çanakkale’den uzak durmakta yarar var çünkü malum bayramda orada da 2500 kişi “Kürtleri istemiyoruz” diyerek, masum gençlerin kapısına dayandı.
Bayramiç’e gitsek MHP’li sanılma tehlikemiz yüksek! Kızılcahamam desen, orası hükümete biraz fazla yakın. E, Abant, demode olmakla beraber, zaten malum.
Aslında en güzeli sabah Abant’ta yürüyüş, öğlen Kızılcahamam’da termal banyo, akşamüstü Foça’da balık rakı, ertesi gün İzmir’de kumru ve çöp şiş, Altınoluk üzerinden, Armutlu gecekondularını ziyaret, Etiler’de kısa bir kahve molasından sonra, Gazi Mahallesi selamlaşması ve Arnavutköy sapağından eve gitmeyi kapsayan kısa bir bayram tatili yapmak.
Peki ya bayram televizyonu?
Eeee öyle sağda solda, ailecek Aşk-ı_Memnu izlememekte yarar görüyorum. RTÜK Başkanı, bu diziyi değerlendirirken “toplumun milli değerleriyle, Etiler’de oturanların milli değerleri aynı mı?” demiş! Zaten dizi boyunca evde niye uzun elbise ve topuklu pabuçla dolaştıklarını hiç anlayamamıştım ama diziyi ortalama 8 milyon kişinin izlediği düşünülürse, görmeyeli Etiler’in nüfusu epey kalabalıkmış. Orada altyapı sorunları baş göstermiştir, sular akmıyordur, internet ağları çökmüştür, Starbucks’un kahve kaynakları kurumuştur. Bence bu semtten de şimdilik uzak durmakta yarar var. Hele hele Etiler’de 8 milyon komşunuzun üst katta topuklu potinlerle bütün gece kafanızı şaaptığı bir evde ne yapacaksınız ki?
Acaba Aşk-ı-Memnu, Yaprak Dökümü’nün filan kitaplarını yazmayı akıl etmişler midir senaristler? Belki bu dizileri artık kitap olarak okumak faideli olabilir. Nasılsa konuyu bildiğimiz için, kalın olsa da, kolay biter. Hatta NTV Yayınları, işi kolaylaştırmak için,bu kitapları, çizgi roman olarak da basabilir. Ama belki kitapları dosdoğru internete yükletip, bir kitap kapağı yüzünden, konu komşu tarafından yanlış anlaşılmamak daha akıllıca olur!
Zaten kurban kessen de, kesmesen de sorun.
Onu hangi fakire bağışladığın, niye, neye, nasıl bağışladığın apayrı sorun.
Nerede oturduğun, nerede doğduğun, nerede olduğun, kimlerle olduğun, kimlerden olduğun başlıbaşına sorun.
Nerede doğduğun anda nerede doğmadığına cevap vermek zorundasın.
İnsan bir yerde doğar ama dünyada yüzbinlerce yer var!
İnsan bir dinden doğar ama dünyada onlarca din var.
İnsan bir dil konuşur ama dünyada yüzlerce dil var.
Nerede olduğun değil, nerede olmadığın çok büyük sorun ama insan doğası gereği şu anda bir dakikada ancak bir yerde olabiliyor. Henüz ışınlanmak mümkün değil tabi!
Bayrama bayram desen sorun, demesen sorun.
Bayramlık ağzını açsan sorun, açmasan bambaşka sorun.
Bayramda “mutluyum, umutluyum” diye yazı yazsan sorun, “her şey bombok” diye yazsan, daha da büyük sorun.
Savaş, açlık, katliam, ayrışma, ayrıştırılma, kardeşin kardeşe düşürülmesini yazsan, “ay bayramda yaza yaza bunları mı yazdın” sorunu yaşarsın, kolonyayı kabul etsen başka dert, etmesen başka, komşular çocuğunun topunu patlatsa bir dert, patlatmasa da bu kez yandaşlık tarikat, cemaat, mahallelilik meseleleri çıktı, o apayrı bir dert!
Biz tiyatroda, hiçbir espriye gülmeyen, hiç tepki vermeyen seyirci geldiğinde “Japonlar gelmiş” deriz kendi aramızda!
Galiba bu bayramı, Japonlar için kutlamak en iyisi.
Biz bu topraklarda yaşayanlar olarak, bu bayramda birbirimizi anlayamadık çünkü.

Nedim Saban
28 Kasım 2009

24 Kasım 2009 Salı

TÜRK SAĞCISI HENÜZ SANATÇI OLAMAZ

Şu anki Türk sağcısının sanatçı olabilmesi için daha kırk fırın ekmek yemesi lazım desem, bu deyim tam anlamıyla yerine oturmayacak, belki de Türk sağcısı son zamanlarda kırk fırın ekmek yediği için sanatçı olamıyor.

Tartışmayı Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı tetikledi. Birkaç hafta önce yazdığı bir yazıda, muhafazakar kesimin sanatçı yetiştirme konusundaki boşluğundan söz edince, ben de Birgün Gazetesi’nde Pazar günkü sütunumdan ( 22.11.2009), sağın sanatçı yetiştirmesi için önce iktidardan vazgeçmesi, muhalefete düşmesi gerektiğini yazdım. Sanat yapısı gereği muhaliftir çünkü!

Ardından Zaman Gazetesi benimle bir söyleşi yaptı, herhalde yer darlığından olsa gerek, sağın sanatçı yetiştirmesi için muhalefete düşmesi gerekliliği yazılmamış, sadece biraz süreye ihtiyacı olduğu söylenmiş. Aynı röportajda sağ cenahtaki aydınların son yıllarda kendilerini inanılmaz derecede yenilediklerini, komünizmin yıkılmasıyla, solun yeni arayışlar içine girerek bir zorunlu toparlanma süreci yaşadığı, Türk solcularının 12 eylül darbesinden sonraki depolitizasyon süreciyle de kan kaybettiklerinden söz ettim. Samimiyeti tartışılsa da Nazım şiirleri okuyan bir Türk sağı, adil düzen söyleminde Marksist felsefeden etkilenen bir sağ söylemden söz ediyoruz. Samimiyeti tartışılsa da, Sivas’ı, Maraş’ı en sonunda katliam olarak kabullenen bir Türk sağı, Dersim katliamı konusunda halen gaf yapabilen bir Türk solundan bahsediyoruz. Öte yandan sağcı aydınların kendilerini belki solculara oranla daha fazla geliştirdikleri doğru olabilir ama, sağda aydınlanma bir noktada mutlaka durur çünkü sağın kesin doğruları vardır. Bu doğrular aydınlar tarafından geliştirilen, tartışılan, değiştirilen tezler olamaz tabi, yüzyıllardır gelenekselleşen, tabulaşmış, bağlayıcı doğrulardır. Yani, sağ entelijensiya ne kadar gelişirse gelişsin, bence bir yerde durmaya mahkumdur çünkü kesin doğruların içinde dönüp dolaşmaya mahkumdur.
(Neyse o kadarını ben düşünemeyeceğim, entelijensiyanın kendisi düşünsün)

Entelektüel yetiştirmek başka şey, sanatçı yetiştirmek bambaşka!
Bir sanatçının entelektüel birikiminin olması önemli tabi ama kimse tiyatroya koca sözlerin arka arkaya sıralanmasını duymak için gitmez. Aksine, en güzel söz, en sade biçimde söylenebilendir.

Halka en yakın kahramanı yazabilmek için sağcı da olmaya, solcu da olmaya gerek yok.
Sonuçta politik görüşlerimiz, insanı sevebilmek, insanı insanca anlatabilmek için var.

“O demdeki perdeler kalkar, perdeler iner”
“ Azraile hoş geldin diyebilmek hüner”

Şimdi bu dizelerin Necip Fazıl tarafından yazılmış olması, çarpıcılığını hafifletiyor mu? Bir tiyatro yöneticisi olsam bu dizelerin yer aldığı bu oyunu mu koşulsuz olarak seçerim, yoksa yıllardır kendini geliştirmek zahmetine katlanmayan bir solcu yazarın oyununu mu? Necip Fazıl Kısaküreğin şairliğe adım atması , annesinin veremli yatağında duyduğu derin acıyla, o an kağıda kaleme sarılmasının sonucudur.

Onun duyduğu bu acı, Nazım’ın hasret kaldığı yurdunda özlediği oğluna seslenişindeki şair duyarlılığına benzer:
“ Karşıyaka, Karşıyaka memleket
Deli hasret
Sana sesleniyorum
Varnadan,
Deli Hasret
İşitiyor musun?
Oğlum,
Ey Mehmet!”

İki şairin de çocuklarının adı Mehmet’tir. Onlar, sanatsal derinliklerini acılarıyla ve politik duyarlılıklarıyla yoğurmuşlardır. Birinin yüreğinde komünizm ideali, diğerinin yüreğinde büyük doğu ideali vardır. İdealleri için acı çekerler, hasta anneleri, kavuşamadıkları sevgilileri için acı çekerler.

Oysa bugünün Türk sağcısı, 12 Eylül’ün depolitizasyon sürecine yenik düşmüş ve çok öne çıkan bir politik kavganın içinde yer almamıştır. Kızının eğitim hakkı için meydanlara dökülmenin ve belki bu son günlerdeki açılım sürecindeki tavrının dışında, politize olmamış, uzun zamandır iktidarın ona tanıdığı ayrıcalıklardan yararlanmıştır. Bu durumda, iyi sanat yapmak, duyarlı şiir yazmak, çatışma düzeyi yüksek oyunlar üretmek zaman alacaktır.

Soldan sağa transfer edilen sanatçıların iktidar yanlısı söylemler üretmesinden söz etmiyorum tabi, ortaya çıkan sanat eserlerinden söz ediyorum! Dali’nin tablolarına baktığımız zaman onun faşist olduğunu bir an için unutabiliyorsak, İsmet Özel’in şiirlerini okuduğumuzda, onun sanatçı kişiliği politik kişiliğinin önüne geçebiliyorsa, acının süzgecinden geçmiş, acıtan, muhalif, samimi bir sanat eseri , ister bir sağcının , ister bir solcunun kaleminden çıkmış olsun, bizi büyüler.

Mesele bu sanat eserini izlediğimiz zaman , önyargılı kimliğimizden sıyrılıp, kendimizi sanatın büyülü dünyasına terk edecek kadar cesur olabilmektir.

10 Kasım 2009 Salı

SANATÇI TOPLUMUN GERİSİNDEN GİDEN KİŞİDİR

Zaman Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı birkaç ay önce, sağcılara bir çağrı yaparak, sağın kendini sanat anlamında yetiştirmesi gerektiğini vurguladı. Dumanlı, gazetecilik konusunda sağda önemli bir çığır açtı. Yıllarca Amerika’da eğitim aldıktan sonra ortaya çıkardığı gazetenin dünyaya bakışına katılmasanız da haberciliği, mizanpajı, reklam kampanyalarındaki öncülüğünü tartışamazsanız! Ancak kendisinin “sanatçı yetişecek, yetiştir” muhtırasını hayata geçirmek o kadar kolay değil. Sağın sanatçı yetiştirmesi için, iktidarın maddi olanaklarını seferber etmesi yeterli olmaz, muhalefete düşmesi lazım bence. En beylik deyimiyle, sanatçı acıyla yoğrulur çünkü!

Ortada bir gerçek daha var ki, solcular ise o kadar çok acı çekti ki bu memlekette, acılarını sanatlarına yoğunlaştıracakları yerde, bazen yol ayrımına giderek kaçmayı, dönmeyi seçtiler.
Ya da kurban psikolojisine dayanarak söylemlerini eskittiler. Böylece sanatçı toplumun önünde olacağı yerde, gerisine düştü. Cuntalar kötü dağıttı sanatçıları, şimdi de Mccarthy’sel yalnızlıklar yaşamalarını bir anlamda hoşgörmek gerek!

Zeki Müren, bir sanatçının toplumda sevilmesinin ideolojiden uzak durmasıyla mümkün olacağını düşünürmüş. Malum gazinoya sağcısı da gider, solcusu da. Bülent Ersoy’un transseksüel olduğu halde, Hüseyin Çapkın tarafından fişlenen bir transseksüel için kılını kıpırdattığını duydunuz mu? Aksine, müdüre hanım rolünü oynadığı televizyonda düzen savunuculuğu yapıyor. Kaseti burnunda genç kızların yapımcılar tarafından koklanmasının doğal olduğunu söyleyebiliyor. Neredeyse transseksüellerin dayak yemesinin normal (!) olduğunu söyleyecek anormal (!) makyajı ve ürkütücü saç modelleriyle.

Şimdi bir transseksüelin bile transfobik davrandığı bir çağda, sanatçıların politize olmasını mı, Zeki Müren üstadın yolundan devam etmesini mi beklersiniz? Sanatçının politize olması için, öncelikle kafasında empati sözcüğünü netleştirmesi gerekir.

Toplumda sanatçıyla empati yapılır, ancak sanatçı yarattığı tiple empati yapmaz. Yani, adam katil rolü oynuyor diye katil gibi yaşamaz ki! Genco Erkal’ın , “Bir Delinin Hatıra Defteri”’ni oynadıktan sonra delirdiğini söylemek deli saçması olur. Ancak bizim sanatçılarımız nedense, politize olurken bile, tribünlere oynuyorlar, hayranlarının onları sınıflandıracağından ve hayatta yanında durdukları kişilerle bile empati yapılmasına kurban gideceklerinden korkuyorlar.

“Ayrımcılığa uğrayan bir eşcinsel için imza verince eşcinsel olduğum sanılır”, “Barış İçin Sanat hareketine katılırsam hükümetin Kürt açılımına destek vermiş olurum” , “Aydınların hapisten çıkması için uğraşırsam, Ergenekon davasında yargılanan gerçek suçlularla beraber anılırım”, “Terör Mağduru Çocuklar İçin savaşırsam Kürtçülük propagandası olur ” gibi komplo teorileri üretenler var.

İşin daha da vahimi, ikinci cumhuriyetçi tayfayı pışpışlayan Taraf Gazetesi, sınıflı bir toplum yaratma konusunda o kadar başarılı olmuş ki, 10 Kasım günü eğitim seferberliği başlatmak amacıyla Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne üye olmak için ilişki kurduğum bazı sanatçı arkadaşlarım bile, toplumun onları fazla “Kemalist” olarak etiketlemesinden ürkebiliyorlar. Atatürk’ü koşulsuz sevmek solcuların bilinçaltında öyle kötü yer etmiş ki , toplumun yeni sol söylemlerin dışında kalan sanatçılar , naftalinli solcular olarak etiketlendirilmekten korkar hale gelmişler.

Haksız da değiller belki! Yüz yıldır aynı yazıyı yazan, aynı cümleyi söyleyen Kemalistlerin boşluğundan faydalanarak sözümona demokrasi havariliğine soyunanlarda tabi suçun büyüğü!

Demokrat olduğun için üniversitede türban takılmasına onay vermişsen birdenbire Fethullahçı sayılabileceğin gibi, işin daha da kötü yanı, yukarıda sözünü ettiğim müdüre hanımın doğruları arasında yer alan türbanlı popstarı da onaylar hale geliyorsun. Eğitim hakkı elinden alınan bir genç kız için ağlarken birdenbire, Kemalist kardeşlerinin de yalnız bıraktığı bir sanatçı haline geliyorsun.

Belki de en iyisi Zeki Müren üstadın dediği gibi, yaşarken hiç taraf tutmayıp, öldükten sonra Cumhuriyetçi kimliğini miras dağılımında noterin kulağına fısıldaman!

Ancak, sanatçı olarak yaşarken bir şeyler yapmak niyetindeysen, “taraflandırılmak”, “kümelendirilmek”, yalnız bırakılmaktan korkmamalısın. İnsan insandır diyerek, en geniş anlamda insanın yanında olmalı ve böyle bir duruş sergilemelisin. Hayat bir oyun değil, Güler Zere’ler, Cumartesi İnsanları, TMK Mağdurları ne yazık ki bu oyunun bir parçası değil!
Türbanlı bir kızın özgürlüğü elinden alınıyorsa, sağcı bir adam hapiste işkence görüyorsa, inançlarından ve düşüncelerinden ötürü düşmanın da dayak yiyorsa, onun yanında olmalısın!
Komplo teorilerine inanmadan…Bir gün aynı şey benim başıma gelirse, onlar benim yanımda olur mu diye düşünmeden!

Sanatçılar, empati konusundaki nevrozlarına yenik düştükleri sürece, bırakın topluma örnek oluşturmayı, toplumun yüz yıl gerisinde kalmaya mahkumdurlar. Bunu da hak ederler!

7 Kasım 2009 Cumartesi

KÖYDE HAMLET

Ümmiye Koçak’ı tanıdığınız zaman, Türkiye’de aydınlanmanın önünün neden kesildiğini anlayacaksınız.
Bu yazının “onu tanıdığım zaman Türk kadını adına, Türk köylüsü adına umutlandım” diye bitmesi gerekiyor değil mi? Ben daha başlarken , öyle bitirmeyeceğimi söyleyeyim..
Mersin ‘e 60 kilometre uzaklıkta bir dağ köyünde, Arslanköy’de bir tiyatro devrimi yaratan,
sekiz yıldır ona yakın oyun, yirmibeş öykü yazan ilkokul mezunu Ümmiye Koçak, altı köylü kadının oynadığı Hamlet’i sahneleyerek, dünya basınına konu oldu.
Muhsin Hoca’nın düşlerinin kahramanıdır Ümmiye hanım.
Metin And tanısaydı gurur duyardı onunla.
Ben ise, saatlerce tırmandığım yolları inerken sadece utanıyordum!
Köy ensitüleri kapatılmasaydı, halkevlerinin önü kesilmeseydi, Anadolu nice Ümmiye Koçak’lar yetiştirecekti.
Fakir Baykurt’lardan, Orhan Kemal’lerden sonra köyle kentin arasına birileri dinamit koydu.
Köylü adamların kahvelerde oturduğunu sandık bizler. Kimi zaman tarikat okullarından, kimi zaman cinayet romanlarından, kimi zaman varoşların intikam öykülerinden üçüncü sayfa haberi olarak köylüler!
Neredeydiler?
Üretmiyorlar mıydı?
Kuşkusuz üretiyorlardı, ama sesleri duyulmuyordu. Herkes Ümmiye Hanım değildi ki, bir yandan ocağa gözleme atarken, bir yandan yüreğimizi dağlayan öykünün inceliklerini en dinamik ve en esprili biçimde anlatadursun…
Ümmiye Koçak, üç çocuk annesi. Arslanköy’e otuz yıl önce gelin gelmiş. Sekiz yıl önce almış kalemi eline. Hayatında hiç tiyatro izlemediği halde ilk oyunu Çiçekler Solmasın’ı yazmış.
Ardından, kadına şiddet temalı bir oyun gelmiş.
“Şiddet mi yaşamış ki, yazmış?” İlgisi yok. Eşiyle gül gibi geçinip gidermiş.
Nasıl tiyatroyu bilmeden tiyatro eseri yaratabilmişse, şiddet görmeden de yazabilecek kadar derin bir ruha sahip bir aydın köy kadını o.
Sadece son öyküsünde, belki de yakından yaşadığı bir felaketi dile getirmiş: Spastik bir oğlu var. O da, son öyküsünde yaşayan bir kız çocuğunu dillendiriyor. Bazı anneler kızlarını hiç okutmazken, bu anne kız çocuğunu okula taşıyor…. Çocuk büyüyor, ağırlaşıyor, anne yaşlanıyor. Bu kez fedakar anne çocuğu bir yük arabasıyla sürüklüyor okula! Bu kurgu Çukurova’nın ünlü bir ressamını öyle etkilemiş ki, resmetmeye hazırlanıyormuş öyküyü.
Ümmiye Hanım’ın meme kanseri, ozon tabakasıyla ilgili oyunları, öyküleri de var.
Oyunlarını sahnelemek için oluşturduğu köy tiyatrosuyla Afife Jale ödülü bile almış, fakat her nedense bu ödül oyunu yazan Ümmiye Hanım’a değil de, köy okulunun müdürüne verilmiş.
Çağdaş Yaşam Derneği üyelerinin ona getirdiği kitaplar sayesinde Afife Jale’nin yaşamını incelemiş. Ödül almak umurunda değil ama keşke bu onurlu kadının adını ben taşısaydım diyor!
Köy tiyatrosu yaparken, bir gün muhtardan, “yahu tiyatro nasıl bir şey, bizi tiyatroya götürüver hele” diye rica edivermiş. Mersin’e “Fehim Paşa Konağı’”nı izlemeye gitmişler. Oyuncular, “tiyatro ne hale geldi, köylülerin eline düştü” diye aşağılamış Arslanköylü kadınları. Günlerce ağlamış lastik ayakkabılı, şalvarlı Ümmiye Hanım…”Bakmayın böyle giyindiğime, tepeden tırnağa Atatürkçüyüm diyor” parantez içinde.
Ama leyleği havada görmüş. Pelin Esmer, onun tiyatro macerasını bir belgesel haline getirerek, San Sebastian Festivali’nde ödül almış. Ümmiye Hanım, Mersinli tiyatrocuların küçümsediği şalvarı ve lastik ayakkabılarıyla festivalde ayakta alkışlanmış.
Ardından bir süre, salt çocuklarını üniversiteye yerleştirmek için büyük kente göçmüş. Burada bilgisayarla, internetle tanışmış. Yine de öykülerini elle yazıyor .
Ümmiye Hanım, kentte tiyatro kültürünün, köydekinden bile az olduğunu görmüş. Büyük oğlunu üniversiteye yerleştirdikten sonra, Arslanköy’e tekrar dönmüş.
Bu kez, eski arkadaşlarıyla yolları ayrılmış. Kapı kapı dolaşıp, yeni tiyatrosuna gönüllü olabilecek kadınlar bulmuş.
Kadınların gönüllü olması yetmiyor, eşlerinin de gönüllü olması gerek!
Örneğin Hamlet prova edilirken, erkek rolünde Prens Hamit çalışılırken köylülerin tarlada birbirlerine, “kocacığım” diye hitap etmeleri epey yadırganmış!
Ümmiye Hanım’ın, Shakespeare’i seçmesinin nedeni, koca koca sözlere anlam katabilmek.
“Bugüne kadar benim yazdıklarım artık küçük kaldı, şimdi büyük bir adamın büyük sözlerinden ders çıkarma zamanı” diyor.
Ancak köylülerin meseleyi yadırgamaması için, kılıçlar oklavadan yapılmış, taçlar tahtadan
kesilmiş. Ophelia Feraye olmuş, Hamlet Hamit!
Oyunda basma elbiseler , lastik ayakkabılar giyiliyor.
Provalar, marul dikerken yapılmış. Marul diktiğiniz zaman ayaklarınız su içinde kalırmış! Yani lastik ayakkabı olmazsa olmaz.
Dramaturji mi?
Ümmiye Hanım, oyunu en az otuz kez okuduğunu söylüyor.
Shakespeare’in diğer oyunlarını da okumuş.
Othello, Venedik Taciri’nden keyif almış. Macbeth’i bir türlü bulamamış.
Tüm bunları da mum ışığında yapmış. Çünkü bir sır gibi saklıyor ama evinin elektriğini dört aydır ödeyemiyor. Evinin üstü toprak, duvarları naylon. Benim ziyaret ettiğim gün Mersin’de hava 40 derece sıcakken, Arslanköy’de rüzgar esiyordu. Kışın ise kar ve fırtınadan yollar kapanırmış!
Neden Hamlet peki?
Köy meydanında sadece bir kez oynanan ve koşulsuzluklar nedeniyle seslerin duyulamadığı oyunu izleyemedim, ama anladığım kadarıyla mezarlıkta yoğunlaşıyor.
Köylüler, mezarlık sahnesinde yörenin türküsü
“vur kazmacı mezarım derin olsun, beni vuran kardeşim mezarım derin olsun” u kullanmışlar.
Ümmiye Hanım, Hamlet’i seçmelerinin nedenini Shakespeare’in çıkarcılık ve bencilliği zarif bir dille anlatmasına yoruyor. “Sakıp Sabancı bile olsa, parayı mezara götüremiyor” diye devam ediyor.
Paraya tamah olmamak, kardeşin kardeşi vurmaması, üfürükçüler, büyücülere inanılmaması oyunun diğer temaları.
“Ah anama anama, dayanamam anama” ise kullanılan başka bir türkü.
Zaten, köylülerin içtepisel olarak geliştirdikleri dramaturjik güdülerle oyun yetmiş dakikaya e inmiş.
Gözlemelerimizi yiyip, ziyafetimizi darılarla tamamladıktan sonra, oyunun oynandığı sahneye indik. Köylüler, “gibi yaparak” bana oyunu gösterdiler. Özellikle ağaçtan kiraz topladıkları zaman prova yaptıkları için, oyunun belirleyici gestusunun kiraz toplama hareketinde yoğunlaştığını gözlemledim.
İstanbul’a davet ettim onları. Hatta Emre Kınay’ın “Hamlet” hazırlığında olduğunu ve iki Hamlet’i peş peşe izlemenin ilginç olabileceğini düşündüm.
İşte o an Baş Mabenciyi oynayan 62 yaşındaki Gülseren Teyze’den müthiş bir azar işittim.
“ Dünyada başka oyun mu kalmadı! Emre’ye selam söyleyin, Hamlet’i bu yıl biz oynuyoruz.
Kendisine başka bir oyun bulsun!”
Arslanköy’ü ziyaret eden ilk tiyatrocuymuşum.
Arslanköy’den gece karanlığı basmadan ayrıldım.
Benden biraz sonra Ümmiye Hanım’ın eşi gündelikten dönmüş. Eve günlük ekmek parasını getirmiş.
Yeni belediye başkanı (Arslanköy belde olmuş) da beni ertesi gün arayarak, Arslanköy’e bir halk eğitim merkezi yapacağının ve Ümmiye Hanım’ın topluluğunun devletin özel tiyatrolara desteğinden yararlanması için girişimde bulunacağının müjdesini verdi. Bakanlığın politikasında Anadolu’daki tiyatroların desteklenmesinin olduğunu bildiğim için içim rahat.
Ancak, Türkiye son elli yılı nice Ümmiye Koçak’ı yetiştirebilecekken, bu zamanı kaybettiğimiz, aydınlanmanın önünü kesen bir devlet politikasına sahip olduğumuz için utanç duyuyorum.